Prof. Taşkıner Ketenci, bir konuşmasında sosyal medyayı anlatırken Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna kitabını örnek göstererek şu cümleyi kuruyor; “Kitapta, Raif Efendi’nin sevdiği kadını aramasını ve ona karşı duyduğu derin özlemini anlatır. Eğer Raif Efendi bu çağda yaşasaydı sosyal medya üzerinden Maria’yı bulurdu. Evlenir ve hatta boşanmış olurdu bile.”

Buradan çıkartacağımız sonuç iletişimden ziyade, sosyal medyanın bizim hayatımızı nasıl şekillendirdiğidir.

Boşanmak artık sıradan ve basit bir olgu haline geldi…

Bu tüketim çılgınlığında en çok zarar gören kesim ne yazık ki evli çiftler.

Niyeti bozulmuş, gösterişli ve maddi gücün karşılayamadığı düğün talepleri…

Karşı komşunun beş taşı varken neden benim tek taşım var? Muhabbetleri normal karşılanır hale gelmesi, toplumun geldiği noktayı bizlere gösteriyor.

Değerler ve öncelikler değişti…

Kısaca sosyal medya bize, nasıl yaşamamız gerektiğini, kendimizi nasıl göstermemiz gerektiğini, nasıl tatil yapacağımızdan ve hatta nasıl doğum yapacağımıza kadar müdahale edebiliyor. İşte tüm bunlar bizi fütursuzca tüketmeye zorluyor. 

Tüketiyoruz…

Hayatı, o sosyal platformlarda gördüğümüz ve özendiğimiz hayatlar gibi yaşamak için, öyle bir hayat yaşama gerekliliği entegre edildiği için...Biz sosyal medya yüzünden tüketiyoruz.

Ve biz o hayatların içinde olmak için tükeniyoruz…

Sosyal medya da paylaşmak için pahalı çanta ve ayakkabılar alıyoruz, paylaşmak için tatile çıkıyoruz. Lüks arabamızda gezintiye çıktığımız esnada insanlara ne kadar mutlu bir hayat yaşadığımızı göstermek istiyoruz, o arabaya sahip olmak için kendimizden feda ettiğimiz şeyleri unutarak…

Doyumsuzlaşıyoruz çünkü içten içe kendimizi ispatlama yönünde rekabete giriyoruz…

Orta seviyede bir sosyal medya kullanıcısı, statü olarak kendilerinden yüksek kullanıcılar ile kendilerini kıyaslama eğilimi gösteriyor. Bunun sonucu olarak evlat-ebeveyn ve eşler arasında sorunlar da artıyor.

Kendini beğendirme ve fark edilme isteği, kişilerdeki mahremiyet kavramını yok etmeye devam ediyor.

Evlerini, yatak odalarını, kullandıkları iç çamaşırlarını, doğum anlarını ve hatta bedenlerini göstermeyi meşrulaştırmış ve bunlardan zevk alır hale gelmiş bir toplum olduk. Günden güne artan bu rekabet hırsı yüzünden her yıl binlerce çift boşanıyor, binlerce insan ise intihar ediyor.

Uyutuluyoruz, kandırılıyoruz…

“Bu takım elbiseyi alırsan saygınlık kazanırsın!”, “Bu kırmızı topuklu ayakkabıyı alırsan erkekler seni daha çekici bulur!”

Toplumu belli bir düzen ve kalıba koymaya çalışan izlenimlerin verildiği reklamlara kendimizi kaptırıyoruz.

Görüntü ve yaşam ile saadeti bulabileceğini düşünen herkes, daha sonrasında uğradıkları hayal kırıklıkları yüzünden burukluk yaşıyorlar.

Ve insanlar birbirlerine yabancılaşıyor…

Bu tüketim çılgınlığı uğruna hayaller kurulmuyor, kurulan hayallerin ise değeri yok. Çünkü hayaller değil bayilikler kazanıyor.

Bazı insanlar için bu çağ adeta birer haz kaynağı. Lüks villalar, denizdeki yatları, para karşılığı işlerini yaptırdıkları fakir insanlara karşı duydukları üstünlük hissi…

Yalnızca yaşam şekilleri değil, zihniyetlerimiz de değişiyor. Nezaketler bitti, benliklerimizin büyük bir bölümünü rekabet duygusu kapladı.

Artık herkes birbirine benziyor, zevkler ve ihtiyaçlar dahi ortak bir hale geldi. Bu yalnızca belirli bir bölge üzerinde değil, Dünya üzerinde kolektif bir biçimde gerçekleşiyor.

Tüketim yalnızca insanların ceplerini ve psikolojilerini değil, iletişimlerini de bozuyor. İnsanlar artık ilişkilerini maddeler ile ilişkilendirerek kuruyor. İnsanlar kıyafetlerine göre yargılanıyor çünkü insanların kişilikleri bununla ilişkilendiriliyor.

Bu bağlamda, sosyal medya sadece bir iletişim alanı değil, olmak istediğimiz benlikleri yaşattığımız da bir dünya...

Tüm bunlar eşliğinde Zweing’in ölümü bizi utandırmalıydı aslında… gelmiş geçmiş en haklı başkaldırıydı belki de...

*

*

*