Lisedeyken bizden iki alt sınıftaydı. Aynı lisede okuduğumuz için birbirimizi tanırdık. Aynı sınıfta olmadığımız için samimiyetimiz fazla değildi ama çalışkanlığıyla o da dikkat çekerdi. Biz yatılı okuduğumuz için okula en fazla bir, bir buçuk kilometreden gelirdik. Ama onun ve mahalleden okul arkadaşlarının geldiği mesafe en az beş kilometreydi. Bir azmin, bir iradenin, bir amacın öğrencileriydi ve bunun için onca meşakkati çekiyorlardı o ve aynı mahalleden okula gelen diğer mahalle arkadaşları. Bolvadin’in bir ucuydu geldikleri yer. Şimdiki gibi servis mi vardı Allah aşkına? Sarınıp bürünüp, başına da bir şapka geçirerek karda ayazda okula gideceksin. Bu devirlerde olduğu gibi okul öyle on santim kar yağdı diye tatil mi edilirdi sanırsın? Bazen “Yol” filmini aratmazdı bizim tipinin altında okula gidişlerimiz.

Kimden mi bahsediyorum Bünyamin? Sen de iyi tanırsın onu. Halen Konya’da görevine ya da daha doğru bir deyişle eğitime, eğitmeye devam eden medar-ı iftiharımız “Bizim İsmail”.

Biz Hukuk Fakültesine, o da bir yıl sonra İlahiyat Fakültesine gitmişti. Öyle tahmin ediyorum ki İlahiyat Fakültesini bilinçli olarak tercih etmişti O da.

O yıllarda bizler de kontrpiyede kalmıştık çünkü. Hepimizde şöyle bir düşünce vardı. Birinci dereceden zeka sahipleri İlahiyat Fakültesine gitmeli ki din birinci dereceden tebliğ, temsil ve ve takdim edilebilsin.

Aslında ben de İlahiyat Fakültesine gitmeyi çok istiyordum lise yıllarımda. Ama meslek dersleri ile edebiyat hocalarım seni Hukuk Fakültesinde görmek istiyoruz diye çok ısrar etmişlerdi.

Neticede biz Hukuk Fakültesinden mezun olarak avukatlık yapmaya; komşunun taşkın haczi, ecr-i misil, haksız fiilden mütevellit tazminat davalarına bakmaya veya alacak verecek meselelerini takip ederek çözümlemeye çalışırken o da İlahiyat Fakültesini bitirdikten sonra akademik kariyerini yaparak sanırım İslam Felsefesi alanında profesör olmuştu. İlmî çalışmalarına bazen yurt dışındaki üniversitelerde hocalık da yaparak devam ediyor. Sokrates, Aristo, Gazali, İbni Sina, Farabi, İbni Rüşd, Kant vb ile oturup kalkıyorlar.

Ara ara kıskanırım da kendisini. Keşke zamanımızın çoğunu biz de o tür öğrenme ve çalışma alanlarına ayırabilseydik diye. Ne güzel olurdu belki ama “İş’i kim idare ediyor?” diye soruyor kitabımız. Bu aralar hususen kendini ziyaret edip müstefîd olmayı da çok istiyorum doğrusu.

Gelelim bugünkü yazımızın fikir me’hazına. İsmail Hocamı sosyal medyadan da takip etmeye çalışırım. Ufuk açıcı kısa yazılarını okurum, sorularını ciddiye alırım. Çünkü yılların muktesebatı ile sorduğu sorular en naif yerlerimize dokunuyor. 

Geçtiğimiz haftalarda sayfasında taşlama tarzındaki yazısında “Rosto, Aristo” kelimelerini falan görünce merak edip tamamını okuyuverdim hemen. Bir de Hace-i Kemal diye bir arkadaşı var, onunla taşlaşıyorlardı Felsefeciler Günü diye.

İki şiiri de arka arkaya okuyunca bu atışmayı sayfama taşımak istedim. Eminim okuyunca senin yüzünde de güzel bir tebessüm oluşacaktır.

Her iki şiirde aslında çok derin manalar içermekte ve tam da güldürürken düşündüren tarza sahipler. Tabii insanın düşünebilme imkanı da düşünebilme kapasitesi, müktesebatı, gaye ve hedefleri ve çıkarları ile mantığının örgüleriyle doğrudan ilgili ve ilintili.

Son bir husus, ahlaken ve tabii olarak o şiirleri buraya aktarmadan önce kendisiyle telefonla görüşerek müsaadelerini ve muvafakatlarını da aldım. İzinsiz yayınlamak etik olmazdı çünkü.

Şimdi önce İsmail Hocanın yazdığı şiiri, sonra da Hace-i Kemal’in tehafüte konu yazdığı reddiyeyi olduğu gibi aktaralım. 

Şiirin başlığı “Tehafütü Tehafüt.” Hocam manasını yazmamış ama haydi ben sana yardımcı olayım. Yani “Eleştirinin Eleştirisi”. Tehafütül Felasife diye Gazali’nin bir kitabı vardı, oradan hatırladım.

“Tehafütü Tehafüt

Gözünü seveyim etli biftek Rosto’nun

Kim bilir kıymetini o büyük filozof Aristo’nun

 

Erkenden iç yat bu akşam sütünü

İdealarla başladı tümellerin bütünü

 

İnsana hayattır bol sarımsaklı Mantı

Derler ki bizim Gazali yarattı Kant’ı

 

Etli ekmek ve fırın kebap var nice nice

Bilir misin niçin yazdı “Zerdüşt”ü Niçe

 

Yaz geldi yatarsın sorumsuz güneşe karşı

İnananlar bilir hangi irade yükseltti bu arşı

 

Dolduracaksın karnını miden olacak tok

Duyular doldurur Tabula Rasa’yı dedi locke

 

İç ayranı ye tere yağlı pilavı kendine gel

Durma sen de Hegel’in çağırdığı Geist’a gel

 

Hayatını adayacaksın salçalı köfte ile ete

Bizden iyi okudu İslam düşüncesini Goethe

İnsan düşünüp de niçin kendini gersin

“Varlık ve Zaman”dan cevabı Heidegger versin

İ. Taş (Hace-i Kemal’e)”

Şimdi de Hace-i Kemal’in İsmail Hocanın tehafütüne konu Filozoflara Reddiye başlıklı yazısını aktarıyorum Bünyamin! Her iki şiiri de okuyarak varlık, mahiyet, hayat, yaşamak, varlığın sonu ve tüm bunlar arasındaki örgüleri sen de kurmaya çalış! Ayrıca hayata rosto gözüyle mi bakmalı yoksa Aristo’nun gözüyle mi? Aristo’nun gözünden bakmanın farklarını da bir kenara not et! Umarım faydalı olur. Sırada Hace-i Kemal’in cevabî taşlaması var.

“Duydum ki bugün Felsefe günü imiş..

Aşk ile bir daha..

(İsmail Taş'a ithaf edilmişdür)

 

FİLOZOFLARA REDDİYE

Gözünü seveyim etli biftek Rosto’nun

Ne işime yarar ki düşüncesi Aristo’nun

 

İdealin olacak elle yemek tavuk butu’nu

İdealarıyla yalnız bırakacaksın Eflatunu

 

İnsana hayattır bol sarımsaklı mantı

Yok nomen yok fenomen boşver Kant’ı

 

Etli Ekmek ve fırın kebap var nice nice

Hakikatı arayıp da boşuna delirmiş Niçe

 

Yaz güneşi var yat da karnını güneşe ver

İradenin davası ile uğraşsın Şopenhaver

 

Dolduracaksın karnını miden olacak tok

Tabula Rasa’yı doldurmaya çalışsın Lock

 

İç ayranı ye tereyağlı plavı kendine gel

Diyalektik diye konuşup dursun Hegel

 

Hayatını adayacaksın salçalı köfte ile ete

Bırak Doğu Batı Divanıyla uğraşsın Goethe

İnsan düşünüp de niçin kendini gersin

Biliyorum filozofsun ve Heideggersin

HACE-İ KEMAL”

...