Belki o zaman çocuklar, zâbıtalardan daha çoktu… (Bilge Şair)                   

     Dilenci çocukları Dumlupınar Camii kapısında, İstanbul Pendik’te (her yerde) dilenci olarak gördüğüm zaman; “yavrum siz buraya dilenmeye gelmeyiniz, anneniz-babanız gelsin” diyorum… Üç-dört ikazımdan sonra bu camide hiç dilenen çocuk görmedim. Dilenmek bir iş ise neden çocuklar geliyor! Bu iş bir “iş” ise, annesi, babası çalışsın. Çocuk okula gitsin. Dilenen çocuğu gördüğümüzde yangında ilk kurtarılacak şey çocuğa para vermek değildir; “yavrum seni buraya kim gönderdi? Seni gönderen gelsin buraya,” demektir. O gönderen “kim” ise…

     İki üç günde bir duyarız; falan yerde bacağı kırılmış bir köpeği insanlar görür, tepki gösterir ve sahip çıkarlar. Gayet güzel, mükemmel… Her gün, her şehirde, nice ışıklarda çocuklar dilencilik yaparlar. Hayvanların zulme uğramasını iki üç günde bir duyarız; ama çocuklar her gün, her şehirde ve toplamda belki binlercesi dileniyor. Hiç tepki yok. Çocukların dilencilik yapmasının en kısa anlamı; “çocuklara diz çöktürmek” demektir. Şu soru her şeyi açık ediyor... Köpeğin ayağının kırıldığı yer, köpeğin bittiği yer oluyor da; çocukların dilencilik yaptığı yer, neden insanlığın bittiği yer olmuyor?

        Çocuğun dini, milliyeti ne olursa olsun; fark etmez; sahip çıkmayı hak eder. O dilenen çocuklarda onur vs. diye bir şey kaldı mı? O dilenci çocuklar; bu topluma nasıl bir geri dönüş yapacaklar? İnsanlık tarihinde eğer bir zulüm, haksızlık, kayıtsızlık varsa; bunun “karşıtına dönmek” diye bir rövanşı vardır. Ne demiş Anadolu? Edici kulum, bulucu kulum… Görmezden gelme, gözüne gelir… İnsanlar bir hayvana yapılan zulme (ne güzel) tepki verirken, dilenen bir çocuğun gözden kaçacak kadar görülmemesi, acaba bizde gözden, gönülden bir şey kalmış mı, sorusunu sordurmaz mı? Üstelik bu çocuklar hiçbir imkâna sahip olmadan, kendilerini doğrudan ışıklarda dilenci (diz çökmüş) olarak buldular.

     Yukarıdaki kıyasımıza göre, insan sevgisi, hayvan sevgisinden en az on tık aşağıda… Bu yanlış bize, batıdan hümanizma kavramı ile ithal edilen, mücerret (soyut/hayali) insan sevgisinden bulaşmış olmalı… Hiç duymadım; “yetişin, bir çocuk (binlerce çocuk) dileniyor” diye… Çocuk bizim olmadığı için mi? Sıra (ağzından yel alsın) bize geldiğinde “vakit çok geç olabilir” değil; o gün her şey bitmiş olabilir.  Tarihte bir darbı mesel vardır: Bağde harabül Basra; Basra harap olduktan sonra alacağımız tedbir fayda vermez.

    Bu durumun muhatabı kim? Herkes, hepimiz… Bizim insanımız da bir tuhaf! Dilenci çocuk camiden çıkanların elini öpmeye hamlediyor; insanımız da gülümseyerek (paralı-parasız) mukabele ediyor. Sanki anormal bir şey yok; çocuğun tavrını adeta onaylıyor.

    Çocuk deyince aklımıza ne gelir? Çiçek, güzel koku, her şeyine katlandığımız güzel, lisana dökülemeyen en güzel duygular… Bu duygular bizim (kendi) çocuklarımız ile sınırlı ise o duyguları gözden geçirmek lazım.

    Okuduğum kitaplardan birinin adı;  “bakanlar ve görenler…” Bugün ve her gün; ışıklarda ne gördün? Görmemek; hayatın bittiği yerdir.