İnsanın başına en umduğu şeyler en ummadığı zamanlarda gelebileceği gibi, en ummadığı şeyler de en umduğu zamanlarda gelmeyebilir Bünyamin.
 
Herkesin başına gelenler senin başına gelmeyebileceği gibi, kimsenin başına gelmeyenler de senin başına gelebilir. Hatta belki bu başa gelenlerin ve gelmeyenlerin bile kozmik alemde bir sırası ve yeri vardır da bizler bunu belirleyemez ve göremeyiz ama kısmen de olsa bazı yorumlarda bulunabiliriz.
 
Hatırlar mısın mesela, bundan üç dört ay önce bolca yağmur yapmıştı. O yağmur bize de ibret ve hikmet lûtfetti. Bizim site müstakil evlerden oluştuğu için her evin garaj kısmının girişinde yağmur ve kar suyu için mazgal bulunmakta. Yan komşularımızın garajlarını su basmıştı o gün. Evlerini su basanlar eşyalarını içeri çekip garajlarına dolan suyu kendi imkanlarıyla tahliye etmeye çalışmışlardı. Ne gariptir ki herkesin garajı suyla dolmuşken bizim garaja damla su girmemişti. Bunun iki nedeni vardı. Birincisi yolun eğiminden kaynaklanıyordu. Bizim evin önündeki yolun eğimi bozulmamıştı. İkincisi ve daha önemlisi ise garajın önündeki mazgalın üzerini bizim ince gözlü telle sarmamızdı. Hani eskiden evlerde buzdolabı falan yokken kullanılan tel dolap telleriyle iyice sarmıştık önceden. O telin korumasıyla bizim mazgalların kanalizasyona bağlanan boru tıkanmamıştı. Böylece o gün rahmet de denilen yağmurun hışmından evimiz korunmuştu o seferlik.
 
Tabii ki her ne kadar komşuların başına gelenlere üzülsek de bizim eve yağmur suyu dolmadığı için de içten içe sevinmiş ve şükretmiştik. “Tedbir gibi aklı yoktur.” diyorduk kendi kendimize ayrıca. O sevincin ve şükrün nedametini falan da yaşamadık açıkçası.
 
Eski dinî hikayelerde anlatılırdı hani, büyük imamlardan birisi camide hutbe verirken kapıdan birisi telaşla girer ve “Ya imam!Mahalledeki tüm evler yanıyor.”der ve ekler “Ama siz endişelenmeyin sizin eve alevler ulaşamadan söndürüldü. Bünün üzerine o büyük imam “Elhamdülillah.” der. Ömrünün sonuna doğru da bu olayı anlatıp “O gün hutbede demiş olduğum elhamdülillah’ın hâlâ pişmanlığı ve tevbesini yaşıyorum.” der.
Biz henüz o rüşd ve erdem mertebelerine ulaşamadığımız için muhtemelen tevbe ve pişmanlık da göstermemiştik o günlerde.
 
O yağmurdan bir ay sonda falan başımıza ne geldi biliyor musun Bünyamin? Muhtemelen senin de ilginç bulacağın ama hiç birimizin ummadığı bir şey oldu bizim evde de.
 
Sitemizin ortak alanı hem estetik olsun, hem de çocuklar rahat oynasın diye çimlerle kaplı. Sonbaharın yazdan kalma sıcak bir gününde sitemizdeki yumurcaklar çimlerin sulanması için konulan fıskıyelerden birinin emniyet aparatını muhtemelen bir top vuruşuyla kırmışlar. Haliyle su kendiliğinden akmaya başlamış. Toprak suya doyduktan sonra artık çevresine doğru yayılmaya başlamış. Kırılan fıskıye bizim evin yanında olduğu için akan su bizim eve doğru da yayılmaya başlamış. Aradan tahminen yaklaşık sekiz on saat geçtikten sonra akşama doğru eşim aşağıdan su şırıltıları duyar gibi olunca aşağı kata iner. Bir de ne görsün? Aşağı kattaki kütüphanemizi iki üç santimetre kadar su basmış. Hemen telefonla beni arayarak durumu anlattı ve acilen eve gelmemi istedi. Eve gelince ben de şaşırdım ve suyu büyük bezlerle ve kovalarla boşaltmaya çalıştık. Suya temas eden kitapları ve dergileri de yine aşağı kattaki şark odası dediğimiz odaya taşıdık.
 
Bir yandan suyu boşaltmaya ve kitapları kurtarmaya çalışırken bir yandan da “Sen misin bizim eve yağmur dolmadı diye içten içe sevinen? Demek ki suyla imtihanımızın sıramız gelmemiş.” diye mırıldanıyor ve Hatice hanımla “olacakla öleceğe çare bulunmazmış diyerek buna da şükür.” diyorduk. 
 
Suyu boşalttıktan sonra da camları, pencereleri açarak odanın zemininin kurumasını bekledik.
 
On onbeş gün sonra da Sevgili Eşim fırsat buldukça ağır aksan kütüphaneyi yeniden elden geçirmeye ve kitapları yerleştirmeye başladı. Bu arada da fırsat bu fırsat yaklaşık iki yüz kadar kitabı da okullara dağıttı sanırım.
Ben görsem kolay kolay müsade edemeyeceğimi bildiği için de dağıtım işini görevlendirdiğim bir büro personeli ile yaptı.
 
Biz tabii her işte bir hayr ve hikmeti hafî yani saklı bir hikmet vardır diye düşünür ve bu inançla bakarız her olaya, her oluşa ve her şeye. Kütüphaneyi su basmasında bile bu hikmetlerden nasibimizi aldık sanırım. 
 
Mesela bir gün kitapları yerleştirirken eve uğrayıp kütüphane ne alemde, göreyim istemiştim. Bu arada kısa bir konuşmamız oldu Hatice hanımla. Bana göre oldukça hoş bir telmihte bulundum karşılıklı konuşurken. Harika bir espriydi. Ama o konuşma ayrı bir yazı konusu olacak kadar uzun süreceği için şimdilik yazmayı te’hir etmekte fayda var. 
 
Lakin dün sabah evden çıkarken yerdeki kitaplardan birisi dikkatimi çekti. O konuyu anlatayım. Kitaplarım arasından çekip aldım. İsmi “Çöl”. Kenan Işık’ın seçtiği şiirlerden oluşmakta olan kitabın ilk sayfasında Şeyh Galib’in bir dizesi vardı. Önce onu okudum. Seninle de paylaşayım.
 
“Korku nedir bilmeyen aşk
Kendi arzusu ile çöle düştü
...
O siyah çölde yollarını kaybettiler.”
 
Sonra biraz karıştırdım kitabın sayfalarını ve bir güzel şiir daha buldum ve o şiiri de bugün seninle paylaşmak istedim. Bu satırların yazılma hikayesi de budur aslında. Bir fıskiyenin aparatının kırılması bu şiiri seninle paylaşmayı götürdü beni. Demek yağmurdan, fıskiyenin kırılmasından sonra sıra burada seninle şiir paylaşmaya gelmişti. Böylelikle belki bir nebze hepimizi içine çeken ve ruhumuzu karartan gündemlerden bizi biraz uzak tutar da biraz nefes almamıza katkısı olur diye düşünüyorum.
 
Şiir William Carlos Williams’a ait olup başlığı da “Kadın.” Kısa ama derin manâlar içeren bir şiir. 
 
Yağmur ve Kadın. Ne kadar da benzer birbirine. İkisi de bazen rahmet, ikisi de bazen haşmet değil mi? Yağmurla başlayıp kadınla bağlamak da ilginç değil mi ? Ha bu arada Türkçesi de Cevat Çapan’a aitmiş. Şimdi şiiri okuyalım beraber.
 
KADIN
 
Güller vardı, yağmurda.
Koparmayın, diye yalvardım.
 
Dayanmazlar dedi kadın.
 
Ama o kadar güzel duruyorlar ki oldukları yerde.
 
Ah, hepimiz güzeldik bir zamanlar,
dedi kadın
Ve koparıp gülleri tutuşturdu elime.