Güncel

25 Aralık Köşe ve Bloglarda Neler Var?

Libya Genelkurmay Başkanı’nı taşıyan uçağın düşüşünde yaşanan son iki dakikalık kritik mücadeleden Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki jeopolitik gerilimlere, İsrail’in bölgesel sıkışmışlığından Batı’nın çifte standartlı tutumuna kadar uzanan süreç, güvenlik, siyaset ve küresel güç dengelerinin aynı anda kırılganlaştığı yeni bir döneme işaret ediyor.

Abone Ol

1. ABDULKADİR SELVİ / PİLOT UÇAĞI KURTARMAK İÇİN 2 DAKİKA MÜCADELE VERMİŞ

Libya Genelkurmay Başkanı Haddad ve beraberindekileri taşıyan uçak, önceki gün Ankara Esenboğa Havalimanı’ndan havalandıktan 21 dakika sonra Haymana civarında düştü.

Uçakta arızanın tespit edilmesi ve o sırada pilotla Esenboğa Havalimanı’ndaki kule arasında yapılan konuşmalar ile uçağın düşmesi sırasında yaşananları aktarmak istiyorum.

Libya Genelkurmay Başkanı Orgeneral Al Haddad, Ankara’daki temaslarını tamamladıktan sonra Libya’ya dönmek üzere bir Malta şirketinden kiralanan Falcon tipi uçakla saat 20.17’de Esenboğa Havalimanı’ndan havalanıyor. Uçakta Genelkurmay Başkanı Haddad’la birlikte Kara Kuvvetleri Komutanı Gribil, Askerî İmalat Kurumu Komutanı Al Katavi, Genelkurmay Başkanı Danışmanı Diyab ile Genelkurmay fotoğrafçısı Ahmed Mahcup ve Fransız pilot dâhil 3 mürettebat bulunuyor.

HAVALANDIKTAN 14 DAKİKA SONRA

20.17’de havalanan uçak önce 20.31’de, ardından 20.35’te acil durum bildiriyor. Pilot, 2 dakika boyunca uçağı kurtarmaya çalışıyor ancak başarılı olamıyor. Uçak 20.38’de düşüyor.

İki dakika süren o çaba şöyle gerçekleşiyor: Fransız pilot, acil durumdan yani “Emergency”den bir önceki durumu harekete geçiriyor. Uçak saat 20.31’de 32 bin feetteyken “PAN-PAN, PAN-PAN, PAN-PAN” deklare ederek Yaklaşma Kontrol Ünitesi ile geri dönüş için temas kuruyor. Saat 20.36’da pilotun sesi zor duyulur hâle geliyor. İki dakika sonra, 20.38’de radar ekranında uçak kayboluyor.

İŞTE O KONUŞMA

Fransız aksanı ile İngilizce konuşan ve ses tonundan oldukça sakin olduğu anlaşılan pilotla Esenboğa kule arasında ilk olarak şu diyalog yaşanıyor:

Kule: Neyin var?

Pilot: Genel elektrik arızası.

Kule: Tekrar et.

Pilot: Genel elektrik arızası.

Kule: Esenboğa Havalimanı’na dönmek ister misin?

Pilot: Dönerim.

Kule: Dön.

Pilot: Tamam.

Kule: Pisti boşalttık, hazırız.

UÇAĞIN EKRANI GİDİYOR

Bu aşamadan sonra Esenboğa kulede uçağın inişini yönetmesi için hava yaklaşma birimi devreye giriyor.

O sırada pilot, elektrik arızası nedeniyle uçağın içindeki ekranların gittiğini söylüyor. Ekranları göremediğini belirttikten sonra “Beni görüyor musunuz?” diye soruyor. Hava yaklaşma birimi, “Seni görüyorum. 32 bin feettesin. Esenboğa Havalimanı’nın pistlerini boşalttık, alçal” diyor.

PİST BOŞALTILIYOR

O andan itibaren Esenboğa Havalimanı’nda pistteki uçaklar çekiliyor. Pist boşaltılıyor ve Esenboğa Havalimanı iniş ve kalkışlara kapatılıyor. Yaklaşan uçaklar Kayseri ve Konya’ya yönlendiriliyor. Pist, uçağın inişi için hazır hâle getiriliyor.

Arıza, uçak kalktıktan 16 dakika sonra Konya Kulu üzerinde tespit ediliyor. Esenboğa Havalimanı’na ulaşması için uçak sola döndürülüp Haymana üzerinden yaklaşması sağlanıyor. Hava yaklaşma birimi, uçağın sola dönüp Haymana üzerinden Esenboğa’ya inmesi için yardımcı oluyor. O sırada uçak burnunu sola kırıp 15 bin feete iniyor.

İKİ DAKİKA MÜCADELE ETTİ

Esenboğa kule ile pilot arasındaki telsiz konuşmalarından Fransız pilotun soğukkanlı bir şekilde hareket ettiği gözleniyor. Telsiz konuşmalarından pilotun tam 2 dakika boyunca uçağı Esenboğa Havalimanı’na indirmek için çaba gösterdiği anlaşılıyor.

Kule ile pilot arasındaki konuşmalar 2 dakika sürüyor. Pilot “Düşüyoruz” demiyor; belki de demeye fırsat bulamıyor. Uçaktaki arızanın tespit edilmesi ile uçağın düşmesi arasında 2 dakika geçiyor. Bu 2 dakika sırasında pilot bir yandan Esenboğa kule ile irtibat kuruyor, diğer yandan uçağı kurtarmak için çaba sarf ediyor.

Uçak 20.38’de radardan çıkıyor. Uçağın düştüğü İkizdere köylüleri, o sırada büyük bir patlama sesi duyduklarını ve gökyüzüne bir anda bir alev topunun yükseldiğini anlatıyor. O anda düştüğü anlaşılıp diğer birimler harekete geçiriliyor.

ARIZA BİLDİRMİŞ Mİ?

Uçağın düşmesiyle ilgili olarak bazı soruların cevabını aradım.

1- Uçak, Türkiye’ye geldiği anda ya da kalkış öncesinde ve sırasında herhangi bir arıza bildiriminde bulunmuş mu?

– Uçakla ilgili herhangi bir arıza bildiriminde bulunulmamış.

KAMERALAR İNCELENDİ

2- Esenboğa Havalimanı’nda uçağı gören kameralar incelendi mi? Uçağa yaklaşan bir şey tespit edildi mi?

– Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından olayla ilgili soruşturma açıldı. Savcılık, uçağı gören tüm kamera kayıtlarına el koydu. Uçağa yaklaşan herhangi bir şey tespit edilmedi.

3- Uçak indikten sonra ve kalkıştan önce pilot tarafından gerekli kontroller yapıldı mı? Uçuş öncesi bakımlar gerçekleştirildi mi?

– Uçağın tüm kontrollerinin yapıldığı, uçuş öncesi hazırlıkların eksiksiz yerine getirildiği tespit edildi.

KARA KUTU İNCELEMESİ

4- Uçağın haberleşme sistemi incelendi mi?

– Uçağın ses kayıt cihazları saat 02.45’te bulundu. Hem uçağın ses kayıt cihazları hem de Esenboğa kule konuşma kayıtları incelendi. Pilotun genel elektrik arızası bildirimi çok net bir şekilde anlaşılıyor. Pilot bunu birkaç kez tekrar ediyor.

5- Kara kutu bulundu mu? Kara kutu nerede incelenecek?

– Uçağın kara kutusu saat 03.20’de bulundu. Uçak, Fransız Falcon tipi bir uçak. Libya tarafından kiralanmış ve Türkiye’de düşmüş. Havacılık kuralları gereği üç ülkeden yetkililerden oluşan bir heyet oluşturulacak. Ancak kara kutu incelemesi bu üç ülkede de yapılamaz. Tarafsız bir ülkede yapılır. Kara kutu incelemesi, üç ülkenin oluşturduğu heyet tarafından dördüncü bir ülkede gerçekleştirilecek.

NEDEN ESENBOĞA’YA YÖNLENDİRİLDİ?

6- Uçak Konya Kulu üzerinde arıza bildirdiğine göre neden Konya ya da Adana Havalimanı’na yönlendirilmedi?

– Uçak, acil iniş talebinde bulunduktan sonra en yakın havalimanı olan Esenboğa’ya yönlendirildi.

7- Uçak düştüğünde neden patladı? Yakıt boşaltmadı mı?

– Havacılık kuralları gereği bu durumda yakıt boşaltılmaz. En yakın havaalanına inmek için çaba gösterilir.

2. AHMET HAKAN / BU SEFER PİPO İÇEN BİRİ SADECE PİPO İÇEN BİRİ DEĞİL GİBİ

Ne zaman alengirli bir olay olsa, hemen komploculara gün doğar.

İflah olmaz bir komplo karşıtı olarak ben de bu tür durumlarda, olayların göründüğü gibi olabileceğini, arkasında mutlaka başka bir şey olmayabileceğini anlatmak için,

“Bazen pipo içen biri sadece pipo içen biridir” derim.

Ve komplolara karşı hemen mesafeli bir tutum alırım.

Ne yalan söyleyeyim, Libyalı üst düzey yetkililerin ölümüyle sonuçlanan uçak kazası olayından sonra, öyle işkillendim, öyle kuşkulara kapıldım, öyle tereddüt geçirdim ki,

“Bazen pipo içen biri, sadece pipo içen biri değildir” demek zorunda kaldım.

ERDOĞAN’IN MEZARDA RAKI OLAYINA GİRMESİ

Özgür Özel’in Kamer Genç’in mezarı başındaki rakı görüntüsü, iktidar açısından muazzam bir malzeme.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu malzemeyi büyük bir maharetle değerlendireceğini düşünüyordum.

Bingo!

Dün ilk kez bu konuya girdi Cumhurbaşkanı Erdoğan.

“Daha mezar başında nasıl davranacağından habersiz, kabristanda kadeh tokuşturmayı maharet zanneden birisi” diye nitelendirdi Özgür Özel’i.

Ardından da şu sözleri dizdi ardı ardına:

“Kendi müteveffa milletvekiline saygı duymayan, millete saygı duyar mı? Kendi örfünü, adetini bilmeyen, diplomasinin teamüllerini bilir mi? Çıkmışlar bir de bu edepsizliği savunmaya çalışıyorlar. Allah CHP’li vatandaşlarımıza sabır, bunlara da akıl fikir versin.”

Özgür Özel ve CHP yönetiminin mezarlıkta rakı konusundaki taktik ve stratejisi şu:

Konu unutulsun. Hiç açılmasın. Hiç girilmesin. Hiç yaşanmamış gibi yapılsın.

Ancak Erdoğan’ın konuya girişinin ardından,

CHP’nin bu taktik ve stratejiyi sürdürmesi bayağı bir zorlaşmış durumda.

SADAKATİN HANGİ ÜLKEYE

Bir insanı değerlendirirken en önemli ölçüt şudur:

Sadakati kendi ülkesine mi? Yoksa başka bir ülkeye mi?

O başka ülkenin neresi olduğu da hiç önemli değil.

İngiltere de olabilir, İran da olabilir.

Gelelim değerlendirmeye:

Sadakati başka bir ülkeye ait olan kişiye asla güvenilmez.

SADETTİN SARAN OLAYI

Sadettin Saran’a şefkatle yaklaşmak, aşırı anlayışlı olmak, “Yapmamıştır canım” tavrı sergilemek,

“Belki de saçına başkasından bulaşmıştır” diye saçmalamak falan…

Bunların amacı: Gerçeğe ulaşmak değil.

Sadettin Saran’a hunharca yaklaşmak, yargıdan önce hüküm vermek, “Tabii ki yapmıştır” demek, onun açıklamalarına kulak tıkamak, istifa çağrıları yapmak falan…

Bunların da amacı: Gerçeğe ulaşmak değil.

Yani Sadettin Saran olayı, Sadettin Saran olayı değildir.

Bu olaya yönelik birbirinden farklı yaklaşımlar, futbol fanatizminin kendine özgü dinamikleri hesaba katılmadan asla anlaşılmaz.

AMCASI ACAYİP AK PARTİLİ ÇIKMIŞ

Uyuşturucu operasyonu nedeniyle tutuklanmış biri için şöyle haber yapıyorlar:

“Amcası acayip AK Partili çıktı.”

Bu haberi yapanların amacı AK Parti’yi yıpratmak.

Oysa bu haber, AK Parti’ye artı yazar.

Çünkü amcası acayip AK Partili olan kişinin yeğeninin gözünün yaşına bakılmadığını kanıtlar bu olay.

BÜYÜK, DAHA BÜYÜK İSİM

Operasyonda bir isim gözaltına alınıyor.

Hemen ardından “Bu ne ki? Bundan büyük bir isme dokunulacak” diyorlar.

Operasyonda büyük bir isim gözaltına alınıyor.

Hemen ardından “Bu ne ki? Daha büyük bir isme gidilecek” diyorlar.

Daha büyük bir isim gözaltına alınıyor.

Hemen ardından “Bu ne ki? Çok daha büyük bir isme gidilecek” diyorlar.

Bazılarında gerçekten de “büyük isim” fetişizmi var, bunu anladık.

POZİTİF / NEGATİF

Eskiden pozitif… Adı üstünde olumlu bir sözcüktü.

Uyuşturucu testlerinin ardından, ölümcül bir sözcüğe dönüştü.

Eskiden negatif… Adı üstünde olumsuz bir sözcüktü.

Uyuşturucu testlerinin ardından, kurtuluş içeren bir sözcüğe dönüştü.

ÇOK NET YALANLAMA… SIFIRIN ALTINDA ETKİLEME…

Mehmet Akif Ersoy ve Ela Rumeysa Cebeci’nin ilk yaptıkları açıklamalardaki ton aşağı yukarı şöyleydi:

Ne? Uyuşturucu mu? Kıyısından bile geçmedim. Sportmen bir kişiliğim var benim.

Ben uyuşturucuyu görsem mertek zannederim. Esrar ile kokaini bile ayırt edemem.

Erken yatarım, erken kalkarım, bir yumurtayı sütle çırparım. Benim ne işim olur uyuşturucuyla.

Ben kahve tiryakisi bile değilim. Bağımlılık benim bin kilometre yakınımdan bile geçmez.

Peki sonra ne oldu

Mehmet Akif Ersoy’un da Rumeysa Cebeci’nin de testleri pozitif çıktı.

Bu olaylardan sonra, çok net yalanlamaların etkileme gücü neredeyse sıfırın altına indi.

ALKOL ALMAZ, SİGARA İÇMEZ

Artık şöyle bir realite söz konusu:

Alkol almak, sigara içmek ile uyuşturucuya bulaşmak arasında hiçbir korelasyon yok.

Baksanıza:

Uyuşturucu soruşturmasına konu olan birçok kişi için yapılan tanıklıklarda hep aynı şey söyleniyor:

“Alkol almaz, sigara içmez.”

3. DİDEM ÖZEL TÜMER / ŞAM ÇIKARMASINDA ÖNE ÇIKAN BAŞLIKLAR

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın Suriye’nin başkenti Şam’a yaptığı çıkarma, en çok zamanlaması açısından dikkat çekiciydi. Çünkü tam da ana omurgasını PYD-YPG’nin oluşturduğu SDG’ye tanınan sürenin dolmasına bir buçuk hafta kala yapıldı. Doğal olarak hem görüşmelerde hem de Bakan Fidan ile mevkidaşı Şeybani’nin ortak basın toplantısında öne çıkan konu bu oldu.

Edindiğim bilgilere göre, Türk heyetindeki her üç isim de mevkidaşları ile ayrı ayrı toplantılar yaptı. Üçlünün, yine mevkidaşlarıyla birlikte Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile gerçekleştirdiği görüşmede de beklendiği gibi SDG’nin entegrasyonu konusu temel başlık oldu. Her ne kadar SDG ve destek verenleri tarafından, sanki Şam yönetimi aslında SDG ile bir noktada buluşabilir, asıl baskı uygulayan Türkiye’ymiş gibi bir propaganda yürütülse de gelen bilgiler, Suriye tarafının entegrasyon konusunda güçlü mesajlar verilmesinden yana olduğu yönünde. Kaynaklar, Türkiye’nin bu konuda güçlü mesajlar vermesinin istendiğini ifade ediyor.

SDG’nin entegrasyonu, İsrail’in Suriye’ye dönük faaliyetlerinden bağımsız ele alınabilecek bir konu değil. İsrail’in Suriye’nin güneyinde Dürzileri, Fırat’ın doğusunda da SDG’yi kışkırtıcı eylemselliği, Şam yönetiminin istikrar arayışını sabote ediyor. Dolayısıyla İsrail’in faaliyetlerinin de üzerinden geçilen dosyalardan biri olduğu kaydediliyor.

22 Aralık görüşmelerindeki bir başka dosyayı ise DAEŞ konusu oluşturdu. Bilindiği gibi Suriye’nin komşularıyla birlikte DAEŞ’e karşı ortak mücadele edilmesi için bir mekanizma oluşturuldu. Çünkü mesele sadece Suriye’nin sorunu değil. Ancak gelinen aşamada Ankara ve Şam daha yakın bir dirsek temasında kaldı. İki tarafın ortak merkezi de bunun somut çıktısı oldu. ABD ile Şam’ın DAEŞ’e karşı birlikte operasyonlar düzenlemeye başlamasından kısa süre sonra gerçekleşen ve iki asker ile bir tercüman olmak üzere üç ABD’li ile iki Suriye güvenlik gücünün ölümüyle sonuçlanan saldırı yaşandı. Saldırının gerçekleştiği Palmira, radikal unsurların ağırlıkta olduğu bir bölge. Ancak saldırıda asıl dikkat çeken, bunun yeni oluşturulmuş asayiş güçleri içinden bir kişi tarafından düzenlenmiş olmasıydı.

Türk heyetiyle yapılan görüşmelerde, Şam yönetiminin DAEŞ ile mücadele konusunda kararlılık mesajı vermenin yanı sıra, özellikle mücadelede kullanılmak üzere eğitim ve donanım konusundaki ihtiyaçlarını da vurguladığı ifade ediliyor. Ayrıca Şam yönetiminin, Türkiye’den özellikle uluslararası toplumdan beklenen destek konusunda mesaj verilmesini istediği belirtiliyor. Mealen Şam yönetiminin, “DAEŞ ile mücadele konusunda kararlıyız ancak kapasitemiz sınırlı. Bu sorunu ortadan kaldırmak için destek gerekiyor” dediği aktarılıyor.

Türk heyetinin görüşmeleri sırasında Gazze’deki durum ve son dönemde bu çerçevede yapılan görüşmeler hakkında bilgi verildiği kaydediliyor. Bu kapsamda, Gazze’nin Suriye sahasına etkileri konusunun da değerlendirildiği belirtiliyor.

4. BERCAN TUTAR / İSRAİL’İN İKİ BÜYÜK ÇIKMAZI

Gazze’de bataklığa saplanan ve küresel vicdanda mahkûm edilen siyonist İsrail, aslında dünya için artık eskisi kadar umursanan bir aktör değil. Soykırımcıların en büyük korkusu Türkiye ve Amerika. Türkiye’nin bir hegemon olarak yükselişi, İsrail’in teolojik safsatalara dayalı bütün kirli senaryolarını akamete uğratıyor. İzliyoruz: İsrail’in yazılı, görsel ve dijital medyası sabah akşam Türkiye’nin hamlelerini konuşuyor.

İsrail’in ikinci kâbus senaryosu ise Batı’nın değişen tavrı. Atlantik’in iki yakasında da İsrail’e destek azalıyor. Siyonistler hem Avrupa’da hem de kaleleri ABD’de zemin kaybediyor. ABD için İsrail artık taşınması hayli külfetli bir yük.

İsrail ve ABD arasındaki çatlağın en önemli faktörü ise Türkiye. ABD artık Orta Doğu, Doğu Akdeniz, Kuzey Afrika, Aden Körfezi ve Kızıldeniz politikalarını sadece İsrail’e göre değil, Türkiye’nin de yer aldığı yeni bir çarpana göre belirliyor. ABD’deki bu yeni eksen, şimdiye kadar özel muamele görmeye alışmış siyonist lobiyi ve İsrail’i son derece rahatsız ediyor.

Amerikan iç politikasında İsrail artık tartışmalı hâle geliyor. Bir “beyaz bayrak operasyonu” olan Epstein dosyası bunun bir örneği. Zira skandalı deşifre eden İsrail değil, ABD’nin kendisi. Bu hamleyle ABD derin devleti, MOSSAD’ın Epstein üzerinden kurduğu “Lolita ağı” ile Amerikalı siyasileri ve diğer önde gelen şahısları tuzağa düşürerek nüfuz ajanlığı yaptığını ortaya koyuyor. Bu yolla ABD’nin değişim ve dönüşümüne karşı duran siyonist lobi hizaya sokuluyor.

Nitekim FBI, Charlie Kirk suikastından sonra ABD’deki Yahudi lobileriyle bilgi paylaşımını durdurdu. ABD Başkanı Donald Trump’ın tabanını oluşturan MAGA içinde Holokost’u bile inkâr edenler var. Bu ayın 22’sinde sona eren dört günlük Turning Point USA adlı Amerikan muhafazakârları kongresinde İsrail-ABD ayrışması net şekilde ortaya çıktı. Kongreye antisemitizm ve İsrail politikaları damga vurdu. Kongrenin kapanışında ABD Başkan Yardımcısı JD Vance, İsrail karşıtı Nick Fuentes gibi isimlerin dışlanıp dışlanmamasına dair değerlendirmesinde, “Amerika’yı sevdikleri sürece” muhafazakâr hareketin herkese açık olması gerektiğini söyledi. “Saflık testlerine” karşı çıkan Vance, kongreye damga vuran antisemitizm tartışmalarını açıkça kınamaktan da kaçındı. Vance, “Buraya kınanmasını ya da susturulmasını istediğim bir muhafazakârlar listesiyle gelmedim” dedi.

ABD ve İsrail arasındaki büyüyen çatlağın bir göstergesi de İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Washington’daki en önemli danışmanı sayılan Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer’ın, Beyaz Saray’ın isteğiyle görevden alınması oldu. Gazze ve Suriye stratejilerinde ABD’nin güvenmediği neoconcu Dermer hamlesinin, tam da Netanyahu’nun 29 Aralık’taki ABD ziyareti öncesine denk gelmesi dikkat çekiyor. Dermer’in yerine ABD’nin istediği formatlara sahip Kanal 12 muhabiri Michael Eisenberg atandı.

Tablo gayet net. Buna bir de Türkiye’nin ABD dışında Avrupa için de vazgeçilmez bir aktör hâline gelmesini eklediğimizde, İsrail’in işi gerçekten zorlaşıyor. The Jerusalem Post, ABD’nin Gazze’nin geleceğinde Türkiye’yi kilit aktör olarak konumlandırdığını yazarken, Israel Hayom da Avrupa’nın diplomatik, askerî ve enerji stratejilerinde Türkiye’ye bağımlı hâle geldiğini vurguluyor. Belçika’nın da Lahey’de İsrail aleyhine açılan soykırım davasına müdahil olduğunu hatırlatan gazete, bütün bu değişimi İsrail’i bekleyen en yakıcı felaket olarak niteliyor.

Hâsılıkelam, Türkiye yeni dönemde Avrupa ve ABD jeopolitiğinde merkez ülke olarak konumlanıyor. Bundan rahatsız olan İsrail elbette her tür sabotaja başvuracaktır; başvuruyor da. Son zamanlarda ülkemizi hedef alan iç ve dış olaylara bakıldığında bu durum net şekilde görülüyor. Ancak ne yaparsa yapsın, Türkiye ve ABD akıntısına karşı kürek çeken İsrail başaramayacak. Devran artık değişiyor. Çaresiz stratejiler peşindeki İsrail’in, yeni bölgesel ve küresel dinamiklere boyun eğmekten başka şansı yok.

5. SELÇUK TÜRKYILMAZ / BATI’NIN ÖLÜMCÜL KİMLİKLERİ

Avrupa ülkelerinde ve ABD’de ana akım medya kanallarında Siyonist Yahudilerin soykırım suçlarıyla ilgili eleştirel makalelerle karşılaşmak neredeyse imkânsızdır. Bu dönemde Batı medeniyetini temsil eden seçkin entelektüellerin neredeyse tamamının Siyonizm ideolojisine bağlı olduğu ortaya çıktı. Bunu tahmin edebiliyorduk fakat hakikat çok daha ürperticiydi. Bunun Batı medeniyeti dâhilinde ne türden sonuçlara yol açacağını şimdiden tahmin etmek, en azından benim için, o kadar da kolay değil.

Son dönemde İspanya gibi hâkim Batı medeniyeti söylemlerini zorlayarak çizgi dışına çıkmaya çalışan ülkeler varsa da Latin dünyasından entelektüel düzeyde güçlü bir sesin varlığına tanık olmadık. Bu bağlamda Francesca Albanese gibi hukukçular şimdilik bir istisna oluşturuyor.

Entelektüeller için “seçkin” sıfatını özellikle kullandım. Entelektüel ile seçkin kavramı ne kadar bir arada bulunabilir sorusu elbette başka bir tartışmadır. Çünkü seçkinlik esasen sınıf temelli bir ayrışmaya tekabül eder. Fakat bugün Batı medeniyetini temsil eden Noam Chomsky gibi entelektüellerin, seçkin ve yozlaşmış sınıflarla iç içe yaşadıkları anlaşılıyor. Bu, zannediyorum Batı medeniyeti içinde hâkim pozisyonunu koruyan Anglosakson döneminin alametifarikasıdır.

7 Ekim 2023’ten sonra Anglosakson hâkimiyetindeki Batı dünyasından, Gazze’de ortaya çıkan durumla ilgili olarak yeni bir söz duymak isteyenler boşuna bekledi. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Şark araştırmaları enstitülerine egemen olan bakış açıları da seçkin sınıflar tarafından belirlenmişti. Bu enstitülerde tahsis edilen araştırma burslarının sınıfsal bir karakterde olduğunu bugün çok daha iyi anlıyoruz. Şark hakkında üretilen bilgilerin neredeyse bütün Batı toplumlarını zehirlediğini görmüştük. Bilerek ve isteyerek İslam ve terör arasında ilişki kurdular ve bununla ilgili temsilleri pazarlamaya giriştiler. En başından itibaren bu yöndeki propaganda çalışmalarının bir amaca matuf olduğu anlaşılıyordu. Fakat üretilen imajlar ve temsiller, bizim gibi Batı’ya meyilli olan toplumlarda da çok hızlı karşılık buldu. Süreç içinde oryantalist külliyata teslim olmaktan dolayı bir pişmanlık hissine tanık olamadık.

Sonuçta oldukça dar bir çevre Filistin’in tarihî topraklarında işlenen soykırıma karşı çıktı. Çoğunluk, Batı medeniyetine dâhil olmayanların insan olduklarına dair şüphelerini açığa vurmakla yetindi. Hep birlikte, bütün dünyanın gözü önünde işlenen soykırım suçunu görmezden gelip Siyonist İsrail’in varlığının derdine düştüler. Bu, onların aslında bağnaz ve gerici olduklarının da işaretiydi.

Türkiye’de de Batı dünyasında olduğu gibi oryantalist külliyata teslim olmaktan dolayı pişmanlık hissiyle kendini yenilemeye çalışanların sınırlı sayıda olması kayda değer bir durumdur. Bizdekiler de ideolojik bir tercih yaptı ve benimsedikleri ideolojileri sorgulamadan içselleştirdiler. Hâlbuki Chomsky gibilerin dünyaya sunduğu ideoloji aslında Anglosakson kimliğini taşıyordu ve benimsenen kolonyal bir ideolojiydi.

6. OĞUZHAN BİLGİN / TRABLUSGARP CEPHESİ

İmparatorluğumuzun Afrika’daki son vilayeti Trablusgarp’tı. Bugünkü adıyla Libya.

Turgut Reis ve leventlerinin fethettiği Trablusgarp, asırlarca imparatorluğumuzun bir parçası olarak kalmıştı. 20. yüzyıla gelindiğinde Afrika’daki koca vilayetlerimiz elimizden çıkmış; dünya sisteminden kaynaklanan değişimler sebebiyle imparatorluk toprakları Batılı sömürgecilerin eline geçmeye başlamıştı.

Libya, Türkiye’ye son ana kadar sadık kalmış, onurlu insanların memleketiydi. 1911’e gelindiğinde, sömürgecilik yarışında geri kaldığını düşünen İtalyanlar Trablusgarp’ı işgale girişmişti. Zamanlama olarak tam da Türkiye’nin Balkanlar’da, Girit’te ve Yemen’de büyük sorunlar yaşadığı bir anı belirlemişti. Zaten payitahtta da 1908 sonrası taşlar yerine oturmamıştı.

Bunun üzerine İstanbul’dan bazı subaylar, yerel direnişi örgütlemek üzere gizlice Libya’ya gönderildi. Enver Paşa, Binbaşı Mustafa Kemal, Nuri (Conker) ve Fethi (Okyar) Beyler… Mustafa Kemal, “Gazeteci Şerif Bey” kimliğiyle gelmişti. İtalyanların, “Nasıl olsa karşımızda ordu yok” rahatlığıyla girdiği Libya’da, yerel halkı örgütleyen Türk subayları İtalyanlara birçok cephede Libya’yı dar etmeye başlamıştı. Mesela Tobruk’ta Binbaşı Mustafa Kemal, İtalyan ordusunu mağlup etmişti. Çetin geçen savaş sırasında Mustafa Kemal gözünden yaralanmıştı.

O dönem tüm imparatorluğun efsanesi olan Enver Paşa, Trablusgarp Cephesi’ni şöyle tarif ediyordu:

“Buraya geldiğimde 900 çöl savaşçısı bulmuştum. Şimdi ise elimin altında 16 bin talimli asker var.”

Sonrasında bu sayı 25 bine kadar çıkacaktı. Ancak karşıdaki İtalyan ordusunun mevcudu 100 bini buluyordu. Neticede kahraman, vatansever Libya halkının (bilhassa Senusi Tarikatı’nın) desteği ve Türk subaylarının müthiş kumandanlığıyla İtalya durdurulmuştu. Tüm Batı bunun karşısında şoke oluyordu. Bu direniş üzerine Balkan devletleri bir araya getirilip Türkiye’ye saldırtıldı ve maalesef Türkiye, Libya’dan çekilmek zorunda bırakıldı.

Sonrasında Teşkilat-ı Mahsusa’nın ektiği tohumlar ve Libyalıların vatanseverliğiyle Libya’da istiklal mücadelesi devam etti. Libya, yıllar sonra bağımsızlığını kazandığında Senusilerden İdris kral olmuş ve Türkiye’den Libya’yı yönetmesi için birisinin gönderilmesini istemişti. Türkiye’ye sadakat böylesine kuvvetliydi. Sadullah Koloğlu, Libya’nın Başbakanı olmuştu.

Aradan çok zaman geçti. Türkiye, 1912 yılında terk etmek zorunda kaldığı Trablusgarp’a, üzerinden bir asırdan fazla süre geçtikten sonra 2020 yılında döndü. Libya’da Kaddafi sonrası yaşanan istikrarsızlık, İkinci Libya İç Savaşı ile zirveye ulaşmış; başkent Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükûmeti (UMH), darbeci Halife Hafter’in güçleri tarafından kuşatma altına alınmıştı. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Yunanistan’a karşı UMH ile imzaladığı Deniz Yetki Alanları Mutabakatı, tarihî öneme sahipti.

Rusya, Körfez ülkeleri, Mısır, Fransa, İsrail, BAE, Yunanistan ve İtalya gibi çeşitli devletlerin desteklediği darbeci Halife Hafter, Libya’nın büyük bir kısmını ele geçirip başkent Trablus’u kuşatmasına rağmen; Türkiye’nin siyasi iradesi ve millî savunma sanayi ürünlerinden oluşan silah desteğiyle püskürtülmüş ve Libya’nın orta bölgelerine çekilmek zorunda kalmıştı. Türkiye, meşru hükûmetin yanında yer alarak tarihî ve politik dinamikleri etkin bir şekilde harekete geçirmiş ve önemli stratejik kazanımlar sağlamış oldu.

Son gelinen noktada Hafter bile Türkiye ile iyi ilişkiler kurmak zorunda kalmış, Tobruk Meclisi’nde Deniz Yetki Alanı Anlaşması’nın onaylanması gündeme gelmişti.

Peki, tam da şu anda Libya Genelkurmay Başkanı’nın uçağının düşmesi ve son dönemdeki diğer bazı hadiseler ne anlama geliyor? Eğer bu bir kaza değilse, izlerini bir önceki yazımda arayabilirsiniz.

7. AA ANALİZ / NEBAHAT TANRIVERDİ YAŞAR / 2025 VE SONRASINDA KUZEY AFRİKA’NIN GÜVENLİK VE SİYASİ GÖRÜNÜMÜ

Üç konu Kuzey Afrika’nın gidişatını etkileyecek. İlki, Libya’nın siyasi geleceği. İkincisi, Sahel ve Sudan kaynaklı istikrarsızlığın “yönetilebilir” sınırları aşıp aşmayacağı. Üçüncüsü ise bölgesel güvenlik iş birliğinin ne ölçüde mümkün olacağı.

2025’in sonuna yaklaşırken Kuzey Afrika, on yıl öncesine kıyasla daha istikrarlı görünse de siyasi ve ekonomik manevra alanı belirgin biçimde daralmış durumda. Bölgede güvenlik alanında toparlanma gözlense de siyasi meşruiyet, ekonomik kapsayıcılık ve mali sürdürülebilirlik eksenlerinde riskler daha görünür hâle geldi. Bölgenin genel tablosu; hükümetlerin sınır güvenliğini tahkim etmeye, elitler arası denge arayışına ve dış finansmana öncelik verdiği, temkinli bir durağanlık ile kontrollü bir istikrarsızlığın birlikte yürüdüğü bir dönemi işaret ediyor.

Ekonomik görünüm de bu ikili tabloyu doğruluyor. Yüksek kamu borcu, kronikleşen genç işsizliği ve küresel gıda ile enerji krizlerinin gecikmeli etkileri, bölge devletlerinin hareket kabiliyetini zorlamaya devam ediyor. Hükümetler, bir yandan makroekonomik istikrarı tesis etmeye çalışırken, diğer yandan yapısal reformların siyasi maliyetini gözetmek zorunda kalıyor. Bu da karar alma alanını daraltıyor. Bu ikilemi en açık biçimde ortaya koyan ülke Mısır. Uluslararası Para Fonu (IMF) bağlantılı reformlar; rezervler, kur istikrarı ve enflasyonun kontrolü başlıklarında bazı kazanımlar sağlasa da kemer sıkma önlemleri, sübvansiyon kesintileri ve kamu sektörünün daraltılması toplumsal baskıyı artırarak 2013 sonrası ekonomik düzenin sürdürülebilirliğine yönelik tartışmaları derinleştirdi. Tunus’ta da benzer bir çizgi görülüyor: Enflasyondaki düşüş ve sınırlı büyüme kısa vadede koşulları nispeten toparladı; fakat işsizlik, sübvansiyon baskısı ve bölgesel eşitsizlikler hâlâ çözülebilmiş değil.

LİBYA–SAHEL–SUDAN ÜÇGENİNDE GÜVENLİK GİRDABI

Kuzey Afrika’nın güvenlik mimarisini bugün Libya, Sahel ve Sudan’ı birbirine bağlayan istikrarsızlık hatları daha güçlü biçimde şekillendiriyor. Libya’da kâğıt üzerindeki ateşkese rağmen parçalanmış yapı sürüyor. Silahlı gruplar ile siyasi merkezler arasındaki bölünme aşılamıyor. Kurumsal boşluk uzadıkça, bu durumun Tunus, Mısır ve Mağrip’e yansıyan etkileri de daha görünür hâle geliyor.

Güneyde ise Sahel’de El Kaide bağlantılı terör örgütü JNIM ve “Büyük Sahra İslam Devleti” (ISGS) gibi grupların etkisiyle terörde yaşanan keskin artış; sınırların askerîleştirilmesi, göç siyaseti ve bölge içi diplomatik gerilimler üzerinden Kuzey Afrika’yı giderek daha fazla etkiliyor. Birleşmiş Milletler’in (BM) 2025 boyunca defalarca vurguladığı üzere bu tablo, Kuzey Afrika ülkelerinin gözünde güney sınırlarını stratejik güvenlik hatlarına dönüştürdü. Cezayir, Sahel’de uzun süredir arabuluculuk yapan ve dengeyi gözeten bir aktör olsa da artık bu hattaki problemlerden doğrudan etkileniyor.

Mart 2025’teki İnsansız Hava Aracı (İHA) olayı sonrasında patlak veren Cezayir–Mali krizi, terörle mücadele öncelikleriyle egemenlik hassasiyetlerinin ve bölgesel nüfuz rekabetinin kısa sürede karşı karşıya gelebileceğini ortaya koydu.

Libya–Sudan hattı, bu güvenlik girdabını daha da derinleştirdi. Libya’da özellikle doğu ve güneyde egemenliğin parçalı seyretmesi, Sudanlı silahlı aktörlere lojistik imkân, finansman kanalları ile ikmal ve konuşlanma noktaları sağladı. Sudan’daki iç savaş ise Libya’nın zaten kırılgan olan yapısına yeni silah ve savaşçı akışlarının yanı sıra yerinden edilmiş insanları da ekledi. Darfur–Libya hattındaki aşiret ve ticaret ağları zamanla silahlı koridorlara dönüşerek iki ülkedeki savaş ekonomilerini birbirine eklemledi. 2025’e gelindiğinde bu karşılıklı beslenen ilişki, Kuzey Afrika’nın güvenlik düzeninin kalıcı unsurlarından biri hâline geldi.

Bölge ülkeleri bu tablo karşısında sorunu çözmekten çok kontrol altında tutmaya odaklanıyor. Sınır güvenliğinin sertleştirilmesi, istihbarat iş birliği ve Avrupa Birliği (AB) destekli göç yönetimi kısa vadede riski sınırlasa da istikrarsızlığın temel nedenleri büyük ölçüde değişmiyor.

2025 SONRASI OLASI DÖNÜM NOKTALARI

Önümüzdeki dönemde üç başlık, Kuzey Afrika’nın gidişatını etkileyebilecek temel dönüm noktaları olarak öne çıkıyor.

İlki, Libya’nın siyasi geleceği. Kısa vadede seçim ihtimali zayıf, siyasi çekişme ise sürüyor. Buna rağmen Temsilciler Meclisi ile Devlet Yüksek Konseyi temsilcilerinin Kasım 2025’te Merkez Bankası çerçevesinde imzaladığı anlaşma, teknokratik uzlaşıların hâlâ mümkün olabileceğini gösteriyor. Petrol gelirlerinin yönetimi, Merkez Bankası’nın yetkileri ve bütçe denetimi gibi alanlarda kalıcı bir mutabakata gidilmesi, gerilimin tırmanma riskini azaltabilir. Tersi yönde bir tablo ise Libya’daki silahlanma yarışını daha da hızlandırabilir. 2025’in sonuna doğru gündeme gelen Pakistan ile Libya Ulusal Ordusu arasındaki silah anlaşması bu eğilime işaret eden örneklerden biri.

İkinci eşik, Sahel ve Sudan kaynaklı istikrarsızlığın “yönetilebilir” sınırları aşıp aşmayacağıyla ilgili. Sınır ötesi saldırıların artması, kaçakçılık ağlarının genişlemesi ve düzensiz göç akışlarının büyümesi, Kuzey Afrika ülkelerini daha sert güvenlik tedbirlerine ve önümüzdeki dönemde daha derin bir güvenlikleştirmeye yöneltebilir.

Üçüncü dönüm noktası, bölgesel güvenlik iş birliğinin ne ölçüde mümkün olacağı. Ortak tehdit algısı, özellikle Cezayir, Tunus ve Moritanya arasında sınırlı ama işleyen bir iş birliğini mümkün kılabilir; ancak aynı zamanda bölgedeki güvenlikleştirme ve silahlanma eğilimini de güçlendirebilir.

Bu dönüm noktalarının yönünü üç yapısal etken belirleyecek. İlki, bölgenin jeoekonomik dönüşümüyle ilgili. Körfez sermayesi, Türkiye yatırımları, Avrupa’nın sınır ve enerji öncelikleriyle orta boyutlu güçlerin artan stratejik aktivizmi, Kuzey Afrika’nın siyasi ekonomisini yeniden şekillendirirken bölgenin yeşil enerji merkezlerine ve alternatif üretim üslerine dönüşme potansiyeli güçleniyor. Dış aktörlerin bölgenin jeoekonomik ve jeopolitik dönüşümünde giderek daha belirleyici bir rol oynamasıyla birlikte kritik soru şu: Bu dinamikler güvenlik merkezli yönetimi pekiştirecek mi, yoksa işsizlik, zayıf yönetim ve bölgesel eşitsizlik gibi istikrarsızlığın yapısal sürükleyicilerini hedefleyen yatırımlara mı dönüşecek?

İkincisi, Sahel ve Sudan kaynaklı savaş ekonomisinin Güney Libya üzerinden bölgeye yerleşip yerleşmeyeceği. Mevcut gidişat sürerse bu ağlar; kaçakçılık, paralı askerlik ve göç ekonomisi üzerinden süreklilik arz eden gelir kanalları oluşturarak parçalanmayı besleyebilir ve devletlerin politika tepkilerini uzun vadeli çözümler yerine kısa vadeli tedbirlerle idare etmeye sevk edebilir.

Üçüncüsü, Akdeniz ile Kuzey Afrika meseleleri artık birbirinden ayrı düşünülmüyor. İki alan arasında bir tür “aktarım hattı” oluşmuş durumda. Sahel kaynaklı güvensizlikler, Libya’daki siyasi oynaklık, enerji fiyat şokları ve göç baskısı kuzeye doğru taşınırken; Doğu Akdeniz’deki çatışma dinamikleri ve bunlara verilen politika tepkileri de güneye yansıyor.

TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL YAKLAŞIMI

2026’ya yaklaşılırken Türkiye’nin Kuzey Afrika’ya yaklaşımı farklılaşıyor. Libya’da güvenlik ve stratejik bağlar belirleyiciyken, Mağrip hattında ekonomik ve diplomatik ilişkiler ağırlık kazanıyor. Libya, Ankara’nın bölgede en güçlü bağ kurduğu ülke konumunda. Askerî iş birliği, savunma alanındaki kurumsal temaslarla deniz ve enerji dosyalarındaki bağlantılar bu bağları besliyor. Bu yönüyle Libya, Türkiye’nin Doğu Akdeniz stratejisinde kritik bir önem taşıyor.

Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Libya’daki önceliklerinin, güvenlik ve siyasi riskleri azaltmaya; sahadaki varlığını da çatışma sonrası dönemin ihtiyaçlarıyla uyumlu biçimde yeniden tanımlamaya yönelmesi bekleniyor. Ankara, Libya’nın ötesinde bilinçli biçimde güvenlik eksenli bir angajmanla hareket etmiyor. Türkiye; Cezayir, Fas ve Mısır’da artan ticaret ve üretim bağlantıları üzerinden kendisini sanayi ve ticaret ortağı olarak öne çıkarırken, Tunus’ta da ağır mali koşullar dayatmadan diplomatik ve ekonomik temasını sürdürüyor. Bu çerçevede Türkiye’nin 2026 boyunca Kuzey Afrika’daki etkisi, diplomatik esnekliğini ve ekonomik kapasitesini ne ölçüde kullanabildiğine; aynı zamanda Libya’daki kırılgan dengenin barındırdığı riskleri ne kadar iyi yönetebildiğine bağlı olacak.