Okurkörlerin okuması için yazmaya gerek var mı diye sorulabilir ama yine de yazılıyorsa bunda tuhaf bir durum var  gibi bir kanaate varabilirsiniz.

 

Ancak onca okurkörün içinde belki okuduğunu anlamaya çalışan ve gözlerini henüz köreltmeyen okurlar için yine de yazmaya değer verilir.

 

Bu kısa girişten sonra önceki yazımızı bitirirken seninle 1994 yılının Mart ayına gideceğimizi ve oradan bilgi bavuluyla döneceğimizi belirmiştim. Şimdi o tarihe gidelim ve ağır ağır dönüşe geçelim.

 

1994 yılının Mart ayının ortalarındayız.

Rahmetli anamın hastalığı iyice artmıştı. Başı şiddetli ağrıyordu. Konuşmaları bozulmaya başlamıştı.

 

Sorduk soruşturduk ve acilen Eskişehir’de görev yapan Beyin ve Sinir Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Gazi Özdemir’den randevu aldık ve Eskişehir’deki muayenehanesine yetiştirdik.

 

Gazi Hoca şöyle bir baktı anamın durumuna ve oturup beklememizi söyledi. Dediği gibi yapıp beklemeye başladık. Beş on dakika geçti. Bizimle ilgilenmiyor nedense. Yarım saat geçti hala bakmıyor. Sabırsızlıktan çatlıyoruz tabii biz de.

 

Ama Hoca demek ki onca yıllık bilgi ve tecrübeyle durumun nekahatini farketmiş gibi rahattı. Bu yargıya da meslekte tecrübe kazandıkça varıyor insan.

 

Biz de meslekte tecrübe kazandıkça anlatılanların içinde hukuken değeri olabilecek söz, belge ve delillere bakıyoruz çünkü.

 

Henüz bir kaç yıllık genç bir avukattım. Haliyle yerimde duramıyorum. Niye ilgilenmiyor, neden anamı muayene etmiyor diye içten içe çok sinirleniyorum. Hasta hakları falan aklına geliyor ama çaresiz bir şey yapamıyor ve bekliyorum.

 

Nihayet sıra bize geldi. Muayenesini yaptı ve acilen hastaneye yatırılmasını istedi. Hasteneyi arayarak oradaki asistanlarını bilgilendirdi. Biz de hemen hastaneye yatışını sağladık.

 

Rahmetli anam yaklaşık bir hafta kadar hastanede yoğun bakımda kaldı. Ara sıra bizlerin adını sayıklıyordu sadece.

Biz de elimizden bir şey gelmemesinin ızdırabıyla sabırsızlıkla dua ediyor ve şifa bekliyorduk.

 

Ama olmadı. Dualarımız o nur yüzlü anamız ile beraber cennete gitti. Nur içinde yatsın inşaallah.

 

Gelelim bu hikayenin Gazi Hoca ile ilgisine. Gazi Hoca az konuşan bir kişiliğe sahipti. Bu nedenle kendisi ile geniş bir diyaloğumuz olmadı haliyle. Kendisi bir nörologdu ve tabii olarak biz daha çok rahmetli anamın  durumu ile görüşüyorduk. Bu nedenle kendisinin nöroloji alanındaki uzmanlığı dışında ilgilendiği, araştırdığı konulardan falan hiç bilgim olmamıştı.

 

Ta ki bu pandemi sürecinde mesleki meşgalelerimizin dışında okuma ve dinleme temelli olarak zamanımızı daha verimli şekilde değerlendirmeye başlayıncaya kadar.

 

Yaklaşık üç ay kadar önce sosyal medyada kendisi ile yapılan bir söyleşi dikkatimi çekiverdi.

 

Konu başlığı da ilginç ve iddialıydı:

”Kuran nasıl anlaşılır?” Hemen bu süreçte ilk fırsatta dinlemeye çalıştım.

 

Dinlemeye başladıkça bugüne kadar okuduğum kitap veya yazılardan farklı tezleri olduğunu farkettim. Sakince her cümlesini sindire sindire dinlemeye başladım haliyle.

 

Faydalı ve çarpıcı tespitlerde bulunuyordu. O tespitleri dinlerken

benim de bazen cevabını bulmakta zorlandığım soruların cevaplarını veriyordu.

 

Mesela ben bunca müslüman aynı kitabı okudukları halde nasıl bu kadar farklılaşıyorlar diye öteden beri sorardım kendime ve cevabını bulmaya çalışırdım.

 

Aynı kitabı okuyanların kahir bir kısmı neden Kuran’ı sadece yüzünden veya ezberden okumayı Kuran’ı okumak olarak değerlendiriyordu.

 

Diyelim ki bir genç adam sosyal medyada tanıştığı bir kız arkadaşının kendisine yazmış olduğu bir mektubu yüzünden okumakla o mektupta kız arkadaşının kendisine yazdıklarını anlayabilir miydi?

 

O gencin ilk yapacağı şey mektubu alır almaz hemen bir şekilde tercümesini öğrenmek olmaz mıydı?

 

Buna rağmen o mektubu tekrar tekrar okumasının kendisine bir faydası

olur muydu? Bu nasıl bir okurkörlüktü?

 

Yine Kuran kendi mesajına inananlara öncelikle ve özellikle Allah’a ortak koşmamaları hususunda ilk ve en önemli tenbihini yaptığı halde İslam toplumları neden Allah’a ortak koş(a)madan saf bir inançla inanamıyorlardı. Neden muhakkak O’nun yanına yardımcılar da ekliyorlardı.

 

Hatta Allah’a ortak koşmanın ne olduğu ve niteliği bile bilinmiyordu. Hahamlar ve ruhbanlar örneğinin üzerinde bile neden bir fikri ve ameli ittifak asla oluşamıyordu?

 

İbadetin manası ve içeriği neden okuyanlar tarafından farklı farklı yorumlanıyor ve herkes kendi yorumuna göre ibadetini icra etmeye çalışıyordu?

 

Dinlerin, hususen İslamın bir din olarak niçin insanlara lütfedildiği, dinlerin amacının ve içeriğinin ne olduğu ve neleri kapsadığını, dinlerin hayata ve yaşayışlarında nelere tekabül ettiği gibi konulara ilişkin yorumlar ve yaklaşımlar neden her bölgeye, her fraksiyona, her gruba hatta her tarikata göre oldukça ve çok büyük polarizasyon gösteriyordu?

 

Kendi adıma daha üniversite yıllarımızda Sultan Ahmet Camii İmam Hatibi Emrullah Hatipoğlu Hoca ile beraber Mevdudi’nin

o yıllarda yayınlanmış olan “Kuran’a Göre Dört Terim: İlah, Rab, İbadet, Din“ adlı kitabını okuyarak etüd etmiş ve Hoca’nın rehberliğinde kitabın muhtevasını anlamaya ve mezkur kavramların nelere işaret ettiğini anlamaya çalışmıştık.

 

Bu arada sözkonusu kitabı özellikle gençlere tavsiye ederim. Daha gençken yollarının başında arı duru bir kaynaktan kelime ve kavramların

içerik ve amacının neler olduğunu öğrenmelerinde sayısız ve önemli faydalarının olduğunu belirterek bu yazıyı da burada tamamlayalım.

 

Gazi Hoca’nın söyleşisinden edindiğim bilgi ve tespitlerleri de bir sonraki yazıda aktarmaya devam edelim. Bavulu açmaya henüz yeni geldi sıra. Müteakip yazıda bavulu açıp içindeki bilgileri görmeye başlayacağız.

 

Okurkörlükten hemen ve ivedilikle kurtulmamız gerektiğini de tekraren belirterek noktalayalım bu yazıyı.

...