1. ABDULKADİR SELVİ / TERÖRSÜZ TÜRKİYE SÜRECİNDE YENİ AŞAMA (HÜRRİYET)
Yüzyılın projesi yürütülüyor ama Terörsüz Türkiye sürecinin tam olarak anlaşıldığı kanaatinde değilim. Sanki sıradan bir iş yapılıyormuş gibi bir hava var. Sanki kentsel dönüşümü seyrediyor gibi bakıyoruz. O heyecanı görmüyorum.
IRA sürecini yürütürken İngilizler 2 yıl gizli, 2 yıl açıktan görüşmeler yürütmüşlerdi. IRA’nın silah bırakma sürecini 2 yıl takip ettiler, sonra işi Kanadalılara devrettiler. ETA’nın Madrid İstasyonu’na yönelik bombalı eyleminden sonra 5 milyon İspanyol sokaklarda ETA karşıtı eylem yapmıştı. ETA, silah bıraktığını ilan etmesine rağmen tasfiye süreci uzun sürdü. Kolombiya’da FARC olayı ise bitmeyen bir senfoni gibiydi.
Bizim tasfiye etmeye çalıştığımız örgüt, bunların hepsinden daha çok dış desteğe sahip, daha uzun ömürlü, daha çok ülkeye yayılmış durumda.
İç savaşların, işgallerin yaşandığı, sınırların kanla çizilmeye devam ettiği Ortadoğu’da yeni bir model inşa ediyoruz. Geçmiş yüzyılın prangalarını söküp atıp, gelecek yüzyılın aydınlık Türkiye’sini inşa etmeye çalışıyoruz.
MASA DURUYOR
CHP’nin ve DEM Parti’nin kendi gündemlerini dayatma pahasına süreç devam ediyor. Masa yıkılmadı. Sürecin arkasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve MHP Lideri Bahçeli’nin iradesi devam ediyor. CHP, İmralı’ya gitmedi ama masadan da kalkmadı. Masa duruyor. İç ve dış konjonktür lehimize. Öcalan’ın çağrısı üzerine silah bırakma kararı alan PKK, Türkiye’den çekildiğini açıkladı.
Bunlar önemli kazanımlar ama sürecin daha fazla uzamaması gerekiyor. Çünkü süreç uzadıkça enfekte olma ihtimali bulunuyor. Süreci sabote etmek isteyenlere fırsat doğuyor.
MECLİS’TEN BEKLENEN
Bunun için sürecin hızlanması ve yeni bir aşamaya geçilmesi gerekiyor. Irak ve Suriye sahasında önemli gelişmeler yaşanıyor. Bunları paylaşacağım. Ama önce işin Meclis boyutuna değinmek istiyorum. Çünkü silah bırakacaklar, Meclis’te yapılacak düzenlemeleri bekliyor. Silah bırakma süreci ivme kazandıkça kamuoyunun sürece olan inancı artacak. Bunlar birbirini besleyen adımlar olarak gelişecek.
Meclis Komisyonu çalışmalarını tamamladıktan sonra şimdi rapor yazma ve çıkarılacak yasalar konusunda Meclis’e öneri sunma aşamasına gelindi.
SIRA SİYASETTE
Artık yeni bir aşamaya geçilmesi gerekiyor. Bu aşamada artık sıra siyasete geldi. Siyasetin daha fazla yük alması gerekiyor. Çünkü silah bırakmak için yapılacak yasal düzenlemeleri görmek istiyorlar. Bu çok normal bir beklenti. Bu aşamada iş siyasete düşüyor. Siyasetin elini biraz daha taşın altına koyması ve inisiyatif alması gerekiyor.
İNFAZ YASASI BEKLENİYOR
1- Bunun için Ceza İnfaz Yasası’yla ilgili düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un da vurguladığı gibi cezasızlık algısı olmayacak. Ama örgüt üyeliği, örgüte katılmak, silahlı eylemlere iştirak etmek gibi suçların kategorize edilmesi gerekiyor. Bunun için siyasi partilerin artık mikro düzeyde, her ayrıntıyı düzenleyen ve ince işçilik gerektiren çalışmaları yapması gerekiyor. Bu düzenleme cezaevindeki mahkûmları da yakından ilgilendiriyor.
EVE DÖNÜŞ YASASI
2- “Eve Dönüş Yasası” diyeceğimiz ikinci bir yasal düzenleme yapılması gerekiyor. Geçmişte “Eve Dönüş Yasası” ya da “Topluma Kazandırma Yasası” adı altında düzenlemeler yapıldı. Uygulamada kimi eksiklikler görüldü. Bunlar da dikkate alınarak yeni bir “Eve Dönüş Yasası”nın çıkarılması gerekiyor.
Yasal düzenlemelerin yapılmasından sonra Kuzey Irak’ta yeni adımların atılması sürpriz olmamalı. Örgüt silahlarını yakıp sürece destek verdiğini açıklamıştı. Ardından Türkiye’den çekilme kararı ve Zap Kampı’nın boşaltıldığı açıklaması geldi. Yasal düzenlemelerden sonra sürecin yeni bir ivme kazanması ve Kuzey Irak’ta boşaltılan yeni kamplarla ilgili açıklama yapılması bekleniyor.
SDG NE OLACAK
Bu süreci SDG’ye odaklamak doğru değil. Ama SDG’siz de bu süreç anlam kazanmıyor. SDG, Türkiye açısından beka meselesi. Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı operasyonlarını boşuna yapmadık. Esed boşuna devrilmedi. 8 Aralık’ta Suriye devrimi boşuna gerçekleştirilmedi. SDG’nin Şam yönetimi ile 10 Mart Mutabakatı olmasına rağmen şimdiye kadar adım atmadığını biliyoruz.
Ancak SDG’nin Suriye ordusuna entegre edilmesi konusunda ABD, Şam yönetimi ve Türkiye arasındaki ortak perspektif devam ediyor. SDG demek bir anlamda ABD demek. ABD şimdiye kadar SDG’ye telkinlerde bulunuyordu. Ama gelen haberler, SDG’nin entegrasyonu konusunda bir takvim dâhilinde çalışmaya başladıkları yönünde. Bunların ne olduğunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bu yıl sonuna kadar denildi ama belki biraz sarkma olabilir. Önemli olan bu sorunun çözülmesi. Çünkü SDG işi, Terörsüz Türkiye sürecine enfekte etme ihtimalini içinde barındırıyor.
İmralı’ya giden Meclis Heyeti’nde yer alan DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit, Öcalan’ın SDG-YPG’nin silah bırakması yönünde bir çağrısı olmadığını söyledi ama bu doğrulanmadı. Hatta süreci sabote etme girişimi olarak görüldü. Önümüzdeki günlerde Öcalan’ın bu konuda daha çok rol üstlenmesi bekleniyor. Bunların ne olduğunu zamanla göreceğiz.
PEDAL ÇEVİRMEYE DEVAM
Bu tür süreçlere özgü bir metafor vardır. IRA sürecini yönetenlerden Jonathan Powell bunu çok sık kullanır. “Bisikletin üstündeyseniz düşmemek için pedal çevirmeye devam etmelisiniz” der.
Meclis Heyeti’nin İmralı’ya gitmesi sürecinde yaşanan tartışmalar, CHP’nin İmralı’ya gitmemesi, Barzani olayı nedeniyle süreç kısa bir süreliğine darboğaza girdi. Ama ben bunu bankaların stres testi gibi görüyorum. Stres testini geçen banka, ilerideki şoklara hazırlıklı demektir. Stres testinden başarıyla çıkan banka batmaz.
Bu süreçte bir stres testi yaşandı ama masa devrilmedi. Sürecin arkasında Erdoğan ve Bahçeli’nin iradesi güçlü bir şekilde devam ediyor. Öcalan verdiği sözlerin arkasında duruyor. Meclis’in yapacağı yasal düzenlemeler ile onunla eş zamanlı olarak Irak ve Suriye sahasında yaşanacak gelişmelerle süreç yeni bir güç kazanacak, yeni bir ivme kazanacak. Onun için bisikletin pedalını çevirmeye devam diyorum.
2. AHMET HAKAN / GÜLLÜ’NÜN KIZI OLAYI, MEHMET AKİF OLAYI (HÜRRİYET)
SON günlerde tartıştığımız iki konu var:
BİR: Güllü’nün kızı olayı.
İKİ: Televizyoncu Mehmet Akif Ersoy olayı.
Bu iki olay, hepimizi çok etkiledi.
Oysa ne diyordu Kartacalı şair?
“İnsana ait olan hiçbir şey bana yabancı değildir.”
Bu iki olay karşısında şoke oluyorsak, sarsılıyorsak, aşırı etkileniyorsak, örseleniyorsak, şaşırıyorsak, hayret ediyorsak…
Demek ki…
İnsana ait olan bazı şeyler bize yabancıymış.
SON GÜNLERDE SÜREKLİ MIRILDANDIKLARIM
Şöhreti hazmetmek, şöhrete ulaşmaktan kesinlikle daha zor.
Başkalarının yaşadığı felaketlerden zevk almak, zevklerin en haini, en iğrenci, en gaddarı.
Bir makama gelince düşüşün başladığı yer, şımarmanın başladığı yerdir.
Düşene vurmak ile suçlananı korumaya çalışmak arasında bir yer vardır herhalde.
Masumiyet karinesi nedir? Sadece kendi tarafından biri suçlandığında akla gelen şeydir.
LANETLİ KÖŞKTEN SONRA LANETLİ TELEVİZYON KANALI
Eskiden lanetli köşkler varmış İstanbul’da. Oturana, satın alana yar olmazmış.
Bir televizyon kanalı için de aynı şeyi söylemeye başladılar. Satana, satın alana, yöneticilik yapana falan yar olmuyormuş söz konusu televizyon kanalı.
Bir liste çıkarıyorlar. Uzun upuzun bir liste:
Kenan Tekdağ, Veyis Ateş, Mehmet Akif Ersoy falan…
Sonra da diyorlar ki:
“Bu kanal lanetli.”
Listeyi inceleyince insanın lanet öykülerine, batıl inançlara olan mesafesi daralıyor vallahi.
DOKUNULMAZLIK YANILGISI
İktidara mensup dostlara sahip olmak…
Devlet katlarında azıcık muteber hâle gelmek…
Önemli adamlarla önemli ilişkiler kurmak…
Bir koruma kalkanıyla çevrili olduğunu sanmak…
Demek ki bazen acayip yanıltıcı olabiliyormuş.
BU BİR SİYASİ ELEŞTİRİ MİDİR
Enver Aysever’in sağcılık eleştirisi şöyle:
“Ahlakı bozan Menderes’tir ilk başta. Menderes’ten bu tarafa gelen bütün sağcılardır. Sağcılık suçtur. Sağcı olduğunuz zaman ahlaksız olursunuz.”
Tamam, arkadaş.
Enver Aysever gözaltına alınmasın, Enver Aysever tutuklanmasın.
Ama şu sözleri de “Ne var canım, siyasi eleştiri yapmış” diye yumuşatmayın.
Ya da “Sağcılığı eleştirdi diye tutuklandı” deyip ne dediğini saklamayın.
ZEYNEL EMRE’NİN OKUMADIĞI BÖLÜM
Bir adam var. Sokak röportajlarında bin bir kılığa bürünüp iktidara şiirlerle, şarkılarla yükleniyor.
Bu adam tutuklandı. Neden? Cumhurbaşkanı’na hakaretten.
CHP’nin yeni sözcüsü Zeynel Emre,
“Ne var canım adamın dediğinde” diyerek söylediklerinin bir bölümünü okudu:
“Elinde Kur’an
Dilinde yalan
Yahudiden ödül alan.”
Sonra da “Bunlar siyasi hicivdir, ne var bunda” dedi Zeynel Emre.
Oysa o adamın Cumhurbaşkanı’nın eşi Emine Erdoğan’ı son derece çirkin biçimde diline doladığı bölümler de vardı.
Papa’yı falan da araya karıştırdığı…
Zeynel Emre nedense o bölümü hiç okumadı, o bölüme hiç girmedi.
Neden acaba?
Utanmış olabilir mi?
3. NEDİM ŞENER / TEK ÇARE 10 MART MUTABAKATI… CENTCOM DA PKK/SDG’NİN ARKASINDA DURMUYOR (HÜRRİYET)
2003’te PKK elebaşı Öcalan’ın talimatıyla kurulan PYD/YPG, Esad yönetimiyle 12 Temmuz 2012’de yaptığı anlaşmayla Türkiye sınırında işgal ettiği alanlara yerleşti. Türkiye’nin PYD’nin PKK tarafından kurulduğuna yönelik açıklamaları sonrası ABD’lilerin tavsiyesiyle SDG adını alarak işgal ettiği alanlarda sözde özerklik ilan etti.
Başındaki “Mazlum Abdi” kod adlı Ferhat Abdi Şahin’in sözleriyle 2001’de 30 kişi olan PKK/SDG terör örgütü mevcudu, yine kendi deyimiyle 100 bin kişiye ulaştı.
Gerçekte yarısı Araplardan oluşan ve mevcudu 70 bini geçmeyen PKK/SDG terör örgütü, kendi açıklamalarına göre 100 bin kişiyle ABD’nin silah ve para desteğiyle elektrik, doğalgaz ve petrol kaynaklarını içinde barındıran Suriye topraklarının yüzde 33’ünü kontrol eder hale geldi.
Kendi rakamlarına göre 100 bin kişiyle Suriye’de sayıları 2 milyonu bulan Kürt nüfusu içinde yüzde 5’i, 20 milyonu aşan Suriye nüfusunun binde 5’ini oluşturan terör örgütü PKK/SDG, çoğunluğu Araplardan oluşan Suriye topraklarının yüzde 33’ünü elinde tutabileceğini zannediyor.
PKK/SDG’NİN UMUDU SİYONİSTLER
Ancak, bir yıl önce yaşanan 8 Aralık 2024 Suriye devrimi ile Şara yönetiminin işbaşına gelmesi sonrası, tüm umudunu bağladığı ABD’nin yeni Suriye yönetimini desteklemesi PKK/SDG için yolun sonunun geldiğini gösteriyor.
Tek çıkar yol, Şara ile 10 Mart 2025’te imzaladıkları entegrasyon mutabakatına uymak. Artık ne ABD Başkanı, ne Dışişleri, ne CIA, ne de ABD Kongresi eskisi gibi PKK/SDG terör örgütünün arkasında değil. Hatta en çok güvendiği CENTCOM (ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı) bile yavaş yavaş sırtını dönüyor.
PKK/SDG’li Mazlum Abdi’nin, 9 Aralık 2025 günü ilk kez İsrail medyasında boy göstermesinin sebebi de buydu. PKK ve Suriye kolu SDG’li Abdi, soykırımcı Siyonist İsrail’in gazetesi Jerusalem Post ile yaptığı görüşmede ABD’yi üstü kapalı DEAŞ ile şöyle tehdit etti:
“Toplamda 10.000 erkek DEAŞ mahkûmunu tutan 26’dan fazla gözaltı merkezimiz ve üç ana hapishanemiz var. Bunlar son derece tehlikeli savaşçılar.”
PKK/SDG’li Mazlum Abdi, ABD yönetiminin maddi desteği azalttığını ve DEAŞ’lıları tuttukları kampların masraflarını kendi bütçelerinden karşıladıklarını anlatırken, böyle giderse DEAŞ’lıları serbest bırakabileceklerinin işaretini de veriyordu. PKK/SDG sıkıştığında buna benzer uygulamaları daha önce de yapmıştı.
Abdi, kaçınılmaz sondan kurtulmak için bir yandan Siyonist İsrail gazetesine söyleşi verip İsrail’in ABD Kongresi üzerindeki baskısını kullanmasını istiyor, bir yandan da CENTCOM ve komutanı Brad Cooper’ı överek şu sözlerle elinin altında tutmaya çalışıyordu:
“ABD ordusu her zaman buna odaklanmaya çalışıyor (DEAŞ ile mücadele). ABD CENTCOM ve çok destekleyici olan Amiral Brad Cooper’ımız var, ancak ABD ordusunun Kongre’de daha fazla siyasi desteğe ihtiyacı var. Kongre’den gelen siyasi destek son derece önemli. Başkan Trump, Suriye’yi yeniden büyük yapmak istiyor. Bunu yaparken SDG’yi desteklemeli. SDG, DEAŞ’a karşı küresel koalisyona dahil edilmeli ve SDG Suriye’nin yeni hükümetine dahil edilmelidir. Suriye’de iktidarın ademi merkeziyetçiliği için ABD’nin yardımına çok ihtiyaç var. ABD Kongresi’nin ABD ordusunu desteklemesi gerekiyor. Sezar yaptırımları hakkında daha geniş bir tartışmaya ihtiyacımız var… Desteğin şartlı olması gerekiyor. ABD desteği koşulsuz olmamalıdır. Şu anda Suriye’nin geçici Cumhurbaşkanı Şara için herhangi bir koşul yok.”
SON ÇIRPINIŞLARI
Bunlar çaresiz son çırpınışları gibi; çünkü ABD yönetimi, Şara yönetimini “DEAŞ’a Karşı Mücadele Koalisyonu”na dahil ederek PKK/SDG’nin elindeki bu kozu da aldı. Hatta CENTCOM Komutanı Brad Cooper, 5 Aralık Cuma günü yaptığı yazılı açıklamada, Suriye güvenlik güçlerinin Lübnan Hizbullahı’na gönderilmek istenen çok sayıda silaha el koyduğunu duyurarak teşekkür etti:
“Çok sayıda silaha el koyan Suriye güvenlik güçlerini tebrik ediyoruz. Bu silahların hedefi Lübnan Hizbullahı’ydı.”
İran’ın bölgede etkisine karşı önemli bir iş birliği olan bu operasyonun ardından CENTCOM Komutanı Brad Cooper, Esad iktidarının devrilmesinin yıl dönümü nedeniyle Ortadoğu Enstitüsü’nde (MEI) düzenlenen konferansta ilginç mesajlar verdi.
ABD’NİN ÜÇ HEDEFİ
PKK/SDG’nin Suriye yönetimine entegre olmasını içeren 10 Mart mutabakatına dikkat çeken CENTCOM Komutanı Orgeneral Brad Cooper, Suriye’deki çalışmalarının “DEAŞ ile mücadele, DSG ile Suriye hükümetinin entegrasyonu ve Şam ile iş birliğinin güçlendirilmesi” olmak üzere üç stratejik yönü olduğunu söyledi.
Cooper, özellikle DEAŞ ile Şara yönetiminin mücadelesini şu sözlerle övdü:
“Suriyeli ortaklarımızla iş birliği, ortak başarımız için temel bir gerekliliktir. Geçen ay, çoğunuzun bildiği gibi, Suriye hükümeti DEAŞ’a karşı Uluslararası Koalisyon’un 90’ıncı üyesi olarak katıldı. Uluslararası Koalisyon, daha önce DEAŞ kontrolünde olan bölgelerin istikrara kavuşturulmasına ve yeniden inşasına önem veriyor. Onların 2019’daki toprak kaybından bu yana, sadece geçen hafta, Suriye İçişleri Bakanlığı ile birlikte çalışarak Suriye’nin güneyindeki 15 DEAŞ silah deposunu tespit edip imha ettik. Bu operasyonda 130’dan fazla havan ve roket, çok sayıda uyarı sistemi, tanksavar sistemleri, mayınlar, EYP malzemeleri ve uyuşturucu madde imha edildi. Bugüne kadar çok özel DEAŞ tehditleriyle yüzleşmek için Suriye hükümetiyle birçok kez iş birliği yaptık. Ve belki de geçen hafta gördüğünüz gibi, Hizbullah’a gönderilen silahların imha edilmesindeki rolünden dolayı Suriye güvenlik güçlerini kamuoyu önünde övdüm.”
TEK ÇARE ENTEGRASYON
Bu mücadelenin bir parçası olarak DEAŞ’lıların tutulduğu hapishane ve kampların da Suriye yönetimine devri konusunda adımlar atılıyor. Özellikle Trump başta olmak üzere ABD yönetiminin isteği üzerine yaptırımların da kaldırılması sonrası, DEAŞ’a karşı mücadele ve Suriye yönetimiyle iş birliği stratejisi hızlı ilerliyor.
Geriye bir tek PKK/SDG’nin ayak direttiği 10 Mart mutabakatının uygulanması sorunu kaldı. Artık “adem-i merkeziyetçilik” diyerek ne federasyondan ne özerklikten söz eden var; ne ayrı bir ordu ne de ayrı bir emniyet yapılanmasından…
Tek çıkar yol entegrasyon. Cooper bunu şöyle anlatıyor:
“SDG’nin Suriye hükümeti güçleriyle başarılı bir şekilde entegrasyonu, daha istikrarlı ve öngörülebilir bir güvenlik ortamına yol açacaktır. 10 Mart’ta her iki taraf da entegrasyon konsepti üzerinde anlaştı. Her iki taraf da kararlı ve biz bu sürecin içinde kalacağız.”
Ama çok güvendiği CENTCOM da PKK/SDG’nin arkasında durmayacak. Ya entegre olacaklar ya da kaçınılmaz sonu yaşayacaklar.
4. ZAFER ŞAHİN / CHP İLERİ DEMOKRASİYE GEÇTİ (MİLLİYET)
Bazen yazıyla anlatmak yerine rakamlarla konuşmak daha etkili oluyor.
Dün telefonla sohbet ettiğim eski bir CHP milletvekilinin verdiği bilgiye göre; ana muhalefet partisi 2025 yılı içinde tam 1017 kişiyi, parti disiplinine uymadıkları gerekçesiyle ihraç etmiş!
Gürsel Tekin, Berhan Şimşek, Barış Yarkadaş, Metin Lütfi Baydar’ı tanıyoruz. Peki ya diğerleri? Onların suçu ne ola ki? CHP yönetimine göre onların da suçu büyük… Mesela İstanbul’dan Şengül Yılmaz adlı partiliyi, sosyal medyada “Gürsel Tekin bu partinin öz evladıdır” dediği için ihraç etmişler!
Her fırsatta “Biz AKP değiliz, bizde parti içi demokrasi var” diye böbürlenenlerin CHP’yi getirdikleri nokta gerçekten ibretlik.
Konuşan, parti yönetimini eleştiren herkes anında kapının önüne konuluyor. Son kurban Mersin Milletvekili Hasan Ufuk Çakır olacaktı… Adam, başına gelecekleri görünce kendisi istifa etti…
CHP’nin partiden ihraç ettiği isimlerin ortak noktası ne biliyor musunuz? Kemal Kılıçdaroğlu destekçisi olmaları falan değil. Yolsuzluktan alınan İBB eski başkanını ve icraatlarını eleştirmeleri.
“CHP neden hırsızlıklarla, yolsuzluklarla anılıyor? Neden bu iddiaların odak noktasındaki isimlere parti yönetimi kol kanat geriyor? Bunlar yargıda aklanana kadar partiden ayrılsınlar” dedikleri için kapının önüne konuldular.
Yani CHP’de İmamoğlu’na dokunan yanıyor. Bu benzetme size de tanıdık geldi mi?
ALTAYLI’NIN TUHAF TEHDİDİ
Cumhurbaşkanına hakaretten tutuklu olan Fatih Altaylı, geçen hafta cezaevinden iş dünyasını tehdit etti! Söz konusu Altaylı olunca pek şaşılacak bir durum değil bu. Adamın mesleki kariyerinde tehdit etmediği, hakarette bulunmadığı kimse kalmadı zaten. Ama bu kez hep arasını iyi tuttuğu iş dünyasını hedefe koyması enteresan.
Altaylı diyor ki: “Dışarı çıktığımda iş dünyasının içinden geçeceğim. Türk burjuvazisi filan deniyor, burjuva değiller. Üstü bakırla kaplanmış kasaba esnafı hepsi!”
İş dünyasından kimse bu tehdide bir cevap vermedi. Ama verilen mesajı aldıklarından hiç şüphem yok.
Altaylı o tehdidi kendi adına mı yapıyor yoksa başkaları adına mı? İş dünyası istedi diye tutukluluğunun sona ermeyeceğini biliyor olmalı. Yoksa orada Türk sermayesine verilmeye çalışılan farklı bir mesaj mı var? Elinizdeki gücü siyasi iktidarı hırpalamak için kullanın çağrısı mı bu?
Eğer öyleyse… O tehdidi savuran Altaylı değil, başkasıdır. Kim mi o başkası ya da başkaları?
Ülkenin Cumhurbaşkanına, “Geçmişine bak bu milletin. Uzak geçmişine bak. Bu millet padişahını boğmuş bir millettir. Az, uz değildir öldürülen, suikasta kurban giden Osmanlı padişahı ya da boğazlanan veya intihar etti süsü verilen” diye aba altından kim sopa göstermeye kalktıysa onlar…
Kim oldukları yeterince açık aslında…
5. MAHMUT ÖVÜR / ONURLU BİR ÇIKIŞ YOLU MU ‘KANTON’ MU? (SABAH)
Sanki tarih bir kez daha tekerrür ediyor gibi... Çok değil, 10 yıl önce topluma umut veren “Çözüm Süreci”, “sosyalist” Kandil, YPG ve HDP zihniyetinin ABD destekli Suriye’de “kanton devrimi” hayaline kapılmasıyla heba edildi ve bu ülke büyük bedeller ödedi. Hendek tuzağıyla onlarca şehit verildi; ülke ekonomisi de toplum psikolojisi de büyük zarar gördü.
Bu kara tablodan devleti yöneten AK Parti ve ortağı MHP büyük ders çıkardı ki, 10 yıl sonra sadece içeride değil, Irak ve Suriye’de de en güçlü olduğu bir zamanda, bir daha ölümler olmasın diye “Terörsüz Türkiye” projesini devreye soktu ve “onurlu bir çıkış yolu” önerdi. Milliyetçiliğin merkez partisi MHP’nin lideri gövdesini taşın altına koydu ve o tarihi çağrıyı yaptı.
Ama buna karşı ne yazık ki bu kara tablodan, bırakın ana muhalefet partisi CHP’yi, siyaseten CHP’nin ikizi olan ve “celladına âşık” diye bizzat CHP tarafından suçlanan PKK ile siyasi ayağı DEM Parti çevresi ise bir ders çıkarmadığı gibi hâlâ “sosyalist devrim” hayaliyle tarihin yanlış tarafında duruyor ve bir kez daha tekerrür etmesinin önünü açıyordu.
İSRAİL’E YANAŞAN SDG
Oysa önlerinde Suriye’yi diğer halklarla birlikte yönetme şansı var ve küresel konjonktür de buna çok uygun. Rusya ve İran etkisinin azaldığı, düne kadar maaş veren, silahlandıran ABD’nin bile “mecburen” istikrarlı bir Suriye istediği bir dönemde, yüzünü Türkiye’ye değil siyonist İsrail’e dönmek tarihin akışına ters düşmekten başka bir şey değil.
Üstelik bölge de dünya da yeni bir dönüşümün eşiğindeyken ve dünyanın merkezinin Doğu’ya kaydığı, Türkiye’nin de merkez ülke olduğu bir dönemde.
Bu yüzden Başkan Erdoğan, “terörsüz bölge” tezinde ısrar ediyor ve Türk, Kürt ve Arap birlikteliğine vurgu yapıyordu. Aynı ısrarı 10 Mart Mutabakatı’na uyulması konusunda da yapıyor ve SDG yönetimini uyarıyordu:
“10 Mart Mutabakatı’nın altında imzası olanlar tarafından ahde vefa ilkesi gereğince hayata geçirilmesi önemli bir düğümü çözecektir. Türkler, Araplar, Kürtler, Türkmenler, Sünniler, Nusayriler omuz omuza verecek; Suriye’yi birlikte ayağa kaldıracak, birlikte imar ve inşa edeceğiz.”
İşin garip tarafı, Kandil, DEM Parti ya da SDG dâhil hiçbiri Suriye’deki köklü değişimi görmüyor ya da görmek istemiyordu. Böyle giderse bu körlükleri ve dirençleri Kürtlere de bölgeye de büyük zarar verecek.
HEBA EDİLMEMELİ
Türkiye’den yükselen uyarıları duymadıkları gibi Amerikalıların söylediklerine de kulaklarını tıkıyorlar. Türkiye Büyükelçisi ve Trump’ın Suriye temsilcisi Tom Barrack, zaman zaman gelgitler yaşasa da şu söylemi hiç değişmedi:
“Aynı şeyi Suriye’de de yaptık. Yani SDG bir tür YPG ya da PKK. Bırakalım birbirleriyle baş etsinler. Özerk olabilirler. Kendi kültürleri var, kendi dilleri olabilir, kendi okulları olabilir, hatta kendi yerel orduları bile olabilir. Sorun şu ki bu durum, Yugoslavya’da olduğu gibi Balkanlaşıyor. Orada da aynı şeyi yaptık. ‘Yani tek bir federal model üzerinde anlaşamıyoruz, o hâlde yediye bölelim.’ Bu da yaklaşık bir nanosaniye sürüyor ve birbirleriyle savaşmaya başlıyorlar. Irak’ta olan buydu.”
PKK çevresinin ilgiyle izlediği ve ABD’nin nabzını tutmasıyla bilinen gazeteci Amberin Zaman da benzer bir uyarı yapıyor: “Şunu iyi anlamamız lazım. Artık Amerika’nın ve diğer dış dünyanın iş birliği arayacağı, meşru saydığı yeni bir yapı, bir hükümet var Şam’da. Ve o ilişki, en önde tutulan ve öncelenen bir ilişki artık.”
İşin sırrı siyasete inanmakta ve samimiyette... Eğer gerçek bir kardeşlikten, birlikte yaşamaktan söz ediliyorsa, 100 yıl önce yaşanan güvensizliğe değil, bin yıl önce kurulan Türk-Kürt ittifakına güvenilmeli ve ona yakışan bir siyaset yürütülmeli.
6. AYDIN ÜNAL / HAYDARPAŞA’DA BALE Mİ? YOK ARTIK! (YENİ ŞAFAK)
Şu sıralar TBMM Genel Kurulu’nda görüşülmekte olan 2026 Bütçesi’nde Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne 5.248.396.000 TL, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne ise 5.295.573.000 TL tahsis ediliyor.
Bu rakamlar tek başlarına bir anlam ifade etmeyebilir; kıyas için birkaç rakam verelim: Türkiye’nin “yumuşak gücü” olan, başta mazlum coğrafyalar olmak üzere dünyanın her yerinde projeler üreten, bayrağımızı ve merhamet duygumuzu en ücra köşelere kadar taşıyan Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Başkanlığı’nın (TİKA) 2026 bütçesi 3.800.063.000 TL.
Başta Avrupa olmak üzere dünyanın her yerinde soydaş ve akraba topluluklara el uzatan, yurt dışındaki vatandaşlarımızın dertleriyle ilgilenen, yabancı öğrencilere burs vererek Türkiye’de okumalarını ve Türkiye dostu olarak ülkelerine dönmelerini sağlayan Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı’nın (YTB) bütçesi ise 3.229.498.000 TL.
Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü’nün aldığı 5,2 milyar liralık bütçenin yaklaşık 4 milyar lirası personel giderlerine ayrılıyor. Sigorta primleriyle bu miktar 4,5 milyar liraya ulaşıyor. Devlet Tiyatroları hakeza: 5,3 milyar liralık bütçenin yaklaşık 4,4 milyar lirası personel ve SGK harcamalarına gidiyor. TİKA’nın personel gideri 930 milyon TL, YTB’nin ise 570 milyon TL.
Devlet elbette sanata, sanatçıya para ayıracak, teşvik verecek, destek olacak. Lâkin; haydi tiyatronun bir miktar seyircisi var da Türkiye’ye zorla dayatılan, adeta “Bayburt Bayburt olalı böyle zulüm görmedi” dedirten, altyapısı, felsefesi, kültürü, kökeni olmayan, asla istikbal de vadetmeyen, seyircisi de sadece “kaymak tabaka” olan opera ve baleye, hemen tamamı personel gideri olan 5,2 milyar lira ayırmak; üstelik TİKA ve YTB’ye ayrılan bütçenin neredeyse iki katını vermek akıl işi midir?
Milletin 4,5 milyar lirasını her ay düzenli olarak cebine koyan bu “sanatçılar” kimlerdir? Ne kadar çalışmaktadırlar? Ne üretmektedirler? Yılda kaç gösteri sergilemektedirler? Ortaya koydukları “sanat” ile aldıkları ücret gerçekten örtüşmekte midir?
Şimdi Kültür Bakanlığımız, İstanbul’da Haydarpaşa Garı ve çevresinde büyük bir kültür projesi yürütüyor. Kültür dediysek, yanlış anlaşılmasın; Türk ve İslam kültüründen söz etmiyoruz. Proje alanının bir yanı Kalkedon arkeolojik kazı alanı olarak belirlendi. Bizans dönemine ait Azize Bassa Kilisesi başta olmak üzere Bizans tarihi bu alanda yeniden can buluyor.
Garın diğer tarafında ise bir Performans Sanatları Merkezi inşa edilecek. Haydarpaşa Garı’nın yanı başına inşa edilecek bu merkezde doya doya opera-bale gösterileri izlenebilecek. Konserler, partiler, çılgın eğlenceler, vur patlasın-çal oynasın nevinden gösteriler bu merkezde yapılacak.
Oysa Haydarpaşa Garı, Türk-İslam tarihinin yakın dönemdeki en anlamlı ve en mahzun simgelerinden biri. Haydarpaşa Garı; bir ucu Medine’ye, diğer ucu Filistin’de Hayfa’ya ulaşan, yapımına 1900 yılında Sultan Abdülhamid’in emriyle başlanan 1.500 kilometrelik Hicaz Demiryolu’nun ilk istasyonu, başlangıç noktası. Haydarpaşa Garı, imparatorluk tarihimizin en görkemli simgesi olduğu kadar imparatorluk ruhumuzun da yaşayan abidesi.
Başta Lawrence olmak üzere İngiliz ajanları Osmanlı’yı Filistin’den; Kudüs, Mekke, Medine ve Şam’dan çıkarmaya çalışırken en çok da bu tren yolunu hedef almış, sabotajlar düzenlemişlerdi. En büyük saldırı ise 6 Eylül 1917’de Haydarpaşa Garı’na yapılmış; Filistin’i savunmak üzere bölgeye gidecek asker ve cephanemize yönelik sabotajda bin kadar Mehmetçiğimiz şehit edilmişti.
Haydarpaşa Garı; imparatorluk ruhumuzu yansıttığı, Hicaz Demiryolu’nun ilk istasyonu olduğu kadar Filistin davamızın da sembol eserlerinden biri. Haydarpaşa Garı ve çevresi, Bizans ve Avrupa kültürleri arasına sıkıştırılmayacak kadar görkemli bir abide. Haydarpaşa Garı’nı özünden, aslından, değerlerinden koparmak; Bizans-Avrupa çehresine dönüştürmek, opera-bale gibi bu topraklara tamamen yabancı gösterilerin merkezi yapmak; tarihe, ecdada, şehitlerimize ve kimliğimize haksızlık olur. Umarız bu büyük hatadan dönülür.
BİR GÜZEL DERNEK: İSTED
Haydarpaşa ve Sirkeci’de planlanan tarih katliamı konusunda beni uyaran ve bilgilendiren İstanbul Çevre Kültür ve Tarihi Eserleri Koruma Derneği (İSTED) oldu. Değerli büyüğümüz Yusuf Kaya ve arkadaşları bugüne kadar yaklaşık 30 bin belgeyi tarayarak, tasnif ederek İstanbul’da kayıp 361 eseri tespit etmişler.
Çabaları sonucunda 18 cami ibadete açılmış, 11 kayıp caminin rekonstrüksiyon inşaatı devam ediyormuş. Diğer çok sayıda eser için de proje çalışmalarını aşkla sürdürüyorlar. Çoğunlukla 1920–1950 arasında “kaybolan” cami ve tarihi eserlerin peşine düşen ağabeylerimizden Allah razı olsun. Bilgi almak ya da destek vermek isteyenler isted.org.tr adresinden kendilerine ulaşabilir.
FATİH KOZLU MEZARLIĞINDA TARİH KATLİAMI
Değerli dostum Bahattin Yüksek’in, ömrünü ilme ve davaya adamış muhterem babası Ahmet Yüksek Hocamız geçen hafta rahmet-i Rahman’a kavuştular; mekânı cennet olsun inşallah.
Ben katılamadım ama cenazeye katılan arkadaşlar Fatih Kozlu Mezarlığı’ndan fotoğraflar gönderdiler. Tarihi mezarlar parçalanmış, mezar taşları kırılmış, sökülüp sağa sola yığılmış. İçler acısı bir manzara. Tam bir tarih ve kimlik katliamı.
Mezarlıklardan sorumlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir tarih ve kimlik kaygısı olmadığını biliyoruz. İnşallah Fatih Belediyesi ya da başka kurumlar bu cinayetin önüne geçer. Zira mezar taşları bu topraklardaki tapu senetlerimizdir.
7. YAHYA BOSTAN / TERÖRSÜZ TÜRKİYE, SURİYE, GAZZE: SAHADAN SON DURUM RAPORU (YENİ ŞAFAK)
Türkiye’nin ulusal güvenliğini, yaşamsal çıkarlarını doğrudan ilgilendiren bu üç konunun hangi yöne evrileceğine ilişkin soru işaretleri var. Kandil’den gelen maksimalist açıklamalar… SDG’nin 10 Mart anlaşmasına uymaması… Gazze’de ikinci aşamaya geçilememesi… Bu üç dosyada eğilim neyi gösteriyor, araştırdım. Son durum raporunu özetleyeyim:
SÜRECE STRATEJİK ZARAR
Terörsüz Türkiye sürecinin en kritik aşamasındayız. TBMM Komisyonu, eve dönüş yasası ile ilgili raporunu hazırlıyor. Önümüzdeki günlerde sahada, sürecin ilerlediğini gösteren, silah bırakma sürecinin devamı olan yeni adımların atılması bekleniyor. Terör örgütü öyle ya da böyle silah bırakacak. Türkiye-Irak, Türkiye-Suriye, Türkiye-ABD hatlarında kurulan uluslararası denklem ve Türkiye’nin askerî-istihbarî güç kapasitesi bunu zorunlu kılıyor.
Bu konjonktürde, örgütten gelen “Suç işlemedik ki affedilelim”, “Öcalan bırakılmazsa başka adım atmayız” gibi açıklamalar kaşların çatılmasına neden oluyor. Yazmıştık… Bunlar bir yönüyle provokasyon, bir yönüyle örgütün pazarlık çabasıdır. Ancak sürece zarar veren iki eğilimin de altını çizmek gerekiyor:
Bir. DEM ve Kandil’in İmralı’yı aktörleştirme çabası… Süreci Öcalan üzerinden inşa etme girişimi… İmralı Temmuz ayında “Özgürlüğümü bireysel bir sorun olarak görmüyorum” dese de konunun sürekli buraya getirilmesi… Deniyor ki: İmralı’nın açıklamaları sürecin ilerlemesine taktik fayda sağladı. Ancak aktörleştirme çabası sürece stratejik zarar veriyor.
İki. DEM ve Kandil’den gelen maksimalist taleplerin ima ettiği, süreç sonrası için istedikleri model… İmralı demişti ki… “Örgüt miadını doldurdu, bu yüzden silah bırakmalı.” 1970’lerde kalmış, radikal sol örgüt jargonuyla bezenmiş, Türkiye ve dünya gerçeklerini ıskalayan, sosyolojiye uymayan öneri, fikir ve maksimalist taleplerin de tıpkı silahlar gibi bir kenara bırakılması gerekiyor.
CENTCOM’DAN DİKKAT ÇEKEN AÇIKLAMA
Deniyor ki… Türkiye, ABD ve Suriye 10 Mart konusunda hemfikir. Demiştik ki… CENTCOM dahi, Kasım ayında Beyaz Saray’da yapılan görüşmelerin ardından bu noktaya geldi. CENTCOM Komutanı Cooper, önceki gün — ilk kez — “entegrasyon şart” dedi. SDG tarafı kazanımlarını kaybetmemek için el yükseltiyor. “Ya ademi merkeziyetçilik ya bölünme”, “Yoksa iç savaş” (SDG Washington Temsilcisi Sinem Muhammed) diyor. Sıkıştılar. Paralel ordu ve ademi merkeziyetçilik talepleri Şam tarafından reddedildi.
Şam’ın hazırladığı yıl sonu senaryolarını anlatmıştık. Ancak deniyor ki… SDG diyalog arayışında. “Türkiye bizi de dinlesin” diyor. Ankara ise 10 Mart anlaşmasına uyulmasını istiyor. Deniyor ki… Yıl sonunu belki geçebilir. Ancak önümüzdeki günlerde entegrasyon, gümrük kapıları, petrol sahaları, Suriye’ye dışarıdan gelen teröristler gibi başlıklarda daha somut adımlar görebiliriz. Şam’ın ve Ankara’nın bu adımları beklemeye sabrı var mı? Bu da başka bir sorudur.
GAZZE MESAİSİ YENİDEN BAŞLAYACAK
İsrail türlü bahanelerle saldırılarını sürdürüyor. Kırılgan da olsa ateşkes devam ediyor. Filistinlilerden oluşacak teknokrat kabinenin kurulması için sekiz kişilik liste verildi. ABD ve İsrail henüz bir dönüş yapmadı. Polis gücünün (2 bin kişi ile başlayıp 8 bin kişiye kadar çıkacak) kurulması çalışmalarının hızlandırılması gerekiyor. Hamas’ın silahsızlandırılması konusunda “Hamas silahları Filistin devletine teslim etsin, devlet kurulana kadar silahlarını gömsün” formülü vardı. İsrail kabul etmiyor. İnsani yardımlar konusu da istendiği gibi gitmiyor. İsrail, üzerinde Türk bayrağı olan hiçbir yardımı kabul etmiyor.
İsrail’in bu tutumu, Gazze’de (Ocak ayında) konuşlandırılması beklenen Uluslararası İstikrar Gücü’ne (UİG) de yansıyor. İsrail, Türkiye’nin güce katılımını reddediyor. Ankara da ateşkesin zedelenmemesi için bu konuda ısrarcı değil. Ancak oraya asker gönderebilecek diğer tüm ülkeler, Türkiye’nin sahada olmasını istiyor. Çünkü TSK’nın varlığı onlar için de bir emniyet sübabı.
UİG’de sorunlu alanlar var. Görev tanımı (kimden talimat alacak, neyi, neye göre yapacak) net değil. ABD ve İsrail, bu gücün görev tanımını “Hamas’ı silahsızlandırmak” olarak kodluyor. Oysa diğer ülkelerin tutumu, bu gücün İsrail ile Filistin arasında bir duvar oluşturması, çatışmaları önlemesi yönünde. ABD ve İsrail, bu gücün Trump’ın başkanlığını yapacağı (yılbaşına kadar üyelerin netleşmesi bekleniyor) Barış Kurulu’na karşı sorumlu olmasını istiyor. Ancak teknik olarak mümkün değil. Çünkü UİG, BM kararıyla kurulmuş bir yapı.
Bir süredir Gazze diplomasisinde yavaşlama var. Sebebi, Witkoff–Kushner ikilisinin Ukrayna barış planına odaklanması. Ancak Ukrayna konusunda ilerleme yok. Bu yüzden Amerikalıların yeniden Gazze’ye odaklanması bekleniyor. Önümüzdeki günlerde ateşkes planının ikinci aşaması için yeni ve hızlı bir trafik başlayabilir.
8. AYŞE KEŞİR / EV KADINLARI DA ÇOCUK DOĞURMUYOR (YENİ ŞAFAK)
Nüfus politikaları, Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ülkemizin gündeminde oldu. Kurtuluş Savaşı sonrası azalan nüfus, İzmir İktisat Kongresi’nde tartışıldı ve Atatürk’ün “millî politika” talimatıyla nüfus artırıcı politikalara geçildi. Böylece 1923-1955 arasında ülkemizde uygulanan nüfus artırıcı politikalarla nüfus neredeyse ikiye katlandı.
Türkiye’de doğurganlığın düşme eğilimi, tüm dünyada olduğu gibi 1960 tarihinden itibaren başladı. Ancak 1965 yılında Nüfus Planlaması Kanunu çıkarılarak doğumu önleyici politikalar benimsendi. 1983 yılında ilgili kanunda yapılan düzenlemelerle bu politikalar daha da güçlendirildi. Ülkenin en ücra yerlerine kadar ulaşılarak adeta bir seferberlik ilan edildi. Ne yazık ki kürtaj, aile planlaması aracı sayıldı. Ne olduysa da ondan sonra oldu.
TÜRKİYE’DE DÜŞÜŞ ÇOK HIZLI OLDU
1960 yılından itibaren dünyada doğum oranları düşmeye başladı. Demografik geçiş denilen bu süreç ülkeden ülkeye farklılık gösterir. Örneğin İngiltere’nin 6 çocuktan 3 çocuğa düşmesi 97 yıl alırken, ne yazık ki Türkiye’de bu süreç 27 yılda gerçekleşti.
DOĞUM ARTIRICI POLİTİKALAR
Türkiye, 2008 yılında doğurganlık hızının (nüfusun kendini yenileme eşiği olan) 2,1 kritik seviyesini görmesiyle birlikte, 10’uncu Kalkınma Planı’ndan itibaren nüfus artırıcı politikaları benimsedi. Konuya ideolojik saplantıyla bakanlar ve önemini kavramayanlar, Cumhurbaşkanımızın 3 çocuk çağrısını anlayamadı.
2015 yılında ise “Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı Eylem Planı” ile harekete geçildi.
TÜRKİYE OECD ORTALAMASININ ALTINDA
Pandemi ve 6 Şubat depreminin ardından Türkiye, ilk defa 2023 yılında 1,51 doğurganlık oranıyla OECD ortalamasının altına düştü.
2024 yılı itibarıyla Türkiye’nin doğurganlık hızı 1,48’e gerileyerek artık ne yazık ki alarm vermeye başladı. Nüfusun hızla azalması, Türkiye gibi dinamik bir ülkenin en büyük gücü olan toplumsal kapasitesini ve beşerî sermayesini kaybetmesi anlamına geliyor.
EV KADINLARI DA ÇOCUK DOĞURMUYOR
Doğurganlık ve istihdam ilişkisine bakıldığında, TÜİK verilerine göre 2022 yılında toplam doğurganlık hızı 1,63 iken; istihdamda olan kadınların doğurganlık oranı 1,38, istihdamda olmayan kadınların doğurganlık oranı ise 1,72’dir. Yani ev kadınlarında da doğurganlık hızı 2,1 eşiğinin altındadır.
İşgücü piyasasındaki kadınların oranı %35,7 olduğuna göre, doğurganlık hızındaki bu keskin düşüşü tek başına kadın istihdamı ile açıklamak son derece zor ve yetersiz kalmaktadır.
TEMEL SEBEPLER
Toplumsal değişimler elbette tek bir ya da birkaç parametre ile açıklanamaz. Bununla birlikte uzmanlara göre bazı başlıklar öne çıkmaktadır:
1960 yılından itibaren hızlı iç göçle birlikte kırsaldaki evlilik ve çocuk sahibi olma anlayışının şehirde değişmesi,
Kırsaldan farklı olarak şehirde evliliğin, eğitim ve iş sahibi olduktan sonraya ertelenmesi,
İlk işe başlama yaşının yükselmesi ve buna bağlı olarak evlilik yaşı ile ilk çocuk sahibi olma yaşının yükselmesi,
Kırsalda daha kolektif olan çocuk ve yaşlı bakımının şehirde yalnızca annenin sorumluluğunda kalması,
Çocukların özellikle şehirde artan eğitim, ergenlik gibi sorumlulukları nedeniyle kadınların bu yükle tek başına baş edememesi,
Ortalama yaşam süresinin artmasıyla yaşlı bakım sorumluluğunun 30-45 yaş arası kadınların üzerinde yoğunlaşmasının yeni çocuk sahibi olma isteğini ertelemesi.
Sebepleri doğru anlamadan, yalnızca sonuçlar üzerinden yapıcı bir çözüm üretmek zor olacaktır. Doğru bir analizle, sebepleri ortadan kaldırıcı bir yaklaşım izlenmelidir.
Aile Yılı vesilesiyle “Aile ve Gençlik Fonu” ile tüm bu başlıkların değerlendirileceği Nüfus Politikaları Yüksek Kurulu’nun çalışmaları önemli ve ümit vericidir.
Nüfus konusu bir memleket meselesidir ve sığ politik tartışmalara malzeme edilmemelidir. Konunun sorumluluğunu sadece kamu yönetimine ve kadınlara yükleyerek sağlıklı bir çözüme ulaşamayız. Akademi ve sivil toplum kuruluşları başta olmak üzere, kadın-erkek tüm paydaşlarla birlikte toplumsal bir mutabakat şarttır.
9. ATİLLA YAYLA / EMEK KUTSAL MIDIR? (AKŞAM)
Ülkemizde –hatta bütün dünyada– emeğin kutsal olduğu yolunda derin bir inanç ve buna uygun bir retorik var. Hemen her çevre tarafından emek yüceltilmekte. Genel olarak söylersek, sağcısı da solcusu da bu hususta aynı fikirde. Daha ileri giden sosyalistler, emeğin tek veya esas üretim faktörü olduğunu ve emekçilerin ana rakibine –yani burjuva sınıfına– karşı ahlaki bir üstünlük taşıdığını da iddia etmekte. Bu yüzden, emekçilerin bir proletarya diktatörlüğü içinde, geçici de olsa, toplumlara egemen olmaları gerektiğini öne sürmekte…
Aslında emeği kutsal olarak gören ve yücelten görüşün ve söylemin, netice itibarıyla başkalarının yanında çalışan ve emeğini kiralayarak geçimini sağlayan biri olarak bu satırların yazarının da hoşuna gitmesi gerekir ve beklenir. Öyle ya, emekçiyiz ve sadece güçlü değil, aynı zamanda daha baştan tamamen haklıyız ve ahlaki olarak üstünüz! Ne var ki meseleye böyle bakış bazı temel problemleri taşımakta ve tekrarlamakta.
En temel problem, emeğe atfedilen kutsallık. Emek kutsalsa, emeğin sahibinin de bir anlamda kutsal olması icap eder. Oysa emek ne kutsal ne de yücedir. İktisadi hayatta emeğe veya başka bir üretim faktörüne kutsal muamelesi yaparak yol alınamaz…
Ayrıca, emeğin farklı kullanım alanları vardır. Bir kimsenin kendi işinde harcadığı emek ile başkalarının yanında çalışarak harcadığı emek birbirinden farklıdır. İkincisinde kişi emeğini bir işverene bir ödeme karşılığında kiralamaktadır. Yıllar içinde kazanılmış becerilere dayanan vasıflı emek ile hiçbir bilgi ve beceriye dayanmayan vasıfsız emek birbirlerinden tamamen farklıdır. Bazı emekler takdir edilirken, diğer bazıları toplumdan dışlanır. Meşru işlerde kullanılan emek ile gayrimeşru işlerde kullanılan emekten de söz edilebilir. Meşru mu gayrimeşru mu olduğu tartışmalı işlerde harcanan emek de karşımıza çıkabilir. Bu yüzden, bütün emekler aynı kapta değerlendirilemez ve emek kutsallaştırılamaz, yüceltilemez…
Bir diğer sorun, çoğu zaman emeğin sanki objektif bir değere sahip olduğunun düşünülmesidir. Bu anlayışa göre emeğin her zaman, her yerde, her şart altında aynı veya hemen hemen aynı kalması gereken bir objektif değeri vardır. Bu değerin karşılığı da emeği kiralayan, kullanan kişiler veya işverenler tarafından emeğin sahibine ödenmelidir.
Oysa hayattaki birçok şey gibi emeğin de objektif bir değeri yoktur. Emeğin değeri subjektiftir. Emeğin değeri yaşanan yere, zamana, yapılan işe, üretime katkısına ve diğer şartlara bağlı olarak değişebilir. Emeğin değeri de piyasada genel olarak geçerli arz-talep kanununa tabidir. Mesela 2023 depreminin yaşandığı bölgede inşaat ustası çalışma fiyatları şu anda ülkenin diğer yerlerindeki fiyatlardan yüksektir. Bunun sebebi, söz konusu bölgede bu vasıflara sahip insanlara duyulan yoğun ihtiyaçtır. Dolayısıyla, insanların ihtiyaç hissetmelerine bağlı olarak emeğe duyulan talep de emek fiyatlarını belirlemede çok etkilidir.
Son olarak vurgulamak gerekir ki emek ve emekçiler her ekonomik sistemde ve bütün siyasi rejimlerde vardır. Ancak, emek dâhil bütün üretim faktörlerini değişik bileşimlerde bir araya getirerek yeni ürünler üreten veya eskiden beridir üretilmekte olan ürünleri daha düşük maliyetlerle ve daha kaliteli olarak üretme yolunu açan müteşebbis sınıf, sadece kapitalist ülkelerde mevcuttur. Aslında başkaları için çalışan emekçilerin varlığı da büyük ölçüde bu sınıfın varlığına bağlı ve bağımlıdır. Girişimci sınıfın olmadığı toplumlar fakir ve adaletsiz olmuştur. Bu durumda, müteşebbis sınıfın da önemli ve değerli olduğunun altını bilhassa çizmek gerekir…
Emeğin kutsal olduğu yolundaki söylem ne kadar çok ve kuvvetli tekrarlanırsa tekrarlansın, gerçek bellidir: Emek ne kutsaldır ne de objektif bir değere sahiptir.
10. DOÇ. DR. ALİ OSMAN KARAOĞLU / KRİZLER ÇAĞINDA İNSAN HAKLARI: EVRENSELLİK VE SEÇİCİ HAFIZA (AA ANALİZ)
10 Aralık 2025, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin ilan edilmesinin 77. yıl dönümüydü. 10 Aralık 1948’den beri insan hakları, modern dünyanın en önemli ancak en tartışmalı kavramlarından biri oldu. Zira insan hakları teorisi, felsefi, siyasi ve hukuki yönleriyle çok geniş bir yelpazeyi içine almakta ve evrensellik iddia etmektedir. Özellikle 1945’te İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle insan hakları, Birleşmiş Milletlerin (BM) ana gündemlerinden biri hâline gelmiştir. Nitekim daha savaş devam ederken ABD Başkanı Franklin D. Roosevelt, 1941’de Kongre önünde yaptığı “dört özgürlük” konuşmasında, savaş sonrası kurulacak yeni dünyada “dört özgürlüğü” yaygınlaştırmaya çalışacaklarını ifade etmekteydi. Bunlardan birincisi düşünce ve ifade özgürlüğü, ikincisi ibadet etme özgürlüğü, üçüncüsü yoksunluktan kurtulma özgürlüğü, dördüncüsü ise korkudan kurtulma özgürlüğüydü.
EVRENSELLİK TASARIMI
Roosevelt’in insan hakları ideali, öncelikle 1945 BM Antlaşması’na insan hakları kavramının girmesiyle hayata geçmeye başlamıştır. Ancak evrensellik iddiasına sahip esaslı ve detaylı bir metnin hazırlanması gerekiyordu. Bu nedenle Şubat 1947’de İnsan Hakları Komisyonu’nun ilk oturumunda alınan bir karar uyarınca, Franklin Roosevelt’in eşi olan Eleanor Roosevelt, Pen-Chun Chang ve Charles Malik’ten oluşan bir grup, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin taslağını hazırlamaya başlamıştı.
İnsan haklarıyla ilgili evrensel ve kapsamlı bir metin hazırlığına başlanması, en başından itibaren birtakım kültürel rölativist tepkilerle karşılaşmıştır. Bu tepkiler ilkin Batı dünyasından gelmiştir. Amerikan Antropoloji Derneği, Evrensel Bildirge Hazırlık Komisyonu’na gönderdiği 1947 tarihli bir beyanla insan haklarının evrensel olarak nitelendirilmesine karşı çıkmıştır. Derneğe göre “birey”, doğduğu andan itibaren yalnızca davranış biçimlerinde değil; düşüncelerinde, umutlarında, ideallerinde, eylemlerine yön veren ve yaşamına anlam kazandıran ahlaki değerlerinde de üyesi olduğu topluluğun gelenekleri tarafından biçimlendirilir. Eğer Bildirge’nin özü, bireyin kişiliğini en üst düzeyde geliştirme hakkını güvence altına almak olacaksa, bu hakkın yalnızca bireyin içinde yaşadığı toplumun kültürü bağlamında anlam kazanabileceği gerçeğinin de kabul edilmesi gerekir.
Derneğe göre tek tipleştirici ve dışlayıcı anlayışın insanlık için sonuçları yıkıcı olmuştur. “Beyaz adamın yükü” doktrini, ekonomik sömürüyü meşrulaştırmak ve milyonlarca insanın kendi kaderini tayin etme hakkını inkâr etmek için kullanılmıştır. Bu süreçte Avrupa ve ABD’nin yayılmacılığı, kimi yerlerde bütün halkların fiilen ortadan kaldırılması anlamına gelmiştir. Bu halkların yaşam değerleri sürekli olarak yanlış anlaşılmış ve küçümsenmiştir. Uzun yıllar boyunca bu halkların mensuplarına anlam kazandıran inanç sistemleri “batıl”, “ahlak dışı” veya “yanlış” olarak yaftalanmıştır. Oysa değerler ve standartlar, köken aldıkları kültüre göredir. Dolayısıyla tek bir kültürün inanç veya ahlak kodlarından türeyen önermeler, İnsan Hakları Bildirgesi’nin evrenselliğini sınırlayacaktır.
Ancak insan hakları hukukunda özellikle 1960’lar sonrasında bir patlama yaşanmış ve adeta sözleşme enflasyonuyla karşı karşıya kalınmıştır. Bu dönemde o kadar çok insan hakları sözleşmesi imzalanmıştır ki, Soğuk Savaş bittikten sonra 1993’te Viyana’da toplanan devletler “insan haklarının evrenselliğini” ilan etmiştir. Günümüzde insan haklarının normatif düzeyde evrenselliğine bir itiraz olmamakla birlikte, uygulamada görülen çifte standart ve seçici hafıza, somut durumda insan haklarının evrenselliğini her zaman tartışmalı hâle getirmiştir.
KRİZLER ÇAĞI VE SEÇİCİLİK
Soğuk Savaş, en nihayetinde insan haklarının bayraktarlığını yapan ABD’nin lehine sonuçlandı. Ancak 2001’de yaşanan 11 Eylül saldırıları, yeni bir krizler çağının kapısını araladı. 1941’de küresel düzeyde insan hakları vaadiyle yola çıkan ABD, tek kutuplu dünyada ilk olarak en üst düzey insan hakları ihlallerini yargılama kapasitesine sahip Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni (UCM) kuran Roma Statüsü’ne taraf olmaktan vazgeçti. Daha sonra Afganistan ve Irak’ı işgal etti. Uzun süredir “insan hakları ihlallerinde bir marka” hâline gelmiş olan İsrail’e desteğini artırdı. Suriye’de yüz binlerce insanın ölümüne sessiz kaldı. Sudan ve Rohingya’yı görmedi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) veto hakkını bile insan hakları aleyhine kullandı.
Böylece kendi içerisinde “özgürlükler ülkesi” olarak adlandırılan ve farklılıkların eridiği bir ülke olmakla övünen ABD’nin, ülke dışında yaşattığı çifte standart, insan hakları kavramına olan güveni temelden sarstı. Neticede insan hakları kavramı, hegemonyanın perdeleme aracına dönüştü. Zira içeride “özgürlük ve refah” ürettikçe, bu özgürlük ve refahın keyfini çıkaran halkın büyük çoğunluğu, devletlerinin ülke dışındaki insan hakları ihlalleriyle ilgilenmedi. Günümüzde dahi iki yıldan fazla süredir devam eden Gazze soykırımına yönelik tepkiler sınırlı düzeydedir.
Oysa insan hakları, modern dünyanın ortak bir dili olarak tasarlanmıştı. Her insan, yalnızca insan olduğu için belirli haklara sahip olacaktı. Bu hakların siyasi görüşe, coğrafyaya, kimliğe veya güce göre değişmeyeceği varsayılıyordu. Ancak bugün hem küresel hem de yerel düzeyde tanık olduğumuz krizler, insan haklarının normatif düzlemde evrensel, pratikte ise çoğu zaman seçici bir biçimde uygulandığını göstermektedir. Bu durumun en görünür örneklerinden biri, aynı kriz türlerine yönelik farklı tepkilerde ortaya çıkmaktadır. Bir yerde sivillerin hedef alınması sert bir biçimde kınanırken veya birtakım tedbirler alınırken, başka bir yerde benzer bir olay yaşandığında sessizlik hâkim olabilmektedir.
ASIL TEHLİKE: HAK İHLALLERİNİN NORMALLEŞMESİ
Öte yandan sürekli krizlerle karşılaşan modern insan, bir süre sonra duyarsızlaşabilmektedir. Buna “şefkat yorgunluğu” diyebiliriz. O kadar çok acı görüntüsüne maruz kalıyoruz ki, bir noktadan sonra hepsine tepki vermek mümkün olmuyor. Bu da seçici bir ilginin ortaya çıkmasına ve seçici bir hafızanın yerleşmesine yol açıyor. Bugünün en büyük tehlikesi, belki de hak ihlallerinin kendisi değil, bu ihlallerin normalleşmesidir.
Dünyada sürekli bir kriz hâli, sürekli olağanüstülük, sürekli istisna durumu ve sürekli belirsizlik hâkimdir. Bunlar yalnızca insan haklarını zayıflatmakla kalmıyor, aynı zamanda onların doğal ve tartışılmaz olduğu fikrini de aşındırıyor. Günümüzde Gazze’den Myanmar’a, Sudan’dan Ukrayna’ya uzanan çok katmanlı krizler bize tek bir gerçeği hatırlatıyor: İnsan haklarının geleceği, normların kendisinden ziyade onları taşıyacak olan küresel siyasi iradeye bağlıdır.
Bu nedenle insan haklarını yeniden düşünmek, yalnızca hukuku yeniden yorumlamak değil; eşitlik kavrayışımızı, yükümlülüklerimizi, dayanışma tahayyülümüzü ve kolektif adalet fikrimizi yeniden kurmak demektir. Bugün ivedilikle ve evleviyetle yapılması gereken; insan hakları dilini uluslararası siyasetin seçici hafızasından kurtarmak, insan haklarını bir ideal olarak değil bir mücadele alanı olarak görmek, bir halkın yaşam hakkını başka bir halkınkinden daha “müzakere edilebilir” saymamak, küresel hiyerarşilerle yüzleşmek ve başka türlü bir dünyayı düşünme kapasitemizi artırmaktır.



