1. ABDULKADİR SELVİ/ Uçakla ilgili spekülasyonlara kulak vermeyin kaza aydınlatılıyor

Şehitlerimizin cenazeleri dün akşam saatlerinde Türkiye’ye getirildi. Millet olarak yastayız. Bugün şehitlerimizi uğurlayacağız. Mekânları cennet olsun. Allah yakınlarına sabır versin. Milletimizin başı sağ olsun. Uçağın kara kutuları Türkiye’ye getirildi. TUSAŞ’ta inceleme başladı. Kaza kırım ekibi ise olayın ardından çalışmalara başlamıştı. Kara kutuların incelenmesini ve kaza kırım ekibinin vereceği raporu beklemek gerekiyor.

SORULARA CEVAPLAR

Bu arada Milli Savunma Bakanlığı uçağın düşmesi ile ilgili iddialara yanıt verdi. Önemli olanları başlıklar halinde almak istiyorum.

1. Uçakta mühimmat taşınıyor muydu?

Uçağımızda personel ve uçak bakım malzemesi bulunm aktaydı. Uçakta mühimmat yoktu.

2. Uçağın düşüş nedeni konusunda bir bulgu var mı?

Şu an bu konuda bir şeyler söylemek için erken. Devam eden kaza kırım incelemesi sonrası olayın meydana geli ş sebebi açıklığa kavuşacaktır.

3. Radar kayıtlarında aynı dakikalarda bölgede bir helikopt erin tespit edildiği doğru mu?

Uçağımız düştükten sonra bölgeye giden ve uçağımızla irtibat sağlamaya çalışan Gürcistan’a ait helikopterdir.

4. Suudi Arabistan tarafından hizmet dışına çıkarılan uçağın satın alındığı doğru mu?

Uçak 21 Ocak 2012 tarihinde S uudi Arabistan’dan satın alınmış, bakımlarının yapılmasını müteakip 2014 yılında envantere alınmıştır. Modernizasyonu yapılarak 2022 yılından itibaren kullanıma verilmiştir. Bu tarihten günümüze kadar düzenli bakımlarla hizmette kullanılmıştır. Ancak iddia edildiği gibi kullanıcı ülke tarafından hizmet dışına çıkarılan değil, ihtiyaç fazlası uçaktır.

5. Düşen uçak eski ve bakımları yetersiz miydi?

Eski uçak yoktur, bakımsız uçak vardır. Bahse konu uçakların bakımları ülkemiz tarafından düzenli olarak yapılm aktadır. C -130 uçakları halihazırda 70’ten fazla ülkede aktif olarak kullanılmaktadır.

6. Envanterde bulunan diğer C -130 uçakl arı uçuşlarına devam edecek mi?

Uçaklarımızın uçuşları 12 Kasım 2025 itibarıyla tedbiren durdurulmuştur. Detaylı olarak tüm tekni k incelemeler yapılıp kontrolleri sonrasında incelemesi tamamlanan uçakların uçuşları tekrar başlayacaktır.

DÜŞTÜ MÜ DÜŞÜRÜLDÜ MÜ

Kazanın ilk anından itibaren kafalarda uçak düştü mü yoksa düşürüldü mü sorusu var. Şimdiye kadar yapılan incelemelerde uçağım ızın dışarıdan müdahaleyle düşürüldüğüne yönelik bir bulguya rastlanmadı. Eğer bu yönde bir bulguya rastlansa bunu yazar ve hangi ülke bunu yaptı diye sorardım. Kaza yerinde ve uçak üzerinde yapılan incelemeler bir kaza olduğu yönünde. Şu ana kadar dış müdahaleye dair bir bulgu tespit edilmedi. Ama kesin sonucu kaza kırım ekibinin incelemesi sonucunda çıkacak rapor belirleyecek. Kaza kırım ekibinin incelenmesinde bu yönde en ufak bir tereddüt ortaya çıkarsa onun üzerine gitmekten de çekinmeyiz. Bunu sosyal medyada bir takım karanlık senaryo yazan ve yabancı istihbarat servislerinin maşası olanlara prim vermeyin diye yazdım.

ERDOĞAN -BAHÇELİ GÖRÜŞMESİNDEN ÇIKAN YOL HARİTASI

Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki gün Cumhur İttifakı ortağı Devlet Bahçeli’yi evinde ziyaret etti. En sonda yazacağımı ilk başta yazayım. Cumhur İttifakı güven testinden başarıyla çıktı. İki liderin görüşmesinde güven tazelendi. Terörsüz Türkiye sürecine yönelik yol haritası gözden geçirildi. Sürecin güçlü bir şekilde devam etmesi konusunda tam bir mutabakata varıldı. İki liderin görüşmesi son dönemlerin önemli görüşmelerinden biriydi. Çünkü Bahçeli’nin 29 Ekim resepsiyonuna katılmaması üzerine Cumhur İttifakı’nda bir çatlak oluşturmak için harekete geçenl ere karşı verilmiş bir cevaptı. Bahçeli’n in “Cumhur İttifakı’nda çatlak yok” demesine, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Bahçeli ile aramızda sıkıntı yok” diye açıklama yapmasına rağmen bazı odaklar senaryolar yazmaya devam ettiler.

GÜVEN TAZELEDİ

Cumhur İttifakı bu sür eçten güven tazeleyerek çıktı.

ERDOĞAN’DAN MHP UYARISI

Erdoğan, Bahçeli görüşmesine geçmeden önce sizi önce 10 Kasım Pazartesi günü yapılan AK Parti MYK toplantısına götürmek istiyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “MHP ile aramızda bir sorun yoktur. Bu hafta içinde Sayın Bahçeli ile görüşec eğim” diyor. Zaten çarşamba günü bu görüşme gerçekleşti. Erdoğan sözlerinin devamında bir uyarıda bulunuyor. “MHP ile ilişkilerimize hassasiyet gösterelim. MHP ile ilişkilerimize saygı göstermek lazım. Fitne çıkarmak isteyenlere fırsat vermemek lazım” diye konuşuyor.

Erdoğan sadece bu gelişmeler üzerine değil, hemen hemen her toplantıda MHP ile ilişkilere hassasiyet gösterilmesi yönünde uyarılarda bulunuyordu. Ama bu kez ayrıca, “Fitne çıkarmak isteyenlere fırsat vermemek lazım” diye uyarma ihtiyacı hissett i. Belli ki bir tehlike gördü.

İKİ AYRI PARTİ

AK Parti ile MHP, Cumhur İttifakı ortağı. Ama ikisi ayrı partiler. Hemen hemen her politikalarının aynı olması beklenemez. İki parti ülkenin temel meselelerinde it tifak yapmayı başarabiliyorlar.

Cumhurbaşkanı E rdoğan da konuşmasında bu noktaya işaret ediyor. “Kendi bildiğimiz zamanda, kendi bildiğimiz doğrultuda, kendi bildiğimiz yöntemlerle yolumuza devam edeceğiz” diyor.

İMRALI’YA GİTME

Meclis Komisyonu’nun İmralı’ya gitmesi konusunda AK Parti cephesinde bir t ereddüt yaşanıyor. MYK toplantısında “Meclis Komisyonu’nun İmralı ziyareti parti tabanında kabul görmüyor” şeklinde değerlendirmeler yapılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, değerlendirmeleri dikkatli bir şekilde dinliyor. “Partimizi kaldıramayacağı bir yükün altına sokmayız” diye konuşuyor.

YEŞİL IŞIK

Erdoğan’ın bu sözlerinde İmralı’ya gidilmesine karşı olduğu sonucu çıkarılmasın. 30 Ekim’de İmralı Heyeti’yle Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde yaptığı görüşmede yeşil ışık yakmıştı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Ö calan’ın şimdiye kadar verdiği sözlerin gereğini yerine getirdiğini belirterek “İmralı’ya gidilmesi süreci güçlendirir” demişti. Erdoğan - Bahçeli görüşmesinden sonra son tereddütler de giderildi diyebiliriz. Meclis Komisyonu’nun İmralı’ya gitmesi eğilimi a ğır basıyor.

2. AHMET HAKAN/ Orijinali güzeldi bu daha da güzel

Türkiye’de “Can Dostum” adıyla gösterime giren Fransız filmini pek sevmiştim. Bağırıp

çağırmay an bir samimiyeti vardı filmin. Kendine özgü bir mizahı vardı. Zıtlıkların altı çizilmiyordu, muazzam bir kararındalık söz konusuydu. Büyük insanlık idealine dair nutuklar yerine alça kgönüllü bir umut vardı filmde. “Yan Yana” adlı film, işte bu fil min yerli ve milli adaptasyonu. Adaptasyon denilince insan korkuyor.

Fransızlara özgü bir öyküyü yerlileştirmek zor. Ele yüze bulaştırılabilir. Ortaya ne Fransız ne Türk tuhaf bir şey çıkabilir. Fakat başarmışlar. Gerçekten başarmışlar. Orijinali güzeldi. Bu daha da güzel olmuş. Dün akşam üzeri filmi izledim. Normalde “çok komik” denilen filmlerde bile kolay kolay gülmem, gülemem. Bu filmde kendimi gülerken, hem de yüksek sesle gülerken yakaladığım anlar çok oldu. Bugün gösterime giren filmi hararetle tavsiye ederim. Sinemayı özleyenler için bulunmaz fırsat. Gidin ve görün.

Bir acı haber daha geldi: Türk yangın söndürme uçağı düştü!
Bir acı haber daha geldi: Türk yangın söndürme uçağı düştü!
İçeriği Görüntüle

FEYYAZ YİĞİT TARZI ESPRİ

FEYYAZ Yiğit’in espri tarzı için şunları söyleyebilirim: Tam bana göre. Fazlasıyla zekice.

- Zorlamasız komik.

- Değişik bir kafa.

“Yan Yana” filminin senaryosunda üç ismin imzası var:

Feyyaz Yiğit, Aziz Kedi ve filmin yönetmeni Mert Baykal. Filmd eki mizah, Feyyaz Yiğit mizahı.

Feyyaz Yiğit’in kendini Feyyaz Yiğit gibi hissettiği ve ifade ettiği bir film çıkmış ortaya.

HALUK BİLGİNER’İN PE RFORMANSI

HALUK Bilginer’in oyunculuğunda bir sıçrama noktası olmuş bu film. Diyeceksiniz ki: Haluk

Bilginer için hâlâ bir sıçrama noktası kaldı mı?

Bu filmi izleyince kaldığını fark edeceksiniz. Tepeden tırnağa felçli bir adamı oynuyor.

Enstrümanları son derece sınırlı bu rolü alıp en tepeye çık armasını bilmiş Haluk Bilginer. Haluk Bilginer’e çok alıştık, biliyorum. Sinemada, tiyatroda, reklamlarda falan. “Artık bizi kandıramaz” noktasındayız yani. Sürpriz!

Haluk Bilginer, bu filmde bizi öyle bir kandırıyor ki... İzlediğimiz oyuncunun Haluk Bilginer

olduğunu unutuyor, can verdiği karaktere odaklanıyoruz. Başka hiçbir oyuncu, bu rolün hakkını Haluk Bilginer kadar veremezdi.

DÖRT AÇIDAN FİL

1. MİZAH

Skeçlere dayalı bir mizah değil filmin mizahı. Sadece söze d ayalı da değil. Absürtlüklere,

tuhaflıklara da yaslanmıyor.

Öykünün içine ustalıkla yedir ilmiş bir mizahtan söz ediyorum. Komedi olsun diye komiklik yok

filmde. Öykünün gerektirdi ği ölçüler içinde espriler var. Yani tam be nim istediğim tarzda bir mizah.

2. SAMİMİYET

Bir samimiyet filmi bu. Komedisi de samimi, dramı da.

3. NEDİM ŞENER/ CHP’yi iddianameye sokan savcılar değil yolsuzluk mikrobunu bulaştıran

İmamoğlu’dur

YOLSUZLUK ve rüşvetle kendisine kariyer planlaması yapan Ekrem İmamoğlu’nun elbette suçlarını itiraf etmesini beklemiyorum ama Özgür Özel’in başında bulunduğu CHP yönetiminin yapılan hırsızlığı savunması nasıl bir çürüme içinde olduklarını gösteriyor.

Zaten yolsuzluk ve rüşvet parasıyla İmamoğlu tarafından o koltuğa oturtulan Özgür Özel’den de başka bir tutum beklenemez. Ancak kimi Ekrem İmamoğlu’nun “dostum, yol arkadaşım” dediği, ki mi İBB’ye atadığı bürokrat, kimi ihale verip rüşvetini aldığını işinsanları ‘etkin pişmanlıktan’ yararlanarak içine düştükleri yolsuzluk ve rüşvet çarkını itiraf eden kimliği açık toplam 76 tanık da bunları utandırmaya yetmedi. Ne açık tanıklar, ne raporlar, ne banka ve tapu kayıtları ne de balya balya para kuleler i bunları utandırmaya yetmiyor.

YOLSUZ LUĞU SAVUNAN BESLEME MEDYACILAR

Hele hele kimi besleme kimi fondaş gazetecilerinin içine düştüğü sefillik anlatılacak gibi değil. Türkiye’de her dönemde yolsuzluklar, rüşvetçiler olmuştur ve medya öyle ya da böyle üzerine gitmiştir. İddiaları inandırıcı bulmayan kesim ise an fazla sessiz kalmayı tercih etmiştir. Ama hiçbir dönemde medya İmamoğlu destekçisi gazeteciler, televizyoncular, YouTube yayıncıları kadar arsızca, yüzsüzce ve utanmazca yolsuzluğu savunmamıştır. Kelime hatasından iddianameyi itibarsızlaştırmak isteyeni mi ararsın, h ırsızlık yok diyemediği için “İmamoğlu’nun yolsuzluk paralarını sisteme aktardığı iddia ediliyor ama para yok” diyeni mi? Bu sözde gazetecilerin gülünç biçimde yolsuzluk ve rüşvetçileri savunmalarını görünce İmamoğlu’nun işbirlikçi medyasıyla gerçekten de nasıl büyük bir yapı kurduğunu görüyorsunuz. Ama hiçbir algı operasyonu olguların, hakikatin yerini tutamaz.

YOLSUZLUĞUN ÜÇ AMACI...

Özellikle, Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olma çabasının suçlama konusu olduğunu iddia etmeleri, okur ve izleyici k itlesini aptallaştırmayı amaçlayan dezenformasyona en önemli örnek. İddianamede, Ekrem İmamoğlu’nun 2014 yılında Beylikdüzü Belediye Başkanlığı döneminden itibaren ihalelerden, usule aykırı verilen ruhsat ya da imar izinlerinden aldığı yüzde 10-15 arasında ki paranın ‘sisteme’ aktarıldığı ve örgütün ve İmamoğlu’nun “asıl ve ilk amacının maddi zenginleşme” olduğu yazıldı. 2019’da İBB Başkanı olduktan sonra ise örgütün ve İmamoğlu’nun ikinci amacının elde edilen maddi sermaye ile “Para Kuleleri” örnek gösteril erek CHP’nin ele geçirilmesi olduğu anlatıldı.

YOLSUZLUK PARASIYLA CUMHURBAŞKANLIĞI

İmamoğlu’nun yolsuzluk ve rüşvet paralarıyla ele geçirdiği CHP’yi kullanarak varmayı amaçladığı üçüncü hedefinin ise “Partisinin cumhurbaşkanı adaylığı olduğu...” belirtildi.

CHP yönetimine, besleme ve fondaş medya mensupları ile basındaki tetikçilerine göre ise

yolsuzluklarını aklamaya çalıştıkları Ekrem İmamoğlu sadece cumhurbaşkanı adayı olmakla

suçlanıyor.

Tam bir yalan çünkü, cumhurbaşkanı adayı olmak suç değil yolsuzluk yapmak, rüşvet almak,

vermek suçtur. İddianamede de bu anlatılıyor zaten. Ekrem İmamoğlu da cumhurbaşkanı adaylığı yolunda kullanmak üzere kurduğu SİSTEM’e 2 milyar dolara yakın fon sağlamak için örgüt yöneticisi ve üyeleriyle birlikte ihalelerde n komisyon, imar, işletme ve inşaat ruhsatlarından pay dahil 142 eylemde rüşvet alıp yolsuzluk yapmıştır.

‘GELECEĞİN CUMHURBAŞKANI’ İTİRAFLARI

Ayrıca toplanan paraların İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığının finansmanı için

kullanılacağı, yani cumhurbaş kanlığı adaylığı için yolsuzluğa başvurulduğu etkin pişmanlıktan yararlanan ve aralarında İmamoğlu’nun “yol arkadaşım, dostum” dediği ve 20’den fazlası da CHP üyesi olan itirafçı ifadelerinde yer aldı.

Ekrem İmamoğlu’nun adına yolsuzluklara aracı olan; rüş vetleri, yasadışı komisyonları tahsil eden itirafçıların paraları toplarken ödeme konusunda isteksiz olanlara karşı kullandığı şu cümleler de örnek gösterilmiş;

“Geleceğin cumhurbaşkanını karşına mı al ıyorsun?”

“Geleceğin cumhurbaşkanına yardım yapıyorsun”

“Şimdi verme vakti! Ekrem Başkan, cumhurbaşkanı olunca şimdi verdiklerini ileride fazlasıyla alacaksın, bizim dönemimiz çok yakın!”

“Şimdi kaşıkla ver, ileride kepçeyle alırsın” “Kardeşim! Geleceğin cumhurbaşkanına yardım

etmekten niye geri duruyorsunuz? ”

2 MİLYOR DOLARLIK FON İTİRAFI

Yine soruşturma dosyası kapsamında şüpheli sıfatıyla ifade veren Sarp Yalçınkaya şöyle di yor:

“(...) Fatih Keleş, Murat’a ‘Gördüğün gibi parti işi tamam, parti artık bizde, biz ne dersek partide

bundan sonra o olacak, şimdiki hedefimiz Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı olmasıdır, nasıl ki partinin ele geçirilmesi için bir fon oluşturuldu ve bu hususta başarılı olunduysa şimdi de cumhurbaşkanı seçimi için büyük bir fona ihtiyacımız var; bu fona katkı verenler abat olacak. Artık kara göründü; daha çok verme zamanı, alma zamanımız yaklaşıyor, şunun şurasında 2 sene kaldı, imar, iskân, ruhsat sıkıntısı olanları piyasadan bulalım, hangi ilçede büyükşehirde iş varsa kapalım, 1 milyon dolar ve üzerinde para alacağımız her işi üstlenel im, küçük işler ile vakit kaybetmeyelim’ dedi. Ayrıca aynı sohbette Murat Gülibrahimoğlu; Fatih Keleş, Ekrem İmamoğlu’nun kendilerine ‘Cumhurbaşkanlığı fonuna para bulmak için özellikle alışveriş merkezlerini, yalıları, büyük binaları mercek altında tutun , kaçak olan bölümlerini ihbar edin, sonra da yalı, alışveriş merkezi, büyük bina sahipleri ile iletişime geçin ve biz bu işi çözeriz deyip işleri üstlenin, hedefimiz büyük AVM’lerden 10 milyon USD, küçüklerden 5 milyon USD tahsilat yapmak, seçimi kazanmam ız için en az 2 milyar dolar paraya ihtiyacımız var’ dediğini söyledi. (...)”

İddianamede kariyer hırsı ile dolu olan İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığı için yolsuzluk ve rüşvetlerin toplandığına dair çok sayıda itirafçı açık tanık ifadesi yer alıyor. Bir de tutturmuşlar,

“Savcılık CHP’ye kapatma davası istedi” diye mağduriyet devşirmeye çalışıyorlar. Oysa CHP adını iddianameye savcılar değil, yolsuzluk ve rüşvetle Ekrem İmamoğlu ve işbirliği yapan parti yöneticileri soktu.

4. MAHMUT ÖVÜR/ İmamoğlu, siyasetin karanlık odasında ne saklıyor?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi'ni yıllardır bir "halk iradesi" masalıyla yöneten Ekrem İmamoğlu hakkında hazırlanan iddianame, Türkiye siyaset tarihinde benzeri zor görülecek kadar karanlık bir tablo ortaya koyuyor. Bu ülkede belediye başkanları hatalar yaptı, yanlış işler ya ptı, rant için çabalayanlar oldu... Ama birinin, kendi etrafında özel kodlarla konuşan, gölge toplantılar yapan, kamera bantlayan, kayıtları yok eden, offline bilgisayarlar ve eski tip telefonlarla haberleşen bir yapı kurduğu ilk kez görülüyor.

Bir belediy e başkanı, hangi "hizmet" için internetsiz bilgisayarlara ihtiyaç duyar? Hangi "proje" için evindeki kameraları operasyon gecesi yok eder? Hangi "şeffaf yönetim" anlayışı, otel odalarını karargâh gibi kullanmayı gerektirir? Sorular çok, cevap yok. Varsa yo ksa kaçamak açıklamalar, sulandırmalar, çorba metaforları...

Türkiye'nin en büyük belediyesinin tepesinde dönen bu oyun, artık kimsenin hafife alabileceği bir mesele değil. CHP'nin suskunluğu bile gerçeği bağırıyor. Genel Başkan Özgür Özel'in bu iddialara verdiği cevaplar, ciddiyetin değil panik hâlinin yansıması.

Kamera bantlamaya: "Çorba dökülmesin." Gizli toplantılara: "Normal buluşmalar." Kayıt cihazı sökümüne: "Abartı."

Eğer ortada doğru işler yürütülüyorsa... Eğer hiçbir suç, rüşvet, ihale trafiği yoksa... Eğer bu insanlar masumsa... O zaman İBB'yi yöneten ekip niçin FETÖ'nün mahrem yapılanmasını andıran yöntemler kullanıyor? Kim neden "internetsiz bilgisayar" talimatı verir? Bir belediye başkanı neden "eski tip, hattı olmayan telefonlarla" iletişim kurar?

Bu ülkede siyaseti 40 yıldır takip edenler bile böyle bir manzaraya şahit olmadı. İddianamede anlatılanlar "örgüt fantezisi" değil, bizzat iç halkadaki isimlerin itirafı. İddianameye göre; Ertan Yıldız, Adem Soytekin, Ali Nuhoğlu ve Yakup Öner gibi isimler, bu yapının birinci halkası.

Hepsinin ortak noktası; İmamoğlu'nun kişisel referansıyla belediyeye sokulmuş olmaları. Bu kişiler, normal bir siyasi ekip değil... CHP'lilikleri ise şüpheli. Otel katlarında gizli görüşmeler yapan, Raffles'ta karargâh kuran, gizli belgeleri offline cihazlarda saklayan, kayıtları yok eden, ihalelerin kime verileceğini "mahrem toplantılarda" belirleyen bir yapının taşları.

Murat Kapkı'nın ifadesi, tabloyu daha da netleştiriyor: "Hemen hemen her gün Raffles'ta Murat Ongun, Emrah Bağdatlı ve Ahmet Koksal ile gizli konular hakkında toplantılar yaptıklarını biliyorum."

Bu ifadeyi okuyan herhangi bir devlet görevlisi, herhangi bir hukukçu, herhangi bir aklı başında vatandaş şöyle der: "Siyasi ekip değil, paralel mekanizma."

19 Mart operasyonundan hemen önce İmamoğlu'nun evindeki kamera kayıtlarının yok edilmesi, bu hikâyenin kırılma noktası. Bir ev... Bir belediye başkanı... Kameralar sökülüyor... Cihazlar elden ele gezdiriliyor... Sonra ortadan kayboluyor. Evet, aynen FETÖ'nün 17- 25 Aralık gecesi yaptığı gibi.

Bir devlet adamı, bir kamu yöneticisi, bir belediye başkanı, evindeki kameraları neden yok eder?

Hangi masumiyet, hangi şeffaflık böyle bir refleks doğurur? Kimden neyi saklıyor İmamoğlu? Bu sadece bir yolsuzluk dosyası d eğil; sistemli, örgütlü, katmanlı bir mekanizma. Bu iddianame, birkaç kişinin cebine para koyması, üç beş kişinin rant alması meselesi değil. Karşımızdaki tablo; kodlu haberleşme, mahrem toplantılar, offline teknoloji kullanımı, kayıt yok etme, şahitlerin birbirini doğrulayan ifadeleri gibi unsurlarıyla örgütlü bir aklın ürünü.

CHP yönetimi bugün görmezden geliyor olabilir. Ama belgeler aynı şeyi söylüyor: İBB'nin

tepesinde yıllardır kanuna değil sadakate, şeffaflığa değil gizliliğe, millete değil dar bir e kibe hizmet eden paralel bir mekanizma çalışmış. Türkiye böyle bir gölge yapıyı kaldıramaz. Türkiye'nin en büyük şehri, 16 milyon insanın kaderi, bir avuç adamın karanlık pazarlıklarına, gizli toplantılarına, kaybolan kayıtlarına, offline bilgisayarlarına teslim edilemez.

Siyaset meşru zeminde yapılır. Rekabet, hukuk içinde olur. Belediyeler millete hizmet için vardır. Ama birileri belediyeyi bir örtülü karargâha, bir gizli örgüte, bir gölge yapıya dönüştürdüyse... Bu ülkenin yargısı bunu görmezden gelemez. Bu millet bunu unutmaz. Bu dosya kapanmaz.

5. NEBİ MİŞ/ SDG/PYD için bahane kalmadı, zaman daralıyor

Yeni Suriye yönetimi ile SDG (YPGPYD) arasında 10 Mart'ta sekiz maddelik bir anlaşma

imzalandı. Bu sekiz madde arasında SDG'nin en önemli yükümlülüğü, "tüm sivil ve askeri kurumların, Suriye devletinin yönetim yapısına entegre edilmesi; sınır kapıları, havaalanları ile petrol ve gaz s ahalarının devlet kontrolüne" geçmesiydi. Anlaşmada mutabık kalınan hususlarla ilgili süreç yıl sonuna kadar tamamlanacaktı.

Yeni yönetim, kendi sorumlulukları ile ilgili üzerine düşeni büyük oranda yapmaya çalıştı.

Kapsayıcılık, haklar, kimlik temelli talepler, güvenlik inşası gibi konularda yapıcı ve pozitif bir tavır sergiledi. Koşulların da zorlamasıyla oldukça iyi niyetli davrandı.

Ancak SDG, anlaşmanın şartlarını yerine getirmede direnç gösterdi. Şam'ın tam egemenliğine girmek istemedi. İstikrarsızlık beklentisi ile geciktirme stratejisi izledi. Sürekli bahane üretti. İsrail'e sırtını dayadı. İsrail'in istikrarsızlaştırıcı saldırılarını devam ettirmesiyle, elinin güçlendiğini düşündü. Mutabakatın gereklerini yapmak yerine, yeni maksimalist taleplerde bulundu.

Şimdi gelinen süreçte; Şara Beyaz Saray'da ağırlandı. Washington'un jeopolitik müttefiki olarak lanse edildi. Trump, Suriye'nin istikrarının devamından yana olduğunu açıkça ve güçlü ifadelerle bir kez daha vurguladı. Şara, terör listesinden çıkarıldı. Suriye'ye yönelik devam eden Sezar yaptırımları altı aylık bir süre için donduruldu. Bundan sonra, yönetimin tutumuna ve İsrail ile ilişkilerin seyrine göre Kongre'den kaldırma kararı çıkabilir. Ya da belirli periyotlarla dondurma seçeneği sürekli uzat ılacaktır. Yine en önemli gelişmelerden biri, Suriye DEAŞ'la mücadelede uluslararası koalisyona katıldı.

Washington'daki görüşmelerin önemli bir kısmına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın katılması,

ABD'nin Suriye dosyasını Türkiye ile eşgüdüm içinde yürütme niyetinin de bir kez daha güçlü bir şekilde teyidiydi.

Tüm bunlara ek olarak Irak seçimlerinden istikrarın devamı çıktı. Başbakan Sudani'nin ittifakı seçimden birinci çıktı. Hükümet beklenenden daha hızlı kurulabilir.

Bundan sonrası için; SDG/YPG'nin eli bir ay öncesine göre daha zayıfladı. Çünkü, Şara yönetiminin güç kaybedeceği, istikrarsızlık ve yeniden çatışmalara dönme beklentisi gerçekleşmedi. DEAŞ kozu elinden alındı. Yeni yönetim, beklenenden çok daha hızlı bir şekilde, Batılı ülkelerle ilişkileri derinleştirdi.

SDG'nin kontrol ettiği alanlar, hükümetin kontrol ettiği bölgelere göre toparlanmada daha geride kaldı. Elektrik gibi önemli ihtiyaçlar, hükümetin kontrol ettiği şehirlerde daha iyiye gitmeye başladı.

Dolayısıyla da SDG'ye içerden tepkiler ve gösteriler giderek artıyor.

Washington görüşmesinin ardından, SDG/PYD bölgesinin Şam yönetimine entegrasyon baskısı daha da artacak. Sahadaki gelişmeleri bahane ederek müzakereleri uzatmasına tolerans gösterilmeyecek.

ABD, Suriye ve Türkiye 10 Mart mutaba katının gerçekleşmesi için ortak bir mekanizmayı işleteceklerdir. Sürecin tamamı yıl sonuna kadar sonlanmasa bile, özellikle sınır kapıları, havaalanları ve petrol ve gaz sahalarının devletin kontrolüne geçiş sürecinin hemen başlatılması istenecektir. Yani SDG'nin, Şam'ın egemenliğini kabul ettiğini uygulamalarla bir an önce göstermesi için baskı artacak. Silahlı grupların entegrasyonu için bir müddet daha ayrıntılar müzakere edilecektir.

SDG'nin yeni bahanesi, kendi içindeki farklı grupların itirazı ve bu şartları uygulamaya yanaşmaması olacaktır. Hatta, PKK'nın silah bırakmasına ve Suriye ordusuna entegrasyona karşı çıkan Bahoz Erdal ve Sipan Hamo grubu süreci sabote eden eylemler yapacaktır. SDG de bu eylemleri bahanesine dayanak yapacaktır.

Türkiye ve Suriye yeni yönetimi şu ana kadar tüm süreçleri iyi niyetle işletti. Tolerans eşiği kapandı. Artık mutabakata uyulmaz ise çözüm başka yollardan denenecektir.

6. MELİH ALTINOK/ Epstein sopası Trump’ın sırtında

Kongre'de belgelerin yayınlanmasıyla dünden beri yeniden ABD'nin ve dünyanın birinci gündemi olan Epstein skandalına dair resmi soruşturma 2005 yılında başladı.

Uzun yıllar örtbas edilen süreç, 2019 yılında Trump'ın ilk başkanlık döneminde raftan indirildi. Epstein tutuklandı. Ne var ki olağanüstü güvenlik tedbirlerinin olduğu hapishanede intihar ett iği açıklandı.

Trump'ın koltuğu Demokratlara devrettiği 2020'den itibaren de mevzu soğutuldu. Konu Trump'ın yeniden başkanlığa aday olduğu 2024 yılındaki kampanya sürecinde tekrar tartışılmaya başlandı. Hem Trump hem JD Vance gibi ekibinden isimler defalar ca Kennedy suikastı ve 11 Eylül'ün gizli dosyalarıyla birlikte Epstein'in müşteri listesinin de kamuoyuna açıklanması gerektiğini söylediler.

Trump başkan seçildikten sonra bu muammalarla ilgili birtakım ifşalar yapılsa da kimse tatmin olmadı. Seçim öncesi cesurca şeffaflık vaat eden Trump, artık bu işlerin boyunu aştığından bahseder olmuştu.

Derken MAGA ittifakın en popüler müttefiklerinden Elon Musk, Trump'la arasının bozulmasının ardından Başkan'ın da Epstein'in müşteri listesinde olduğunu iddia eden bir tweet attı. Ardından söz konusu tweet'ini sildi ama Trump o gün bugündür Eps tein yumağına dolaşmış durumda. Bugüne kadar skandala Clinton gibi başkanların adı geçtiği için mesafeli duran Demokratların kontrolündeki merkez medya, dört koldan tartışmayı alevlendiriyor.

Ne var ki imaların ötesinde henüz Trump'la ilgili somut bir kanıt ortaya koyabilmiş değiller.

Bugüne kadar ortaya çıkan tek somut gerçek ise Epstein'in bir MOSSAD operasyonu olduğu. Ve Tel Aviv'in Washington üzerindeki tahakkümünü bu şantaj m ekanizması üzerinden sağladığı.

Peki, Trump şeffaflık vaadini tutup neden restini çekmiyor?

Sebebi, seçilmeden birkaç ay önce kulağından yediği mermiyi sıktıranların tehlikeli adamlar olduğunu idrak etmesi mi?

Geçtiğimiz gün İsrail Cumhurbaşkanı Herzog'dan "Bibi" diye hitap ettiği Netanyahu'nun suçlarının affedilmesini talep ettiğine bakılırsa öyle. Ancak dünyanın FETÖ'süne elini verirse kolunu da kaptıracağını en iyi bilen de yine kendisi.

BÜYÜK BİR TEHLİKE BERTARAF EDİLDİ, RAHATLAYABİLİRSİNİZ!

"Maltepe ilçesinde 10 Kasım günü saat 09.05'te sirenlerin çaldığı esnada çalıştıkları inşaatta halay çektikleri tespit edilen iki işçi, polis ekiplerinin düzenlediği operasyon sonrası gözaltına alındı."

7. AYDIN ÜNAL/ Kemal Tahir’i hatırlamak

Kemal Tahir, romanlarıyla edebiyatımızın zirve ismi olmasının yanında fikirleriyle de iz bırakmıştı.

Hayatı, yakın tarihimize olduğu ka dar bugünümüze de ışık tutuyor.

Kemal Tahir 1910 yılında İstanbul’da doğdu. 1932- 1938 yılları arasında gazetecilik, musahhihlik, çevirmenlik gibi işler yaptı. Tan Gazetesi yazı işleri müdürü iken Nazım Hikmet ve Mustafa

Börklüce ile tanıştı. 15 Haziran 1938’de, bahriye çavuşu olan kardeşi Nuri Tahir üzerinden ordu mensuplarına Sabahattin Ali’nin hikâye kitaplarını dağıttığı gerekçesiyle Nazım Hikmet’le birlikte tutuklandı, 15 yıl hapse mahkûm edildi. İstanbul, Çankırı, Malatya ve Çorum hapishanelerinde 13 yıl yattıktan sonra Demokrat Parti affıyla hapisten çıktı. Kimse iş vermedi, yazılarını yayınlamadı, arkadaşları terk ettiler, çok sefil günler yaşadı. İlk eşi Fatma İrfan, o hapisteyken boşanmıştı; yeni eşi Semiha Hanım’ın küçük terzilik işleriyle ve çeviri yaparak geçimlerini kıt kanaat sağlıyorlardı.

1955 yılında ilk eserleri “Göl İnsanları” ve “Sağırdere” yayınlandı. Romanları çok ilgi gördü, edebiyat dünyasında artık bir Kemal Tahir fırtınası esiyordu. 1969 yılında bir şaheser olarak “Devlet

Ana” romanını yayınladı; ardından K urt Kanunu ve Yol Ayrımı geldi.

Sağcılar Kemal Tahir’e so lcu olduğu için mesafeliydiler.

Solcular ise, ayakları vatan topraklarına sapasağlam bastığı, yerli, Türk tipi, Asya tipi bir sosyalizmi savunduğu için Kemal Tahir’i dışlıyorlardı. Yaşar Kemal’in eşkıyalığı yücelten “İnce Memed”ine

karşı yazdığı “Rahmet Yolları Kesti” ve “kerim devlet” anlayışını en güzel şekilde anlatan “Devlet Ana” romanları üzerinden onu devletçi, milliyet çi hat ta faşist olarak suçluyorlardı.

1960 sonrasında yekvücut olan sol ve Kemalizm ise Kemal Tahir’i esaslı rejim eleştirilerinden dolayı hedefe aldı. 1934 yılında eski eşi Fatma İrfan’a gönderdiği mektubuna Mustafa Kemal’in fotoğrafını iliştirmiş, “Bir d e Büyük Adamın fotoğrafını gönderiyorum. Kolay yenilmemek isteyenler bu yaratıcıya sık sık bakmalıdırlar. Biz Mustafa Kemal’in bu resminden birer tane ceplerimizde taşıyoruz. Seni de mahrum etmek istemedim” diye yazmıştı. Mustafa Kemal ile;

Atatürk’ü, Kema lizm’i, “Sarı Paşa”yı birbirinden keskin şekilde ayırıyordu. Hilafetin kaldırılmasına, Türk harflerinin Latin harfleriyle değiştirilmesine, radikal Batılılaşma adımlarına,

Köy Enstitülerine karşıydı; Osmanlı’nın çökmediğini, halen çökmekte olduğunu savunuyordu.

Kendisine yönelik acımasız eleştirilere “Şimdiye kadar beni, ortaokul seviyesindeki düşüncelere, fikirlere çekmek istediklerinden polemiğe girmedim. Ayrıca bu yazıları yazanların fikir düzeyi, bizim 1930’larda öğrenip, inanıp sonra yanlışlıklarını an layarak bıraktığımız çürük -çarık, derme -çatma, herhangi bir düşünce sisteminden uzak haldedir” diye cevap veriyordu.

Kemal Tahir 1968 yılında Yunus Nadi Roman ödülünü aldığında Oktay Akbal memnuniyetsizliğini ifade etmiş, “Ben Mustafa Kemal’e şu ya da bu y oldan bir şey atılmasından hoşlanmam” demişti.

Nadir Nadi, Kemal Tahir’i, “Rıza Nur, Kazım Karabekir tipi Atatürk düşmanlarının” etkisi altında olmakla itham etmiş, Kurt Kanunu romanı için “Atatürk’ü küçük düşürücü” ifadesini kullanmıştı. Cemal Süreya, Pap irüs Dergisi’nde Vedat Günyol’a karşı Kemal Tahir’i savunarak, “Suç mu

Atatürkçü olmamak” deyince Hasan Pulur Milliyet’teki köşesinde “Evet, Atatürkçü Olmamak Suçtur” başlığıyla zehir zemberek bir yazı yazmıştı: “Söyle Cemal Süreya! Atatürk devriminin yetiştirdiği Cemal Süreya!.. Söyle ve kus! Söyle ve kus ki, o kutsal Atatürkçülükten sen ve senin gibilere bir şey kalmasın!”

Kemal Tahir’in, tüm bu saldırılara cevabı nettir: “Ben, Anadolu halkının yazarıyım. Bu halk, kimilerinin sandığı gibi bir yabancı impa ratorluğun, zorla köle edilmiş ve zorla çalıştırılmış bir köle halkı değildir. Dünyanın en büyük imparatorluğunu kurmuş, bu imparatorluğu kökleştirip geliştirmiş, en az altı yüzyıl kanıyla, canıyla, aklıyla, malıyla savunup yaşatmış kahraman ve soylu bir h alktır. Bu özelliğiyle çok, pek çok paşa görmüştür. Bunların iyisini de, kötüsünü de pek çok görmüştür. Hiçbir paşa, ne yapmış olursa olsun, bu halka Allah olacak, Allah tanıtılacak güç sayılamaz. Ancak ödevini yapmıştır. Buna karşılık biz ona ne kadar şan ve şeref vermişsek o kadar da eleştirmek hakkı kazanmışızdır. Şan ve şeref verirken miskalle tartmamışsak, eleştirirken de, miskalle tartmak zorunda değiliz. Hele kalemimizi, herhangi bir hesapla, ürkerek kullanacak değiliz.”

23 Nisan 1973’te Mehmet Barlas, Kemal Tahir’i evine yemeğe davet eder; Mete Tunçay da gelecektir. Kemal Tahir istemez ama yönetmen Halit Refiğ gitmesi için ikna eder. Eşi Semiha Hanım’la gittiği davette Mete Tunçay’la birlikte İsmail Cem, Ali Sirmen gibi isimler de vardır. Bu asil, öz gün, yerli, edebiyat fırtınası isme, büyük bir kompleks ve kıskançlıkla, acımasızca yüklenirler. Kitaplarının toplatılması gerektiğini bile söylerler. 13 yıl hapishanelerde en kötü şartlarda yattığı için akciğer kanseri olan ve tek akciğerle yaşayan Kemal Tahir o davette fenalaşır; üzgün, kırgın evine döner ve sabah 05.30’da “Yorgun S avaşçı” hayata gözlerini yumar.

Yıl 2025: Cephede değişen bir şey yok. Kültür, sanat, edebiyat, düşünce dünyamıza çöreklenmiş ve adeta Resmî Gazete ile memuriyete atanmış gibi imtiyazlı, teşvikli çeteler kendilerini tekrar tekrar üretiyor; çizginin, çerçevenin, kalıbın dışına çıkan, biraz farklı düşünen, soran, sorgulayan herkesi

susturmak, boğmak, ezmek, silm ek için güç birliği yapıyorlar.

Kemal Tahir’i öldürdüler ama eserleri hayatta; katilleri unutulur, o eserler yaşayacak.

8. YAHYA BOSTAN/ Beyaz Saray notları: Askerler de o mutabakata uyacak

Türkiye için bir yönüyle can yakıcı bir haftayı geride bırakıyoruz. Azerbaycan’dan memlekete dönen askeri uçağın düşmesiyle 20 askerimiz şehit oldu. Tarifsiz bir acıdır. Allah hepsine rahmet etsin, yakınlarına sabır versin.

Bölge hassastır. Jeo -politik ger ilim yüksektir. Daha önce mücavir alanda bir Azerbaycan yolcu uçağı düşürülmüş, İran Cumhurbaşkanı Reisi’yi taşıyan helikopter de “kaza kırıma” uğramıştır. Bu yaşananlar hafızalarda tazeliğini koruduğu için olayla ilgili çeşitli şüphe ve spekülasyonlar hız lı bir şekilde dolaşıma girmiştir. Ancak bu şüpheleri haklı çıkaracak herhangi bir bulgu/kanıta henüz ulaşılamamıştır. Uçağın kara kutusu bulunmuş, inceleme başlamıştır. Yaşanan olayın sebebi yakında anlaşılır. Bu elim olayın iletişimini en başından bu yan a şeffaf bir şekilde yürüten Milli Savunma

Bakanlığı’nın açıklamalarını yakından takip etmekte fayda var. Bilhassa sosyal medyada, daha çok etkileşim uğruna dezenformasyon üreten hesap ve kişilere karşı duyarlı olmak gerekir.

FİDAN NEDEN “DENK GELDİ” DEDİ

Bu hafta bölgenin istikrarı için önemli gelişmeler de yaşandı. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmet Şara, Beyaz Saray’da ABD Başkanı Trump ile bir araya geldi. Oldukça önemlidir.

Görüşmelerin bir bölümünde masaya Dışişleri Bakanı Hakan Fidan da oturmuştur (Fidan daha sonra ABD Başkan Yardımcısı Vance, Dışişleri Bakanı Rubio, Özel Temsilci Barrack ve Suriye Dışişleri

Bakanı Şeybani ile uzun süren bir toplantı yaptı). Fidan konuyla ilgili açıklamasında “Bugün benim Beyaz Saray’daki varlığım, Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın ziyaretiyle aslında denk gelmiş oldu” dedi. Bu mütevazı bir açıklamadır. Fidan’ın o toplantı için ABD’ye gittiği bellidir. Ancak Ankara, Suriye konusuyla ilgilenen -başta Körfez olmak üzere- diğer ülkeleri “küstürmemek” için oynadığı etkin rolün görünürlük düzeyini düşürmektedir.

TÜRKİYE -ABD- SURİYE MUTABAKATINDA NE VAR?

Biliyorsunuz… Trump, “Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde” demişti. İsrail, Washington’ın Suriye dosyasını Ankara ile çalışmasından rahatsızdı. O dosyayı almak için çok uğraştıla r. Sahada askeri yayılım göstererek emrivaki yaratmaya çalıştılar. Ancak… Türk Dışişleri Bakanı’nın, Beyaz Saray’daki çok önemli Suriye toplantısına “davet edilmesi”, Suriye dosyasının artık Ankara’nın elinde tutkallaştığını gösterir.

Türkiye -ABD- Suriye so mut uzlaşması; Bir. Suriye’nin toprak bütünlüğünün sağlanması, İki. SDG’nin -ülkenin toprak bütünlüğünü esas alan bir formülle - Şam’a entegre olması, bunun yıl sonuna kadar gerçekleştirilmesi, Üç. Ülkede her türlü terör örgütüyle mücadele edilmesi, Dört. Ülkeye uygulanan yaptırımların kaldırılması, yatırımların gerçekleştirilmesi, Beş. Suriye -İsrail ihtilafının çözülmesi şeklinde tezahür edecektir.

EL HOL KAMPI BİRAZ DAHA BEKLEYECEK

Geçtiğimiz hafta yazmıştık. Suriye’nin, DEAŞ’a karşı koalisyonun parçası ol ması, SDG’nin

elindeki son kozun alınacağı anlamına gelir. Beyaz Saray’daki görüşmede bu yönde imzalar atılmıştır. DEAŞ dosyası SDG’den Şam’a geçmiştir. SDG’nin eli zayıflamıştır. Süreci yanlış okumuyorsam hızlı entegrasyondan başka seçenekleri kalmamıştır . Muhtemelen, entegrasyon süreci tamamlandığında Şam yönetimi SDG unsurlarını bu kapsamda kullanmaya devam edecektir.

DEAŞ’lı tutuklular ile aile yakınlarının kaldığı El Hol kampının ne olacağı da önemlidir. Bu dosya taraflarca uzun bir süredir ele alınıyo rdu. Suriye, SDG’nin elindeki kozu almak için kampın yönetimini üstlenmek istiyordu. Şu anda dikkat edilen konu, SDG’nin orada bir saatli bomba bırakmamasıdır. El Hol kampı açık bir cezaevi gibidir. Orada hem DEAŞ’lılar hem de suça karışmamış DEAŞ’lı yakın ları, kadınlar, çocuklar tutuluyor. SDG bir terör örgütüdür. Uluslararası hukuk karşısında bir sorumluluğu yoktur. Ancak Suriye bir devlettir. Uymak zorunda olduğu kurallar vardır. O kampı devraldığında orada kadın ve çocukların değil, sadece, hüküm giymiş

DEAŞ’lıların kalması gerekir. Bu kapsamda, üçüncü ülkeler, vatandaşı olan DEAŞ’lıları ve

yakınlarını geri almalıdır.

CENTCOM DA DÜMEN KIRIYOR

Türkiye, ABD ve Suriyeli yetkililer arasındaki mutabakatın sahaya yansıması, ABD ordusunun, yani CENTCOM’un alaca ğı tutuma bağlıydı. CENTCOM’un uzun bir süre SDG’ye kol kanat gerdiğini, Trump ilk döneminde Suriye’den çekilme kararı alsa da bunu uygulamadığını biliyoruz. Ancak CENTCOM’un yeni atanan komutanı Cooper ve Şara’nın basketbol oynadığı o görüntülerden de anl aşılacağı gibi… CENTCOM da Suriye’de pozisyon değiştiriyor. Beyaz

Saray’da yapılan toplantıların ardından, CENTCOM’un bu mutabakatın gereklerini artık geciktirmeden yerine getireceğini söyleyebiliriz. Yani, bu mutabakata artık Amerikan ordusu da uyacaktır. Bu, Beyaz Saray toplantısının en önemli sonuçlarından biridir.

Şu ana kadar yazdıklarımız analizdir. Şunlar ise tahmin: Bir. Beyaz Saray uzlaşmasının yansımalarını yakında Türkiye -Suriye güvenlik anlaşması bağlamında (Suriye’nin kuzeyinden doğusuna kadar geniş bir bölgede) görebiliriz. İki. Bölgedeki varlığını azaltmaya çalışan ABD yine İsrail’e takılmıştır. Washington, Suriye’deki üs sayısını 9’dan bire indirecekti. Ancak “İsrail’in güvenliği” nedeniyle Şam civarında yeni bir üs açmak istedikleri uluslara rası medyada konuşuluyor. Bunun bir dedikodu olmadığını düşünüyorum.

9. ATİLLA YAYLA/ Furkan Bölükbaşı'nın suçu ne?

Furkan Bölükbaşı bir sosyal medya paylaşımında Erdoğan'a Kemalistlerle iyi geçinmeye yönelik çabaların işe yaramayabileceğini söyledi. Menderes'in de bu tür şeyler yaptığını ama idam edilmekten kurtulamadığını hatırlattı. Aynı şeyin Erdoğan’ın başına gelmemesini diledi. Bunun üzerine, TCK madde 310’dan (Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı kapsamında) tutuklandı.

Bölükbaşı’nın hatırlatması tarihîbir gerçeği yansıtmakta. Menderes ve partisi, mesela, CHP'nin M. Kemal'i kendilerine karşı bir silah olarak kullanmasını önlemek için 5816 sayılı kanunu çıkardı. Bu kanun hukukun üstünlüğüne, hak ve özgürlükleri teminat altına alan anayasal yönetim geleneğine aykırıydı. Her şeyden önce kanunların genelliği ilkesini ihlal etmekteydi, çünkü tek bir şahsiyeti korumaya yönelikti . Hukuk devletinde ise kanunlar geneldir, herkesi kapsar, bir kişiye mahsus olamaz. İnsanların hakaretlere karşı korunması da özel düzenlemelerle değil genel kanunlarla yapılır. Aksi takdirde, diğer mahzurları yanında, ifade özgürlüğünün çiğnenmesine ciddi biçimde zemin hazırlanmış olur. Nitekim bugün M. Kemal ve icraatları hakkında yapılacak tüm eleştirel değerlendirmeler bu kanunun tehdidi altındadır!

Bu kanunu çıkarmış olmasına rağmen Kemalist tayfa Menderes’i M. Kemal'in çizgisinden ayrılmakla suçladı. Darbe yaparak devirdi.Tabii hâkim ilkesine aykırı şekilde, düzmece mahkemelerde, uydurma suçlarla yargıladı. İdama mahkûm etti. Çıkarılmasında DP başı çekti ama bugün bu kanunu asıl sahiplenen CHP ve Kemalistlerdir. Oysa demokrasiye, hukuk devletine ve ifade özgürlüğüne inanmış bir CHP’nin bu kanunun iptalini istemesi ve buna yönelik süreçte başı çekiyor olması gerekirdi; çünkü CHP dışında kim bunu yaparsa yapsın büyük bir saldırı dalgasıyla ve çeşitli suçlamalarla karşılaşması kaçınılmazdır. ..

Erdoğan'ın K emalist olduğu söylenemez. Erdoğan resmîgünlerdeki M. Kemal’i anma ve yüceltme ritüellerine mecburen katılmakta, çünkü Kemalizm Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî ideolojisi. Partisinden kimileri ileri gidip bu bakımdan CHP’yi sollamaya çalışıyor olsa da durum bu.

Bahçeli'nin de CHP’li Kemalistler anlamında Kemalist olmadığı ve M. Kemal'e bakışının daha makul ve mutedil olduğu öne sürülebilir. Bahçeli, zaman zaman sarf ettiği abartılı sözlere rağmen,

CHP gibi, M. Kemal’in tarihimizin başlangıcı ve sonu olduğunu kabul etmemekte.Onu tarihimizdeki büyük şahsiyetlerden biri olarak görmekte. Her şeyde ondan bir iz bulmamakta. Ancak, MHP’deki herkesin aynı çizgide olmadığının, bazı MHP mensuplarıyla tipik Kemalistler arasında bu bakımdan bir fark bulunmadığını n farkında olmakta fayda var...

Unutmayalım ki CHP siyaseti nefrete dayanıyor. Zamanımıza takılıp kalanlar bu nefretin sadece Erdoğan’a yönelik olduğunu zannedebilir. Oysa CHP kendisinden olmayan herkesten ve yörüngesinde hareket etmeyen her siyasi partiden tiksini r. Onları meşru siyasi aktörler olarak görmez. Yukarda da işaret edildiği üzere, CHP çizgisi Menderes’ten nefret etti. Ona alçakça bir darbe yapılmasına alkış tuttu. Aynı duygu ve düşünceleri Demirel’e karşı da besledi. Özal da CHP nefretinden nasibini ald ı. Bugün Kemalistlerin ve CHP’nin nefretinin ana objesi Erdoğan. Allah korusun, Erdoğan bir Kemalist darbeye maruz kalsa ve Menderes’in akıbetine uğratılmak istense, CHP ve Kemalistler, eminim, çok sevinecek, alkış tutacak, darbeyi, darbecileri ve yapacakl arı her şeyi destekleyecektir...

Bölükbaşı, mesajında Erdoğan’a yönelik bir tehditte bulunmamış, bir tarihîgerçeğe dikkat çekmiş, muhtemel bir tehlikeyi hatırlatmış. Bu yüzden, Bölükbaşı’nın Erdoğan’ı tehdit etme suçu işlediği iddiasıyla tutuklanması akla, mantığa, hakikate aykırı ve maddi temellerden mahrum bir işlemdir. Bu işlem, açık bir ifade özgürlüğü ihlali teşkil etmektedir. Ayrıca, Bölükbaşı’nın tutuklu yargılanması muhtemelen beraat edeceği bir suçlamadan dolayı bir anlamda ve bir ölçüde cezalan dırılması anlamına gelmektedir. Furkan Bölükbaşı, ne yazık ki, haksız ve gereksiz yere tutuklanmış görünüyor.

10. MUSTAFA KARTOĞLU/ Evinde deprem var, komşuda çatlak arıyorsun

AK Parti -MHP Cumhur İttifakı'nda 'çatlak', Cumhurbaşkanı Erdoğan ile MHP lideri Bahçeli

arasında 'anlaşmazlık' söylentilerinin aslında 'muhalefetin umudu' olduğu bir kez daha anlaşıldı.

Fakat bu bir son değil!

Biraz zaman geçecek, yine ve yeniden umutlar söylentiye, söylentiler iddiaya, iddialar habere dönüşecek...

Dikkatimi çeken, bu sadece muhalefetin 'umudu' değil.

Türkiye'nin iç politikasını kendi dış politikası olarak gören Avrupa ülkeleri de aynı umuda sahip.

İronik olan, Türkiye'de iktidara karşı olan parti veya çevre veya kişi, kim varsa, Avrupa' da

iktidarlardan destek alıyor!

Ve nihayetinde onların 'umudunu' iç politikaya taşıyorlar

20 Seçim öncesi ABD ve Avrupa başkentlerinde görüntü veriyorlar, başlarını sıkıntıya soktuklarında

"Bizi yalnız bıraktınız" diye A vrupa başkentlerine ağlıyorlar.

Ama 'anti -emperyalist'ler!..

Nasıl oluyor diye sormayın, burada oluyor! O yüzden, Tür kiye'de muhalefeti takip ederken 'dışarıya' bakmak aydınlatıcı oluyor. Türkiye'yi otoriterleşmekle suçlayan ABD'nin ba şkanı kendini 'kral' ilan etti!

Türkiye'de, eylemleri 'terör örgütünün siyasi uzantısı' olduğu gerekçesiyle siyasetçilerin yargılanmasını eleştiren Avrupa'da aynı gerekçeyle siyasi partiler k apatıldı, liderleri tutuklandı.

Türkiye'de canlı yayında darbe yapanların yargılanmasını eleştiren Avrupa'da 'darbe niyetleri vardı' diye bir grup av tüfekli ihtiyar heyeti tutuklandı.

Türkiye'de siyaset çiler yolsuzluk operasyonlarında sabaha karşı evlerinden alınıyor diye raporlar yazan Avrupa Parlamentosu'nun üyeleri yolsuzluktan sabaha karşı ev b askınıyla gözaltına alındı.

Türkiye ve Rusya Avrupa'daki seçimlere müdahale ediyor diye yaygara koparan ülke ler, Romanya ve Macaristan seçimlerine müdahalede ellerind en geleni artlarına koymadılar.

Daha çok sıralayabilirim...

Nihayet, Türkiye'de iktidar bloğunda (Cumhur İttifakı) çatlak umuduyla sevinen Avrupa Birliği, kendi üye ülkelerinin ayrı telden çalmasına , kimilerinin Rus yanlısı olmasına, AB'yi salt para kaynağı ola rak görmesine ağlamaya başladı. Türkiye' deki distribütörleri de öyle... CHP, Kemalciler ve Ekremciler diye bölünmüş; Kemal Bey dükkanı kapatmış, Ekremciler yıkılan 'sistem' enkazı altında kalma mak için kaçışmaya başlamış; 'Özgür Özel de lider oldu'cular ortaya çıkmış; CHP içindeki İyi Parti'liler evlerine dönmenin arayışında, seçm enleri dönmeye başlamış... Ama Cum hur İttifakı'nda çatlak varmış! Fıkra olsa gülünmez... Ama gerçek ve acı acı gülümsetiyor... Gerçekte, ne CHP seçmeninin ne bugünkü CHP yönetiminin ne de destekçileri yabancı iktidarların, İmamoğlu ve onun belirlediği CHP yönetiminin, CHP'li belediye başkanlarının bir siyasi başarı ortaya koyacakları beklentisi yoktu.

Tek beklentil eri, hızlı bir organizasyonla CHP üzerinden İmamoğlu'nun cumhurbaşka nlığını oldubittiye getirmekti. Çünkü malzeme niteliksizdi, çürümeye müsaitti, beklemeye gelmezdi.Gelmedi de.

Yönetimde başarısızlık, 'iktidar engelliyor' propa gandasıyla örtülmeye çalışıl dı. Çürüme fark edilince, erken cumhurba şkanı adayı olarak ilan edildi. Bir 'CHP seçim anlayışı' olarak, 'ilandan sonra' sandıklar kuruldu, ilan edilmiş aday, CHP seçmenine cumhurbaşkanı adayı 'seçtirildi'!..

Çürümenin üstü örtülecek, üzerine gidilirse 'cumhurbaşkanı adayı olduğu için bunlar yapılıyor' denilecekti. Denildi, deniliyor da...

Ama mızrağın çuvala sığmama gibi bir özelliği var. Daha önemlisi, Türkiye'de 'oldubitti' ile sonuç alma hesabı baştan 'yanlış hesap'tı.

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın her biri diğerinden farklı darbe girişimlerini püskürtmüş, vesayet baskılarını kırmış, hepsinin üzerine defalarca milletin onayını almış bir lider siyasetçi olarak kabiliyetlerini ve Türkiye'ye kazandırdığı dem okratik direnci hesaplamadılar.

El yumruğu yeme yen, kendininkini balyoz sanır. Mühendislikte hesap kadar malzeme bilimi de önemlidir. Çatlak arıyorsanız, 'milli beka' ile birleşmiş masif yapılarda değil, kişisel çıkar bandıyla yapıştırılmış, farklı ve dış etkilere açık parçalardan oluşan yapılarda aram alısınız.

11. MEHMET ALACA/ Irak’ta seçimleri istikrar kazandı, İran ise kaybetmedi

Orta Doğu’da yeni bölgesel jeopolitiğin etkileri yayı lırken ve İran ile İsrail arasındaki çatışmanın ikinci raundu beklenirken, Irak Şii gruplar arasındaki çekişme ile istikrar arayışı ikileminde sandık başına gitti. Etnik ve mezhepsel çerçevede işleyen siyasetin belirleyici olduğu ülkede, seçim sonuçları Şi iler, Sünniler, Kürtler ve Türkmenler açısından oldukça parçalı ve tartışmalara gebe bir resim doğururken katılım oranlarındaki dikkat çekici artış toplumun hükümetten beklentilerine dair ipucu veriyor. Ancak seçim sonuçları veya katılımın artışı hükümet kurma sürecinin beklendiği gibi işleyeceği veya seçmenin beklentilerine cevap vereceği anlamına gelmiyor.

İSTİKRARA RAĞMEN SANDIĞA GÜVEN AZ

11 Kasım’da düzenlenen seçimler, ABD’nin 2003’teki işgalinden bu yana düzenlenen altıncı

parlamento seçimleri. Irak’t a seçimler dikkate alındığında sandığa ilginin belirgin bir şekilde giderek azaldığı açıkça gözlemleniyordu. Ancak 2021 seçimlerinde yüzde 41 olan katılımın son seçimlerde yüzde 56’ya çıkması, düşüş trendinin süreceği yönündeki tahminleri önemli oranda boşa çıkardı. Bu nedenle seçimin sosyolojisine dair bir değerlendirme yapmak yerinde olur.

ABD’nin işgali sonrasında anayasal bir kural olmasa da siyasi teamül gereği cumhurbaşkanlığını Kürtler, parlamento başkanlığını Sünniler, başbakanlığı ise Şiiler alıyor. Yani karar verici mekanizmanın başında Şiiler bulunuyor. Ancak Şii toplumun yöneticile re güveni oldukça düşük. Dünyanın en büyük beşinci petrol üreticisi olmasına rağmen Irak'ta halen düzenli elektrik, su ve çöp hizmeti dahi sağlanamaması, yaygın yolsuzluk eleştirileri genç işsizliğin yüzde 40’lara ulaşması gibi faktörler de bu durumda etki li. Bununla birlikte her ne kadar düşüş trendi gösterse de 2003’ten sonar siyasi, askeri ve ekonomik düzeni önemli oranda domine eden İran yanlısı milis ağı ve İran’ın önlenemeyen nüfuzu kayda değer bir gerçeklik. Bu karamsar tabloya rağmen seçimlere katılım oranındaki artışta, 2022’de göreve gelen Başbakan Muhammed Şiya es -Sudani’nin makul siyaseti ve kalkınma /yatırım hamleleri etkili oldu. Seçimlerde aynı yüzlerin yeniden aday gösterilmesi, gençlerin ve eğitimli kitlenin sistemin dışına itilmesi seçmen il e siyasi elitler arasındaki güven sorununu derinleştiriyor. Seçim öncesi Irak’ın önemli araştırma merkezlerinden Bayan Center’ın yayınladığı ankete göre, seçmenlerin yüzde 21,8’i teknokrat ve bağımsızların siyasette varlık göstermesi gerektiğini düşünüyor. Her ne kadar siyasetçi olsa da görev odaklı bir teknokrat gibi faaliyet gösteren Sudani’nin İmar ve Kalkınma Koalisyonu seçimlerin galibi olara k toplumun teveccühünü topladı.

Buna karşın, seçime katılım oranındaki belirgin artış ülkenin demokratik süreçle ri ve toplumun istikrarlı bir siyasete olumlu tepkimesi açısından turnusol olsa da seçimlere katılım oranı normal biçimde işlemiyor. Zira 46 milyondan fazla nüfusa sahip ülkede açıklanan seçmen sayısı yaklaşık 30 milyon. Ancak 21 milyon seçmen oy kullanma hakkına sahip. Çünkü oy kullanmanın ön şartı biyometrik seçmen kartı almak. Neredeyse 9 milyon kişinin seçim kartını almaya dahi gitmemesi siyasete güvensizliğin seviyesi açısından önemli gösterge. 30 milyon seçmenden sadece 12 milyonun sandık başına gitme si gerçek katılımın seviyesini gösteriyor. Katılım oranında belirgin bir artışa ve manipülasyonu minimize etmek için elektronik sandık sistemi kullanılmasına rağmen özellikle gençlerin sonuçlara itimat etmediğini not etmek gerekiyor. Bu güvensizlik hali, siyasetin geleceğinde çığa dönüşmesi beklenen bir fenomen.

İRAN ETKİSİ SORGULANIYOR ANCAK YOK OLMUYOR

Sudani’nin seçim kampanya sürecinde İran yanlısı milis ve siyasi grupların hedef tahtasında olmasına rağmen birinci olması, toplumun Tahran nüfuzuna karşı tepkisinin de göstergesi oldu. Irak uzun yıllardır ABD ile İran arasındaki nüfuz mücadelesinin sahnelerinden biri. Özellikle de ABD ile İsrail’in İran’a ve Irak’taki destekçilerine baskılarının arttığı bir dönemde seçimlere gidilmesi, toplumun tercihin de belirleyici olmuş gözüküyor.

Uluslararası gözlemci olarak seçimleri takip ettiğim ülkede gençler başta olmak üzere görüştüğüm insanların İran nüfuzundan hoşnutsuzluğu dile getirmesi kayda değer bir veri. Yeni bölgesel jeopolitikte ve Irak’ta İran etkisinin sınırlanmaya başlaması, Irak’ın kendisini çok yönlü baskılardan kurtarmasına kapı aralayabilir. Zira karar vericilerin yaygın yolsuzluk, zayıf altyapı ve işsizlikle mücadele etmenin yanı sıra, Washington- Tahran dengesini yönetmek gibi hassas bir görevi bulunuyor. Sudani, Iraklı milislerin İran -İsrail arasındaki çatışmaya girmemesi ve ABD ile İran arasındaki dengeyi korumayı başarması gibi ülkesi adına bölge sel bir dinamizm de geliştirdi.

Ancak seçimlerde İran yanlısı grupların domine ettiği Şii Koordinasyon Çerçevesi bünyesindeki partilerin ivme kaybetmemesi, İran nüfuzunun toplumsal konsolidasyonuna işaret ediyor. Yani İran’ın bu seçimlerin asıl kazananı olmasa da kaybedeni de değil. İran’ın vekil güçleri ve ekonomik ilişkileri aracılığıyla Irak’ta nüfuzunu korumaya çalışacak olması, ABD’nin İran karşıtı siyasetiyle daha sert karşılaşacak. Bu karşılaşmanın Irak’ta hükümet ve topluma doğrudan olumsuz yansıması, halkın İran’a yönelik endişelerini daha da pekiştirecek.

Bunun yanı sıra, 2021 seçimlerinin en fazl a sandalye sayısına sahip olmasına rağmen siyasetten çekilen Irak’ın popüler Şii lideri Mukteda Sadr’ın 2025 seçimleri için de boykot çağrılarının beklenen etkiyi yaratmaması dikkat çekici oldu. Hatta tam tersine katılım oranındaki yükseliş sürpriz niteliğ inde. Bu da özellikle Şii toplumunun yeni nesil siyasi tercihlere yöne lmek arzusunda olduğuna işaret.

SOSYOLOJİK KİMLİKLER DÖNÜŞÜMÜ ZORLAŞTIRIYOR

Seçimler, sadece Şii toplumun değil Sünni ve Kürtlerin de Şii siyasetçilere güvensizliğini gösteriyor. Necef, Kerbela, Vasit, Meysan gibi Şii vilayetler seçime katılımın en düşük olduğu bölgeler olarak öne çıkarken, Anbar ve Ninova gibi Sünni vilayetlerdeki yüksek oranlar Şii siyasete karşı yükselen tutumun ifadesi. Örneğin, Bağdat’ın Şii yoğunluklu Rusafa bölgesi yüzde 41’de kalırken, Sünni yoğunluklu Karkh’ın yüzde 54’e ulaşması benzer motivasyonla açıklanabilir. Yine en yüksek katılımın Erbil ve Duhok’ta olması, Kürtlerin Şii siyasete karşı güçlü olma arzusuyla açıklanabilir.

Şii bir siyasetçi olan Sudani, Sünni bölgelerde de görünür olmaya çalışsa da Irak’ta seçimlerin temel belirleyeni siyasi kimliklerden ziyade sosyolojik kimlikler. Şiiler halen Şii siyasetçilere, Sünniler Sünni siyasetçilere Kürtler ise Kürtlere oy veriyor. Bazı Şii grupların seçmenlerini san dığa yönlendirmek için “Sünniler ve Baas dönüyor” kampanyası yaptığı biliniyor. Necef’te konuştuğum pek çok kişi siyasetçilerin kendilerine, “Bize oy vermezseniz Sünniler kutsal mekanlarınıza gitmenizi ve Erbain yürüyüşlerinizi engelleyecek” söylediğini if ade etti. Bu anlamıyla etnik ve mezhepsel kamplaşma dikkate alındığında seçmen davranışının sosyolojik kimliklerden siyasi kimliklere dönüşmesi kolay görünmüyor.

Bunun dışında seçim sistemindeki yapısal zorluklar nedeniyle asıl seçim sandıklar açıldıktan sonra başlıyor. Zira seçim sonuçları onaylandıktan sonra parlamento, ilk toplantısından itibaren 30 gün içinde üçte iki çoğunlukla bir cumhurbaşkanı seçmek zorunda. Ardından cumhurbaşkanının en büyük Şii blok tarafından belirlenecek başbakanı ataması için 15 günü bulunuyor. Başbakan adayı ise hükümeti kurup güvenoyunu parlamentoya sunması için bir aya sahip. Ancak bu süre rakip gruplar arasındaki pazarlık ve paylaşım düzeni nedeniyle ıskalanıyor. Bir liderin en yüksek oyu alması hüküm eti kuracağı anlamına ge lmiyor.

2021 seçimlerinde Sadr 73 vekille birinci olsa da hükümeti kuramamıştı. 2005’ten bu yana hükümetlerin kurulma ortalaması 203 gün ve 2021 seçimlerinin ardından hükümet 382 günde kuruldu. Partilerin hükümet kurma sürecini geciktirme eğilimi de sadece parlamento süreçlerini etkilemekle kalmıyor aynı zamanda kamuoyunda huzursuzluğu ve güvensizliği de pekiştiriyor. Bu nedenle katılımın yüksek olması siyasete kısa süreli güven şansı verse de yapısal problemler kökleşen sorunlarla birleştiğinden Irak’ta si yaset -toplum ilişkisi olağan seyrinde işleyemiyor. Söz konusu fasit daireden çıkılmadığı sürece siyasal ve toplumsal dönüşümün ufukta belirmesi oldukça zor görünüyor.

Kaynak: GAMZE KARABULUT