1. ABDULKADİR SELVİ/Mahkemeden hangi karar çıkacak
CHP açısından önemli bir gün. Sadece CHP açısından değil, Türk siyaseti açısından da kritik bir gün olacak. Çünkü siyasette taşlar yerinden oynayacak. Dengeler yeniden belirlenecek. O nedenle bugün bütün gözler, Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin vereceği kararda olacak.
ÜÇ İHTİMAL
Üç ihtimal söz konusu.
1-Mahkemenin ertelenmesi Bu ihtimale az prim veriliyor. Ama bana göre yok hükmünde değil. Neden olmasın?
2-Butlan kararı çıkar ama tedbir kararı çıkmaz. Bu Özgür Özel yönetimine mutlak butlan kararını İstinaf’a ve temyize götürme hakkı verir. Mutlak butlanın uygulanması için temyiz kararının sonucu beklenir. Bu durumda karar etkili olmaz. Kadük olabilir. Bu da bir ihtimal olarak değerlendiriliyor.
TEDBİRLİ MUTLAK BUTLAN
3-Üzerinde en fazla durulan, büyük tartışmalara yol açan ise tedbirli mutlak butlan kararının verilmesi. Karar 15’inde çıkar, tedbir kararının gereği Kemal Kılıçdaroğlu’nun yönetime getirilmesi ise 18 Eylül’de resmi bir yazı ile bildirilir deniliyor. En çok satın alınan ihtimal bu.
emal Kılıçdaroğlu’nu göreve getirecek bir karar çıktığı takdirde CHP direnecek. Ben makarna stokladılar, kasa kasa limon aldılar, gaz maskeleri sipariş ettiler demiyorum. Ama en azından 21 Eylül’de yapacakları olağanüstü kurultaya kadar Genel Merkez’de nöbet tutacaklar.
KILIÇDAROĞLU İSTİYOR
Kemal Kılıçdaroğlu ne yapacak? Kılıçdaroğlu böyle bir kararı kabul edecek mi? Bütün göstergeler görevi kabul edeceği yönünde. Çünkü son dönemlerde hukukçu milletvekilleriyle görüşüyor. Peki yatağı yorganı serip CHP Genel Merkezi’nde yatacak mı? Yok. Gürsel Tekin’in yöntemini doğru bulmadığı söyleniyor. Birkaç gün bekleyip, ortam sakinleşince CHP Genel Merkezi’ne geçip yönetimi üstleneceği konuşuluyor. Eğer mutlak butlan kararı çıkar ve Kılıçdaroğlu, CHP’nin başına dönerse ne yapacak? Beklenti kısa bir süre kalmayacağı yönünde. En az bir buçuk yıl CHP’nin başında kalır deniliyor. CHP’nin yolsuzluk ve rüşvet görüntülerine batmasından dolayı rahatsız olduğu söyleniyor. Mahalle delegesinden başlayarak partiyi yenilenme ve arınma sürecine sokmayı hedeflediği konuşuluyor.
OLAĞANÜSTÜ KONGRE İPTAL
Peki Özgür Özel’in söylediği gibi 15’inde gelip, 21’indeki olağanüstü kurultaydan sonra gider mi? 6 günlük bir genel başkanlık süreci yaşanır mı? Kılıçdaroğlu’nun göreve gelince 21 Eylül’deki olağanüstü kurultayı engelleyeceği konuşuluyor. CHP’deki gelişmeler sadece CHP ile sınırlı kalmayacak kadar önemli. Yakın dönem Türk siyasetinin geleceğine yön verecek.
İMAMOĞLU’NUN KÂBUSU
Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına dönmesi demek, Ekrem İmamoğlu açısından kâbus senaryosunun gerçekleşmesi demek. Çünkü bir süre önce Mansur Yavaş, Zeydan Karalar, Vahap Seçer ve Muharrem Erkek’ten oluşan CHP’li belediye başkanlarının ziyaretinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun mutlak butlan kararını kabul edeceğini söylemesi Ekrem İmamoğlu’nu rahatsız etmişti. İmamoğlu, “Burada beni betona gömmek istiyor” demişti.
ÖZGÜR ÖZEL, ‘DİRENECEĞİZ’ DEDİ
Bugünkü mahkeme öncesinde yargıya mesaj vermek üzere düzenlenen CHP’nin Ankara mitingini izledim. Bu tür kritik süreçlerde milleti meydanlarda toplamak genellikle sağ siyasetin tercih ettiği bir yöntemdi. Ama bu kez CHP kullanıyor. Miting kalabalıktı. Tandoğan meydanı dolmuştu. 81 ilden kaldırılan araçlarla 1 milyon hedefi konulmuştu. Kalabalıktı ancak 1 milyon hedefinden uzaktı. Özgür Özel bugün bir ‘mutlak butlan’ kararı çıkarsa ne yapacaklarının işaretini miting meydanında verdi. “CHP kolay lokma değildir. Direneceğiz” dedi. Beklendiği gibi CHP direnecek.
İZLENİMLER
Önce miting meydanına ilişkin izlenimlerimi paylaşmak istiyorum. Miting tam ilan edildiği gibi saat 17.00’de başladı. Özgür Özel’den önce ev sahibi sıfatıyla Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş bir konuşma yaptı. İlgi gördü. Özgür Özel konuşmasında Mansur Yavaş’a özel olarak teşekkür etti. ‘Mansur Yavaş istifa edecek’ diye güvenilir olmayan kanallarda haberler çıkmıştı. Buna karşı bir mesaj verilmiş oldu. Dilek İmamoğlu da kürsüdeydi. Meydandakileri, kalp işareti yaparak selamladı. Mitingin sonunda Özgür Özel, kürsüdekilerle birlikte Türk bayrağını sallayarak şampiyonluk maçına çıkacak olan 12 Dev Adam’a destek verdi. Tabii 12 Dev Adam müziği eşliğinde. 5 Özgür Özel kürsüye saat 17.30’da çıktı. 1 saat 21 dakika konuştu. Kürsünün arkasında “Vesayet değil, siyaset. Kayyuma, darbeye hayır” pankartı açılmıştı. Zaten meydana hâkim binaların üstüne de benzer pankartları açmışlardı.
İMAMOĞLU İLE BAŞLAMADI
“Özgür Özel konuşmalarına Ekrem İmamoğlu ile başlıyor, Ekrem İmamoğlu ile bitiriyor” eleştirileri etkili olmuş ki, Özgür Özel, konuşmasının tamamını Ekrem İmamoğlu’na ayırmadı. CHP Ankara İl Başkanı Ümit Erkal, Ekrem İmamoğlu’nun mesajını okudu. Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu’na geniş yer ayırdı ama konuşmasında ekonomiye de değindi. Çeyrek altın üzerinden dar gelirlilerin durumunu anlatmaya çalıştı.
ÜSLUP SORUNU
Özgür Özel’in bir üslup sorunu var. Bu kez de “İçişleri müsveddesine söylüyorum” diyerek İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya saldırdı. Cumhurbaşkanı’na hakaret et. Dışişleri Bakanı’na hakaret et. Akın Gürlek’e hakaret et. İçişleri Bakanı’na hakaret et. Nereye kadar... Bu hakaret ve tehdit dili hoş değil.
CHP’NİN KEDİSİ
Özgür Bey’in bir de kedi işi var. O kadar sert eleştiriler yapıyor. Belediye başkanlarının cezaevinde olduğunu söylüyor, CHP’nin abluka altına alındığını söylüyor. Direneceğiz diyor. Sonunda, “Kapıda kedimiz şanslı var. Onu da veterinerlik ettiler” demiyor mu, orada kopuyorum. Tandoğan mitinginde de ‘Şanslı’yı unutmadı. İktidara sert eleştiriler yöneltirken bir anda döndü, “Bu iktidar ormanlara da iyi gelmedi. Ormanda yaşayan hayvanlara da iyi gelmedi, sokaktaki yaşayan can dostlara da iyi gelmedi” dedi. Özgür Özel, “Bizim cumhurbaşkanı adayımız Ekrem İmamoğlu’dur” deyince meydan coştu. “Direne direne kazanacağız” sloganları atılmaya başladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi davasının TRT’den canlı yayınlanması önerisini tekrarladı. Meclis açıldığında bu yönde yasa teklifi vereceklerini söyledi. Aydın Büyükşehir Belediye Başkanı Özlem Çerçioğlu’nu boş geçmedi. “Topuklu bilinip tabanları yağlayanlar oldu” diye yüklendi.
ERKEN SEÇİM ÇAĞRISI
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sert ifadelerle yüklendi. Erken seçim çağrısı yaptı. “2 Kasım’da sandığı getir” diye seslendi. “Hodri meydan” dedi. Demirel, ikide bir “Hodri meydan” derdi. Bu kez elini Özgür Özel aldı. İsim vermeden Aziz İhsan Aktaş olayına değindi. Hani Gürsel Tekin’in, “Ben Aziz İhsan Aktaş’ın arkadaşı değilim” diye elini masaya vurduğu, yolsuzlukların kaynağı olarak gösterilen itirafçı iş insanı.
‘KOLAY LOKMA DEĞİLİZ’ MESAJI
Özgür Özel, bugün mahkemeden çıkması beklenen kararla ilgili mesajını konuşmasının sonuna saklamıştı. Biz haberciler açısından da en çok merak edilen bölüm burasıydı. “CHP kolay lokma değildir. CHP sizin gibi konjonktür partisi değil. Tarihin, milli mücadelenin partisidir. Sesimiz, milletin sesidir. Hangi adımı atarsanız atın, bizden geri adım görmeyeceksiniz. Ne bir adım geri atar ne bir santim eğiliriz” diye meydan okudu. Özgür Özel konuşmasını bitirdi. Bu kez meydandan, “Direne direne kazanacağız” sloganları yükselmeye başladı. Bu slogan o kadar çok atıldı ki, dilime yerleşti. Herhalde 1 hafta boyunca, “Direne direne kazanacağız” diye dolaşırım.
2. AHMET HAKAN/ Mutlak butlancıların kazanma şansı sıfır
Mutlak butlan karşıtlarının ne dediklerini biliyoruz. Peki ya mutlak butlancılar? Acaba onlar ne diyor? “Geliyor gelmekte olan / Mutlak butlan geliyor” başlıklı bir sosyal medya paylaşımını inceleyince... Şöyle bir anlatıyla karşılaştım: Kılıçdaroğlu ile Özel’in yarıştığı son kurultayda... Kılıçdaroğlu’na darbe yapıldı. - Delege pazarı kuruldu, oylar satın alındı ve parti ele geçirildi. Mutlak butlan çıkacak. Böylece parayla ele geçirdikleri koltuklardan kalkacaklar. Kemal Kılıçdaroğlu da kendisinden çalınan makama yeniden gelecek. Anlatı bu. Peki bir şansı var mı bu anlatının? “Parayla kurultay satın alındı” tezi, matematiksel olarak kanıtlansa bile... Parti tabanının umurunda olmaz. Çünkü onlar... Zafere susamış durumdalar. Kılıçdaroğlu’ndan fena halde sıkılmış durumdalar. Yeni yönetimi süper benimsemiş durumdalar. İşte tam da bu nedenle... Bugün mutlak butlan kararı çıksa bile... Son tahlilde pek bir şey değişmez. Kısa, orta ve uzun... Mutlak butlancıların yüzü hiçbir vadede gülmez.
DIT DIT DIIIIIIIIIT
Özgür Özel’in çocuksu bir doğallığı var. Öfkeden kıpkırmızı kesilmediği zamanlarda bu tarafı daha çok ortaya çıkıyor. Mesela Uğur Dündar’la çıktığı son televizyon programında... Arena’nın jenerik müziğinin taklidini yaptı: “Dıt dıt dııııııııt.” On beş kere izledim. Yine de doyamadım.
BİR ACİLCİ: İMAMOĞLU
Ekrem İmamoğlu… Şartların olgunlaşmasını beklemeye tahammülü olmayan, heves ettiğine bir an önce kavuşmak isteyen, kariyerinin zirvesine çok hızlı ve kestirmeden gitmek için gözünü karartabilen biri. Biraz da bu yüzden... İstanbul’a doğru dürüst belediye başkanlığı yapmadan cumhurbaşkanlığı makamına konsantre oldu. Fırsatını bulduğunda da hemen partiyi ele geçirmeye çalıştı. Belediye imkânlarını bu yolda kullanmaktan kaçınmadı. Delege pazarları kuruldu iddiaları, oy satın almaya dayalı ifşalar, şaibeye dönük şikâyetler falan. Bunların hepsi Ekrem İmamoğlu’nun aceleciliğinden kaynaklandı. İmamoğlu eski solculardan olsaydı... Fraksiyonu belliydi: Kesin “Acilci” olurdu.
HAMDİ KILIÇ’IN ARDINDAN
Hamdi Kılıç, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşma metinlerini yazardı. Ayaküstü tanışmıştım kendisiyle. Herkesin kendini ön plana çıkarmaya aşırı meraklı olduğu bir ortamda... Tevazusuyla, mahcubiyetiyle, mübalağasız tavırlarıyla, içtenliğiyle dikkatimi çekmişti. Yaptığı işin söylenmesinden bile rahatsız oluyordu. Caka satıyor gibi görünmekten nefret eden biri olduğunu hemen anlamıştım. Hamdi Kılıç’ın yeri tabii ki doldurulur. Onun gibi metinler yazanlar tabii ki çıkar. Ama Hamdi Kılıç’ların nesli çoktan tükendi. Onun gibi şahsiyetleri bulmak artık çok zor maalesef. Allah rahmet eylesin.
ALEVİLERİ RAHAT BIRAKIN
- Bir süre önce iktidara yakın sosyal medya kalemşörleri “siyasal Alevicilik” diye bir şey çıkarmışlar, bu nitelemenin Alevileri incitebileceğini hiç düşünmemişlerdi.
- Geçen gün de İmamoğlu taraftarlarından biri, televizyon ekranında “Alevilerin haini çok olur” demiş. Konu: Tabii ki mutlak butlan ve Kemal Kılıçdaroğlu. Birbirine düşman bu iki kesimin ortaklaştığı nokta şu galiba: Alevileri incitmekten zerre kadar çekinmemek.
MANİFEST OLAYI
Kadınların giyim kuşamlarına karışılmasına sonsuz karşıyım. Hayatımın hiçbir döneminde kılık kıyafet zabitliği yapmadım. Bazı meslektaşlarım başörtülü avına çıktığında ben kılık kıyafet özgürlüğünü savunuyordum. Fakat şu “Manifest” denilen olay... Basit bir kılık kıyafet meselesinin biraz dışında gibi. - Artı 18 sahne gösterisi mi olur? Oluyormuş. Manifest bunu yapıyormuş.
- Erotizmin sos olarak kullanılmadığı, başrolde olduğu bir gösteri yapıyorlar.
- Üstelik hayranlarının çoğu ergenler.
- Üstelik bu artı 18’lik gösteri, eksi 18’in erişebileceği her yerde.
- Müzikal açıdan bir şeye benzemediklerini ben değil, bu işten anlayanlar söylüyor.
- Kısa bir sürede yapay bir gazlamayla “yürü ya Manifest” denilerek zirveye çıkarıldıkları da bariz. Velhasıl... “İsteyen istediğini giysin kardeşim” meselesini aşan bir şey var bu Manifest’te.
DENİZE DÖKTÜK MESELESİ
Türkiye / Yunanistan basketbol maçının yorumcusu, gaza gelip “Denize döktük denize” deyince... Yine başladı “Öyle denir mi, öyle denmez mi” geyiği. Bazıları liberal solun yerleştirdiği malum geleneği sürdürerek... “Öyle demeyelim ya. Ayıp olur. Ege’nin iki kıyısında iki halk, yemekleri bile birbirine benziyor” falan dediler. Bazıları da milliyetçi-ulusalcı bir çizgiye yaslanarak... “Ama Yunanistan bizi işgal etmişti. Yunan mezalimini unutmayın. Denize döktük demek, mezalime son verdik demektir” falan dediler. Gaza gelmiş bir yorumcunun coşarak söylediği bir söz üzerinden kıyasıya tartışmak ve bu tartışmanın parçası olmak. Benim pek içimden gelmiyor doğrusu.
3. NEDİM ŞENER/Şimdi sıra katilin öldürülmesinde
Yine bir “Amerikan filmi” ile karşı karşıyayız: ABD Başkanı Trump’ın en ünlü destekçilerinden Charlie Kirk’ün öldürülmesinden bahsediyorum. “Biz bu filmi daha önce görmüştük” diyeceğimiz cinsten; içeriği, aktörleri farklı olsa da yapımcısı ve konusu çok benziyor. Senaryoyu aynı kişiler yine kanla yazmış, işaretler soykırımcı İsrail’in bir istihbarat operasyonuyla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Filmin konusu, ABD’de İsrail’e karşı çıkan herkesin başına gelecek cinsten. İsrail’e ve politikalarına, ABD devleti içindeki derin yapılanmasına karşıysanız filmin sonu ABD başkanı için ayrı, ABD başkanına yakınsanız ayrı, siyasetteki ve seçmendeki etkinize, toplamsal karşılığınıza bağlı olarak ayrı bitebiliyor. Mesela, İsrail’in Gazze’deki soykırımına itiraz eden bir öğrenci ya da akademisyenseniz üniversiteden atılırsınız, çalışansanız işinizden kovulursunuz. Aktörseniz film çekemez, sporcuysanız oynayamazsınız.
KENNEDY SUİKASTI İLE KORKU İNŞA EDİLDİ
Eğer ülke içindeki kılcal damarlara kadar sızmış İsrail’e karşı tutum alan bir ABD başkanı ve ona çok yakın etkili siyasi bir figürseniz suikast kaçınılmaz. İsrail’in ABD’deki imajı yalnızca ekonomi, siyaset, medya, istihbarat, yargıdaki gücünden gelmiyor, aynı zamanda halkın içinde 60 yıldan fazla ölümcül bir korku inşa etmiş. Bunda 35’inci ABD Başkanı John F. Kennedy’nin 22 Kasım 1963 günü Teksas Dallas’da aracında başından vurularak öldürülmesinin payı büyük. Trump’ın söz vermesine rağmen belgelerin tamamını açıklamaya cesaret edemediği Kennedy suikastının arkasındaki bir numaralı şüpheli Wikipedia’ya göre bile İsrail ve onun istihbarat örgütü Mossad ve onunla işbirliği yapan CIA, FBI, Pentagon. Kennedy, 1948 yılında kurulan İsrail ile ilişkilerini, Mısır başta olmak üzere Ortadoğu’daki Arap ülkelerini de dikkate alarak kendisinden önceki ABD başkanları gibi dengeli biçimde götürmeye çalıştı. Bunda rakibi Sovyetler Birliği’nin bölgede sahip olduğu siyasi nüfuzun etkisi büyüktü. İsrail’in taleplerine cevap vermek petrol kaynağı Arap ülkelerini tamamen kaybetmesi anlamına gelecekti.
İSRAİL, NÜKLEERE 1958’DE BAŞLADI
Bugün 80’den fazla nükleer başlığı ile sadece bölge için değil tüm dünya için tehdit olan İsrail, bu alandaki çalışmalarına devlet olarak kuruluşundan 10 yıl sonra başladı. Gizliliği kalkan ve Ulusal Güvenlik Arşivi (National Security Archive) internet sitesinde yayınlanan belgelere göre İsrail, 1958’de Fransa ile ortaklaşa Dimona ismi verilen ilk nükleer tesisini inşa etmeye başladı. ABD yönetimi söz konusu tesisten 1960 yılının sonbaharında haberdar oldu. Ardından ABD Başkanı Kennedy’nin öldürülmesiyle biten süreç şöyle devam etti:
- 8 Aralık 1960: CIA’nın 8 Aralık 1960 tarihli gizli raporunda, Dimona’da nükleer silahlar için plütonyum üretimi de amaçlanıyordu.
- 20 Ocak 1961: Kennedy ABD Başkanlık koltuğuna oturdu ve Amerikalı yetkililerin Dimona Nükleer Tesisleri’nde incelemelerde bulunması talebini İsrail Başbakanı Ben-Gurion’a iletti. Ancak Ben-Gurion ülkesindeki kabine krizini gerekçe göstererek bu talebe ilişkin cevabını geciktirmeye çalıştı.
- 2 Nisan 1963: ABD Başkanı Başkan Kennedy, 2 Nisan 1963’te İsrail Başbakanı Ben-Gurion’a ABD’li uzmanların yılda iki kez Dimona’yı ziyaret etmesine izin verilmesini talep eden bir mektup gönderdi. Ben-Gurion, İsrail’in tehdit altında olduğunu ve yeni bir Holokost ile karşı karşıya kalabileceğini iddia ederek ABD’nin talebini geçiştirmeye çalıştı.
- 15 Haziran 1963: Başkan Kennedy, 4 Mayıs’taki mektubun ardından 15 Haziran’da Ben-Gurion’a iletilmesi talebiyle yeni bir mektup göndererek tesiste inceleme talep etti.
- 5 Temmuz 1963: Ben-Gurion’un yerine Başbakan olan Levi Eshkol göreve geldikten 10 gün sonra, Kenndy’nin mektubu kendisine iletildi. Mektupta Kennedy, İsrail’in nükleer çalışmalarına dair güvenilir bilgi elde edememeleri durumunda “Amerika’nın İsrail’e olan taahhütleri ve İsrail’i desteklemesi ciddi şekilde tehlikeye girebilir” diye uyardı.
- 22 Kasım 1963: ABD Başkanı John F. Kennedy, 22 Kasım 1963’te Teksas’ta suikast sonucu uzaktan tüfek atışıyla öldürüldü. Kennedy’nin öldürülmesinden sonra yerine geçen Lyndon B. Johnson döneminde ABD-İsrail ilişkileri ilklere sahne oldu. Kennedy’nin yerine başkanlık koltuğuna oturan Lyndon B. Johnson, Dimona konusunun üzerine gitmedi. Büyük askeri yardım yanında İsrail’in kitle imha silahları geliştirmesini görmezden geldi. ABD, o günden sonra kademeli biçimde Siyonist İsrail’in tam kontrolüne girdi. Biden dönemi işbirliğinin zirvesi oldu.
TRUMP-DERİN DEVLET SAVAŞI
Trump, “Derin devletle mücadele” diyerek buna karşı tutum sergileyince son seçimlerinde kulağını sıyıran kurşun ile mutlak ölümle sonuçlanacak bir suikasttan kurtuldu. Ortadoğu politikaları konusunda görüş ayrılıkları olsa da ABD Senatosu’nda, Pentagon’da, FBI ve CIA’de, ekonomi ve finansta, yazılı, görsel ve dijital medyada, lobi şirketleri ile milyarlarca doların döndüğü fon ve vakıflarda, Hollywood’da hâkim olan demokrat seçmen tarafından desteklenen İsrail’in her talebini karşılamak zorunda kaldı.
CHARLİE KİRK, İSRAİL’İ ELEŞTİRİNCE
Özellikle gözü kapalı biçimde İsrail’i desteklemiş, İslam, siyahi, göçmen, azınlık düşmanı bir isim bu algıyı değiştirmeye başlamıştı: Charlie Kirk. Koşulsuz İsrail destekçisi Kirk, İsrail’i ve ABD devleti üzerindeki etkisini eleştirmeye başlamıştı. Gazze için soykırım demese de “etnik temizlik” ifadesini kullanmaya başladı. 7 Ekim’in İsrail’in bir komplosu olduğu iması yanında “Mossad ajanı” dediği Epstein dosyası üzerinden İsrail’in ABD’de istihbarat operasyonu yaptığını açıkça ifade etmeye başladı. Kongre üyelerinin Mossad’ın şantaj baskısı altında olduğunu açıkça konuşan Kirk, çevresine sponsorlarının desteği çektiğini ve çok korktuğunu da söylüyordu. Netanyahu, tıpkı Elon Musk’a yaptığı gibi onu İsrail’e çağırmıştı. Ama o bir “hata” yaptı; İsrail kaynaklı fon tekliflerini ve İsrail davetini reddetti, eleştirilerini çok yakın olduğu Trump’a da taşıdı. Artık kontrol dışına çıkmıştı, 9 Eylül günü Utah eyaletinde uzaktan yine bir tüfekle açılan ateş sonucu boynundan vurularak öldürüldü. İsrail’i eleştiren ve ABD gençliğini etkileyen önemli siyasi bir figür böylece susturuldu. Katilin 22 yaşında Utahlı Tyler Robinson olduğu açıklandı. FBI, medyaya inandırıcı bulunmayan bir senaryo verdi. ABD’lilerin büyük kısmı suikastın arkasında İsrail’in olduğuna inanıyor. Netahyahu, cinayetin üzerinden 24 saat geçmeden ABD medyasına bağlanıp kendini aklamaya çalıştı. Büyük bir algı operasyonu başlattı. Şimdi sıra katilin anlatacaklarında; otopsi raporu, balistik ve olay yeri inceleme raporlarıyla yargılamaya gelecek. Ama katilin yargılamanın sonunu göreceğinden emin değilim. Tıpkı ya Kennedy’yi öldüren Lee Harvey Oswald gibi birisi tarafından öldürülür ya da cezaevinde intihar ettiği söylenen Epstein gibi cesedi hapishane koğuşunda bulunur. Geriye acılı ailesi, görkemli cenaze töreni, adı verilen sokak ya da binalar, dikilen heykelleri kalır; bir ABD filmi de böylece biter.
4. MELİH ALTINOK/Alevifobia
Yıl 1937. Dersim'e binlerce Alevi'nin hayatını kaybettiği hava ve kara harekâtı düzenleniyor. İktidarda dönemin tek partisi CHP var. Gelelim Alevilerin tarihindeki bir diğer kara yıla, 1978'e. Çorum'da ve Kahramanmaraş'ta onlarca Alevi'nin hayatı kaybettiği sokak çatışmaları yaşanıyor. Günlerce süren olayları izlemekle yetinen hükümette CHP var. Ve tabii ki 1993. Sivas Katliamı. İktidarda hangi partinin olduğunu söylememe gerek var mı? Doğru, köprünün altından çok su aktı. Artık "Alevi-Sünni" diye söze başlayanın ağzına biber sürülüyor. 12 Eylül öncesi sokakta Alevi vatandaşlarla karşı karşıya getirilen ülkücülerin bugünkü lideri Ankara'da Türkiye'nin ve Avrupa'nın en büyük cemevini yaptırıyor. Evet, Türkiye değişti. Peki ya, Alevilerin, "Şeriat geliyor" umacısından kaçarken düştüğü denizde sarıldığı CHP? Durumu biliyorsunuz. 2023 seçimlerinde Kılıçdaroğlu'nun "Alevi olduğu için seçilemeyeceği" propagandasını açık açık yürüten ekip partinin yönetiminde. En büyük korkuları, CHP'li delegelerin açtığı Kurultay iptal davasının bugünkü duruşmasında Kemal Bey'in partinin başına geri dönmesi. Partinin medyasının bu ihtimali bertaraf etmek için bulduğu yöntem ise yine Kılıçdaroğlu'na Aleviliği üstünden yüklenmek. Geçenlerde değindim, bir tanesi yayınladığı videoda aynen şunları söyledi: "Kılıçdaroğlu'nun Atatürk'e bir kini var, Seyit Rıza isyanında ailesinden idam edilenler oldu, bunu bizzat eşi açıkladı. Kasetle gelen Kılıçdaroğlu, Saray'ın elemanı olabilir." Şair burada Seyit Rıza da "Sarayın adamıydı" mı diyor, bilmiyorum. Ama aşağıdaki sözler Kılıçdaroğlu'na "Sarayın haini" diyen CHP'nin resmi gazetecilerinden Merdan Yanardağ'ın zihniyetini net şekilde ifade ediyor: "Alevi bilmem ne, dede falan. Edebiyatla bu iş olmaz. Alevilerin haini çoktur. Tıpkı diğer milletlerin ve inançların olduğu gibi, olur." Hukuki-siyasi bir süreci bile böylesine mezhepçi perspektifle yorumlamak için gerçekten Alevifobik olmanız lazım.
ORHAN BEY 5 KEREDEN BİR ŞEY OLMAZ DİYOR
Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı partisinin kurultayı hakkındaki rüşvet iddiaları hakkında iddialı bir savunma yapıyor. "Böyle dost düşman başına" demişler. İşte Bursalı'nın CHP'nin avukatlarına "keşke yapmasaydı" dedirtecek savunmasından o çarpıcı bölüm: "Diyelim ki 5 delegenin para karşılığı oyunu değiştirdiği saptandı, bunun seçim iradesini etkilediğine neye dayanarak karar verir? Adam menfaate karşılık özgür iradesini öyle kullanmıştır. Sorun, etik konular içine girer. Ayrıca diyelim ki mahkeme bunu bir suça uydurdu, elinde beş kişi var, seçimlerde lider 100, 200, 500 oy farkıyla seçimi kazandı. 5 kişiyle seçmen iradesi nasıl sakatlanmış olur ve sonuçlar iptal edilebilir? 100, 200, 500 kişinin iradesini, 5 kişi yok saymış olmaz mı..." Bursalı yazısına da "Toplumu ve ekonomiyi hiçe sayan bir karar olamaz" başlığını seçmiş. Peki ya hukuk ne olacak... Deneyimli gazetecimize "peki ya ahlak" diye sormak içinse çok geç. Zira suçu ikrar ettiği yazısında "etiğe falan" takılmadıklarını kendisi de söylüyor.
CHP'NİN 'Z' PLANI
Herkesin kafasındaki soru aynı. CHP'lilerin şikayetiyle başlayan süreç, CHP'nin başına eski CHP yönetiminin gelmesiyle sonuçlanırsa CHP Genel Merkezi'nin planı ne? Dün partinin resmi yayın organı Halk TV'de son dakika olarak yayınlanan aşağıdaki haber bu konuda ipucu verebilir: "Kılıçdaroğlu'na kötü haber. Düğmeye basıldı. Bir vatandaş, emekli maaşından başka geliri olmadığını söyleyen Kılıçdaroğlu'nun lüks ofisinin nasıl finanse edildiğinin araştırılması için CİMER'e başvurdu."
5. NEBİ MİŞ/İİ-T Arap Birliği Zirvesi ve İsrail sorunu
İsrail'in Doha saldırısının ardından, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği bugün Katar'da olağanüstü toplanacak. Toplantı, Katar'ın çağrısı ve İİT Dışişleri Bakanları Konseyi Dönem Başkanı Türkiye'nin desteği ile düzenleniyor. İİT'nin bugün 57 üyesi var. BM'den sonra ikinci en büyük teşkilat. Mescid-i Aksa'nın ateşe verilmesine tepki olarak 25 Eylül 1969'da kuruldu. Yani bizzat İsrail sorununa karşı kurulmuş bir örgüt. Arap Birliği'nin 22 üyesi var. BM ile aynı yıl kuruldu. Arap Birliği'nin tüm üyeleri aynı zamanda İİT'nin de üyesi. Örgütün kurulma amacı, Arap ülkelerinin bağımsızlık ve egemenliğini korumak. Arap dünyasının çıkarlarını savunmak ve ortak güvenlik ve dış politika konularında koordinasyon sağlamak. Bu örgütler bugüne kadar sayısız zirve topladı. Zirvelerde, İsrail'i kınayan, uluslararası toplumu göreve davet eden bildireler yayınlandı. İcranın az, bildirilerin çok olduğu zirve toplantılarından, İsrail'e ve İslam düşmanlarına karşı caydırıcı yaptırımlar çıkmadı. Somut adımlar atılmadı. Zirvelerde açıklanan bildirgelerde kullanılan ifadelerin sertliği ya da yumuşaklığı gündem oldu.
Bu örgütler; İsrail'in Filistinlilere yönelik soykırıma başlamasına tepki olarak daha önce iki kez ortak toplantı yaptı. Hatta, bir önceki toplantısında, İİT, Arap Birliği ve Afrika Birliği Komisyonu, Filistin davasını destekleme çabalarının koordinasyonu için üçlü mekanizma bile kurdu. Teşkilatlar tek tek ya da ortak zirveler fark etmeksizin toplanmaya devam etseler de şu ana kadar İsrail sorununa karşı, ne kendi aralarında ortak bir eylem birliği ne de uluslararası toplumu harekete geçirici bir politika üretemediler. Örgütlere üye olan ülkelerin toplam nüfusu, ekonomik büyüklüğü, enerji piyasalarındaki ağırlığı, batılı ülkelerdeki yatırım kapasiteleri ve uluslararası fonlara yön verme gücü dikkate alındığında küresel siyasete etki edebilme potansiyelleri yüksektir. Ancak üye ülkelerin farklı dış politika öncelikleri ve büyük güçlerle geliştirdikleri ilişkilerin mahiyeti, etkin karar alma mekanizmalarını baştan sınırlamaktadır. İsrail'in Ortadoğu'da ki hedefinin sadece Filistinlilerle sınırlı olmadığını İslam ve Arap ülkelerinin artık görmesi ve bu gerçeklikle yüzleşmeleri gerekir. İsrail son bir yıl içinde 6 farklı ülkeye doğrudan saldırdı. Bu ülkelerin egemenliğini ihlal etti. En son Katar saldırası bölge ülkelerinin İsrail saldırganlığına karşı daha fazla gecikmeden ortak savunma ve güvenlik politikalarını geliştirmeleri gerektiğini göstermiştir. Türkiye en baştan itibaren İsrail saldırganlığının Filistin'le sınırlı kalmayacağını ve yayılmacı politikalarının tüm bölge için tehdit oluşturduğunu vurgulamıştır. Gelinen süreçte haklılığı görülmüştür. İsrail sorunu, küresel düzeyde giderek derinleşiyor. Bölge ülkelerinin bu farkındalığı dikkate alarak bu ay içinde yapılacak BM Zirvesi'nde İsrail soykırımını daha fazla öne çıkarmalıdırlar. Aynı zamanda, Filistin'in BM'ye tam üyeliğinin kabulü için daha fazla çaba göstermelidirler. İki örgütün bugün yapacağı toplantıdan, İsrail'e karşı somut bir eylem planı çıkmazsa İsrail saldırganlığı diğer ülkelerle devam edecektir. En azından bu yıl yapılacak BM toplantısı için ortak takip edilecek bir gündem seti üzerinde mutabık kalınmalıdır.
6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/ İsrail’in anası da babası da İngiltere’dir
Katar’da Hamas müzakere heyetine yapılan saldırının ardından İsrail Cumhurbaşkanı Herzog soluğu İngiltere’de aldı. İngiltere İşçi Partisi hükûmeti Herzog’u kabul etmekle aslında iki yıldır devam eden soykırımla ilgili tavrını da göstermiş oldu. Fakat burada asıl üzerinde durulması gerekli olan Katar saldırısından sonra Herzog’un İngiltere’ye gitmeyi tercih etmesidir. İngiltere, Herzog’la görüşmeyi ne gizledi ne de gürültülü törenle duyurdu. Böylelikle her ne olursa olsun İngiltere İsrail’in yanında yer alacağını göstermiş oldu. İsrail, ne yaparsa yapsın İngiltere onun arkasındadır. İngiltere İşçi Partisi’nin İsrail’e desteğini sıradan bir parti liderinin marjinal tavrı olarak görmemek gerekir. Çok üzerinde durulmuyor ama Almanya gibi İngiltere de devlet aklının gereği olarak İsrail’in yanındadır. Geriye bunun yorumu kalıyor. Çünkü İngiltere devlet aklı veya derin aklı herhalde İngiltere kraliyet ailesini dışarıda bırakmaz.
Bugünkü İşçi Partisi hükûmeti İngiltere kraliyeti ile uyumlu bir politika takip etmektedir. Bizi şaşırtması gereken ise İngiltere’nin İsrail’le iç içe geçmişliğinin basınımızda çok az yer bulmasıdır. İngiltere’nin aktif tutumu adeta sessiz bir şekilde karşılandı. Bu hakikatten şaşırtıcı bir durumdur. İngiltere soykırım suçunun tam merkezinde yeni operasyonlar yapıyor ama bizde birileri ısrarla Türkiye’yi suçlamaya devam ediyor. Bu, çok ilginç bir durumdur ve izah edilmeye muhtaçtır. Katar’ın vurulmasından hemen sonra Herzog’un İngiltere’ye gitmesini komplo teorilerine gerek duymadan yorumlamalıyız. Katar, ABD ile yüklü miktarda bir yatırım anlaşmasına imza attı. Trump, Suudi Arabistan ve BAE ile benzer bir anlaşma yapmıştı. Türkiye’de çoğunluk İsrail’in ABD’yi ele geçirdiğine ve ABD’ye hükmettiğine inanır. Almanya ve İngiltere için de benzer ifadelerle karşılaşırız. Aslında Holokost utancı ve Avrupa’nın Yahudilere borcu gibi ifadeler Yahudiler ve İsrail’le ilgili bir düşünceye derinlik kazandırır. Bunların yanıltıcı ifadeler olduğunu ne yazık ki yaşayarak görüyoruz. İngiltere istedi ve İsrail Katar’da Hamas temsilcilerini vurdu. Bu olayda İngiltere’nin İsrail’e hava desteği de biliniyor. Olayın anlaşılması için daha fazla bir şey yapmalarına gerek yok. İngiltere, Almanya ve ABD arasında alışık olmadığımız bir gerilim var ve bu gittikçe şiddetleniyor. İsrail, şimdilik, İngiltere adına hareket ediyor. Netanyahu’nun ve Siyonist Yahudilerin ısrarla Almanya’yı Holokost suçundan kurtarmaya çalışması çok önemli bir hadisedir. Bilindiği gibi Netanyahu ve Siyonist Yahudiler Hitler’i temize çıkarmak için Yahudi soykırımından Hacı Emin el-Hüseynî’nin sorumlu olduğunu söylemeye çalışırlar. Hacı Emin el-Hüseynî araçsallaştırılmıştır.
İsrail açıkça Almanya, İngiltere ve ABD arasında gidip gelmektedir. Bu da genel olarak Yahudilerin sorunudur. İngiltere soykırıma bulaşmış İsrail’li bütün temsilcileri İngiltere’de ağırlamaktan çekinmiyor. Bunun basit bir destek ifadesi olduğunu düşünmemek gerekir. İsrailli emekli Genelkurmay Başkanı Herzl Halevi bunlardan biriydi. İsrail Hava Kuvvetleri Komutanı Tomer Bar’ın İngiltere’yi ziyaret etmesi için özel dokunulmazlık verildiği de İngiltere tarafından kabul edildi. Tomer Bar, Gazze’yi yerle bir eden, on binlerce Filistinlinin ölümüne yol açan hava saldırılarından sorumlu komutandır. Bar’ın İngiltere’ye seyahat edebilmesi için kendisine özel görev sertifikası verildi ve bu sertifika onu savaş suçları dolayısıyla tutuklanmaktan kurtardı. Siyonist İsrail’in savaş suçlarından sorumlu başka kişilerin de İngiltere tarafından korunduğu biliniyor. İngiltere sessiz ve kararlı bir şekilde İsrail’in karşısında yer alan bütün ülkelere ve insanlığa meydan okuyor. Buna ilaveten İsrail’in soykırımını durdurmak için yapılan bütün eylemleri terörizm kategorisine dâhil ediyor. İngiltere’yle ilgili bu fotoğraf Türk aydının zihnindeki Batı algısı ile uyuşmuyor. Belki de bu sebeple hadiseleri kavramakta zorlanıyorlar. Avrupa tarihinin farklı bir bağlamda okunması gerektiğini artık kabul etmek zorundayız. Avrupa’nın kolonyal tarihini yeni bir bağlamda değerlendirmeliyiz. Bu tarih sömürgecilikten başka bir şeydir. Sorunumuz sömürülen zihinler değil, kolonize edilen zihinlerdir. İngiltere’nin kolonyal tarihi dediğimizde en yakın örnek olarak karşımıza İsrail çıkar. İsrail, İngiltere’nin sömürgesi değil, Doğu Akdeniz’deki kolonisiydi. İsrail bu bütün nitelikleriyle Doğu Hindistan Şirketi’ne benzer. İsrail’in anası da babası da İngiltere’dir. Soykırımı bu şekilde konuşmak gerekir.
7. AYDIN ÜNAL/İki iyi yolcuya dair
Bugün 15’inci gün… Gazze’ye insani yardım ulaştıracak Sumud Filosu’nun yolcularından sevgili dostumuz Ersin Çelik, 15 gündür vatanından, ailesinden, sevdiklerinden, biz dostlarından uzakta. Her gün yazı ve videolarıyla hem bizi hem dünyayı gelişmelerden haberdar ediyor. Çok zorlu bir yolculuk. Günlerce eğitimler aldılar, testlerden geçtiler. Çokça tehdit edildiler; filonun Tunus’taki koluna iki kez saldırı düzenlendi. En ağırı da günlerce yola çıkmayı beklediler. Şimdi artık yoldalar. Asıl zorluk şimdi başlıyor. Açık denizde uzun ve meşakkatli bir yolculuk yapacaklar. Sonra İsrail’in baskılarına, zorbalıklarına, saldırılarına göğüs gerecekler. Belki bir süre gözaltında tutulacaklar. Eve dönmesi belki de haftalar sonra olacak. Ersin, İstanbul’daki sıcak yatağını, güvenli alanını, ailesini, yakınlarını, dostlarını arkada bırakarak böylesine meşakkatli, riskli, tehlikeli yolculuğa neden çıktı? Para mı kazanacak? Hayır. Şöhret mi kazanacak?
Zaten şöhretliydi. Kupa, madalya mı alacak? Yok. Makama, rütbeye mi ulaşacak? O da hayır. Necip Fazıl’ın o meşhur dizeleriyle, Ersin, “mukaddes yüke hamallık” yapıyor. “Hamallık ki, sonunda ne rütbe var ne de mal / Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan / Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan…” Artık çoğu kişiye böylesine hesapsız, çıkarsız, karşılıksız fedakarlıklar anlamsız geliyor. Oysa daha şimdiden Ersin ve arkadaşları dünyanın dikkatini Gazze’ye çekmeyi başardılar. Daha şimdiden İsrail’i tedirgin ettiler. Sumud Filosu daha menzilinden millerce uzaktayken menziline ulaştı. Ersin ve onun gibi onlarca cesur yolcunun fedakarlığı daha şimdiden Gazze için umut oldu. Bir avuç cesur, fedakâr, iyi insanın gayreti daha şimdiden insanlığın onurunu harekete geçirebildi. 2007 yılıydı. Değerli hocamız Yalçın Akdoğan, bana ve sevgili Hamdi Kılıç’a Meclis’teki odasını verdi, önümüze birer bilgisayar koydu. Başbakan’ın konuşma metinlerini yazacaktık. Zor, hassas bir işimiz vardı. Kısa süre sonra yaptığımız işin memleket için, millet için hayırlara vesile olduğunu gördük. Her gün, bir önceki günden daha fazla çalıştık. Ne para, ne makam, ne övgü, ne şöhret… Hiçbiri umurumuzda da değildi, gündemimizde de. Başbakan’ın işini kolaylaştırıyor olmak, O’nun milletle gönül bağını güçlendirmesine katkı sağlamak bize yetiyordu. Ben görevi bıraktığımda parmaklarım klavyeye vurmaktan deforme olmuştu. Kalbim yorgundu, 2 stentle kendine gelebildi. Benden sonra görevi devralan Hamdi Kılıç ise 28 Mayıs 2023 seçimleri bitince ancak kendisiyle ilgilenme fırsatı bulabildi, doktora gidebildi. Belki kendisine hiç söylenmedi ama daha ilk muayenede durumunun oldukça ciddi ve umutsuz olduğunu biz öğrenmiştik. 2,5 yıl o hastalıkla mücadele etti. Önceki gün de emanetini sahibine teslim ederek fani âlemden bâkî âleme göçtü. Geride tertemiz, onurlu, şerefli bir isim, o ismi hakkıyla taşıyacak pırıl pırıl çocuklar bıraktı. Hamdi Kılıç, memleket için, millet için karşılık beklemeden çalışan, kendisini feda edenlerdendi. Sahip olduğu ünvanları hakkıyla taşıdı. Tevazudan hiç taviz vermedi. Kendi işi dışında işlerle uğraşmadı. Sağa sola müdahale etmedi. İsmi, sınırsız servet edinme dedikodularında, özel sektörden yüklü miktarda maaş alma ithamlarında, iktidar içinde iktidar olma heveslerinde hiç geçmedi. Garip geldi, işini yaptı, iz bıraktı, eser bıraktı, garip gitti. Mekânı Cennet olsun inşallah. Ben artık şuna eminim: Gazze’de 22 bin çocuk öldürüldü ve eğer gök kubbe başımıza yıkılmıyorsa, bu, sevgili Ersin Çelik ve onun gibi cesur, fedakâr kahramanların gayretleri ve duaları sayesindedir. Eğer Anadolu’nun ve ümmet coğrafyasının Türkiye’ye ve Erdoğan’a bağladıkları umut bugün terütaze ve dipdiri ise bu, bütün parazitlere, emanete hıyanet edenlere, kendi süfli çıkarını milletin ve memleketin üzerinde gören hesapçı, çıkarcı, bencil asalaklara rağmen, Hamdi Kılıç ve onun gibi bir avuç fedakâr, cefakâr insanın gayretleri sayesindedir. İyi ki iyilik var. İyi ki iyi insanlar var. İçimizde artık bir avuç kalmış iyi insan sayesinde umudumuz var. Siz de şundan emin olun: İyilik her zaman kazanır, iyiler her zaman kazanır. Kötü vakalara, kötü isimlere, kötü dedikodulara takılmayın; gün yüzlü, güneş yüzlü insanlara bakın ve umutla gülümseyin.
8. OĞUZHAN BİLGİN/ Avrupa'nın çöküşü ve “Prenses Erkek” Sendromu
Avrupa ülkelerinin son yıllarda çok önemli krizlerin ve kırılganlıkların içerisinde debelendiği görülüyor. Sosyal refah ve alım gücü bakımından, güvenceli istihdam ve üretim açısından bir geriye gidiş olduğu gibi dünya siyasetinde giderek azalan ağırlığı ile Avrupa devletleri tarihsel olarak eski günlerini aramaya başlıyor. Ne güçlü siyasal liderler, ne istikrarlı siyasal hükûmetler ne de askerî olarak kendi güvenliğini sağlayabilen bir Avrupa var artık. ABD'nin güvenlik şemsiyesi çekildiğinde sabah akşam "Rusya bizi istila edebilir" korkusuyla yaşayan bir Avrupa var karşımızda. Daha yakın zamanda bize sabah akşam anlatılan Avrupa rüyasının geldiği hâl ABD Başkanı Trump'ın karşısında ip gibi dizilip Rusya'ya karşı yalnız bırakılmamayı talep etmek oldu. Kuşkusuz Avrupa'nın düştüğü bu ekonomik, siyasal ve askerî vaziyetin uzun bir tartışmasının yapılması gerekiyor. Bunda hem Soğuk Savaş dönemi ve sonrasında ABD'nin vesayetini hem sosyal refahı bu noktaya getiren neoliberalizmi ele almak gerekiyor.
Bu yazıda benim odaklanmak istediğim boyut ise Avrupa'nın içine düştüğü toplumsal kriz ve bilhassa da erkeklik krizi. Uzun yıllar küreselciliğin ve onun siyasal-ekonomik versiyonu olan neoliberalizmin hem siyasette hem entelektüel alanda hem akademyada hem de tüm boyutlarıyla kültür ve medyada hedef alıp itibarsızlaştırdığı değerler bulunuyor. Bunlar genel hatlarıyla söylersek milliyetçilik, aile, din, devlet, askerlik ve cinsiyet. Yani Batı küreselciliği tarafından, sahip kültürel hegemonya ile milliyetsiz, devletsiz, cinsiyetsiz, dinsiz ve devletsiz bir toplumun sürekli idealize edildiği bir anlatı empoze edildi. "Kendi ülkeniz için savaşır mısınız?" diye sorulduğunda yüzde 80 "hayır" cevabı veren Avrupa toplumları işte böyle ortaya çıktı. Bu bir tarafıyla tüm kolektif değerlerden, gelenekten ve aşırı bireyselleşmeden kaynaklanan sanayi sonrası toplumun neoliberal post-fordist ilişkilerinden kaynaklandı diğer yandan da küreselci elitlerin dayattığı bir kültürel deformasyonun sonucuydu. "Ataerkillik" kodlamasıyla değersizleştirilen bu değerlerle bir yandan annelik diğer yandan babalık algıları yıpratıldı. Geleneksel veya modern anlamda kadınlara dönük ayrımcılık ve eşitsizliklerle mücadele edilmesi olumlu bir durumken bu konu tamamen bu bağlamdan çıkarıldı ve aileyi kurtulunması gereken bir tahakküm merkeziyle, erkekliği ontolojik bir yoksunlukla, devleti sıradan bir bürokratik mekanizmayla, dini şiddet, tahakküm üreten bir kurum ve insanın gereksiz bir ihtiyacı olmakla, milliyetçiliği faşizmle özdeşleştiren bir ekosistem hâkim kılındı. Erkekliği babalıktan, askerlikten, geleneksel rollerinden, güçten ve otoriteden yoksun hâle getirip kolunu kanadı kırılmış işlevsiz ve anlamsız bir varlığa dönüştürmek isteyen bu küreselci dilin sonucunda da karşımıza bir erkeklik krizi çıktı. Zaten modern sanayi toplumlarıyla birlikte dönüşüm geçiren, kent toplumunda geleneksel ilişkilerinden kopan erkek, yaşadığı sosyolojik dönüşüme uyum sağlamaya çalışmak durumunda kalırken gelinen noktada basit bir tüketim ve performans nesnesine dönüşmeye başladı. Bizim sosyal medyamızda son yıllarda çok fazla tartışılan ve en çok da bizzat kadınlar tarafından bir şikayet ve serzeniş konusu olan "prenses erkek sendromu" Türkiye'ye özgü bir sorun olmamakla birlikte bu küreselci saldırıdan maalesef Türkiye de nasibini almış oldu. İşte devlet ve millet tasavvuru deforme olmuş, aile ve dini gereksiz bir kurum olarak olarak görmeye başlamış, kadın ve erkek kimlikleri yıpratılmış, vatanseverlik duygusu hedef alınmış toplumların da yabancı istilalara, işgallere ve düşmanlara karşı millî direnci böyle kırılmış oldu. Avrupa toplumlarının Rusya karşısında yaşadığı bu toplumsal kırılganlık tesadüfen oluşmadı. Bu bir toplumsal mühendislik ile oluşturuldu.