Türkiye’nin ve dünyanın gündemini belirleyen gelişmeler, 16 Ekim tarihli köşe yazılarında da geniş yer buldu. Abdulkadir Selvi, “Terörsüz Türkiye” sürecinde Bahçeli ve Pervin Buldan’a yönelik eleştirilerin haksız olduğunu savunurken; Ahmet Hakan, Gazze’deki ateşkes sevincini “küçümsemeye” çalışanlara tepki gösterdi. Mahmut Övür, Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un açıklamalarından yola çıkarak “Hamas Kuvayı Milliye’dir” sözünü dönüm noktası olarak nitelendirdi.

Bercan Tutar, Gazze’deki sürecin Erdoğan-Trump iş birliğiyle hedefe ulaşacağını vurgularken; Süleyman Seyfi Öğün, “Trump Barışı” kavramının tuzun koktuğu bir dönemi simgelediğini yazdı. Selçuk Türkyılmaz, Filistin direnişinin “Anglosakson üstünlüğü” algısını yerle bir ettiğini belirtirken; Oğuzhan Bilgin, İsrail’in “Hasbara” sistemiyle soykırımı unutturmaya çalışacağını ifade etti. Prof. Dr. Kemal İnat ise Almanya’daki Filistin yanlısı gösterilere yönelik polis şiddetinin arkasındaki siyasi motivasyonları analiz etti.

1. ABDULKADİR SELVİ/Bahçeli ve Pervin Buldan’a haksızlık

İYİ Parti, Terörsüz Türkiye sürecine karşı çıkarak eriyen oylarını yeniden kazanmak istiyor. Sürecin başlarında oyları kısmen arttı. Ama şimdiye kadarki iddiaları boş çıktığı için oyları yeniden dibe doğru inmeye başladı. Umutlarını Terörsüz Türkiye’nin başarısız olmasına bağlamış durumdalar. Terör yeniden hortlasın, Türkiye 90’lı yılların karanlık günlerine dönsün, faili meçhuller başlasın, şehit cenazeleri gelsin, biz de PKK karşıtlığı üzerinden oy toplayalım hesabı yapıyorlar. Akan kan dursun, Türk-Kürt kardeşliği bozulmasın, Türkiye bölünmenin eşiğine gelmesin, şehit cenazeleri gelmesin, kınalı kuzularımız toprağa düşmesin, Türkiye güçlü ve büyük Türkiye olsun diye düşünmüyorlar. Bölgemiz, etnik ve mezhep kökenli iç savaşların bedelini ağır ödedi. Irak, Suriye ve Lübnan örneği gözümüzün önünde duruyor. Bunlar Amerika kıtasında ya da Uzak Asya’daki ülkeler değil, bizim sınır komşularımız. Irak’tan, Suriye’den önce bu planlar Türkiye üzerinde oynandı ama başarılı olamadılar.

Resmi Gazete’de yayımlandı: Pek çok il müdürü görevden alındı!
Resmi Gazete’de yayımlandı: Pek çok il müdürü görevden alındı!
İçeriği Görüntüle

ÖNCE ÜMİT ÖZDAĞ SONRA İYİ PARTİ

Bir dönem Ümit Özdağ’ın başında olduğu Zafer Partisi, Suriyeli mülteciler üzerinden Türkiye’yi karıştırmaya çalıştı. Ankara Altındağ ve Kayseri olayları yaşandı. Şimdi ise İYİ Parti, Terörsüz Türkiye’nin başarısız olması için çırpınıyor. Peki Terörsüz Türkiye başarısız olursa İYİ Parti’nin bundan kazancı ne olacak? Şehit cenazeleri geldiği zaman bu, İYİ Parti’ye ne sağlayacak? Kandan beslenen siyaset olmaz. O siyasete de siyaset denilmez. DEM Parti ile İYİ Parti arasındaki siyasi tartışmaları kastetmiyorum. Siyasette bunlar olur. Ayrıca DEM parti grubunda atılan sloganların sürece zararı oldu. DEM Parti’nin de sürece zarar verecek eylemlerden uzak durması gerekiyor.

PERVİN BULDAN’A HAKSIZLIK

Ama Meclis Başkanvekili ve DEM Parti Milletvekili Pervin Buldan’a yapılan saldırıları haksız buluyorum. Pervin Buldan, İmralı’ya yeni gitmedi ki? Sürecin başından itibaren gidiyor. Yeni mi keşfettiniz? Önce Sırrı Süreyya Önder’le birlikte gidiyorlardı, şimdi de Mithat Sancar’la birlikte gidiyorlar. Pervin Buldan, Terörsüz Türkiye hedefinin gerçekleşmesi için çalışıyor. Kan akmasın diye uğraşıyor. Türkiye bölünmesin, Kürt-Türk kardeşliği sağlansın diye uğraşıyor. Türkiye bölünsün, akan kan devam etsin, şehit cenazeleri gelsin diye uğraşanlar dururken, Pervin Buldan’a saldırılmasını iyi niyetli bulmuyorum. Bunun altında başka hesaplar var. Bu hesaplar yerli ve milli hesaplar değil. Terörsüz Türkiye hedefini sabote etmek isteyen güçler, içerideki uzantılarını harekete 4 geçirmeye başladılar. Terörsüz Türkiye hedefinin başarısız olmasını isteyenler, Pervin Buldan’ı hedef alıyor. Ama başarılı olamayacaklar. Bu topraklara barış ve huzur hâkim olacak.

BAHÇELİ TARİHİ BİR MİSYON ÜSTLENDİ

Şimdi benzer bir saldırı da MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ye başladı. Devlet Bahçeli, Terörsüz Türkiye hedefine ulaşılması için tarihi bir misyon üstlendi. Eğer Bahçeli, sürecin öncülüğünü yapmasaydı, bu kadar hızlı mesafe alınamazdı. PKK ile mücadele bizim 40 yılımıza mal oldu. Binlerce şehit verdik. Bu topraklar kana doydu. Genç fidanlarımız kara toprağın altına girdi. Maddi olarak 1.2 trilyon dolara mal olduğu söyleniyor. Akan bunca kan, bunca acı yetmedi mi? Ayrıca Türkiye ile hesabı olan büyük güçler bize karşı hep PKK kartını kullandılar. Kimi zaman ABD, kimi zaman İngiltere, kimi zaman İran, kimi zaman Rusya, kimi zaman İsrail, kimi zaman Esed yönetimi... Terörsüz Türkiye hamlesi, aynı zamanda büyük güçlerin elinden bu kartı almak demektir. Devlet Bahçeli, tarihi Türk-Kürt kardeşliğinin ihyası ve inşası için çalışıyor. Türkiye bölünmesin diye uğraşıyor. Terörsüz Türkiye başarılı olsun, böylece ülkemiz ayaklarına vurulan kanlı prangalardan kurtulsun istiyor. Terörsüz Türkiye’yi başarmış olan Türkiye’nin bölgemizde ve dünyadaki yerinin daha güçlü olacağına inandığı için elini taşın altına koyuyor. Yoksa Bahçeli bu sürece karşı çıksa, oyları şimdi yüzde 20’ye dayanmıştı. Ama bedel ödeme pahasına Terörsüz Türkiye için mücadele ediyor. “Önce partim” demiyor, “Önce Türkiye” diyor. Türkiye’yi sevmek bu demektir. Kandil’deki terör baronlarından Duran Kalkan’ın Bahçeli’yi hedef alması hayra alamet değil. Duran Kalkan’ı kim konuşturdu? Duran Kalkan üzerinden kim mesaj verdi? Bunlar önemli sorular.

SDG’YE HAMLE HAZIRLIĞI

Bu vesile ile bir kulis bilgisini de paylaşmak istiyorum. SDG’nin Suriye ordusuna entegre olması için süreç başladı. Ama Ankara tarafından bu yeterli bulunmuyor. Mazlum Abdi’nin isteksizliği dikkati çekiyor. Mazlum Abdi ile Kandil arasında sorun olduğu yönündeki haberlere de prim verilmiyor. Mazlum Abdi’nin Kandil’den bağımsız hareket etmediği söyleniyor. Hatta kendisine iletilen metinlere, “Kandil’e sormam gerekiyor” diye karşılık verdiği ifade ediliyor. SDG’yi frenleyen güçlerden biri İsrail’di ama acaba diyorum SDG’yi frenleyen Kandil mi? Yıl sonuna kadar bu sürecin tamamlanması isteniyor. Sorun sadece SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu değil. 10 Mart mutabakatına göre gümrüklerin, sınır kapılarının, petrol ve doğalgaz sahalarının, Tışrin Barajı başta olmak üzere sulama ve enerji merkezlerinin Suriye’ye devredilmesi gerekiyor. Peki SDG, yıl sonuna kadar Suriye ordusuna entegre olmazsa ne olacak? Hep söylüyorum, Ankara’nın da bir B-Planı var. “Bir-iki hamlemiz olacak” deniliyor. Peki bu hamlenin içinde askeri güç kullanımı var mı? “Tabii ki askeri boyutu da olacak” karşılığı veriliyor. Ortadoğu’da arkasına askeri güç konulmayan hiçbir hamlenin başarı şansı yoktur. Yine bir soru... Bu süreçte Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara, SDG konusunda sağlam duruyor mu? “Bizden daha keskin ve net” cevabı veriliyor. Çünkü SDG, sadece bizim değil, Suriye’nin de sorunu. Hatta asıl Suriye’nin sorunu.

2. AHMET HAKAN/ Neden yas tutmuyoruz neden seviniyoruz

ÖZGÜR Özel, ateşkes için sevinen medyayı diline dolamış. “Biz yas eviyiz kardeşim” demiş. “67 bin can gitti” demiş. “İki yerde sevinç var” demiş. Birinci sevinç yeri olarak İsrail Parlamentosu’nu göstermiş. İkinci sevinç yeri olarak ise “AK Parti medyası” diye nitelediği medyayı göstermiş. O zaman gelin anımsayalım: Gazze’de yas varken... CHP’nin medyası, trolleri, akademisyenleri ne diyorlardı? “Araplardan bize ne kardeşim? Bizi arkadan vurmadı mı bunlar. Ne halleri varsa görsünler. İsrail hepsini dize getiriyor. Filistin’den bize ne? Şimdi de Filistinli mülteciler mi gelecek ülkemize?” Hepsini geçtim. Gazze’de yas varken Özgür Özel ne diyordu? “Hamas terör örgütüdür” demiyor muydu? Bugün Gazze’de sevinç var. Bugün ne diyor Özgür Özel? “60 bin kişi ölmüş. Bu neyin sevinci? Yas tutulmalı yas. Biz yas tutuyoruz, biz yas eviyiz, siz seviniyorsunuz.” Kendi adıma konuşuyorum. Benim bakış açım şudur: Gazze’de yas varken bizde de yas olur. Gazze’de sevinç varken bizde de sevinç olur. Ben Gazze’ye bakarım. Gazze’de şu anda şunlar oluyor: Minicik kız çocukları, olağanüstü güzellikteki gülüşleriyle karşımıza çıkıyorlar. Anne babalar, “Enkaz da olsa evimize dönüyoruz, mutluyuz” diyorlar. Gazze’nin mazlum halkı şükür secdelerine kapanıyor. Gazze’de “yaşasın ateşkes” diye bayram havası var. Gazzeliler buruk da olsa ilk kez gülmeye başladılar.*Bizim buruk sevincimizin biricik nedeni budur.

KÜÇÜLTMEYE ÇALIŞANI KÜÇÜLTEN BİR BAŞARI

ORTADA bir başarı var. Türkiye, barış masasının başköşesinde mi? Başköşesinde!- Erdoğan’ın belirleyiciliği herkesin dilinde mi? Herkesin dilinde! Trump sabah akşam Erdoğan’ı övüyor mü? Hem de nasıl övüyor! Dünya medyası Türkiye’yi yazıp çiziyor mu? Yazıyor da çiziyor da! Yalın, basit, sade, apaçık gerçek buyken... Yapılacak en nafile iş şudur: Türkiye’nin ve Erdoğan’ın başarısını küçültmeye çalışmak için enerji harcamak. Türkiye’nin masadaki en önemli aktör olmasını önemsizleştirmek için bin dereden su getirmek. Zeki ve akıllı siyasetçiler, ortada apaçık bir başarı söz konusuyken... Şu iki şeyden birini yaparlar: Ya takdir ederler, teşekkür ederler, iktidarın hakkını teslim ederler, en azından “Türkiye’nin o masada olması kıymetli” diye düşük tonda da olsa bir açıklama yaparlar. Ya da susarak geçiştirirler, ıslık çalarak havaya bakarlar, hiçbir şey olmamış gibi yaparlar, havanın dağılmasını beklerler, en azından “yorum yok” falan derler. Ama asla ve kata... Dünya alemin kabul ettiği gerçeklerle kavga etmek durumuna düşmezler. Çünkü zeki ve akıllı siyasetçiler, bilirler ki eğer ortada inkâr edilemeyecek türde bir başarı varsa… Kaçınılmaz sonuç şu olur: Küçültmeye çalışan küçülür.

HALK TV’DEKİLERİN BAZILARI İŞİ KAVRAMIŞ BAKIN!

Bakın! Şarm El Şeyh’te zirvenin yapıldığı gün Halk TV’de neler oluyor. Mehmet Tezkan şöyle diyor: “En büyük çabayı Erdoğan gösterdi.” Seda Selek şöyle diyor: “Erdoğan çaba gösterdi mi? Gösterdi. Zirvede olması önemli miydi? Önemliydi.” Küçültmeye çalışanın küçüleceğini idrak etmenin sonucudur bunlar. Çıkıp da “ne başarısı, başarı falan yok” diye çırpınıp dursalardı... Erdoğan’dan ziyade kendilerine zarar vermiş olacaklardı. Yani Halk TV’dekiler aslında Erdoğan’a değil, kendilerine iyilik yapmışlar.

NAMIK TAN ÖZGÜR ÖZEL’İ DOKTRİNE ETSE İYİ OLUR NAMIK

Tan’ın bile inkâr edemeyeceği kadar yap yalın gerçek şudur: Netanyahu, bir emrivakiyle Mısır’daki zirveye katılacaktı. Türkiye’nin başını çektiği ülkeler bunu engelledi. Peki bu gerçekle kavga etme yolunu seçen Özgür Özel ne yapıyor? Sonuna kadar inkâr yolunu seçerek şöyle diyor: “Güya Netanyahu gelecekmiş de Erdoğan karşı çıkmış.” CHP’nin dış politikacısı Namık Tan, ilk fırsatta Özgür Özel’i doktrine etmelidir. Mesela şöyle şeyler söylemelidir: “Sayın Genel Başkanım. Netanyahu, Şarm El Şeyh’e gelecekti. Bu bilgi doğrudur. Gelmesi engellendi, Türkiye bu konuda öncü rol oynadı. Bu bilgi de doğrudur. Keşke engellenmeseydi. Keşke Netanyahu Şarm El Şeyh’e gelseydi. Böylece Erdoğan lehine oluşan hava bozulurdu. Bize de bayağı bir ekmek çıkardı. Ama şans / kader / kısmet. Olmadı. Bu konuyu kapatsak iyi olur.” Namık Tan böyle diyerek... Özgür Özel’i durdurabilir mi? Yoksa Özgür Özel’den şöyle bir azar mı işitir: “Yahu Namık Bey. Bırak Allah’ını seversen doğruyu yanlışı. Siyaset yapıyoruz burada siyaset. Siz monşerler ne anlarsınız siyasetten.”

3. MAHMUT ÖVÜR/ ‘Hamas Kuvayı Milliye’dir’ çıkışı dönüm noktasıdır

Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, dört yıl aradan sonra Azerbaycan, Pakistan ve Türkiye arasında yapılan "Üçlü Parlamento Başkanları Toplantısı"nın üçüncüsünün başarıyla geçtiğini açıkladı. Dönüş yolunda uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Kurtulmuş, Gazze'deki ateşkes anlaşmasından "terörsüz Türkiye" eksenli Meclis komisyonundaki gelişmelere ve Suriye'deki son duruma ilişkin soruları cevapladı. Özellikle Mısır'da imzalanan ateşkes anlaşmasında Hamas'ın muhatap alınmasında büyük rol oynayan Başkan Erdoğan'ın o tarihi sözüne dikkat çekti. İşte Meclis Başkanı Kurtulmuş'un röportajından öne çıkanlar:

İSLAMABAD DEKLARASYONU

Azerbaycan, Pakistan ve Türkiye "Üçlü Parlamento Başkanları Toplantısı"nın üçüncüsünün yapılabilmiş olması, başlı başına anlamlı ve değerlidir. Zaten bir şeyi üç kere yaparsanız artık o gelenekselleşmiş demektir. Pakistan'da yaptığımız toplantılarda iyi bir sonuç ortaya çıktı. "İslamabad Deklarasyonu" adı altında yayınlanan bildiride, fevkalade önemli konular üzerinde duruldu. Azerbaycan bizim açımızdan, Türk dünyasına, Pakistan da Hint yarı kıtasına açılan bir kapı. Pakistan, Bangladeş ve Hindistan muazzam bir dünya. Özellikle Pakistan'da hemen herkeste olağanüstü bir Türkiye sevgisi var. Türkiye'nin son yıllardaki yükselişinden herkesin büyük bir memnuniyet duyduklarını hatta Türkiye'yi birçok alanda rol model olarak kabul ettiklerini gördük.

ERDOĞAN'IN KARARLI TAVRI

Gazze'yle ilgili Mısır'daki anlaşmaya bir günde gelinmedi. Bir süreci var. Öncelikle iki yıldır sürekli olarak hükümetlerinin baskılarına, gözaltına alınmalarına, hapse atılmalarına rağmen dünyanın her yerinde Filistin davasını desteklemekten asla vazgeçmeyen insanlık cephesinin kahramanlarını saygıyla selamlıyorum. Dini, dili ne olursa olsun, hangi ülkeden olursa olsun muazzam bir dayanışmayı ortaya koydular. Netanyahu ve çetesinin arkasında kim olursa olsun bunun hiçbir işe yaramayacağını ortaya koydular. Hepsi tarihi bir görev icra etti. Sayın Cumhurbaşkanı'mız, Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı ve geniş bir mazlum coğrafyanın lideri olarak başından itibaren çok duyarlı, çok kararlı bir tavır sergiledi. İlk zamanlarda tek kalıyorduk. Hiç kimse bize destek olmuyordu ama çok şükür bugün bütün uluslararası platformlarda işin değişmeye başladığını gördük. İnsanlık cephesinin çok üstün gayretleri, Sayın Cumhurbaşkanı'mızın önderliğinde Türkiye'nin kayda değer gayretleri bu konuda çok etkili oldu. Yine Sayın Cumhurbaşkanı'mızın, Trump'ın önerisiyle ortaya konulan bu barış sürecine destek vermek için İslam ülke liderleriyle birlikte New York'ta aynı masanın etrafında olması da çok kayda değer bir adımdı. Ardından Avrupa ülkelerinden de ciddi destekler gelmeye başladı. Çok şükür böyle bir noktaya gelindi. En son Cumhurbaşkanı'mızın, Netanyahu'nun Şarm eş-Şeyh'e çağrıldığını duyunca ziyaretten vazgeçerek uçağının pisti pas geçmesi tam Türkiye'ye, tam Tayyip Erdoğan'a yakışan bir davranıştır. Gerçekten şükranlarımızı ifade ediyoruz.

NETANYAHU KURTULAMAZ

Tabii ki Netanyahu'ya güvenemeyiz. Burada uluslararası camianın en büyük yanılgısı, "Barış sağlandı, bu iş bitmiştir" diye düşünmeye başlamasıdır. Netanyahu'nun tek başına, elini yıkayarak kendisini kurtaracağını zannetmiyorum. Netanyahu'ya başında açıkça destek verenlerin de öyle çok kolay ellerini yıkayabileceklerini düşünmüyorum. İşlenmiş çok ağır insanlık suçları vardır, yani insanlık tarihi boyunca görülmemiş suçlar. Netanyahu ve onu sevenler, ona destek olanlar bu ağır vebalin altındadır, seyredenler, "Aman bize dokunmasın" diyenlerin de büyük veballeri vardır. Hani diyoruz ya tarihin doğru tarafında olmak. Biz çok şükür tarihin doğru tarafında yer aldık ve milyarlarca insan, tarihin doğru tarafında yer aldı. Bu soykırım çetesine karşı hep mücadele etmeyi sürdürdük, bundan sonra da sürdüreceğiz.

ÖCALAN'LA GÖRÜŞÜLECEK Mİ?

Benim de bu konuda şahsi fikirlerim var. Bunu söyledim. Ama kendi görüşlerimi esas alarak komisyonu bağlamak istemem. Konu zaten tartışılıyor. Son kararı verecek olan komisyondur. Komisyon eğer 5'te 3 çoğunluğu bulursa söz konusu kararı verebilir. Ama bu sürecin önünün açılabilmesi için kolaylaştırıcı faktörlerin de devrede olması lazım. Suriye'deki gelişmeleri de çok yakinen takip ediyoruz. İmralı'nın yaptığı açıklamalarda zaten örgütü lağvetme çağrısının, örgütün bütün bileşenlerini kapsadığı açıkça ifade edilmişti. Bu konuda yeni birtakım açıklamalar gerekebilir. Akabinde süreç hızla tamamlanır diye düşünüyorum.

SİLAH ORTADAN KALKMALI

Silahların süratle teslimi sürecinin ve örgütün bütün bileşenlerinin kendisini feshettiği açıklamasının görülmesinin çok hayati olduğunu ifade etmek istiyorum. Ama şunu da söyleyeyim: Mühim olan terörü ortaya çıkaran sebepleri bütünüyle ortadan kaldırmaktır. Mesele, bundan sonra bir daha eline silahı almayacakları siyasal ortamı geliştirmektir. Bizim yıllardır söylediğimiz gibi, bir elinde silah, bir elinde sandık olmaz. Dolayısıyla silah seçeneğini tamamen ortadan kaldırmak ve demokratik mücadelenin yollarını, varsa demokrasinin önündeki engelleri kaldıracak adımları atmamız lazım.

HAMAS TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİL

Hatırlıyorum, tüm dünyanın Hamas'ı bir terör örgütü olarak gördüğü sırada, AK Parti Grubu'nda Cumhurbaşkanı'mızın "Hamas bir terör örgütü değil, topraklarını kurtarmaya çalışan bir mücahit grubudur, Kuvayı Milliye'dir" demesi tarihi bir çıkıştır. O çıkış olmasaydı, uluslararası siyasetin gündemine o çıkış düşmeseydi, belki dediğiniz gibi bugün bazı ülkeler Hamas'ı karşısına alıp da onunla müzakere edemezlerdi.

4. BERCAN TUTAR/ Gazze’deki süreç hedefe ulaşacak!

Gazze'de ilan edilen ateşkes dünyayı rahatlattı. Ancak yine de herkeste temkinli bir iyimserlik var. Zira sürecin başarılı olup olamayacağından emin değiller. Oysa yeni süreç Filistin'in devletleşmesiyle sonuçlanacak. Çünkü hem bölgesel hem küresel reel-politik dinamikler bunu gerektiriyor. Haliyle 13 Ekim'de Mısır'da imzalanan Gazze'deki ateşkes ile sonrasındaki barış planında bir aksama olacağı kanaatinde değilim. Bazı sapmalar olsa da genel gidişat değişmeyecek. Hatta Sayın Erdoğan'ın ABD Başkanı Donald Trump ile yakaladığı stratejik uyumun Gazze'yi aşan bölgesel düzeyde dönüştürücü etkileri de olacak. Batı medyası, bu yeni realitenin altını hemen her fırsatta çiziyor. Çünkü Hamas'ı ateşkese ikna edenin de Hamas ile ABD'yi aynı masada buluşturanın da 'Erdoğan faktörü' olduğunu ABD, Avrupa ve hatta İsrail medya organları bile itiraf ediyor. Örneğin Wall Street Journal gazetesi, Gazze'deki ateşkesin 13 Ekim'den çok önce Türkiye tarafından kotarıldığını yazıyor. Mısır'daki Gazze zirvesinden bir gün önce çıkan 12 Ekim tarihli J. Malsin ve S. Said imzalı analizde, Erdoğan'ın Gazze'deki ateşkes ve barış sürecini BM toplantılarından önce başlattığını vurguluyor. Anlıyoruz ki, 24 Eylül'de BM binasında Trump ve Erdoğan'ın yan yana başkanlık ettiği tarihi Gazze toplantısından önce sonuç alınmış. Sekiz İslam ülkesinin katıldığı BM'deki toplantıda Trump, Gazze barış planını dünyaya duyurdu. WSJ, Hamas ile tıkanan süreci Erdoğan kilidinin açtığını yazıyor. Katar, Mısır, S.Arabistan ve diğer ülkelerin Hamas'ı kovma tehdidi dahi işe yaramamış. Trump'ın tam umudunu kestiği noktada Erdoğan'dan yardım isteniyor. Çünkü bu aktörlerin hiçbiri Hamas için güvenilir değil. Hepsi sorunun birer parçası. Hamas müzakere heyeti başkanı Halil El Hayya, Erdoğan devreye girince müzakere sürecine 'evet' demiş. WSJ'ye göre Erdoğan'ın Hamas'ı ikna etmesiyle Trump derin bir nefes aldı. BM'deki toplantıda Gazze barış planının asıl kahramanının Erdoğan olduğunu dünyaya da ilan etti zaten. Bir gün sonra da 25 Eylül'de Beyaz Saray'daki buluşmada Erdoğan'ı yere göğe sığdıramadı. Erdoğan'a hayranlığını gizlemeyen Trump, sık sık onun ne kadar sert ve zor biri olduğunun da altını çiziyor. Bu da Gazze'deki ateşkeste Trump'a kabul ettirdiği yeni şartlardan kaynaklanıyor. Yine Axios'tan Barak Ravid'in aktardığına göre 13 Ekim'den bir gün önce de Türkiye bu kez ABD ile Hamas'ı buluşturdu. Görüşmede, danışman Steve Witkoff ve damat Jared Kushner, Hayya'ya Trump adına garantiler verdi. WSJ ve Axios'tan sonra Fransız gazetesi Le Figaro da Gazze'de ateşkesin stratejik aktörünün Erdoğan olduğunu vurguluyor. Le Figaro'nun dünkü analizinde "Erdoğan, Gazze barış anlaşmasında kilit bir aktör olduğunu kanıtladı" deniliyor. Bu yeni tablo bize Gazze'deki ateşkesin sadece Filistin ile sınırlı kalmayacağını, Erdoğan ve Trump arasında bölgesel hedeflerdeki stratejik uyumu daha da güçlendireceğini gösteriyor. Dolayısıyla bölgesel ve küresel düzeyde yeni dengeler oluşacak. İsrail'in bu süreci durdurma gücü ise artık çok zayıf. Çünkü iki caydırıcı faktör, soykırımcıların ateşkesi sabote etmesini önleyecektir. İlki Erdoğan ve Trump'ın sürece verdiği ortak destek. İkincisi de yükselen küresel düzeydeki antisemitist ve antisiyonist dalga. Hâsılı kelam Sayın Erdoğan boşuna "Süreci yakından izliyoruz. Tekrar soykırım ortamına dönülürse bedeli çok ağır olur" diye uyarmıyor. Yani süreç hedefe ulaşacak gibi görünüyor!

5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Tuz kokarken

Son birkaç gündür dünyâ gündemini Trump’ın İsrâil ve Mısır çıkarması birinci sırayı işgâl ediyor. Gelmiş geçmiş liderler târihinin bu en eksantrik figürünün olağandışı showunu seyrettik. Bugüne kadar 7 savaş bitirdiğini iftiharla söyleyen Trump şimdi de Gazze savaşını bitirerek skor tabelasına 8. zaferini yazdırmak istiyor. İsmini de Trump Barışı koymuş. Egoizmine zirve yaptırmış bir siyâsî anomali ile karşı karşıyayız. Hem Knesset hem de Sharm el Sheikh konuşması tam bir skandaldı. Bunun üzerinde fazlaca durmayacağım. Beni derin derin düşündüren esas mesele barış kavramının bu derecede kirlenmesidir. Bu, tuzun kokması mânâsına geliyor. Faşizan düşüncelere sâhip, Beyaz/Hristiyanlığın üstünlüğüne inanmış bir ırkçı; üstelik katıksız bir siyonist barış kavramını eline almış, diline dolamış bir şekilde ortalıkta dolaşıyor. İsrâil’e verdiği “acaip” silâhların İsrâil ordusu tarafından “hârika” bir şekilde kullanıldığını iftiharla anlatan bir patolojik söylemin sâhibi barıştan bahsediyor. Artık medeniyetin sigortası atmış; militarizm ile barış kavramlarının arasındaki uzlaşmaz çelişki erimiş durumda. Daha evvel, barış için savaş meselesi tartışılırdı. Haklı savaşlardan bahsedilirdi. Bu, daha çok antikolonyalist ve antiemperyalist savaşlar için mûteberdi. Mesela Vietnam’daki savaşı bitirdiği zaman Nixon, radyodaki cümlelerini dün gibi hatırlıyorum, sâdece “Savaş sona erdi” (The war is over) demekle yetindi. Çünkü bu ve benzeri savaşlarda mağlûp militarist mütecâviz kuvvetler “Barışı getirdik” diyemezlerdi. Demek ki o kadarcık utanma duyguları vardı. Afganistan’da yenilen Sovyetler de böyle bir şey yapamadılar. Sâdece çekilme karârı aldıklarını beyân etmekle kifâyet ettiler. Militarizm bir yere saldırdığında kendi güzellemesini yapar. En başta müracaat ettikleri ifâde, oraya demokrasi, medeniyet, insan hakları götürdükleri yolunda olur. Mağlûp olduklarında ise en fazla kendilerine direnen yerli hareketleri ve onların arkasındaki toplulukları adam olmamakla, medeniyete ve demokrasiye akıl erdirememekle suçlarlar. Ama Gazze’de işler iyice karışık. Hatlar birbirine girmiş, ortalık kısa devreden geçilmiyor. Manzaraya bir bakalım... İsrâil ordusunun Gazze işgâli ve arkasından gerçekleştirdiği soykırımın temelde iki amacı vardı: Rehineleri kurtarmak ve HAMAS’ı yok etmek. Şimdi soralım: Başarabildiler mi? El cevap, hayır. Yoğun bombardıman altında kendi insanlarının büyük kısmının ölümüne sebep oldular. Aradaki muvakkat ateşkes safhalarında HAMAS’ın gönüllü olarak serbest bıraktığı az sayıda rehine hâriç hiçbir rehineyi kurtaramadılar. İkinci olarak HAMAS’ı yok edemediler. Evet, bu arada Gazze’de taş üstünde taş bırakmadılar ve birkaç yüz bin insânın, çoluk çocuk, kadın yaşlı ölümüne, kalanların ise evsiz barksız, aç, bîilâç kalmasına sebep oldular. Başaramadıkça azgınlaştılar. Gözleri savaş hukûkunu görmedi. Hastahaneleri acımasızca bombaladılar. Yüzlerce gazeteciyi katlettiler. Onlara soğuk duş yaptıran dünyâ kamuoyunun aleyhlerine dönmesi oldu. Diğer bir baskıyı da içeriden yediler. Rehine yakınlarının örgütlediği ve hatırı sayılır kalabalıkların iştirak ettiği mitingler fâsılasız devâm etti. İsrâilli faşistler bu yükü taşıyamaz hâle geldi. İşte tam bu esnâda ABD ve Trump imdatlarına yetişti. Sağlanan ateşkes esâsen siyonizmin mağlûbiyetini ortaya koyuyor. Gazzeliler, o yiğit halk, onca acıya rağmen vatanlarını terk etmedi. Eğer son bir çılgınlıkla Gazze’yi ilhak plânı devreye girseydi muhtemelen Pol Pot’u aratmayacak bir kıyım gerçekleşecek,lâkin İsrâil 21. Asrın lânetli devleti sıfatını kazanacak, İsrâilliler ise sokağa çıkamayacak hâle gelecekti. İşte Trump Barışı olarak takdim edilen kepazelik tam da Netanyahu ve şürekâsının bu bâdireden kurtarılmasını ifâde ediyor. ABD, sanki bu katliâmın suç ortağı değilmiş gibi, onlarca devleti de peşinden sürükleyerek kurtarıcı bir güç edâsıyla sâhaya indi. Gazze Kasabı Netanyahu onu harâretle karşıladı. Knesset’de yaptığı konuşmada Trump açık açık İsrâil’i kollayan ve ABD’nin onun tâvizsiz hâmisi olduğunu ilân etti. Buradan çıkarılacak en kestirme hüküm, bu “barışta” ABD’nin tarafsız kalmayacağı ve İsrâil’in menfaatlerini tâkip edeceği gerçeğidir. Ama bu kadarla da sınırlı kalmıyor. Gazze’ye başta ABD olmak üzere, ABD ve İngiltere başta olmak üzere diğer ortaklarını bu yağmaya dâhil etmek istiyor. Fanatik hükûmet kanadı elbette bundan hoşnut değil. Onlar Gazze’yi topyekûn ilhak etmek arzusunda. Ama geçmiş olsun, öyle bir şey olmayacak. Trump her işte olduğu gibi kendi payını almadan hiçbir adım atmaz. Netanyahu’yu ve siyonizmi temize çıkarmanın bedeli bu. Niyet belgesinde, bu soykırım barış adı altında unutturulmak ve temize çekilmek isteniyor. Ne kadar acı ki yapanlar yaptıklarıyla kalacaklar. Bedel ödemek bir tarafa aklanacaklar. “Barış” süreci Gazze’yi Filistinsizleştirmek, idâresini teknokrasiye açarak Filistin dâvâsını sönümlendirmek istiyor. Netanyahu ve diğer zorbaların zorla şiddet yoluyla yapmak istediklerini zamâna yayarak ve perderpey hayâta geçirmek istiyor. Birkaç gündür Gazze’de insanların ölmemesi, yavaş yavaş akan yardımlarla karınlarının doyması, ilâca kavuşmaları, Gazze halkının son büyük kıyımdam kurtarılmaları bizim en büyük tesellimiz. Türkiye’nin pozisyonunu belirleyen de bu insânî boyut. Ama bundan sonrasının hayli meşakkatli bir yol olduğunu hesâba katmamız gerekiyor.” Barış” sürecinde kısmen Katar ile berâber HAMAS’ı himâye eden yegâne güç Türkiye… Bırakın İsrâil ve ABD’li siyonistleri, HAMAS’tan zerre miskâl haz etmeyen, hatta yok olmasından mesud olacak, Mısır, Suudî Arabistan, BAE gibi Arap devletleriyle berâber nereye kadar gidilebilecek, bilemiyorum. Gönülden temennim o dur ki, bu netâmeli süreç Türk devlet aklı tarafından enine boyuna incelenerek, Filistin ve Gazze halkı öncelenerek yola çıkılmıştır. Barış için savaşı anlamıştık; ama bu defâ daha büyük savaşlar için barış ile mi yüz yüzeyiz? Bakalım, göreceğiz…

6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Filistinliler Anglosakson istisnailiği algısını yere çaldı

Siyonizm’in Doğu Akdeniz’de ve daha özel olarak tarihî Filistin topraklarında kök salması için Yahudi göçmenlerin yerleştikleri yerde toprakla uğraşmasına özel bir önem atfedilmişti. Bunun için Yahudi göçmenlerin çiftçilik yapması tasarlanmıştı. Zaten Filistin’in kolonizasyonu amacıyla kurulan Siyonist dernekler, Yahudi yerleşimcilerin tarımsal projelerine destek sağlamaya hevesliydiler. Bunun en önemli sebeplerinden biri yerleşimcilerde toprağa ait olma hissinin kuvvetlenmesini istemeleriydi. 1930’larda propaganda çalışmalarını toprakla kurulan ilişki üzerine bina etmeleri de aynı hissin yaygınlaştırılmasını istemelerindendi. Anglosakson kolonyalizmin alamet-i farikasını da kolonize edilen topraklarla kurulan ilişkide aramak gerekir. Daron Acemoğlu gibi Avrupa’nın istisnailiği fikrinden hareket eden araştırmacıların en önemli yanılgısı da kurulan bu ilişkiyi görmezden gelmeleridir. Bu tip araştırmacılar Latin Amerika ve Kuzey Amerika arasındaki farkları, kapsayıcılık gibi anlamı belirsiz ve dışlayıcı kavramlarla izah etmişlerdir. Yönetim biçimlerini temel alan bu tarz yaklaşımlar artık açıklayıcı bir model olmaktan çıkmıştır. Zira Anglosakson kolonyalizmi, kolonize edilen topraklarda yerli unsurları kapsamayı değil, onların toprak üzerindeki varlıklarını temizlemeyi öncelemiştir. Daron Acemoğlu vb. araştırmacıların başarılı buldukları sistemin temeli ne yazık ki etnik temizliktir. Anglosakson yerleşimciler Kuzey Amerika yerlilerinden yerel tarımın inceliklerini öğrendikten sonra onları kolonize etmek istedikleri topraklardan temizlemeye başladılar. Kuzey Amerika yerlilerinin toprakla kurdukları sahici ilişkiyi bir tehdit olarak gördüler. Onları “sömürme” yolundan gitmediler. Düşman oldukları durum yerlilerin toprakla kurduğu sahici ilişkilerdi. Siyonist Yahudilerin Filistin’e ve Filistinlilere karşı tutumunu da toprak üzerinden ele almak gerekir. Filistin’in kolonileştirilmesi projelerine devasa finansal kaynak ayıran kolonizasyon dernekleri, Yahudi yerleşimcilerin Filistin’e kök salmasını kolaylaştırmak için tarımsal projelere öncelik verdi. Filistin topraklarında kurulmak istenen yeni koloninin pazarlama stratejilerini de tarımsal başarı üzerine oturttular. Onlara göre bir mucize yaşanıyordu. Bu, Filistinlilerin toprakla kurdukları sahici ilişkilerin karşısına Yahudi yerleşimcilerin toprakla kurdukları ilişkiyi çıkarmak istemelerinden kaynaklanmıştır. Filistinlileri Filistin’den temizlemek, sürmek ve mağlup etmek için başvurdukları bir yöntemdi. Siyonistlerin toprağa kök salma hayallerine ne kadar ulaştıkları sorusunu farklı açılardan ele almak gerekir. Bunları ayrıca değerlendirebiliriz fakat Filistinlileri etnik temizliğe tabi tutma siyasetinin köksüzlük endişesinden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bugün İsrail’de yaşayan Filistinlilerden dahi korktuklarını anlıyoruz. İsrail vatandaşı Arapların gelecekte Yahudi nüfusunu sayısal olarak geçeceği üzerine yapılan tahminler bu korkuyu yansıtmaktadır. Aynı korku Kuzey Amerika’yı kolonize eden Anglosaksonlar için de geçerliydi. Onlar da yerlilerden korkuyordu. On üç koloni İngiliz imparatorluğunun eseriydi. İngiliz imparatorluğu kesintisiz bir Avrupalı göçünü Amerika yerlileri aleyhine organize ettiği için koloniler etnik temizlik yoluyla genişledi. Siyah derili olanlara göreceli olarak müsamaha göstermelerinin sebebini de toprakla kurulan ilişkide aramak gerekir. Siyah derililer de Kuzey Amerika’nın yerlisi değildi. İngiltere ve ABD hemen hemen aynı şekilde farklı Avrupa ülkelerinde yaşayan Yahudi nüfusunu İsrail’e taşıdı. Bu yeni kolonide de Filistinlileri topraktan arındırmak istediler. Birçok defa ifade etmeye çalıştığım gibi Filistinlilere yönelik suçlamaların toprakla kurulan ilişkiler üzerinden yürütülmesi tesadüf değildir. “Filistinliler topraklarını sattı” propagandası kitabîdir ve Anglosakson kolonyalizminden alıntıdır. Bu indirgemeci tavır Filistinlilerin toprakla sahici bir ilişki kuramayacakları inancından doğmuştur. Oryantalist külliyat tam da bu tarz bir zihniyetin ürünüdür. Fakat topraklarını sattı propagandasının aksine Filistinlilerin Filistin’e derinden bağlı oldukları artık kanıtlanmıştır. Tam tamına iki yıl devam eden olağanüstü saldırganlık karşısında topraklarına ikinci kez dönme başarısını gösterdiler. Bu Anglosakson kolonyalizminde eşine az rastlanır bir hadisedir. Almanya, İngiltere ve ABD’nin Filistinliler karşısında kontrollerini kaybetmeleri bu istisnai başarının sonucudur. Filistinliler Anglosakson istisnailiği ve üstünlüğü algısını yere çaldı.

7. OĞUZHAN BİLGİN/ Hasbara ve soykırımı unutturmamak

Gözlerimizin önünde, canlı yayında çoluk çocuğun 1 tonluk bombalarla katledildiği, gıda sırasına giren insanların öldürüldüğü; hastanelerin, evlerin, okulların içindeki insanlarla birlikte yakılıp yıkıldığı, 2 milyon insanın açlığa mahkum edildiği bir soykırım yaşandı. İki yıl boyunca İsrail'in Gazze'de yaptığı bu soykırıma tüm dünya şahitlik etti. Toplam öldürülen insan sayısının enkaz altında kalanlarla birlikte yüz binlerle ifade edilecek sayıda olduğu söyleniyor. Şimdi Gazze'de Türkiye'nin de etkisiyle ilan edilmiş olan ateşkes sonrası mutlak bir şekilde takip edilmesi gereken iki konu karşımızda duruyor: Birincisi, Gazze'de İsrail saldırılarının kalıcı bir şekilde durması, İsrail'in anlaşmaya riayet ederek Gazze'den tamamen çekilmesi. Bunu önümüzdeki haftalarda takip edeceğiz. İkincisi ise Gazze'de yapılan soykırımı kayıt altına alıp belgelemek. Çünkü ateşkes sonrası Gazze'de yıkım ortadan kaldırılıp, yaralar biraz olsun sarılmaya başladığı zaman İsrail, Yahudi Lobileri ve onların kontrolündeki ABD tüm kayıtları, belgeleri yok etmeye, soykırımı unutturmak için tüm gücüyle çalışmaya başlayacak. Hatta şimdiden sosyal medyadaki kayıtları emrindeki sosyal medya şirketleriyle yok etmeye başladılar bile. "Nasıl olur? Tüm dünyanın gözleri önünde yaşanmış bir soykırımı İsrail veya Yahudi Lobileri nasıl unutturur?" demeyin. Gözlerimizin önünde daha dün yaşanan 15 Temmuz Darbe Girişimini bile nasıl "tiyatro" ilan etmeye, nasıl unutturmaya çalıştıklarını ve bazı kesimler üzerinde bu propagandanın nasıl etkili olduğunu unutmayın. Dahası Hasbara'nın ne kadar etkili olabileceğini hiç unutmayın. Peki, bu "Hasbara" dediğim şey ne mi? Hasbara kökenleri siyonizmin kurucusu Theodore Herzl zamanına kadar giden, 20. Yüzyıl başında Polonyalı bir Yahudi olan Sokolow tarafından sistematize edilen İsrail kamu diplomasisi sisteminin adıdır. Öte yandan herhangi bir devletin kamu diplomasisinden öte İsrail'in tüm kurumlarının, STK'larının, diasporanın, dünyanın her yerindeki Yahudi sermayeli kuruluşların koordineli bir şekilde götürüldüğü bir propaganda makinesidir. Hasbara, yalnızca açıklama yapmaktan öte, belirli bir anlatıyı yaymayı, öznesi ve hedef kitlesiyle hikâye oluşturmayı ve kamuoyunun algısını yönlendirmeyi amaçlar. Yani sadece İsrail'in tezlerini, 15 politikalarını anlatmaz; İsrail'in ve siyonizmin meşrulaştırıcı aparatıdır. İsrail karşıtı tüm odakları, söylemleri de baştan önlemeye ve yok etmeye çalışır. Sadece İsrail Ordusu değil, devlet kurumları değil; Hollywood'dan sosyal medya şirketlerine, medyaya, dijital platformlara kadar başta ABD ve Avrupa olmak üzere tüm dünyada oluşturulmuş bir propaganda ağıdır. İşte bu propaganda ağı neticesinde dünyada başka soykırım yokmuş gibi Holokost ile ilgili binlerce filmi, diziyi üzerimize boca eden de dünyada İslam karşıtlığını sistematik olarak inşa edip kendi saldırılarını meşrulaştırmaya çalışan da hep İsrail oldu. İşte bundan sonra da bu Hasbara dedikleri propaganda makinesi sanki her şeyi unutturup, sanki herkes bir rüya görmüş gibi yapacak. Soykırım olduğunu iddia edenleri itibarsızlaştırıp bunu tüm dünyada "anti-semitik paranoya" diye kodlamaya çalışacak. "Olur mu öyle şey?" demeyin örneklerini daha şimdiden görmeye başladık bile. İşte daha ateşkes yürürlüğe girmeden bile televizyon kanallarında ifade ettiğim bir hususu yeniden dile getirmek istiyorum: Tüm uluslararası kuruluşların, saygıdeğer STK'ların, araştırmacıların ve medyanın soykırımın izleri hala tazeyken, izler silinmemişken, yaşanan soykırımı kayıt altına alması, arşivlemesi gerekiyor. Ancak bu sayede Netanyahu başta olmak üzere soykırımın sorumluları yargılanabilirler. Ancak bu sayede soykırım unutturulmaz, hatırlanır. Aliya'nın dediği gibi; "unutulan soykırım tekrarlanır".

8. PROF. DR. KEMAL İNAT/Filistin gösterileri ve orantısız polis şiddeti: Alman polisini kim yönlendiriyor?

Almanya’da İsrail’in Gazze halkına karşı gerçekleştirdiği soykırımı eleştirmek ve durdurulmasına katkıda bulunmak için yapılan Filistin yanlısı gösterilerde karşılaşılan polis şiddetinin giderek arttığı görülüyor. Kendileri için herhangi bir tehdit yokken keyfi şekilde göstericileri darbeden, yere yatırarak yüzlerini yere bastıran, boğazlarını sıkan, ağızlarını kapatan Alman polislerinin neden bu kadar tahammülsüz ve sertlik yanlısı davrandıkları soruluyor. Demokrasi ve insan hakları dendiğinde, yüksek standartlara sahip olduğu iddiasında olan ve bu alanlarda başka ülkelere eleştiri ve baskılarda bulunan Almanya, Filistin yanlısı gösterilerden neden bu kadar rahatsız oluyor? İsrail’i desteklemek için toplananlara müdahale edilmezken Filistin’e destek vermek ve soykırıma karşı çıkmak için toplananlar neden şiddete maruz kalıyor? Başka birçok Avrupa ülkesinde göstericiler İsrail saldırganlığını ve soykırımı eleştirebilirken, Gazze halkına destek için toplanabilirken Almanya’da neden Filistin’e destek gösterileri keyfi şekilde yasaklanıyor? Gelinen nokta itibarıyla, Almanya meydanlarında İsrail’in katliamlarını savunmak serbest ama Filistin’i desteklemek ve İsrail katliamlarını eleştirmek ise yasak. Fakat Almanya’da son dönemde yapılan kamuoyu yoklamalarına göre, halkın büyük bir kısmı federal hükümetin politikalarının aksine İsrail’e soykırımın durması için daha fazla baskı yapılması gerektiğini (yüzde 67), [1] Filistin devletinin Almanya tarafından tanınmasını (yüzde 54) [2] ve İsrail’e silah satışının durdurulmasını (yüzde 80) [3] savunuyor; İsrail’in 7 Ekim sonrasında Gazze’ye yönelik saldırılarını haksız buluyor (yüzde 83). [4] Buna rağmen Almanya yönetimi İsrail’i kayıtsız şartsız destekleme ve soykırıma ortak olma yönündeki politikasına devam ediyor. Bu yönetimin emrindeki Alman polisi de İsrail’in saldırganlığına, katliamlarına ve hukuksuzluğuna karşı toplanan göstericileri yıldırmak ve protestolarından vazgeçirmek için her türlü şiddeti uyguluyor.

POLİS ŞİDDETİNİN ARKASINDA İSRAİL YANLISI POLİTİKACILAR VAR

Alman federal polisinin bağlı olduğu İçişleri Bakanı Alexander Dobrindt’in katı bir İsrail destekçisi olduğu açıklamalarından görülüyor. Koalisyon hükümetinin ortağı Hıristiyan Birlik Partilerinden küçük ortak Hıristiyan Sosyal Birliği’nin mensubu olan Dobrindt, Avrupa Birliği’nin (AB) İsrail’in Filistin halkına karşı gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerinden dolayı bu ülkeye finansal desteği durdurması planına karşı çıkıyor. [5] Netanyahu hükümetinin Gazze’de yürüttüğü soykırım Birleşmiş Milletler (BM) raporlarıyla tespit edilmesine rağmen Almanya’nın kararlı bir şekilde İsrail’in yanında durmaya devam edeceğini açıklayan, [6] İsrail’in İran’ın nükleer tesislerine karşı gerçekleştirdiği uluslararası hukuka karşı saldırısını destekleyen [7] ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu hakkında verdiği tutuklama kararını “akıl almaz bir aptallık” (bodenlose Dummheit) olarak nitelendiren [8] Dobrindt, İsrail yanlısı bir siyasetçi olarak öne çıkıyor. İsrail’e bağlılığı ve Filistin yanlısı gösterilere tahammülsüzlüğü bilinen Dobrindt’in emrindeki Alman polislerine göstericilere nasıl davranmaları gerektiğine dair ne tür talimatlar verdiği tahmin edilebilir. Filistin yanlısı protesto gösterilerinde İsrail’i eleştiren sloganları anti-semitist görüşler olarak gören Dobrindt’in Gazze’de soykırım işleyen faşist Netanyahu hükümetine olan sempati ve desteği Alman polisinin Gazze halkının yanında olduklarını göstermeye çalışan göstericilere karşı şiddetini açıklıyor. İsrail destekçisi Dobrindt’ten emir alan Alman polisi soykırım karşıtı göstericilere göz açtırmıyor. Alman polisinin Gazze için yapılan gösterilerdeki şiddetini sadece Dobrindt gibi faşist Netanyahu hükümetine yönelik eleştirilere tahammülü olmayan siyasetçilerle açıklamak eksik olur. Bu ülke elitlerinin çoğunun ruhuna işlemiş olan, geçmişte yaşanan Yahudi soykırımı nedeniyle oluşan yükün her türlü saldırgan politikalarına rağmen İsrail’in arkasında durmak suretiyle hafifletileceği düşüncesi de Alman hükümetinin İsrail eleştirilerine karşı tahammülsüzlüğünü açıklayan bir olgudur. Bu patolojik durum Almanya’da hükümetlerüstü bir yaklaşıma işaret etmektedir. Diğer Avrupa ülkelerinde iktidardaki partinin ideolojisine göre İsrail destekçiliğinin ya da eleştirilerinin düzeyi değişirken Almanya’da nerdeyse bütün partiler ideolojik kimliklerinden bağımsız olarak İsrail destekçisidirler ve sanki kendilerini kayda alan bir yer varmış gibi bu desteklerini sürekli olarak gösterme kaygısı içerisindedirler. Merkez sağ, merkez sol, liberal ve aşırı sağ partiler, İsrail’in Filistin veya Lübnan’da gerçekleştirdiği katliamlarına, Suriye ve İran’ı hedef alan uluslararası hukuka aykırı saldırılarına rağmen kendilerini İsrail’i desteklemek zorunda hissederler. Bir soykırımın yükünü, o soykırımın mağduru halkın başka bir soykırım yapmasına destek vererek hafifleteceklerini zannediyorlar. Almanya gibi genel olarak “rasyonel” yönetildiği düşünülen bir ülkenin nasıl bu tür anlamsız politikalara sürüklendiğini anlamak kolay değildir. Belki asıl hedefleri tarihten gelen bir yükten kurtulma değil de günümüz yüklerinden kurtulmaktır. Belki de siyonist lobilerin kıskacındaki ABD’den gelebilecek baskıları engellemek ve Rusya gibi tehditler karşısında Washington’un desteğini garanti etmek için söz konusu siyonist lobileri memnun etmeye çalışıyorlar ve bu yüzden aşırı İsrail destekçisi bir politika izliyorlar. Her iki durumda da, aşırı sol bazı partiler hariç, bütün partilerin rollerini iyi oynadıkları ve Almanya’nın İsrail soykırımına destek olması konulu senaryoda üzerlerine düşeni eksiksiz yaptıkları söylenebilir.

SOYKIRIMCI İSRAİL’İ DESTEKLEMENİN ALMANYA İÇİN MUHTEMEL SONUÇLARI

Ancak Almanya’nın, 7 Ekim sonrasında İsrail’in orantısız güç kullanmasının Gazze’de soykırıma varmasına, Batı Şeria, Lübnan, Suriye, İran ve Katar’da uluslararası hukukun temel prensiplerinin ayaklar altına alınarak tarifsiz bir saldırganlığa uzanmasına rağmen faşist Netanyahu yönetimine destek vermeye devam etmesinin gerek iç gerekse dış politika açısından tamir edilmesi zor sonuçları olacağı açıktır. Her şeyden önce Berlin’deki son iki federal hükümet yeni bir soykırım yükünü yüklendi. Almanya’nın Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanı’nında (UAD) İsrail aleyhine açtığı soykırım davasına İsrail lehine müdahil olması ve mevcut federal hükümetin önde gelen isimlerinin UCM’nin Netanyahu hakkında verdiği tutuklama kararına karşı çıkıp uygulamayacaklarını açıklamaları Almanya’nın uluslararası yargı kurumları nezdindeki saygınlığını kaybetmesine yol açmıştır. Başka birçok Avrupa ülkesinde serbestçe Gazze halkına destek gösterisi yapılırken Almanya’nın kendi ülkesindeki gösterilerin bir kısmını yasaklaması, izin verdiği bir kısmında ise Alman polisinin göstericilere orantısız şiddet uygulaması da Berlin’in insan hakları konusundaki karnesinde silinmez bir leke olarak kalacaktır. Federal Meclisin aldığı bazı kararlarda Almanya’daki Yahudileri korumak bahanesiyle İsrail’e yönelecek eleştirileri suç kapsamına dahil etmesi ve siyonizm eleştirisini de anti-semitizm ile eşdeğer tutması [9] da Almanya’nın hukuk devleti niteliğinde açılan yaralardan birisi olmuştur. Ülkede yapılan ve yukarıda zikredilen kamuoyu yoklamaları, Alman halkının İsrail saldırganlığı karşısında Berlin’in izlediği politikadan ciddi derecede rahatsız olduğunu göstermektedir. Buna rağmen federal hükümetin bu yanlış politikada ısrar etmesi, iki devletli çözümü savunduğunu söylemesine karşın Filistin devletini tanımayı reddetmesi, İsrail saldırganlığını durdurma konusunda faydası olabilecek yaptırımları bloke etmesi ve son aylara kadar İsrail’e silah satışını sürdürmesi halkın iktidardaki partilere karşı rahatsızlığını artırarak marjinal partilere yönelimini güçlendirecektir. Ayrıca bir yandan Rusya karşısında Ukrayna’yı desteklemesini uluslararası hukuk ve insan haklarına sahip çıkma gerekçesiyle açıklayan Alman hükümetinin diğer yandan İsrail’in Gazze halkına karşı soykırımını ve diğer bölge ülkelerine karşı saldırganlığını desteklemesi kendi halkı nezdinde de inandırıcılığını kaybetmesine ve Ukrayna politikası için arzu ettiği desteği bulamamasına yol açmaktadır.

Kaynak: GAMZE KARABULUT