1. ABDULKADİR SELVİ / ÖCALAN İSMİ SÜRECİ OLUMLU MU OLUMSUZ MU ETKİLİYOR (HÜRRİYET)

Terörsüz Türkiye sürecine destek yüzde 70 seviyesini aştı. Süreç ilerledikçe bu destek de artıyor.

PKK’nın silahları yakması, Türkiye’deki unsurlarını çektiğini açıklaması sürece olumlu yönde katkı yaptı. Birilerinin pompaladığı korkuların boş çıkması da sürece olan güveni artırıyor.

Terörsüz Türkiye süreci ilerledikçe kamuoyu desteği de artıyor. Ancak üzerinde durulması gereken bir nokta var. O da Öcalan ismi ön plana çıkınca bu desteğin kaybolması. Hatta tam tersine dönmesi. Terörsüz Türkiye sürecine destek yüzde 70’lerin üzerinde ama söz konusu Öcalan olunca bu oran yüzde 10’lara geriliyor. Niye? Çünkü 40 yılın acıları var. Halkımız ona “bebek katili” diyor. Bebek katili bir günde sevimli olmuyor.

ZAMANIN RUHU

Kürt sorununun çözümü denilince de büyük bir destek var. Terörün bitirilmesi ve PKK’nın tasfiye edilmesini halkımız güçlü bir şekilde destekliyor. Artık akan kanın durması, yeni şehitlerin gelmemesi ve bu sorunun çözülmesi isteniyor. Zamanın ruhu diye bir kavram var. Ben buna inanırım. Zamanın ruhu artık bu sorunun çözülmesinden yana.

ÖCALAN OLUNCA

DEM’liler bundan rahatsız olacak. Ama bu bir gerçek. İşi getirip Öcalan’a bağlayınca rüzgâr tersine dönüyor. Terörsüz Türkiye sürecinde Öcalan olumlu bir rol oynadı. Silahların bırakılması ve PKK’nın tasfiyesi noktasında yaptığı çağrı Kandil’de karşılık buldu. Öcalan sözlerinin arkasında durdu. PKK üzerinde etkili olduğunu gösterdi. Terörsüz Türkiye sürecinin gerçekleşmesi için kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Ancak bu, Türk kamuoyunun bir anda Öcalan’ı barış elçisi olarak görmesini sağlamıyor.

ÖCALAN DAYATMASI

DEM Parti ve onun bileşenleri ise süreci getirip Öcalan’a endeksliyorlar. Kimi zaman düşünüyorum; bunların Kürt sorunu davası mı var, yoksa Öcalan davası mı? Şimdiye kadar gözüken, Kürt sorunu gibi bir dertlerinin olmadığı; tam aksine tek dertlerinin Öcalan olduğu yönünde. DEM’in ve bileşenlerinin etkinliklerini takip ediyorum; Öcalan’la başlayıp Öcalan’la bitiyor. Öcalan’la ilgili taleplerin ardı arkası kesilmiyor. Öcalan’ı aktörleştirmek isterken bu durum zaman zaman bir Öcalan dayatmasına varıyor. Bu da toplumun Terörsüz Türkiye sürecine desteğini zayıflatıyor. Kamuoyu Terörsüz Türkiye sürecini, Öcalan’ın serbest kalması gibi görüyor. Biz bu sorunu çözeceksek kamuoyu desteğiyle çözeceğiz.

İKİ UCU KESKİN BIÇAK

Öcalan kültü üzerinden hareket ediyorlar. Bu da çözüme hizmet etmiyor.

DEM’in, Kandil’in Öcalan’ı merkeze alması, onu temel aktör hâline getirme çabaları Terörsüz Türkiye sürecinin yönetilmesine yarar sağlıyor ama toplum nezdinde sıkışmaya neden oluyor. Toplumun sürece olan desteğini zayıflatıyor. Öcalan konusu iki tarafı keskin bıçak gibi.

Öcalan faktörü iyi değerlendirilirse Terörsüz Türkiye sürecine yarar sağlıyor ama fazla dayatılınca toplumda rahatsızlığa neden oluyor.

MUHALEFETTEN BAKAN’A TEŞEKKÜR

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bütçesinin görüşülmesi sırasında siyasette pek görmeye alışık olmadığımız ama görmeyi arzu ettiğimiz bir manzara yaşandı.

CHP Elazığ Milletvekili Gürsel Erol, “Benim kimseden çekineceğim hiçbir şey yok. Doğru gördüğüm her şeyi söylerim. Deprem konutlarının bu kadar kısa sürede bu kadar büyük miktarda yapılmış olmasını ben bir başarı hikâyesi olarak görüyorum” dedi.

CHP’Lİ VELİ AĞBABA

CHP Malatya Milletvekili Veli Ağbaba ise, “Bazen siyasette eleştiriyoruz, sizi eleştiriyoruz ancak Malatya’da size hemşeriliğiniz oybirliğiyle verildi. Katkılarınız için size teşekkür ediyoruz. İletişime açık olduğunuz için size teşekkür ediyoruz” diye konuştu.

İYİ PARTİ MİLLETVEKİLİ

İYİ Parti Hatay Milletvekili Şefik Çirkin de, “Doğrusunu söylemek gerekir ki Sayın Çevre Bakanı’na Hataylılar adına, Hataylı depremzedeler adına buradan teşekkür ederim. Hatay’a gerçekten çok güzel hizmetlerde bulunmuş. Depremde ağır yaralar almış olan Hatay’ın yaralarını sarmak adına neredeyse hafta sekiz, cuma dokuz Hatay’a gelmiştir” diye konuştu.

BAZI AVRUPA ÜLKELERİNDEN BÜYÜK

Çevre Bakanı Murat Kurum, depremzedelerin konutlarına kavuşması için gece gündüz demeden çalışıyor. Yıl sonunda 450 bininci konut teslim edilmiş olacak. Kolay değil; asrın felaketini yaşadık. Bazı Avrupa ülkelerinden büyük bir alanda şimdi 450 bininci konut hak sahiplerine teslim edilecek. Bu bir başarı hikâyesidir.

Murat Kurum’a teşekkür eden milletvekilleri, depremde yıkılan illerimizin milletvekilleri. Yapılan hizmetleri gördükleri için teşekkür ediyorlar. Bu onları küçültmez. Tam aksine, yapılan hizmetleri takdir etmek onları da yüceltir. Muhalefet demek her şeyi kötülemek demek değildir.

ŞANTİYE ŞEFİ

Ancak bu hizmetleri anlamayanlar da var. DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit gibi. Gülistan Kılıç Koçyiğit, deprem konutlarıyla ilgili çalışmaları anlatan Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a, “Sanırsınız Çevre Bakanı değil, şantiye şefi” diye sataştı. Koçyiğit’e cevabı Bakan Kurum verdi: “11 ili ayağa kaldırmak, deprem bölgesini bitirmek şantiye şefliğiyse, evet, şantiye şefliği yapmak bizim için en büyük bir gururdur” dedi.

Gülistan Hanım bir gün deprem bölgesine giderse şantiye şefliğinin ne olduğunu anlar…

2. AHMET HAKAN / LİDERLER DE AĞLAR (HÜRRİYET)

CHP Lideri Özgür Özel’in Gülşah Durbay’ın cenazesindeki durumuna bakalım:

Hüngür hüngür ağladı.

Kendisini tutmaya hiç gerek görmedi.

Kameralara falan aldırış etmedi.

Acısını ifade ederken içinden geldiği gibi konuştu.

“Acaba nasıl görünürüm” diye bir tereddüt yaşamadı.

Ben Özgür Özel’in bu hâlini çok sevdim.

İnsani taraflarını göstermekten kaçınmaya tenezzül etmemesini, buna da en küçük bir samimiyetsizlik bulaştırmamasını alkışladım.

Ancak çok az sayıdaki bazı CHP’lilerden şu tür aykırı tepkiler de yükselmedi değil:

“Liderler ağlamaz, sil gözyaşlarını. Bu görüntü seni zayıf gösterir. Vakarını korumalısın” falan.

Halkımızın büyük çoğunluğunun bu konudaki yaklaşımı ne olur acaba?

Benim gibi “insani yönlerini kaybetmemiş lider” diye mi düşünür, yoksa “lider dediğin zayıflık sergilemez, yanlış yaptı” diye mi düşünür?

Elimde bir veri yok ama hissiyatımı söyleyeyim: Bizim ahalinin büyük çoğunluğunun benim gibi düşünmeme ihtimali hayli yüksek.

BEN HAYATIMDA HİÇ UYUŞTURUCU MADDE KULLANMADIM

Ne demişti Mehmet Akif Ersoy ifadesinde?

Şunu demişti:

“Ben hayatımda hiç uyuşturucu madde kullanmadım. Bu iddialar çok çirkindir.”

Bu netlik, bu meydan okuyucu tavır, bu kökten yalanlama, bu zerre kadar açık kapı bırakmama hâli…

Herkesi az buçuk etkilemiş, “Yahu bu çocuğa haksızlık mı yapılıyor acaba?” dedirtmişti.

Sonra ne oldu?

Şu oldu:

Adli Tıp’tan gelen sonuçlara göre… Mehmet Akif Ersoy’un uyuşturucu kullandığı ortaya çıktı.

“Hayatımda hiç uyuşturucu kullanmadım” diye ifade verdikten sonra uyuşturucu kullandığının saptanması, Mehmet Akif Ersoy’un “yapmadım, etmedim, hepsi yalan” tarzındaki ifadelerini yerle bir etmiş oldu.

Bu saatten sonra artık hiç kimse “Yahu bu çocuğa haksızlık mı yapılıyor acaba?” demeye cesaret edemez.

Nitekim edemiyor da.

KÜTÜPHANE DEMEYE KORKAR OLDUK

Geçen gün Beyazıt Kütüphanesi’ne gidecektim.

Bir arkadaşıma, “Kütüphaneye gidiyorum” dedim.

Arkadaşım, “Abi sen de mi?” diye sordu.

Hemen çaktım durumu tabii.

“Oğlum bu kütüphane, o kütüphane değil” dedim.

Son günlerin belalı mekânı hâline gelen “Kütüphane” adlı mekânın adının değiştirilmesi şart.

Kütüphane demeye korkar olduk vallahi.

SÜRECE İNANMAMAK AYRI ŞEY, SÜRECİ DİNAMİTLEMEK AYRI ŞEY

Sürece karşı çıkanlar ikiye ayrılır:

Bir: Vatansever duygularla hareket ederek sürece inanmayanlar. Bunların derin kaygıları var. Sürecin başarılı olabileceğini düşünmüyorlar. Kaskatı önyargıları olsa da en azından samimiler.

İki: Süreç başarısız olsun diye çeşitli sabotajlara imza atanlar. Bunlar süreci dinamitlemeye çalışıyorlar. Süreci zehirleyecek yalanları dolaşıma sokuyorlar.

Saygı Öztürk’ün “Apo neler istemiş neler” diye bir yazısı vardı.

O yazının amacı, hedefi, maksadı tam anlamıyla…

Süreci baltalama, dinamitleme, zehirleme yazısıydı.

Kısacası olay şudur:

Saygı Öztürk’ün süreçle ilgili derin kaygılara sahip olması meşrudur, buna yerden göğe kadar hakkı vardır.

Saygı Öztürk’ün süreçle ilgili uydurma ve yalan bilgileri dolaşıma sokması gayri meşrudur, buna hakkı yoktur.

HANGİ KESİM DAHA AHLAKLI

“Kemalistler mi daha ahlaklı, muhafazakârlar mı daha ahlaklı” diye bir tartışma yapılıyor.

Bu tartışmayı yapanların ortak özelliği şudur:

“Birey” diye bir şey yoktur bunların zihinlerinde. “Kabile” vardır. “Aşiret” vardır. “Mahalle” vardır.

Kafalarının bir kesimin topluca “daha ahlaklı” ya da “daha ahlaksız” olabileceğine kolayca yatmasının temel nedeni budur.

GÜLLÜ’NÜN KIZI, ROB’UN OĞLU

Tam “Bir evlat anasını nasıl pencereden atar abi?” konusunu tartışıyorduk ki…

Amerika’dan bir evladın ana ve babasını bıçakla doğradığı haberi geldi.

Öldürülen baba Rob Reiner, bir film yönetmeni.

Filmlerinden birini mutlaka izlemişsinizdir:

“Harry Sally ile Tanışınca”yı izlemeyenler, en azından “Birkaç İyi Adam”a kayıtsız kalmamıştır.

Güllü: Yerel bir ünlü.

Rob: Küresel bir ünlü.

Sonuç:

“Bir evlat anne ya da babasını nasıl katleder abi?” sorusu, asla yerel bir soru değildir.

DUYGU BAŞSAVCI ALKIŞI HAK EDİYOR

Duygu Bayar Öksüz, Yalova Başsavcısı. Güllü olayı çözüldüyse, onun izlediği taktik ve strateji sayesinde çözüldü.

Neler yaptı? Anlatayım:

Hemen konuyla ilgili olarak iki savcı görevlendirdi. Kendisi de aktif olarak sürecin içinde yer aldı. İfadeler alınırken oradaydı. Olay yerinde keşif yapılırken oradaydı.

Kamuoyunda kıyamet gibi iddialar ortaya atılırken, o ve ekibi sessiz ve sakin bir şekilde somut delil aradı. TÜBİTAK’ı, üniversiteleri devreye soktu. En küçük bir detayı bile atlamadı.

Cinayeti itiraf eden Sultan’ın itirafçı olması için ikna edilmesinde payının büyük olduğu anlaşılıyor. Sultan’la bizzat konuşmuş. Günlerdir baskı altındaki Sultan’ın rahatlayıp güvenerek itirafçı olmasında bu ikna süreci çok önemli.

Ayrıca bu, Duygu Başsavcının çözdüğü ilk cinayet de değil. “Eşim kayalıklardan düşüp öldü” diyen bir kocanın yalan söylediğini bilirkişi raporlarıyla ortaya çıkarmıştı.

Güllü’nün camdan itilmiş olmasının kuvvetle muhtemel olduğunu bildiren bilirkişi raporunu da yine aynı bilirkişi ekibi hazırlamış.

Duygu Başsavcımızı ve ekibini…

Şovdan kaçarak, reklama hiç tenezzül etmeyerek, sadece işlerine odaklanarak yürüttükleri bu süreç nedeniyle ne kadar kutlasak o kadar az.

3. BERCAN TUTAR / “ELVEDA AVRUPA” (SABAH)

Kendisiyle tanışma ve konuşma fırsatı bulduğum Almanya’nın sayılı siyasi düşünür ve akademisyenlerinden Prof. Dr. Ulrike Guérot, ezber bozan yaklaşımlarıyla bende derin izler bıraktı. Hem şaşırdım hem sevindim. Şimdiye kadar kendisinden haberdar olmadığım için biraz da hayıflandım doğrusu.

Almanya’nın saygın akademisyenlerinden biriyken, Kovid-19 salgını önlemlerini ve Ukrayna’daki vekâlet savaşını eleştirmesinin ardından hedef hâline geldi. Bonn’daki üniversitedeki görevinden uzaklaştırıldı. Şunu da belirtmeliyim ki Almanya’da İsrail’in Gazze’deki soykırımına ve Orta Doğu’daki kaotik politikalarına açıkça karşı çıkan ender cesur yüreklerden biri.

Prof. Guérot; Avrupa demokrasisi başta olmak üzere Almanya’nın Avrupa politikaları, Fransız-Alman ilişkileri ve Avrupa’nın küresel rolü gibi konularda çok sayıda bilimsel rapor ve popüler yayına sahip. Saygın ve bir o kadar da ezberleri bozan çok sayıda kitabın yazarı.

Bu ezber bozan eserlerinden biri de Değişen Zamanlar (Zeitenwenden) adlı kitabı. Bu yapıtın dördüncü ve son bölümü, bağımsız bir kitap olarak Elveda Avrupa adıyla dilimize çevrildi. Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından bu ay basılan kitapta, çok kutuplu dünya sürecinde artık fiilen var olmayan “Batı” imgesine tutunmuş Avrupa ile Türkiye arasındaki ilişkilerin geleceğine ve mahiyetine dair özgün öneri ve tespitlerde bulunuyor.

Avrupa’nın tarihsel olarak Paris, Berlin ve İstanbul’u kapsayan bir üçgenden oluştuğunun altını çizen Guérot, AB-Türkiye ilişkilerinin çok kutuplu küresel dünya düzenindeki olası senaryolarını şöyle sıralıyor:

Katılım sürecinin yeniden canlandırılması. Bunu düşük ihtimal olarak görüyor.

Kalıcı işlevsel ortaklık. Bunu muhtemel senaryo olarak değerlendiriyor.

Stratejik kopuş. Bu üçüncü senaryoyu da mümkün ama riskli olarak niteliyor.

Ancak Guérot’a göre Avrupa ile Türkiye ilişkilerinin önündeki asıl engel, Batılı adamın kendi kibri. Avrupa’nın bir türlü bırakamadığı o üstten bakma tavrını değiştirmedikçe, imparatorluk refleksiyle hareket etmeye başlayan yeni Türkiye ile bir modus vivendiye ulaşmasını zor görüyor. Bu arada kaybedenin Avrupa olacağının da altını çiziyor.

Türkiye’siz Avrupa’nın önünde fazla seçenek yok. Çok kutupluluğun varlığını dayattığı koşullarda, ABD’nin vassalı olarak yoluna devam etmekten başka bir alternatif görünmüyor Avrupa için. Çünkü yeni çok kutuplu dünya düzenine yolculuk, AB’nin çözülmesi, giderek yükselen otoriterleşme eğilimi, popülizm ve savaşın kısır döngüsüne sıkışıp kalma gibi eğilimleri tetikliyor.

Avrupa artık Atlantikçi, Siyonist ve neoliberal anlayışların bir geleceği olmadığına inanıyor. Bunun yerine, Türkiye’nin merkezde ya da müttefik olarak yer alacağı Avrasya’nın parçası; Doğu’nun aynası ve cumhuriyetçi bir gelecek tahayyül ediyor.

Elveda Avrupa bu nedenle, kıtadaki statükoyu yıkarak tarihsel, siyasal, kültürel, askerî ve ekonomik köklere dönüşü temsil eden devrimsel bir çağrı niteliğinde. Kitapta, bağımsız Avrupa fikrinin ancak ABD’nin çıkarlarından ayrı, BRICS ülkeleriyle karşılıklı anlayışa dayanan; tinsel özgürlüğü, hukuksal elitliği ve sosyoekonomik alanda kardeş dayanışmasını sağlayan bir jeopolitik yaklaşımla gerçekleşebileceğinin altı çiziliyor.

“Mevcut hâliyle Batı artık nihayete erdi” diyen Prof. Guérot, post-Atlantik çağında yaşlı kıtanın tek kurtuluşunun yeniden devletleşerek ve cumhuriyet olarak kendisini yeniden yapılandırmasında olduğunu savunuyor. Bunu da “res publica!” sloganıyla dile getiriyor. Yani artık ABD’nin, küreselcilerin ya da yerli işbirlikçi elitlerin değil; sadece halkların devleti olmalı Avrupa kıtası. Tek kurtuluş yolu bu. Başka yol yok. Zira diğer bütün yollar “Elveda Avrupa”ya çıkıyor.

4. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN / AVRUPA VE SAVAŞ (YENİ ŞAFAK)

Rusya-Ukrayna savaşından bir Avrupa-Rusya savaşı türeyecek mi? Gelinen safhada sorulan soru budur. Avrupalı siyâsetçileri dinleyecek olursak bu savaşın kaçınılmaz bir şekilde yaşanacağı görülüyor. Başta İngiltere, Fransa ve Almanya’nınkiler olmak üzere çok sayıda Avrupalı siyâsî liderin verdikleri beyânatlar bunu düşündürüyor. Makro bir dönüşüm kararı verdiler. Ekonomilerini hızla savaş merkezli bir ekonomiye dönüştürmek için ellerindeki tekmil kaynakları seferber etmiş durumdalar. Rusya’nın aleyhteki onca vurgusuna rağmen, zihinlerinde ürettikleri bir “Rus saldırganlığının”, eğer Ukrayna’da durdurulmazsa Avrupa’yı işgâl edeceğini katı bir peşin hükme dönüştürdüklerine şâhit oluyoruz. Kendi kamuoylarını buna hazırlamanın derdine ve telâşına düşmüş vaziyetteler.

Bu manzaranın bir siyâsî gaf olmanın hâricinde maddî bir temeli olduğunu unutmamalıyız. Başta kıt’anın ekonomik dinamosu olan Almanya’dan hiç hoş haberler gelmiyor. ABD Güvenlik Stratejisi Raporu’nda altı çizildiği üzere Avrupa ekonomileri hızlı bir düşüş yaşıyor ve küçülüyor. Durgunluğa giren ve küçülen ekonomileri yeniden ayağa kaldırmanın en sağlam yolu savaştır. Bunu târihî ve nazarî bilgilerimiz bize öğretiyor. Yâni savaş ekonomik bir değerdir. Savaş ekonomilere mündemiçtir. Barış zamanlarının aldatıcı tarafı, güçlü ekonomilerin her dâim savaş sanâyiini canlı tutmaları gerçeğini perdelemesidir. Barış zamanlarında üretilen silâhların tüketimi, üretildiği yerlerin hâricinde başka yerlerde yapılır. Modern barış, silâhları üretenlerin onu doğrudan kendisinin tüketmediği; buna mukâbil bu tüketimin yarı merkez veya çeper dünyâlarda dağıtılmasından başka bir şey değildir. Aşağı yukarı 85 milyon insanın öldüğü II. Umûmî Harp sonrasında merkez dünyâ güyâ bir barışa kavuştu. Kendi aralarında savaşmayı bıraktılar. Buna mukâbil 2000’lere doğru gelindiğinde, dünyânın kalan kısımlarında Afrika’dan Asya’ya ve Lâtin Amerika’ya kadar uzanan dağınık ve büyük coğrafyada çıkan sayısız savaş ve iç savaşlarda toplamda bu sayıya yakın bir yekûn tuttuğunu biliyoruz. Demek ki II. Umûmî Harp bitti diye dünyâya barış gelmedi. Sâdece savaşlar zamâna ve coğrafyaya yayıldı.

Bugün III. Umûmî Harp ihtimâlinden bahsetmeye başlamamız, savaşın dinamiklerinin yeniden çevreden merkeze doğru hareketlenmesinden başka bir şey değil. Bunun da sebebi, sermâyenin son 500 senedir Atlantik coğrafyasından Pasifik coğrafyaya geçmeye başlamasıdır. Bunun doğurduğu kültürel şok daha evvel yaşanmış değildir. Meselâ sermâyenin Hollanda’dan Fransa’ya veya İngiltere’ye geçmesi ya da oradan da ABD’ye yerleşmesi elbette krizli ve hesaplaşmalı olmuştur; ama neticede kültürel bir şok doğurmamıştır. Bunlar benzer bir jeokültürel eksende yaşanan yer değiştirmelerdir; bir zaman sonra da sindirilmiştir. Ama mevzû Çin olduğu zaman durum değişir. Artık ortada jeokültürel bir kırılma vardır. Jeokültür bu safhadan sonra jeopolitik yapıyı da belirlemeye başlayacaktır. Nitekim öyle olmuştur. Hristiyan ve beyaz üstünlükçü zihniyet, kendisini hem kültürel hem de ideolojik olarak saflaştırmak ihtiyâcını duymaya başlamıştır. Bugün Batı’nın gündemindeki münâkaşalar, bu saflaştırmanın neyi ve nasıl ötekileştirdiği meselesine verilen cevapların çatışmasından başka bir şey değildir. Savaşın senaryoları da bu cevapların mâhiyetine göre değişecektir.

Ortada iki cevap mevcuttur. İlki Avrupa’nın verdiği cevaptır. Yalnız burada Avrupa derken neyi kastettiğimizi açıklıkla ortaya koymamız gerekir. Avrupa sâdece Avrupa kıt’asıyla sınırlı değildir; ABD’deki uzantısıyla berâber değerlendirilmelidir. Yâni ABD’de, bilhassa Demokratların temsil ettiği Avrupa da kıt’aya dâhil edilmelidir. Bunların hedefinde evvelemirde Avrasya ve Asya’nın derinliklerine uzanan bir alan yer almaktadır. Bu da onların gözünde Rusya’yı hedefe koymaktadır. Çin ile olan büyük hesaplaşma evvelinde bu coğrafyaların düşürülmesi elzemdir onlara göre. En büyük desteği de finansal sermâyeden ve neoconlardan alırlar. İdeolojik dünyâlarının hayli karmaşık olduğunu rahatlıkla görebiliriz. En başta demokrasi, insan hakları, hukuk devleti vb. güyâ Batı’nın “liberal” değer üstünlüklerini amentüleri hâline getirirler. Buna orta sınıfların kırılganlıklarını ve hassâsiyetlerini ilâve etmekten de çekinmezler. Woke solculuğu burada son derecede kullanışlı bir kaldıraçtır onlar için. Çevrecilik, yeşil enerji kullanımının özendirilmesi, hayvan hakları, LGBT hareketleri ve türevleri, çok kültürlülük vd. temalarını katı bir şekilde müdafaa ederler. Bu değerlere bağlılığını bildirip kendisine destek vermeyenleri ise gözlerinin yaşına bakmaksızın en faşizan ölçülerde hasımlaştırırlar. Bunu, örtük, şekerlenmiş, pudralanmış bir faşizm olarak nitelendiriyorum.

İkinci cevap ise buna itirazdan neşet ediyor. Buna göre ABD, kendisini Avrupa’dan ayrıştırarak Rusya ile bir uyum çizgisine girmeli; Çin’e karşı boğucu bir üstünlük ele geçirmelidir. Niyetleri Avrupa’yı vassallaştırmaktır. Buna ilâveten Rusya-Hindistan dostluğunu kullanarak Baharat Yolu’nu Hint Denizi üzerinden, Abraham Anlaşmaları üzerinden kendisine İsrail’e bağladığı Arap devletlerini de içine alarak Akdeniz’e kadar genişletmeyi hedeflemektedirler. Dünyâ hammadde kaynaklarının yağmalanması, ticâret yolları üzerinde tam bir hâkimiyet kurarak Çin’i zor duruma düşürmek ve zayıflatmak en büyük arzularıdır. Deniz ayağı, Doğu Akdeniz’de GKRY ve Yunanistan ile de takviye edilmek istenmektedir. Dev enerji şirketleri ve bilişim endüstrileri bu hareketi ağırlıklı olarak desteklemektedir. Askerî güç onlar için daha çok bir sindirme ve baskı altına alma vasıtasıdır. Barışçıl görünmelerinin sebebi de budur. Değilse ideolojik plânda, âdeta Ku Klux Klan tarzı beyaz üstünlüğü fikrini en ırkçı düzlemde gören, en düşük orta sınıf tabakalarından beslenen bir tabana sâhip olduklarını görüyoruz. Bunlar uluslararası savaşlardan çok, bu militarist enerjiyi içeriye; yabancı buldukları, kendi “medeniyetlerini” kirlettiklerine inandıkları düzensiz göçün yığdığı kitlelere karşı seferber etmeyi esas almaktadırlar. İslâm düşmanlığı burada en yanıcı unsurdur. Avrupa’nın bir ABD ayağı olduğu gibi, ABD’nin de bir Avrupa ayağı mevcuttur. Avrupa sağının yükselişi tam da bunu ortaya koymaktadır. Avrupa’nın vassallaştırılmasını onlar tamamlayacak görünüyor.

Hâsılı Avrupa tam mânâsıyla bir çırpınma hâlinde. Rusya-Ukrayna savaşını uzatmak ve bu savaşı Avrupa-Rusya savaşına evriltip ABD’yi de buna ortak etmek için didiniyorlar. Ok yaydan çıktı. Toparlanmaları artık çok zor.

5. SELÇUK TÜRKYILMAZ / SİYONİSTLERİN “KUSURSUZ TAHRİK” YÖNTEMİ (YENİ ŞAFAK)

İsrail, Filistin’in tarihî topraklarında kurulan İngiliz manda yönetiminde “kusursuz tahrik” yöntemi ile hedeflerine ulaşmaya çalışmıştı. İngiltere himayesinden İsrail koloni devleti olarak çıktıktan sonra aynı yöntemi Filistin’i çevreleyen ülkelere yönelik olarak da kullandılar. Bu yöntemin detaylarını merak edenler özellikle “Altı Gün Savaşı”yla ilgili kaynaklara bakabilir. Fakat Siyonizm’in tarihine ilgi duyanlar, “kusursuz tahrik”in önemini ortaya çıkarabilmek için daha farklı olaylara da yöneleceklerdir. Özellikle Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudilerin İsrail’e yönlendirilmesinde bahsi geçen yöntemin ne kadar başarılı olduğu bilinmektedir. Aynı yöntem Irak Yahudilerinin İsrail’e yönlendirilmesinde de sonuç vermiştir. Merak edenler Avi Shlaim’in Üç Dünya adlı kitabına bakabilir.

“Kusursuz tahrik” yönteminin en önemli bileşeni, karşı tarafın güçsüz yakalanmasıydı. Siyonistler ve Siyonist İsrail, Filistin’in tarihî topraklarında kurulan manda yönetiminden aşırı derecede güç devşirmiştir. Ne yazık ki İngiltere manda yönetimiyle ilgili çok yönlü araştırmalar hâlâ eksiktir. Özellikle Yahudi gücü efsanesini yaratmak için İngiliz etkisi daima geri planda bırakılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail efsanesi için ne gerekiyorsa yapıldı. Kusursuz tahrik yönteminin başarıya ulaşmasında Filistinlilerin ve komşu devletlerin zayıflığı, Siyonistlerin başarısı için son derece önemliydi. Ürdün’ün her adımda İsrail’e zemin hazırlamasını da İngiltere ile ilişki kurarak gündeme getirmek gerekir.

“Siyonistlerin inanmışlığı” gibi bir ifadeyi özellikle kurmak istemiyorum. Bunun yanıltıcı olacağını geçmişteki örneklerden biliyoruz. Onların davalarına inanmışlığını kanıtladığı düşünülen örneklere özellikle muhafazakâr camiada aşırı derecede önem atfedilmiştir. Hatta en son, şu meşhur yerleşimci katil Daniella Weiss’in inanmışlığı dahi gündeme getirilmişti. 7 Ekim 2023’ten sonra bu türden ifadelerin ve örneklerin propaganda amacına matuf olduğu ortaya çıktı. Siyonistlerin savaş kabiliyetinin olmadığını Gazze Şeridi’nde görmüş olduk. Bunun ne anlama geldiği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Aslında 7 Ekim’den sonra, geçmişte olduğu gibi düşman bir çevre imajı yeniden hayat buldu ve çıkardıkları bütün savaşlarda haklı olduklarına dair inanç yeniden canlandı. Bu da onlar için büyük bir kazanım gibi göründü. Fakat bu da çok önemli bir şarta bağlıydı: Zaferi birkaç günde kazanmalıydılar. Eğer birkaç gün içinde Gazze’de hedeflerine ulaşsalardı kimse onlara laf söyleyemeyecekti. Dolayısıyla bahsi geçen inanmışlık yine hayranlık uyandıracaktı. Filistinliler inanılmaz bir direnişle Siyonist İsrail’in karşısına çıkınca bütün kurgu altüst oldu. Bugün hiç kimse Siyonistlerin hayranlık uyandıran inanmışlığından söz etmiyor. Bütün dünya onlardan nefret ediyor. Çünkü Almanya gibi bir ülke için dahi kirli işler yaptıkları ortaya çıktı. Ortada ne inanmışlık ne de adanmışlık vardı.

7 Ekim’den sonra Siyonistlerin İngiltere, ABD, Almanya ve diğer devletlerin kolonyal himayesine bağlı ve bağımlı olduğu iyice anlaşıldı. Bu, “kusursuz tahrik” yönteminin çok daha karmaşık bir bağlamda incelenmesi gerektiğini gösterir. Siyonistler her zaman Avrupa kamuoyunu kendi lehlerine harekete geçirmek için düşman bir çevrede ya da siper hattında Avrupa medeniyeti adına mücadele ettiği izlenimini vermiştir. Bunun için de Müslümanlarla ilgili imajlar üretmişlerdir. Onlar için terör ve teröristler oldukça kullanışlı bir imaj üretim aracıydı. 90’lı yıllardan itibaren Müslümanlarla ilgili imaj üretmek aslında çok da zor değildi. Çünkü Filistin örneğinde olduğu gibi zayıf bir durumda yakaladıklarını biliyorlardı. İslam dünyasına yönelik topyekûn bir karalama kampanyası vardı. Selman Rüştü hadisesine de bu çerçeveden bakmak gerekir. Bu lanet sarmal kırılmadığı müddetçe Müslümanlarla ilgili imaj üretiminde bir sorunla karşılaşmayacaklardı. Fakat sistem bir yerlerde çalışmamaya başladı. Yeni Zelanda’da bir katilin dünyanın gözü önünde silahlarıyla camiye girip namaz kılan insanları katletmesi, terör ve terörist yaftalarının artık işe yaramayacağının bir göstergesiydi.

Yıllar sonra bu sefer Avustralya’da Yahudilere yönelik kusursuz tahrik anlamına gelen bir eylemin organize edilmesi son derece dikkate değer bir hadisedir. Yeniden eski yöntemlere başvurduklarını söyleyebiliriz. Fakat artık bu yöntemin de işe yaramayacağını kabul etmek durumunda kalacaklar. Çünkü geçmişte olduğu gibi yine zayıf durumda yakalamadıkları çok açıktır. Yüz yılda “düvel-i muazzama” sayesinde ulaştıkları her şeyi iki yılda kaybettiler. Bunu tersine çeviremeyecekler.

6. OĞUZHAN BİLGİN / AKADEMYANIN ENTELEKTÜEL HAYATTAN KOPUŞU (AKŞAM)

Dünya tarihi boyunca entelektüel hayatla, fikir hareketleriyle, ideolojik açılımlarla akademyanın güçlü bir ilişkisi olmuştur. Üniversiteler ve akademisyenler hem fikir hayatına yön vermiş hem de yeni kuramsal tartışmaların, yeni kavramların, fikir akımlarının merkezinde yer almıştır. Bu bakımdan siyasetin teorik ve ideolojik arka planında üniversiteler ve akademisyenler belirleyici olmuştur.

Dünyada neoliberalizmin hâkim olduğu dönemle birlikte entelektüelden ziyade spesifik konularda uzmanlaşmış; fikir yerine teknik veri veya bilgi üreten bir akademisyen tipi ortaya çıkmıştır. Aşırı uzmanlaşmanın, sadece tek bir konuya dair bilgi sahibi olmanın ideal olarak sunulduğu bu piyasacı akademyada akademisyenler uzman memurlara indirgenmiştir.

Yeni fikirler üretmeden, mevcut üretilmiş çerçeveleri sorgulamadan, hâkim bir hegemonyaya kuramsal ve metodolojik olarak rıza göstererek, hâkim söylem içerisinde ölçülebilir bilgi ve profesyonel çıktı üreten bir “profesyonel akademisyen” tipi tüm dünya için artık büyük bir soruna dönüşmüştür. Foucault’nun “evrensel entelektüelin ölümü” dediği, Edward Said’in “entelektüelin kurumsal evcilleştirilmesi” diye adlandırdığı süreç böyle bir süreçtir. Çünkü fikir üretilmesi ve sorgulanması hegemonya bakımından risklidir. Bu nedenle Batı’nın kültürel hegemonyası, bir yandan piyasacılığı öne çıkaran neoliberalizmle, diğer yandan “büyük anlatılar çağı bitti” diyen postmodernizmle birlikte kendi hegemonik düzenini tüm dünya akademyasına dikte etmiştir.

Atıflar, dizinler, dergiler, uluslararası indeksler üzerinden hem dünya akademisini kendi ölçülerinde standardize eden ve kendi ölçütlerini evrensel ölçütlermiş gibi sunan hem de kendi istediği fikirlerin dışında kalanları ve hatta riskli gördüklerini yok sayan bir hâkimiyet ortaya çıkmıştır. Bu nedenle yüksek prestijli indekslerde çıkan dergilerdeki makalelerde İsrail’in katliamlarından “ama”sız bahseden, PKK’ya terör örgütü diyen, 1915’te (sözde) Ermeni Soykırımı olmamıştır diyen makalelerin yayımlanması imkânsızdır. Çünkü hegemonya bunu “bilimsel değil” diye kodlamaktadır. Biz de akademik atanma ve yükselme kriterlerimizle bu hegemonyaya bir nevi rıza göstermekte ve hegemonyayı yeniden üretebilmekteyiz.

İşte bu akademik düzen, hâkim söylemin ve çerçevenin sorgulanmasını istememekte; memurlaştırılmış uzmanlara teknik veri ve bilgi üretmesi için bir alan bırakmakta; teorisiz bilgi üretmeye çalışmak marifet gibi sunulmaktadır. Bu, bir akademik tercih değil, ideolojik bir mecburiyete dönüşmüştür.

Bu, bazılarının anlattığı gibi Türk akademisine özgü bir depolitizasyon falan da değil; bizzat Batı’nın öncülüğünde tüm dünyaya hâkim kılınmış bir akademik hegemonyanın neticesidir. Batı’nın kültürel hegemonyasını eleştirmeyip esas meseleye işaret etmeyenler, mevzuyu sadece Türkiye’ye özgüymüş gibi sunmakta ve sanki Türk akademisindeki bir “politik risk almama” hâline indirgemektedir.

Tarih boyu büyük entelektüellerin, akademisyenlerin disiplinlerarası bir zemine sahip olduğu; tarih, felsefe, sosyoloji, siyaset, iktisat gibi alanların hepsine dair ciddi bir birikimi olmayanın sosyal bilimlerde dikkate alınmadığı bir dönemden, şu anda tek bir disiplinin tek bir spesifik alanına hapsedilmiş bir akademisyen tipine gelinmiştir.

Akademik hayatı giderek entelektüel anlamda çölleştiren bu Anglo-Sakson merkezli neoliberal akademik hegemonya, akademisyeni bir performans rejimi altında memurlaştırmaktadır. Bir yandan da maalesef biz de konunun bu büyük çerçevesinden ziyade doçentlik kriterleri veya emeklilik yaşı gibi yine çok teknik teferruatlara odaklanarak akademinin esas sorunlarını ıskalayan ve tam da o hegemonyanın istediği bağlamda spesifikleştiren bir tartışma düzlemine hapsolmuş durumdayız.

7. JURAJ MAJCİN / RUSYA-UKRAYNA SAVAŞI'NDA AVRUPA İÇİN STRATEJİK SINAV: DONDURULMUŞ RUS VARLIKLARI (AA ANALİZ)

NATO Genel Sekreteri Mark Rutte, Rusya'nın dört yıl içinde NATO'ya saldırabilecek bir noktaya gelebileceğini bir kez daha hatırlattı. Avrupa ülkelerinin çoğu, savunma hazırlığını güçlendirmek, yeni silah sistemleri edinmek ve bazı ülkelerde gençler için askerlik hizmetinin belirli biçimlerini yeniden gündeme almak üzere iddialı planlar açıklasa da tehdidin yarattığı aciliyeti hızlı ve etkili eyleme dönüştürmekte zorlanıyor.

RUSYA'NIN EGEMEN VARLIKLARI: KAPANMAYAN DOSYA

Avrupa'nın kararlı bir jeopolitik aktör gibi hareket etmekte ne kadar zorlandığını en açık gösteren örneklerden biri, Ukrayna'yı desteklemek için dondurulan Rus varlıklarının kullanımında yaşanan tıkanıklık. Savaşın yıktığı bir ülke için hayati önemdeki bir krediyi desteklemek amacıyla bu fonların devreye sokulup sokulmayacağı meselesi aylardır uzayıp gidiyor.

Varlıkların kullanılmasına ilişkin hukuki zemin güçlü. Bu varlıkların önemli bir kısmı ise Belçika'da tutuluyor. Rusya'nın Belçika'yı hedef alan bir hukuki hamleye girişme ihtimali düşük görülse de Avrupalı devletler, özellikle Belçika, izlenecek yol konusunda ortak zeminde buluşamadı. Bu nedenle karar tekrar ertelendi ve Avrupa Komisyonu'ndan alternatif çözüm önerileri istendi.

Üstelik Rusya'nın Avrupa'da altyapıdan özel sektöre, kamu kurumlarından kritik hizmetlere kadar uzanan “hibrit” faaliyetlerine dair haberler artıyor. Rus tarafı, kendi koşulları kabul görmeyince Avrupa'yı uzlaşmayı engelleyen aktör olarak resmediyor. Moskova'nın ne istediği açık: NATO'nun 1997 sonrası genişlemesini geri sarmak ve yeniden Sovyet dönemini çağrıştıran bir nüfuz alanı oluşturmak.

Bu tablo içinde Avrupa’nın dondurulan Rus egemen varlıklarını Ukrayna için düzenli ve öngörülebilir bir desteğe çevirememesi, kendi tehdit değerlendirmelerinin sertliğiyle yan yana gelince rahatsız edici bir uyumsuzluk yaratıyor ve söz ile eylem arasındaki mesafe giderek daha görünür hale geliyor.

UKRAYNA KONUSUNDA GERİ PLANDA KALMAK

Rusya-Ukrayna Savaşı başladığından beri Avrupa ülkeleri, Kiev'e benzeri görülmemiş düzeyde askeri ve diplomatik destek verdi. Hatta birçok başlıkta Avrupa ülkeleri, ABD'nin sağladığı desteği de geride bıraktı. Buna rağmen Avrupa, Washington’un yürüttüğü barış temaslarında belirleyici bir rol üstlenemedi. Süreci yönlendirmeye çalışmak yerine daha çok gelişmelere göre pozisyon alan bir çizgi benimsedi. Sonuçta Avrupa’nın etkisi, ABD’nin hedeflerini kabullenmek ve Donbas'ta geniş kapsamlı toprak tavizleri gibi en sorunlu önerileri sınırlamakla kaldı.

ABD, Ukrayna ve bazı Avrupalı liderlerin katıldığı Berlin'deki son zirve, Almanya Şansölyesi Friedrich Merz’in “gerçek bir barış süreci için fırsat” dediği bir birlik görüntüsü verdi. Zirvede NATO benzeri güvenlik garantileri de gündeme geldi ve toprakla ilgili kararların Ukrayna'ya ait olduğu bir kez daha teyit edildi.

Yine de Rusya'nın bu çerçeveyi kabul etmesi zor görünüyor. Daha muhtemel olan, Kremlin’in koşulları bu haliyle benimsemeyip görüşmeleri Avrupalılarla Amerikalılar arasındaki ayrışmayı büyütmek için kullanması ve “meşru olmayan lider” diye sunduğu Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy'yi hedef alarak sorumluluğu Kiev’e yıkmaya çalışması.

AVRUPA'NIN YENİDEN SİLAHLANMASI

Yakın vadede Rusya'nın NATO'ya yönelik bir saldırı ihtimali tamamen göz ardı edilemediği için Avrupa ülkeleri askeri hazırlıklarını benzeri görülmemiş ölçüde artırdı. Ancak kâğıt üzerindeki tablo aldatıcı olabilir. Avrupalı NATO orduları sayıca Rusya'yı geçse bile, NATO'nun ABD liderliğindeki komuta omurgası olmadan Avrupa sahada hâlâ dağınık kalıyor.

Washington, yeni ulusal güvenlik stratejisinde odağını Batı Yarımküre ve Hint-Pasifik'e kaydırmak istediğini açıkça söylüyor. ABD, söylemde “sorumluluk paylaşımı”ndan “sorumluluk devri”ne doğru kaymış durumda. Bu sebeple teoride Avrupa daha fazla sorumluluk üstlenebilir. Fakat ABD, Avrupa ordularının hâlâ tam olarak sağlayamadığı üç kritik kapasiteyi sunuyor: birleşik komuta, operasyonları mümkün kılan stratejik destek unsurları ve geniş ölçekli istihbarat, gözetleme ve keşif kabiliyetleri. ABD bu imkânları sağlamazsa, Avrupa'nın büyük ölçekli harekât yürütmesi zorlaşır.

NATO dışında Avrupa'nın elinde işleyen bir komuta yapısı yok. Üstelik böyle bir yapı kurma konusunda güçlü bir siyasi irade de görünmüyor. Avrupa Birliği'nin (AB) bu boşluğu doldurması da kolay değil. Zira AB, Birleşik Krallık ve Türkiye gibi kritik askeri aktörleri kapsamadığı gibi, bünyesindeki antlaşmalar da savunma alanında kurumsal yetkiyi belirgin biçimde sınırlandırıyor.

Bu yüzden Avrupa Komisyonu'nun Avrupa İHA Savunma Girişimi gibi görece sınırlı önerileri bile, kontrolü başkentlerde tutmak isteyen üye devletlerin itirazına takılıyor. Şekillenmekte olan “Gönüllüler Koalisyonu” da şimdilik, askeri operasyonları planlayıp yönetebilecek bir komuta yapısından çok, ardı ardına yapılan toplantılardan ibaret.

Tabloyu daha da karmaşıklaştıran bir unsur da Trump yönetiminin Moskova ile yeniden angajmana yönelebileceğine dair işaretler. Bu, yaptırımların gevşetilmesini de içerebilir. Böyle bir değişim, özellikle Rusya ile gerilimin yükseldiği bir dönemde, ABD'nin yaklaşımı da daha az öngörülebilir hâle gelirse, Avrupa'nın caydırıcılık ve kriz yönetimi konusundaki belirsizliğini artırır.

DAHA KARARLI ADIMLAR GEREKİYOR

Avrupa bu dönemi daha az sarsıntıyla atlatmak istiyorsa daha kararlı hareket etmesi gerekecek. Ulusal orduları güçlendirmek önemli ama tek başına yeterli değil. Avrupa hükümetlerinin NATO içinde kurumsal düzenlemeleri ilerletmesi ve özellikle komuta yapılarında Avrupa ayağını güçlendirmesi gerekiyor. Bunlar artık sıra dışı öneriler değil, Avrupa’nın kendi güvenlik gündemini daha fazla sahiplenmesinin doğal bir karşılığı.

8. CAVİD VELİYEV / DÜNYA TÜRK DİLİ AİLESİ GÜNÜ VE TÜRK DÜNYASI İŞBİRLİĞİNİN GELECEĞİ (AA ANALİZ)

Türk dünyasında entegrasyon ve işbirliği fikirlerinin temeli, 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başlarında Türk aydınları arasında ortaya çıktığında temel yaklaşım; Türk halkları arasında dil ve alfabe birliğinin kurulması ve bunun uluslararası alanda meşruiyetinin sağlanması mücadelesi olmuştur. Bu müzakereler en son 1926’da yapılan Bakü Türkoloji Kurultayı’nda ele alınmış, Sovyetler Birliği’nde bu tür faaliyetlerin yasaklanması nedeniyle çalışmalar uzun süre sekteye uğramıştır.

1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk Cumhuriyetleri’nin yeniden bağımsızlıklarını kazanmasıyla birlikte bu konular tekrar akademik toplantıların gündemine girmiştir. 1992’de başlayan Türk Dili Konuşan Ülkeler Devlet Başkanları Zirveleri, 1993’te kurulan TÜRKSOY, 2009’da kurulan Türk Konseyi ve 2021’de kurulan Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) ile birlikte, 21. yüzyılda Türk aydınlarının yarım bıraktığı çalışmalar yeniden hız kazanmıştır.

Sonuç olarak yürütülen faaliyetler olumlu sonuçlar vermiş; 2024’te 34 harflik ortak alfabe kabul edilmiş, 3 Kasım 2025’te ise Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) Semerkant toplantısında 15 Aralık, Dünya Türk Dili Ailesi Günü olarak ilan edilmiştir. Böylece yaklaşık 300 milyon insanın konuştuğu Türk dili, uluslararası bir örgütün kararıyla resmî olarak kabul edilmiştir.

15 Aralık tarihi, Orhun Yazıtları’nın Danimarkalı bilim insanı Wilhelm Thomsen tarafından 15 Aralık 1893’te deşifre edilerek dünyaya ilan edilmesinin yıl dönümüdür. Bu nedenle 15 Aralık, Dünya Türk Dili Ailesi Günü olarak özellikle seçilmiştir.

ORHUN YAZITLARI’NIN ÖNEMİ

Bu deşifre, Orhun Yazıtları’nın hangi dile ait olduğu yönündeki tartışmalara son verirken, aynı zamanda Türk dilinin yazılı bir dil olma özelliği taşıdığının da kanıtı olmuştur. Runik yazılı belgelerin Türklere ait olduğunun anlaşılmasından sonra Türkoloji araştırmaları ilgi görmüş ve geniş coğrafyalara yayılmıştır.

8.yüzyıla ait Orhun Yazıtları olarak bilinen Kül Tigin (732), Bilge Kağan (735) ve Tonyukuk (720–725) yazıtları; yazılış tarihleri kesin olan ve doğrudan Türk dili ile tarihi açısından kaynak teşkil eden eserlerdir. Türk dilinin yazılı kaynakları arasında en uzun ve en sağlıklı biçimde günümüze ulaşan metinler Orhun Yazıtları olmuştur.

Bu bağlamda, 15 Aralık’ın UNESCO tarafından Dünya Türk Dili Ailesi Günü ilan edilmesi, uluslararası alanda Türk dili üzerine yapılan çalışmaları hızlandıracak ve genişletecektir. Türk halkları arasında işbirliği açısından ise dil; kültür, birlik ve bütünleşmenin temel unsuru ve pekiştirici bir öğe hâline gelecektir. Suni yollarla birbirinden ayrılan Türk yazı dillerinin yeniden ortak bir temelde buluşturulması, kültürün, düşünce ve duyguların gelecek nesillere sağlıklı biçimde aktarılmasını sağlayacaktır. Bu bağlamda dilin korunması, kimliğin ve benliğin korunmasına da hizmet edecektir.

ORTAK ALFABENİN ÖNEMİ

Dil alanında elde edilen bu başarı, alfabe konusunda varılan uzlaşmayla birlikte değerlendirildiğinde etkilerinin daha geniş ve kalıcı olma ihtimali artmaktadır. 2022’de TDT’ye bağlı Türkiye, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Azerbaycan ile gözlemci statüsündeki Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) temsilcilerinin katılımıyla bir alfabe komisyonu oluşturulmuştur.

İki yıllık çalışmaların ardından 9–11 Eylül 2024 tarihlerinde Bakü’de, Türk Dünyası Ortak Alfabe Komisyonu, Türk Akademisi ve Türk Dil Kurumu (TDK) tarafından düzenlenen toplantılarda, Türk dünyasının kullanımına sunulmak üzere Latin tabanlı 34 harflik ortak Türk alfabesi oluşturulmuştur. Dilbilimcilere göre, böylece 96 yıl önce Birinci Bakü Türkoloji Kurultayı ile başlayan ortak alfabe arayışlarında Türk dünyasının dil birliği açısından ve Türk yazı dilinde temsil edilmeyen ses birimleri bakımından önemli bir karar alınmıştır.

Zemheri Kapıda, Kaç Gün Sürecek?
Zemheri Kapıda, Kaç Gün Sürecek?
İçeriği Görüntüle

Dilbilimcilere göre Türkler, tarih boyunca Göktürk, Uygur, Soğd, İbrani, Grek, Kiril, Arap ve benzeri alfabeler kullanmıştır. Ancak bu alfabelerin çoğu Türkçenin ses birimlerini (fonemlerini) tam olarak karşılamakta yetersiz kalmıştır. Günümüzde kullanılan Latin alfabesi ise bazı eksikliklerine rağmen Türkçedeki fonemlerin gösterimi açısından en elverişli alfabe olarak değerlendirilmektedir.

Kabul edilen 34 harflik ortak alfabenin Türk devletleri tarafından kullanılması hâlinde, toplumlar arası iletişim, bilgi paylaşımı ve koordinasyon açısından önemli katkılar sağlayacağı öngörülmektedir. Ortak Türk Alfabesi’nin geliştirilmesi, Türk halkları arasında karşılıklı anlayış ve işbirliğini teşvik ederken, aynı zamanda dil mirasının korunmasına da hizmet edecektir.

Bununla birlikte Türk devletleri arasında çözüm bekleyen en önemli konulardan biri, birçok alanda ortak terminolojinin oluşturulmasıdır. Bu durum, yabancı dillerden terminolojinin Türk diline kontrolsüz biçimde geçmesini de engelleyecektir. Ortak terminolojinin oluşturulması için üye ülkelerdeki dil kurumları arasında işbirliğinin artırılması, en etkili yöntemlerden biri olarak görülmektedir. Uzmanlar, yabancı dillerden Türk lehçelerine giren kelimelerin karşılıklarının üretilmesinde eski Türkçeden yararlanılabileceğini savunmaktadır.

2026’NIN TÜRK DÜNYASI AÇISINDAN ÖNEMİ

2026 yılı, Türk dünyasının gelecekteki işbirliği açısından önemli bir dönemece işaret etmektedir. Türk dünyasında dil ve alfabe tartışmaları bakımından tarihî öneme sahip Bakü Türkoloji Kurultayı, 2026’da 100. yıl dönümü dolayısıyla yeniden Bakü’de toplanacaktır. Anlamlı bir tesadüf olarak bu yıl, Azerbaycan’ın TDT Dönem Başkanlığı’nı yürüttüğü bir döneme de denk gelmektedir.

2024’te “Bizim ailemiz Türk dünyasıdır. Bizim başka ailemiz yoktur.” ifadelerini kullanan Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Türkoloji Kurultayı’nın 100. yıl dönümünün Bakü’de düzenlenmesi için bir kararname imzalayarak ilgili kurumlara talimat vermiştir.

UNESCO’nun Dünya Türk Dili Ailesi Günü kararı ve ortak Türk alfabesi konusunda sağlanan uzlaşmanın ardından Bakü’de, 100 yıl sonra yeniden yapılacak Türkoloji Kurultayı; Türk dünyasında bu alanlardaki bilimsel tartışmaların canlanmasına ve yeni boyutlar kazanmasına zemin hazırlayacaktır. Bu süreçte, 8. sınıflar için Ortak Türk Tarihi kitabının hazırlanarak seçmeli ders kitabı olarak müfredata dâhil edilmesi de önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir.

Ancak bazı üye ülkelerin hâlen Latin alfabesi yerine Kiril alfabesini kullanması ve ortak terminolojinin oluşturulamamış olması, bu alanda çözülmesi gereken sorunların varlığını göstermektedir.

Kaynak: FEYZA ÖZAY TOPUZ