1. ABDULKADİR SELVİ/CHP’de kurultay sancısı

CHP’nin şaibeli kurultayıyla ilgili mahkeme 24 Ekim Cuma günü görülecek. Mahkeme öncesinde CHP’de gergin bir bekleyiş söz konusu. Eğer mahkemeden ret kararı ya da erteleme çıkarsa Özgür Özel derin bir oh çekecek. Çünkü bu durumda iktidarı devam edecek. Kasım ayında da olağan kongreyi yapıp şaibeli kurultay davasından çıkacak kararları hükümsüz hale getirecek. Özgür Özel’in ret kararına ya da en azından yeni bir ertelemeye ihtiyacı var. Mahkemeden mutlak butlan kararı çıkarsa bu kez Kemal Kılıçdaroğlu derin bir oh çekecek. Çünkü CHP’nin başına yeniden dönecek. Özgür Özel yönetimi çekilecek, Kılıçdaroğlu CHP’nin tek hâkimi olacak. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’yi yeniden yapılandırmayı, yolsuzluklarla CHP arasına mesafe koymayı planladığı, Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere yolsuzluklarla anılan belediye başkanlarına “Aklanın gelin” diyeceği söyleniyor.

KRİTİK KAVŞAK

CHP kritik bir kavşakta. Bu kavşakta kimsenin işi kolay değil. Eğer mutlak butlan kararı çıkarsa Ekrem İmamoğlu, CHP’yi kaptırmış olacak. Zorlu dava süreçlerinde arkasındaki CHP desteğini kaybedecek. Özgür Özel, genel başkanlık koltuğunu kaybedecek. Özgür Özel, son dönemde gösterdiği performansla siyasette önemli bir yer edindi. Bu konumunu kaybedecek.

KILIÇDAROĞLU VE GÜRSEL TEKİN

Ama Kemal Kılıçdaroğlu ile Gürsel Tekin’in işinin kolay olduğu düşünülmesin. Gürsel Tekin mahkeme kararıyla il başkanı olarak atandı ama siyasi hayatını sıfırladı. Kemal Kılıçdaroğlu kayyum olarak atansa da atanmasa da siyaseten kaybedenler kulübünde yerini aldı. Kılıçdaroğlu’nun bir hikâyeye ihtiyacı var. Ama o, CHP tabanını ikna edecek bir hikâye yazamadı. Koltuk hırsıyla yanıp tutuşan ve kayyum olarak atanmayı bekleyen eski genel başkan portresinin dışına çıkamadı. Bu da CHP’deki desteğinin mum gibi erimesine yol açtı. Kemal Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin bu zorlu süreçte güçlü bir şekilde partilerinin yanında dursalardı siyaseten büyürlerdi. Ama onlar kısa süreli kazancı tercih ettiler. Siyaseten küçüldüler.

ÖZGÜR ÖZEL KAPANA KISILDI

Aslında bu süreçte işi en kolay olan Özgür Özel’di. Çünkü gücü elinde bulunduruyordu. Hannibal gibi ya yeni bir yol bulur ya da yeni bir yol açardı. Ama Ekrem İmamoğlu’na endeksli bir politika izlediği için kapana kısıldı. CHP davasında karar çıkarsa siyasetin yönünü belirlemede etkili olacak. O yüzden saatlerimizi kurup 24 Ekim’i bekleyeceğiz.

NETANYAHU’NUN TÜRKİYE PLANI

Gazze’de ateşkes imzalandı. Adına Trump Planı denildi. Trump, Erdoğan, Sisi ve Katar Emiri Al Sani niyet beyanını imzaladı. 35 ülke lideri tanıklık etti. Hiçbir ateşkes bu kadar tantanalı bir şekilde imzalanmamıştı. Trump bunu 3 bin yıllık savaşı sona erdiren barış planı olarak ilan etti. Ama ne olduysa oldu; İsrail ateşkese rağmen Gazze’de katliam yaptı. Ateşkes bitti derken Trump, ateşkesin devam ettiği açıklamasını yaptı. Damadı Kushner ve Ortadoğu Özel Temsilcisi Witkoff’u apar topar İsrail’e gönderdi. MİT Başkanı İbrahim Kalın, ateşkesin kırılgan olduğunu açıklamıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’in bu konuda sicilinin bozuk olduğu uyarısında bulunmuştu. Ama bu ateşkes diğerlerinden farklıydı. O nedenle İsrail’de ne oluyor, Netanyahu ateşkesi bozmak mı istiyor sorusunun peşine düştüm.

ATEŞKESİ BOZMAK

İsrail, ateşkesi bozmak istiyor. Aşırı sağcı Ben Gvir, “Artık rehineleri teslim aldığımıza göre savaşa geri dönmeli ve Gazze’nin üzerine cehennemin kapılarını açmalıyız” diyor. Ama Netanyahu’nun politikası biraz farklı. Netanyahu, ateşkes kapısını tamamen kapatmıyor. Peki İsrail, ateşkesi neden bozmak istiyor? Aslında Netanyahu’ya yakın olan İsrail medyası bunun ilk işaretlerini vermişti. Netanyahu’yu destekleyen Hayom gazetesi, “Bu durum Erdoğan’ı yalnızca Gazze anlaşmasının değil, tüm 2025 yılının da en büyük kazananı haline getiriyor. İsrail açısından Türkiye’nin bu güçlenmesi bir meydan okuma anlamına geliyor” diye yazdı. Karın ağrısını anladınız mı?

ÜÇ NEDEN

İsrail, zaman zaman Hamas’ı suçluyor. Hamas’ın saldırdığını ileri sürüyor. Hamas’ın silah bırakmasını ön şart olarak sürüyor. Ama Netanyahu’nun asıl sıkıntısı o değil. Tek tek yazıyorum.

1- İsrail, Gazze’yle ilgili süreçte Erdoğan’ın yer almasından rahatsız.

2- İsrail, Gazze’yle ilgili mekanizmalarda Türkiye’nin yer almasını istemiyor.

3- İsrail, Gazze’de Mehmetçik’i istemiyor.

Çünkü İsrail, Türkiye’nin bölge ülkelerinden herhangi biri olmadığını biliyor. Arap ülkeleri ile kıyaslanmayacağının farkında. Türkiye’nin askeri gücü, Erdoğan’ın liderliği ve Türkiye’nin devlet birikimi nedeniyle Gazze süreçlerinde ve Mehmetçik’in Filistin topraklarında olmasını istemiyor. Gerçi Netanyahu’ya kalsa Filistin’de Filistinlileri, Gazze’de Gazze halkını istemiyor.

TRUMP TEHLİKENİN FARKINDA MI

Netanyahu’nun Türkiye fobisi yeni değil ama Trump da Erdoğan olmadan ateşkesi sağlayamayacağını iyi biliyor. O nedenle damadı Kushner’i ve özel temsilcisi Witkoff’u İsrail’e gönderdi. Netanyahu’nun Mısır’dan, Suudi Arabistan’dan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden oluşacak görev gücüne itirazı yok. Bunların eliyle Hamas’ın silahsızlandırılmasını ve tünellerin imhasını sağlamak istiyor. Netanyahu’nun tek derdi Türkiye ve Mehmetçik’in varlığı. Netanyahu’nun planı şu; ateşkesi bozacak, Gazze’ye şiddetli saldırılar düzenleyecek, Trump’ın baskısıyla yeniden ateşkes masasına dönecek. Ama o zaman Türkiyesiz bir ateşkes, Mehmetçiksiz bir barış gücü olmasını şart koşacak. Tabii Trump bu tuzağa düşerse.

2. AHMET HAKAN/Erhürman’dan Türkiye’ye sımsıcak mesajlar

MHP’li Mehmet Taytak’tan CTP’ye Sert Tepki: “Önce Vatan Gelir, Gerisi Teferruattır”
MHP’li Mehmet Taytak’tan CTP’ye Sert Tepki: “Önce Vatan Gelir, Gerisi Teferruattır”
İçeriği Görüntüle

KIBRIS seçimlerine hiç girmedim yazılarımda. Seçimden önce...

- Ne Tatar’ı övdüm ne Erhürman’ı.

- Ne Tatar’ı yerdim ne Erhürman’ı. Tabii ki kimsenin umurunda olmaz, bunu biliyorum ama yine de “aktif tarafsızlık politikası” uyguladım kendi kendime. Seçim sonuçlandı: Tufan Erhürman, Ersin Tatar’a neredeyse iki misli fark atarak KKTC’nin yeni cumhurbaşkanı seçildi. Seçilir seçilmez Erhürman’ın verdiği iki mesaj şu oldu:

- BİR: Bizim hiçbir cumhurbaşkanımız, Türkiye ile istişare etmeden dış politika belirlemedi. Ben de öyle yapacağım.

- İKİ: Türkiye ile ilişkiler bizim için yaşamsaldır. Türkiye Cumhuriyeti ile doğru zeminde çok iyi ilişkiler devam edecek. Bu iki sımsıcak mesaj:

- Dostlarda iyimserliğe, düşmanlarda hayal kırıklığına yol açtı.

- Tatar ve Erhürman arasındaki devamlılığının sigortası sayıldı.

- İsrail’in Kıbrıs üzerinde oynadığı oyunları boşa çıkardı.

- Erhürman konusunda kaygı duyanların kaygılarını biraz yatıştırdı. Kendi adıma konuşuyorum: İyi ki seçimden önce “Erhürman gelirse felaket olur, Kıbrıs davası biter” falan diye ahkam kesenlerden olmamışım ve aktif tarafsızlık politikası izlemişim.

MUHALEFETTE KIBRIS MORALİ HATIRLIYORUM:

Ali Koç, Aziz Yıldırım’ı yenip Fenerbahçe’ye başkan seçilince... Muhalefet acayip moral bulmuştu. “Fenerbahçe başardı, sıra bizde, AKP gidiyor” falan diyorlardı. Kıbrıs’ta Erhürman kazanınca da... Muhalefetin yine benzer bir duyguyla dopdolu olduğunu görüyorum. Yadırgamıyorum: Moral ihtiyacıyla dopdolu olmanın doğal sonucudur bu. Ama fazla kaptırmasalar sanki daha iyi olacak. Çünkü bazen Kıbrıs’ta olan Türkiye’de olmayabilir. Tıpkı Fenerbahçe’de olanın Türkiye’de olmadığı gibi. Motto şu olmalı: Beklentiyi düşük tut. Çıkarsa muazzam olur. Çıkmazsa hayal kırıklığı yaşamazsın. Çünkü artık bir hayal kırıklığı daha kaldırılamaz.

3. ZAFER ŞAHİN/Devletin B planı

KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçimini “Adada iki devlet isteyenler kaybetti, federasyon isteyenler kazandı” dar parantezine hapsetmeye çalışanları dikkate almayın. Onlar Türkiye için Kıbrıs’ın tam olarak ne ifade ettiğinden habersiz, tarih ve coğrafya bilgisi zayıf, İsrail-Yunanistan tezlerini adanın asıl gerçekliği zanneden zır cahiller. 20 Ekim sabahında KKTC’de değişen birşey yok. Olmayacak da. Seçimi kazanan Tufan Erhürman ‘ın Türkiye ile ilişkiler konusunda izleyeceği yol haritası Ersin Tatar’dan farklı olamaz. Türkiye, Kıbrıs adasının tamamında garantör ülke.. Uluslararası hukukla belirlenmiş hakları var. Erhürman ilk ziyaretini Türkiye’ye yapar, bu tartışmalar da bıçak gibi kesilir. Neden mi? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Eylül 2025 günü KKTC seçimlerine dair yaptığı şu açıklama yukarıdaki sorunun birinci ağızdan cevabıdır: ”Türkiye, uluslararası hukuk zemininde ve Birleşmiş Milletler kararlarında meşru şekilde tanınan garantörlük haklarına sahiptir. Bu haklar, hangi siyasi parti iktidara gelirse gelsin, KKTC’nin varlığına ve Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarına güvence sağlamaktadır.” Meselenin özü budur. Devlet, KKTC seçimlerini her yönüyle çalışmıştır. A planı da B planı da hazırdır. KKTC için güvenli liman her zaman anavatandır. Bu gerçek değişmez. Satır aralarını okumaya meraklı olanlar için Dışişleri Bakanlığı’nın pazar akşamı yaptığı açıklamadaki bir cümleyi hatırlatarak yazıyı bitirelim: “Anavatan ve Garantör Türkiye, tarihi, hukuki ve insani sorumlulukları çerçevesinde ve Ada’nın gerçeklerine uygun biçimde, Kıbrıs Türk halkının huzur, refah ve kalkınmasına yönelik gayretlere katkıda bulunmaya devam edecektir.” Bu açıklamadaki “Adanın gerçeklerine uygun” vurgusu önemli. “B Planı ne” diyenler adanın gerçeklerine biraz çalışmalı... Ya da Ankara’yı daha yakından takip etmeli. Türkiye’nin küresel çevre hareketi Sıfır Atık Vakfı tarafından, Emine Erdoğan Hanımefendi’nin himayelerinde düzenlenen Sıfır Atık Forumu, 108 ülkeden 118 uluslararası partneri bir araya getirdi. Dünyanın dört bir yanından 63 ülkenin çevre bakanları ve bakanlık temsilcilerinin katılım sağladığı forumda, 98 konuşmacı üç gün boyunca Sıfır Atık’ın dünü, bugünü ve geleceğini ele aldı. Forum, Türkiye’nin çevre politikaları alanında sergilediği kararlılığın ve küresel ölçekte üstlendiği öncü rolün bir göstergesi oldu. Emine Erdoğan Hanımefendi’nin himayelerinde yürütülen bu hareket, yalnızca Türkiye’de değil, dünya genelinde de yeni bir çevre bilinci oluşturdu. Sıfır Atık Vakfı, kısa sürede Sıfır Atık Hareketi’ne güçlü bir ivme kazandırarak, uluslararası çevre diplomasisinde Türkiye’nin liderliğini pekiştirdi. Türkiye artık çevre, iklim ve sürdürülebilirlik alanlarında yalnızca uygulayıcı değil, yön verici bir ülke konumuna yükseldi. Geleceğe bırakacağımız en değerli mirasın yaşanabilir bir dünya olduğunu hatırlatan ve bu doğrultuda çalışan herkes alkışı hak ediyor. Emeği geçen herkese teşekkürler.

4. MAHMUT ÖVÜR/ CHP, döviz büroları ve Binsat Holding

stanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 4 döviz bürosuna yönelik operasyonu, sadece pervasız yapılan kara para aklama olaylarına dönük bir hamle mi yoksa bir süredir siyasetin gündeminden inmeyen CHP'nin "şaibeli kurultayı" meselesiyle de ilişkili mi? Önceki gün yazdım, adı geçen döviz büroları ne hikmetse gazeteci Tolgahan Erdoğan'ın daha kurultayın ertesi gün tek tek isimlerini verdiği Taç Döviz, Ats Gold, Karadeniz Döviz ve Servet Döviz bürolarıyla aynı... Soruşturmanın şaibeli kurultayla ilişkili olduğuna dair somut bir ipucu yok. Hatta süreci takip eden bir kısım hukukçu, operasyonun tamamen "kara para aklama"yla ilgili olduğunu söylüyor. Oysa hem CHP'deki kurultay mağdurları hem de önemli bir kamuoyu neredeyse bir buçuk yıldır adları daha kurultaydan bir gün sonra ortaya atılan ve siyasetin dizaynında rol oynayan bu döviz bürolarıyla ilgili soruşturmadan ne çıktığını merak edip durdu. Aslında iddianame bu merakı büyük oranda gideriyor. Birçok araştırma yapılmış. Hatta çok daha ilginç bir ayrıntı da var. Mali Suçları Araştırma Kurulu'na (MASAK) yazılan bir dilekçede döviz bürolarından birinde çalıştığı anlaşılan kişi aynen şöyle diyor: "Taç Döviz'den istenen kamera kayıtları bir sonuç vermeyecektir. Çünkü kamera kaydı büronun ön tarafını ve içini gösterecektir. Ama paralar firmanın bodrum katında bulunan merkezinden çıkmıştır. (...) Şirketin beyni alt katta bodrum katta bulunan merkezdir. Orada Yaşar Durmaz'ın kardeşi Atilla Durmaz ve oğlu Hasan Durmaz bulunmaktadır. Sicho'da Barış Oktay vardır. Burada da hesaplarda 8 milyonlarca döviz vardır." Herhalde son operasyon da bu veriye yönelikti. Çünkü ifade veren kişi fotoğraflardan, kamera kayıtlarından söz ediyor: "Benim kabul etmediğim konular paraların kaynağını sormam ve müşterilerin hesaplarının neden tutulmadığı ile başlamış, daha sonra bazı hesapların fotoğraflarını çektiğimi kameradan izlediklerini anlamamla daha fazla başımın belaya girmesini istemememle istifa etmeme sebep olmuştur. Bütün yapılan işlemler bilgisayarlarda mevcuttur." Bu konuyu önceki gün son dönemdeki yolsuzluk operasyonları ekseninden yeniden yazınca döviz büroları iddiasının sahibi gazeteci Tolgahan Erdoğan aradı ve bu kez yeni ve ilginç bir bağlantıdan söz etti. Can Holding soruşturmasının ikinci dalgasında operasyon yapılan Binsat Holding'den söz etti. O operasyonda holding yöneticileri Arafat Bingöl ve Cengiz Bingöl de gözaltına alınmıştı. Gözaltı gerekçeleri de "kara para aklama, vergi kaçakçılığı" gibi birçok iddiaya dayanıyordu. Peki bu holding ile döviz büroları arasında nasıl bir ilişki vardı? Şimdi gelin o ilişkiyi de gazeteci Erdoğan'dan dinleyelim: "Adı geçen dört döviz bürosuyla ilgili bilgileri yazınca ve arkasından çok tartışılınca sürpriz bir telefon aldım. Binsat Holding'den aradığını söyleyen kişi benimle görüşmek istiyordu. Kabul ettim ve İstanbul Karaköy'de buluştuk. Döviz bürolarıyla çalıştıklarını söyleyen kişi, bu işin üzerine gitmememi ve ne gerekirse yapabileceğini söyledi. Kabul etmedim ve durumu olduğu gibi savcılığa ilettim. Savcılığa verdiğim ifadede beni arayan kişinin ismini, telefonunu, ne teklif ettiğini tek tek anlattım. Ancak iddianamede bunlar yoktu." İddianamede gazeteci Erdoğan'ın son verdiği bilgilerin olmaması ilginç... Doğal olarak şu sorunun cevabı da merak ediliyor: Binsat Holding, CHP'nin şaibeli kurultayı nedeniyle mi devreye girdi yoksa döviz bürolarını koruma kaygısıyla mı?

5. BERCAN TUTAR/ Brüksel’in Don Kişot’larına Budapeşte darbesi

Gerçeklik duygusunu kaybeden Avrupalı liderler, sanrıları ve hüsnükuruntularıyla küresel siyasetin adeta birer Don Kişot'una dönüşmüş hâlde. Cervantes'in ilk cildini 1605'te ve ikinci cildini de 1615'te yayımladığı eser, modern Batı edebiyatının ilk romanı kabul ediliyor. Değişen dünyaya ayak uyduramayanların hicvedildiği Don Kişot'ta idealizm ile gerçekliği karıştıranların dramatik parodisi anlatılıyor. Bu çerçeveden bakınca Avrupalı liderlerin Ukrayna savaşındaki tutumları neredeyse her açıdan Don Kişot'a rahmet okutacak kadar gerçeklerden kopuk ve bir o kadar da trajik görünüyor. Hayal dünyasındaki Avrupalılar, ABD Başkanı Donald Trump ile Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin arasında bir bakıma çağımızın yeni Yalta'sı olarak nitelenebilecek 15 Ağustos'taki Alaska Zirvesi'nin mahiyetini de hâlâ anlayabilmiş değil. Jeopolitik körlükleri nedeniyle yeldeğirmenleriyle savaşan atalarını aratmıyor AB liderleri. Akıntıya karşı kürek çekmeye devam ediyorlar. AB ve 9 NATO'ya almak istemedikleri Ukrayna'yı ideolojik hırsları uğruna yenemeyeceği Rusya ile savaşa soktular. Ülke dağıldı, parçalandı ve ABD ile Rusya arasında paylaşıldı. Avrupa'nın payına ise sadece hezimet kaldı. Ancak Avrupa bu yenilgiyi ne algılayabiliyor ne de rasyonalize edebiliyor. Avrupa Birliği (AB), 2022'de Kiev'e aday statüsü vererek üyelik için 2030 hedefini belirlemişti. Budapeşte o yıllarda bile bu adımın Rusya'yı tahrik edeceği ve Ukrayna'yı felakete sürükleyeceği uyarısında bulunmuştu. Haklı da çıktı. Kiev şimdi AB'ye girememesinin ve Rusya karşısında maruz kaldığı mağlubiyetin faturasını Budapeşte'ye kesiyor. Macaristan Başbakanı Viktor Orban hükümeti ise haklı olarak Ukrayna lideri Volodimir Zelenski'nin iddialarıyla alay ediyor. Oysa sadece Macaristan değil diğer AB üyesi ülkeler de Kiev'in üyeliğine karşı çıkıyor. Haziran ayındaki referandumda Macarların yüzde 95'i Ukrayna'nın AB'ye katılmasına karşı çıktı. Bu oran Rusya düşmanlığının en üst seviyede olduğu Polonya'da bile yüzde 65 seviyesinde. Polonyalıların üçte biri Kiev'in AB üyeliğini destekliyor. Gerisi karşı çıkıyor. Geçen ayki Eurobarometer anketine göre de Çeklerin yüzde 72'si Kiev'in üyeliğine karşı çıkarken sadece yüzde 28'i katılımı destekledi. Fransa ve Avusturya'nın dahi yarısından fazlası Kiev'in AB üyeliğine karşı çıkıyor. Ama Avrupa liderlerinin abartılı, yanlı ve manipülatif açıklamalarına göre ise sanki Avrupalı hakların kahir ekseriyetinin Ukrayna'yı istediğini ve Rusya ile savaşı desteklediğini sanırsınız. Oysa tam tersi bir tablo söz konusu. Gerçek çok açık. Başbakan Orban'ın da ifade ettiği gibi Macaristan'ın Putin ile Trump arasındaki zirve için seçilmesinin nedeni barıştan yana olmasıdır. AB'nin geri kalanı ise savaş çığırtkanlığı ve çaresiz stratejilerdeki ısrarlarıyla hezimetlerini daha da derinleştiriyor sadece. Trump ve Orban'ın gördüğünü nedense ideolojik körlükle malul Avrupalı Don Kişot'lar göremiyor. İşte bu yüzden arkaik kalıyorlar. Oksimoron tepkilere devam ediyorlar. Şimdiden tarihe kaybedenler kulübü olarak geçen AB liderleri, Brüksel yerine neden Budapeşte'nin tercih edildiğini de bir türlü anlayamıyor. Anlamayacaklar da. Zira sanrıları realitenin yerine geçmiş durumda.

6. YAHYA BOSTAN/Kıbrıs’ta önemli kararların arifesinde

KKTC’de Cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı. Seçimin kazananı CTP lideri Tufan Erhürman oldu. Bu seçim çok önemliydi. Çünkü… Birincisi, Ankara, Kıbrıs’ta aks değiştirmiş, bu yeni pozisyonu konsolide ediyordu. İkincisi, bölgesel konjonktür Türkiye’yi bazı önemli kararlar almaya zorluyordu. Bu önemli zaman diliminde kimin kazanacağı kritikti. Rumlarla anlaşmayı savunan “Federasyoncular” mı? Yoksa Ankara’yla eşgüdüm içerisinde hareket eden iki devletli çözüm perspektifi mi? KKTC’deki iç siyasi tartışmalar konuyu bir “referanduma” dönüştürdü. Ya da gerçekten dönüştürdü mü? Kıbrıs Türkü, Erhürman’ı seçerek federasyon istediğini mi ortaya koydu? Sonuçlar belli olunca Kıbrıs’taki bir dostumu aradım. Açıkçası dostumun Erhürman’la yakın diyaloğundan ve o sırada yanında olduğundan haberim yoktu. KKTC’nin yeni Cumhurbaşkanı’nın fikirlerini, ne yapmak istediğini ve arkaplanda ne konuşulduğunu dostumdan dinledim. Anlatacağım. Ancak önce çerçeveyi çizelim.

BU BİR REFERANDUM DEĞİL

Erhürman’ın “federasyoncu” çizgide olduğu biliniyor. O halde Kıbrıs Türkü federasyondan yana mı oy kullandı? Meselelere bir günlük zaviyeden bakarsanız cevabınız “evet” olur. Ama yanılırsınız. Yıl 2005… “Federasyoncu” Mehmet Ali Talat, yüzde 56 oy alarak Cumhurbaşkanı seçildi. Rakibi, “iki devletçi” Derviş Eroğlu kaybetti. Beş yıl sonra, 2010’da, bu kez Derviş Eroğlu Cumhurbaşkanı oldu. Yıl 2015… Bir başka “federasyoncu” Mustafa Akıncı, seçimlerde ipi göğüsledi. Bu seçimde kaybeden Derviş Eroğlu’ydu. 2020’de ise tam tersi oldu. “İki devletçi” Ersin Tatar Cumhurbaşkanı seçildi. Kaybeden Mustafa Akıncı’ydı. Bu tablo bize ne söylüyor? KKTC’de bir sarkaç var. Beş yılda bir yer değiştiriyor. Peki, bu sarkaca bakarak “Kıbrıs Türkü 5 yılda bir federasyon ya da bağımsızlık konusunda fikir değiştiriyor” diyebilir miyiz? Çok yüzeysel bir okuma olur. Doğrusu şudur: Bu karmaşık bir meseledir. Beş yılda bir ortaya konan 180 derece zıt tercih değişiklikleri bize jeo-politik okumaların değil gündelik yaşam beklentilerinin sonuçlarda daha belirleyici olduğunu söyler. Geçmiş sonuçlar ayrıca şunu da söylüyor: Yüksek ihtimalle… 2030’da bu kez “iki devletçilerin” iktidarını göreceğiz.

ŞİLEBİN DÜMENİ KIRILDI

Ankara, Kıbrıs’ta federasyon defterini kapattı. Bu çok önemli bir gelişmedir. En az bunun kadar önemli olan artık BM’nin de “federasyondan” umudunu kesmiş olmasıdır. Detaylarını 1 Mayıs’ta yazmıştım: “Nihai çözüm için müzakerelerden yana olan BM, Genel Sekreter Guterres’in şahsi temsilcisi Holguin’in raporu üzerine bu pozisyonu terk ediyor. Raporun ’Taraflar arasında federasyon için ortak bir zemin kalmadı’ tespiti yaptığı belirtiliyor” (Bakınız; Kıbrıs ve Suriye: Şilebin Rotası Değişiyor.) Bu çerçevede BM, nihai çözümdense günlük yaşamı kolaylaştıracak adımlar üzerine yoğunlaşmak istiyor. Mart ve temmuz aylarında, BM evsahipliğinde, taraflar ve garantörlerin katılımıyla iki toplantı yapıldı. O toplantılarda federasyonun F’si konuşulmadı. O gün bir kaynağım demişti ki… “Şilebin rotası değişti.”

DOĞU AKDENİZ’DE SULAR ISINIYOR

İsrail, Rum Kesimi’ni soykırımın lojistik üssüne dönüştürdü. Bunun yanısıra İsrail, Türkiye’ye karşı savunma hattını adaya taşıdı. Rum Kesimi’ne radarlar, hava savunma sistemleri gönderdi. İsrailliler, Rum Kesimi’nden toprak satın almaya başladı. Bu gelişmeler Ankara’nın önemli kararların arefesinde olduğunu bana düşündüren tartışmalara yol açtı. Ben, adadaki İsrail yığınağına karşı yığınak yapılması, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türkünün çıkarlarını korumak için Mavi Vatan savunma hattının adaya taşınması gerektiğini düşünüyorum.

LÜKSEMBURG’DA İLGİNÇ TOPLANTI

Ukrayna savaşından sonra Batı, Ankara’yla yeni bir dil arayışında. İşler o noktaya geldi ki… Almanya Dışişleri Bakanı Wadephul geçtiğimiz hafta, Ankara’da, şöyle dedi: “(Eurofighter’dan bahisle) Türkiye’nin caydırıcılığını artırması bizim menfaatimize.” AB, güvenlik mimarisindeki derin açığı Ankara’nın desteğiyle kapamaya çalışıyor. Ancak tek mesele Ukrayna ya da Rusya değil. Dün Lüksemburg’da, ilginç bir toplantı yapıldı. AB Dış İlişkiler Konseyi, “Bölgelerarası Güvenlik ve Bağlantısallık” konulu bakanlar toplantısı. Kimler katıldı? AB üyesi ülkelerin Dışişleri Bakanları… Burası tamam. Ama ilginçlik devamında geliyor: Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Moldova, Ukrayna, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkmenistan temsilcileri de toplantıdaydı. Batı’nın Rusya’yı çevreleme, Çin’e odaklanma stratejisi var. Trump’ın temsilcileri Orta Doğu’da oluşturmaya çalıştıkları bölgesel mimariye “İbrahim Anlaşmaları” adını veriyor. Bu anlaşmaları, Kafkaslara, oradan Orta Asya’ya genişletmek istiyor. AB’nin davetli listesine bakarsak… ABD ve AB’nin bu bölgeye bakışı eşgüdüm kazanıyor. Burada kilit unsur Türkiye’nin ne diyeceğidir. Batı’nın Ankara’ya yaklaşımının pozitif yönde, hızlı değişimi bu kilidi açmak içindir. Ancak özellikle Avrupa, Türkiye ile ilişkilerinde Rum Kesimi/Yunanistan’ın maksimalist taleplerine takılıyor. Berlin, Türkiye’nin savunma sanayiini ilgilendiren SAFE düzenlemesinden yararlanması ve AB-Türkiye ilişkilerinin derinleşmesi için Atina’ya baskıya hazırlanıyor.

ERHÜRMAN NE YAPACAK?

Kıbrıs müzakerelerindeki değişim, Doğu Akdeniz’de ısınan sular, Batı-Türkiye denklemi… Tam da bu konjonktürde KKTC’deki sonuç, elbette, dikkatle takip edilmesi gereken bir durum oluşturur.

O halde yeniden o dostumla yaptığım telefon görüşmesine döneyim. Bir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sosyal medyadan paylaştığı tebrik mesajı KKTC’de sevinçle karşılanmış. Bu yüzden ”balkon konuşmasında” Erdoğan’a özellikle teşekkür edildi. İki. Erhürman, Ankara’yla yakın çalışmak istiyor. “Türkiye’yle istişaresiz dış politika belirlenmesi söz konusu olmayacak” dedi. Üç. Erhürman, bugün federasyon kararı alınsa bile bunun Kıbrıs Türkünün aleyhine olacağının farkında. Bu yüzden bu konu gündeme gelmeyecek. Dört. Kıbrıs’ta iki devletli çözüm konusunda ciddi bir talep var. “Herkesin Cumhurbaşkanıyım” dedi. Bu yüzden iki devletli çözüme karşı tutum alamaz. Ancak Ersin Tatar gibi güçlü destek pozisyonunda da olmaz. Peki, ne olur? Şilebin rotası bir kere değişti. Kıbrıs’ta eski tartışmalara dönmenin anlamı da faydası da yok. Farklı yaklaşımlar gidişatı belki yavaşlatabilir ama değiştiremez. 5 yıl, devletlerin ömrü içinde oldukça kısa bir süredir. Biz yeni rotaya odaklanalım.

7. NAKİ BAKIR/ Kişi başı Ar-Ge harcaması 224 dolar

Gelişmekte olan eko­nomilerde sürdürü­lebilir büyüme, küre­sel rekabet gücü ve ekonomik dönüşüm için kritik bir rol oynayan Araştırma-Geliştir­me (Ar-Ge) harcamaları, Tür­kiye’de son on yılda artmak­la birlikte milli gelire oranı OECD ortalamasının altında kalmaya devam ediyor. Türkiye İstatistik Kuru­mu’nun (TÜİK) açıkladığı ve­rilere göre Türkiye’de gayri­safi yurt içi ArGe harcaması 2024’te önceki yıla göre nomi­nal bazda yüzde 72,6 oranın­da 274 milyar 279 milyon TL artarak 651 milyar 821,7 mil­yon TL’ye yükseldi. TÜFE ba­zında yüzde 44,38’lik enflas­yondan arındırıldığında ise re­el artış yüzde 19,5 oldu. Ar-Ge harcamalarının gayri safi yurt içi hasılaya (GSYH) oranı da yüzde 1,46’ya yükseldi. Bir ülke sınırları içinde bir yıl boyun­ca Ar-Ge faaliyetleri için ya­pılan toplam harcamayı ifade eden söz konusu tutarın mil­li gelire oranı Türkiye’de 2015 yılında 0,81 düzeyinde bulu­nuyordu. İlk kez 2018’de yüz­de 1’i aşan söz konusu oran 2021’de yüzde 1,40’a çıktı, an­cak 2022’de yüzde 1,32’ye geri­ledi. 2023’te yüzde 1,39 olan bu oran 2024’te ise tarihi en yük­sek düzeyine ulaştı ancak yüz­de 2,7’lik OECD ortalamasının altında kalmaya devam etti. En çok harcama şirketlerden Türkiye’nin Ar-Ge har­camaları geçen yıl ABD do­ları cinsinden de yüzde 23,5 artarak 19 milyar 856,4 mil­yon dolara ulaştı. Gayri sa­fi yurt içi Ar-Ge harcamala­rının 2023’te 181 dolar olan kişi 13 başına ortalama miktarı, 2024’te 224 dolara yükseldi. Son on yılda yaklaşık yüzde 150 artmakla birlikte söz ko­nusu tutar 1.200 dolar civa­rındaki OECD ortalamasının oldukça altında kalıyor. 2024 yılı Ar-Ge harcamala­rında mali ve mali olmayan şir­ketler yüzde 64,8’le en büyük paya sahip olurken, bunu yüz­de 30,9’la yükseköğretim izle­di. Kâr amacı olmayan kuru­luşlar tarafından yapılan Ar- Ge harcamalarının da dâhil olduğu genel devlet Ar-Ge har­camalarının toplam harcama­lar içindeki payı ise yüzde 4,3 oldu. Ar-Ge harcamaları içe­risinde personel harcamaları yüzde 59,5 ile en büyük harca­ma kalemini oluşturdu. Ar-Ge harcamalarının 2024 yılında yüzde 53,8’i mali ve mali ol­mayan şirketler tarafından fi­nanse edilirken genel devlet Ar-Ge harcamalarının yüzde 30,4’ünü, yükseköğretim yüz­de 12,9’unu, yurt dışı kaynak­lar yüzde 2,9’unu ve diğer yurt içi kaynaklar yaklaşık olarak yüzde 0,01’ini finanse etti. Ar-Ge personeli arttı Tam zaman eşdeğeri (TZE) cinsinden 2024’te toplam 310 bin 473 kişi Ar-Ge personeli olarak çalıştı. Sektörler itiba­rı ile dağılımına bakıldığında ise TZE cinsinden toplam Ar- Ge personelinin 2024 yılında yüzde 67,1’i mali ve mali ol­mayan şirketlerde, yüzde 30’u yükseköğretimde ve yüzde 2,9’u kâr amacı olmayan kuru­luşların da dâhil edildiği genel devlet sektöründe yer aldı. TZE cinsinden kadın Ar-Ge personel sayısı, 2024 yılında 106 bin 74 kişi ile toplam Ar- Ge personel sayısının yüzde 34,2’sini oluşturdu. Sektörler itibarıyla TZE cinsinden kadın Ar-Ge personel oranı yükseköğ­retimde yüzde 47,9, kâr amacı olmayan kuruluşların da dâhil edildiği genel devlette yüzde 30,6, mali ve mali olmayan şir­ketlerde ise yüzde 28,2 oldu. Ar-Ge personelinin yüz­de 39,9’u lisans düzeyine sa­hip. Bunu yüzde 30,6 ile dok­tora veya eşdeğeri, yüzde 20,3 ile yüksek lisans, yüzde 4,9’la meslek yüksekokulu ve yüz­de 4,4’le lise ve altı kategoriler izliyor. TZE cinsinden Ar-Ge personelinin eğitim durumuna göre dağılımı ise yüzde 48,9’la en büyük kesimi oluşturan li­sans mezunlarını yüzde 21,2 ile doktora veya eşdeğeri, yüz­de 19,1’le yüksek lisans, yüzde 5,8’le meslek yüksekokulu ve yüzde 5’le lise ve altı eğitim dü­zeyindekiler takip ediyor. En çok harcama İstanbul’da İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflaması (İBBS) 2. Düzeye göre 2024 yılında Ar-Ge har­camalarının en yüksek olduğu bölge toplam harcamanın yüz­de 33,4’ünü gerçekleştiren İs­tanbul (TR10) oldu. Bu bölge­yi yüzde 27,8’le Ankara (TR51) ve yüzde 9,4’le Kocaeli, Sakar­ya, Düzce, Bolu, Yalova (TR42) bölgesi takip etti. Toplam Ar- Ge personel sayısının yüzde 32,6’sı İstanbul, yüzde 19,2’si Ankara ve yüzde 8,3’ü TR42 bölgesinde istihdam edildi. Küresel inovasyon yarışı OECD’nin 2023 Main Science and Technology Indicators (MSTI) verilerine göre, 38 üye ülkenin toplam gayri safi yurt içi Ar-Ge harcaması (GERD) yaklaşık 1,5 trilyon dolar ve kişi başına nominal dolar cinsinden ortalama 1.071 dolar. OECD’ye üye olan veya olmayan “küresel Ar-Ge yatırımcısı” 39 ülke içinde kişi başına en yüksek Ar-Ge harcaması 2.114 dolarla İsrail’de. Bu ülkeyi 1.223 dolarla Güney Kore, 1.058 dolarla İsviçre, 1.042 dolarla ABD, 978 dolarla İsveç, 962 dolarla Avusturya, 950 dolarla Tayvan izliyor. Türkiye ise yaptığı kişi başı harcama tutarına göre bu listede 30’uncu sırada. Bu da küresel inovasyon yarışında Türkiye’nin Ar- Ge harcamalarını artırması gerektiğini gösteriyor. Ar-Ge harcamaları, Türkiye gibi gelişmekte olan ekonomilerde yenilikçiliği ateşleyen, katma değeri artıran ve küresel arenada rekabet avantajı sağlayan bir kaldıraç niteliğinde. Özellikle özel sektör liderliği, eğitimle desteklenen nitelikli iş gücü ve stratejik sektörlere odaklanma, bu harcamaların etkisini maksimize ediyor. Türkiye’nin Ar-Ge’ye daha fazla kaynak ayırmasının, uzun vadede ekonomik bağımsızlığını ve refahını güçlendireceği belirtiliyor. Not: Türkiye verisi 2024, diğer ülkelere ait veriler 2022 ve 2023 yıllarına ait. Yüksek teknoloji firmaları başı çekiyor Mali ve mali olmayan şirketlerce 2024’te gerçekleştirilen 422 milyar 307 milyon TL Ar-Ge harcamasının yüzde 52,7’si Ar- Ge merkezlerinde gerçekleştirildi. Ar-Ge merkezlerinde yapılan ArGe harcamasının yüzde 89,4’ü, 250 ve üzeri çalışan sayısına sahip (büyük ölçekli) girişimlerce yapıldı. İmalat sanayiinde Ar- Ge faaliyeti yürüten girişimler teknoloji düzeylerine göre sınıflandırıldığında, 2024 yılında imalat sanayinde gerçekleştirilen 210 milyar 506 milyon TL Ar-Ge harcamasının yüzde 46,9’unun yüksek teknoloji faaliyetinde yer alan girişimlerce gerçekleştirildiği görüldü. İmalat sanayindeki toplam Ar- Ge harcamasının yüzde 40,2’si orta yüksek teknoloji faaliyetindeki girişimler, yüzde 8,2’si orta düşük teknoloji faaliyetindeki girişimler ve yüzde 4,7’si düşük teknoloji faaliyetindeki girişimler tarafından yapıldı. İmalat sanayinde Ar-Ge faaliyeti yürüten girişimlerde en fazla araştırmacının ise 31 bin 701 kişi ile orta yüksek teknoloji faaliyeti yürüten girişimler tarafından istihdam edildiği görüldü. Bunu 22 bin 93 araştırmacı istihdamı ile yüksek teknoloji firmaları izledi TZE cinsinden araştırmacı sayıları dikkate alındığında da en fazla değerin 28 bin 957 ile orta yüksek teknoloji faaliyeti yürüten girişimlerde olduğu saptandı. Dolaylı Ar-Ge teşviklerinin, mali ve mali olmayan şirketlerin Ar- Ge harcaması içinde 2015 yılında yüzde 14,8 olan payı 2024 yılında yüzde 25,1’e yükseldi. Mali ve mali olmayan şirketlerin 2015 yılında 11,2 milyar TL olan Ar-Ge harcaması 2024’te 422 milyar TL’ye ulaştı.

8. Prof. Dr. MUSTAFA NAİL ALKAN/Almanya Dışişleri Bakanı'nın Ankara ziyareti: TürkiyeAlmanya ilişkilerinde yeni ivme arayışı

Yeni dönemde Almanya, Türkiye'yi sadece ekonomik bir ortak olarak değil, Avrupa güvenliği ve bölgesel istikrarın vazgeçilmez bir aktörü olarak da değerlendirmektedir. İstanbul Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Nail Alkan, Almanya Dışişleri Bakanı Johann Wadephul'un 17 Ekim'de gerçekleştirdiği Türkiye ziyaretini ve diplomatik yansımalarını AA Analiz için kaleme aldı. Türkiye-Almanya ilişkileri, tarihsel süreç içerisinde yalnızca iki ülke arasındaki ekonomik bağları değil, aynı zamanda Avrupa ve Avrasya jeopolitiğinde oluşan güç dengelerini de etkileyen bir nitelik taşımaktadır. Her iki ülke de karşılıklı olarak birbirini "önemli bir stratejik ortak" olarak tanımlamaktadır. Türkiye açısından Almanya, Avrupa Birliği (AB) içinde en güçlü ekonomik ve siyasi aktörlerden biri olarak önemini korumaktadır. Almanya açısından ise Türkiye, hem ekonomik işbirliği hem de bölgesel güvenlik ve göç yönetimi konularında vazgeçilmez bir partnerdir. Bu ilişkinin güncel çerçevesi, son yıllarda yaşanan diplomatik durgunluklara rağmen, 2025 itibarıyla yeniden bir ivme kazanma potansiyeli taşımaktadır. 17 Ekim'de Almanya Dışişleri Bakanı Johann Wadephul'un Ankara ziyareti bu yeniden ivme arayışının somut göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Ekonomik ve toplumsal temel İki ülke arasındaki ekonomik bağlar, ilişkilerin en istikrarlı sütununu oluşturmaktadır. 2025 itibarıyla Türkiye ve Almanya arasındaki ticaret hacmi 50 milyar doları aşmıştır. Aynı dönemde Almanya'dan Türkiye'ye gelen turist sayısı 4,5 milyonun üzerindedir. Bu veriler iki ülke ekonomilerinin karşılıklı bağımlılığını açık biçimde yansıtmaktadır. Bununla birlikte, Almanya'da yaşayan geniş Türk diasporası (yaklaşık 3 milyona yakın nüfus ve 80 bin civarında Türk işletmesi) iki ülke arasındaki ekonomik ve kültürel bağların kurumsallaşmasına katkı sağlamaktadır. Türk diasporası iki ülke arasında yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda sosyal uyum ve kültürel etkileşim açısından da iki ülke ilişkilerinde bir "yumuşak güç" aracı haline gelmiştir. Ayrıca, günümüzde Türkiye'de de 8 binin üzerinde Alman şirketi mevcuttur. Almanya'da yeni hükümet dönemi ve dış politika dinamikleri 16 Almanya’da son seçimlerin ardından oluşan yeni "büyük koalisyon" hükümeti, Hristiyan Birlik (CDU/CSU) partileri ile Sosyal Demokrat Parti’nin (SPD) işbirliğiyle kuruldu. Tarihsel olarak Almanya'da "büyük koalisyon" hükümetlerinde, şansölyelik genellikle iktidar partisinden seçilirken, dışişleri bakanlığı görevi çoğu zaman koalisyon ortağına verilmiştir. Bu uygulamanın Almanya'nın siyasi geleneğinin yeni koalisyonla birlikte değiştiğini görüyoruz. Yeni hükümette şansölyeliğin CDU/CSU'dan gelmesi, dışişleri bakanın da aynı partiye mensup olması Berlin’in dış politikada daha kontrolcü bir çizgi izleme niyetine işaret etmektedir. Bu durum, Türkiye ile ilişkilerde de daha dikkatli ve diplomatik bir yaklaşımın da benimsenebileceğini göstermektedir. Ayrıca, Türk kökenli Serap Güler'in Almanya Dışişleri Bakanlığında Devlet Bakanı olarak atanması Almanya'daki Türklerin Alman üst düzey siyasi yönetiminde yer aldıklarının göstergesidir. 17 Ekim 2025 Ankara Ziyareti: İvme arayışı ve diplomatik denge Almanya Dışişleri Bakanı’nın Ankara ziyareti, Türk-Alman ilişkilerinde yeniden diyalog arayışının sembolik bir adımı olmuştur. Ziyaretin hem Türk hem de Alman medyasında geniş yankı bulması, iki ülkenin de ilişkileri yeniden canlandırma iradesi taşıdığını göstermektedir. Ziyarette Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden ele alınması, ekonomik iş birliğinin derinleştirilmesi ve bölgesel güvenlik konularında stratejik istişarelerin artırılması olmak üzere üç başlık öne çıktı. Bu çerçevede her iki taraf da Türkiye'nin AB'nin "stratejik ortağı" olduğunu vurgulamıştır. Türkiye, AB'ye tam üyelik hedefinden vazgeçmemiştir. Almanya ise bu sürecin canlandırılmasında olumlu bir tutum sergilemektedir. Ancak AB'nin iç dinamikleri, özellikle de savunma sanayi ve stratejik otonomi alanlarında yaşanan tartışmalar, Türkiye'nin süreçteki rolünü doğrudan etkilemektedir. AB'nin savunma sanayi planı ve Türkiye'nin durumu AB, 2025'in Mayıs ayı itibarıyla savunma sanayi kapasitesini güçlendirmek amacıyla yaklaşık 150 milyar avroluk bir bütçe ayırarak Avrupa Güvenlik Eylemi (SAFE) adlı bir proje başlatmıştır. Ancak Yunanistan'ın veto kararının yürürlükte olması sebebiyle şimdiye kadar Türkiye projeye dahil edilmemiştir. Ancak belli koşullar altında proje tüzüğüne dayanarak AB üyesi olmayan ülkeler de projeye dahil edilebilirler. Almanya ise bu konuda Türkiye'ye yönelik yapıcı bir pozisyon benimsemektedir. Almanya Yunanistan üzerindeki diplomatik etkisini kullanarak vetonun kaldırılması yönünde çaba göstermeye niyetli olduğunu açıklamıştır. Bu noktada Wadephul'un önümüzdeki süreçte Atina'ya giderek bu konuyu doğrudan görüşmesi beklenmektedir. Bu girişim, Almanya'nın Türkiye'yi Avrupa savunma sistematiğinin tamamen dışında bırakmak istemediğini, aksine bu ülkeyi bölgesel güvenlik mimarisinin bir parçası olarak gördüğünü göstermektedir. Bu da Türk-Alman ilişkilerinde stratejik yakınlaşma ihtimalini güçlendiren önemli bir gelişmedir. Türkiye-Almanya ilişkileri yeniden şekilleniyor Genel tabloya bakıldığında, Türkiye-Almanya ilişkilerinde yeni bir denge arayışı görülmektedir. Son döneme kadar özellikle Olaf Scholz hükümeti döneminde ilişkiler daha çok anlaşmazlıklar üzerinden şekillenmişti. İnsan hakları, göç yönetimi, enerji politikaları ve savunma sanayi konularında farklı yaklaşımlar iki ülke arasında zaman zaman gerilime neden olmuştur. Ancak yeni hükümet döneminde, hem ekonomik hem de stratejik düzlemde diyalog ve dayanışma temelli bir anlayışın öne çıktığı görülmektedir. Bu yeni dönemde Almanya, Türkiye'yi sadece ekonomik bir ortak olarak değil, Avrupa güvenliği ve bölgesel istikrarın vazgeçilmez bir aktörü olarak da değerlendirmektedir. Türkiye açısından ise Almanya, AB'ye açılan kapı olma özelliğini korumakta, diplomatik manevra alanı Berlin üzerinden genişlemektedir. Dolayısıyla 17 Ekim ziyareti, iki ülke arasında ilişkileri yeniden yapılandırma ve karşılıklı güveni tazeleme yönünde stratejik bir fırsat yaratmıştır. Bu fırsatın sürdürülebilir hale gelmesi, tarafların yalnızca söylem düzeyinde değil, eylem planları düzeyinde de samimi bir işbirliği yürütmelerine bağlı olacaktır. Türkiye-Almanya ilişkileri, ekonomik karşılıklı bağımlılığın ötesinde, Avrupa'nın güvenlik ve istikrar mimarisi açısından da belirleyici bir nitelik taşımaktadır. Özellikle son dönemde Türkiye'nin uluslararası krizlerde gösterdiği aktif politika ve arabuluculuk Türkiye’yi önemli bir bölgesel aktör olarak konumlandırmıştır. Bu noktada, Türkiye’nin çok yönlü dış politikasının etkilerini görmekteyiz. Türkiye özellikle Rusya-Ukrayna savaşı sürecinde kriz çözümünde aktif rol üstlenmiştir. Gazze krizinde ise Türkiye’nin çözüm arayışları çok bariz bir şekilde görülmektedir ve Türkiye bölgesel krizlerin çözümünde aktif rolü ile öne çıkmaktadır. Almanya'daki yeni koalisyon hükümetiyle birlikte dış politikada özellikle Türkiye ile ilişkide daha dengeci bir yaklaşımın benimsenmesi, Türkiye açısından yeni bir diplomatik alan açmaktadır. Almanya Dışişleri Bakanı'nın 17 Ekim'de Ankara'yı ziyaret etmesi yalnızca sembolik bir diplomatik temas değil, aynı zamanda Türk-Alman ilişkilerinde yeni bir dönemin, yeni bir başlangıcın işaretidir. Bu süreçte hem ekonomik bağların güçlendirilmesi hem de güvenlik ve savunma alanında işbirliğinin geliştirilmesi, iki ülkenin ortak çıkarları açısından temel bir öncelik haline gelmiştir.

Kaynak: GAMZE KARABULUT