1. ABDULKADİR SELVİ/CHP’de yolsuzluk iddialarıyla ilgili rahatsızlık büyüyor

CHP kulislerine bakınca Gamze İlgezdi, Deniz Demir, Rıfat Nalbantoğlu, Mahir Polat, Hasan

Öztürkmen, Mustafa Adıgüzel ve Sevda Erden Kılınç’ın da aralarında yer aldığı bir grup milletvekilinin Özgür Özel’e yazdığı mektubu yeterince değerlendiremediğini fark ettim.

Özgür Özel, “Bizim arkadaşlarımız sütten çıkmış ak kaşık” dese de İmamoğlu’na yönelik yolsuzluk, rüşvet ve irtikap soruşturmasını siyasi operasyon olarak tanımlasa da CHP milletvekillerinin önemli bir bölümünü ikna edebilmiş değil. CHP’de bir grup milletvekili yolsuzluk ve rüşvet iddialarından fena halde rahatsız. “Seçim bölgemize gittiğimizde seçmenlerimiz yolsuzlukları, hırsızlıkları soruyorlar. Bunlara verecek cevap bulamıyoruz. Ertan Yıldız’ın, Fatih Keleş’in, Aziz İhsan Aktaş’ın yaptığı yolsuzlukların hesabını biz niye verelim. Onların yediği rüşvetin faturasını biz neden ödeyelim” diyorlar.

MUHTIRA GİBİ

Bir grup milletvekili Özgür Özel’e verdikleri mektupta Aziz İhsan Aktaş’ın iddiaları nedeniyle CHP’li belediye başkanlarının cezaevinde olduğunu hatırlatarak, Aziz İhsan Aktaş hakkında dava açılmasını talep ediyorlar. Haklılar. En sona yazacağımı en baştan söyleyeyim. Eğer Özgür Özel bu iddiaları dikkate almaz, 30 Kasım’daki kurultayda iddianamede yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan CHP genel başkan yardımcılarını görevden uzaklaştırmazsa kurultaydan sonra muhtıra gibi bir uyarı geliyor. Hem bu kez sayı 10’la 15’le sınırlı kalmayacak gibi. Ama Özgür Özel bu uyarının gereğini yerine getirirse grubu sakinleştirebilir.

HESABI MİLLETVEKİLİ ÖDER

Ekrem İmamoğlu, etrafında bir “Eko sistem” kurmuş. CHP’de alın teri ve emeği olmayan isimlerle rüşvet ve yolsuzluktan oluşan bir çark oluşturmuş. Bunların hiçbiri CHP’li değil, CHP’de emekleri yok. Peki CHP milletvekilleri bunların hesabını neden ödesin? Kanal-D’nin sevilen dizisi İnci Taneleri’nde bir replik vardı. “Herkes yer içer hesabı Dilber öder” diye. Ekrem İmamoğlu yer içer, Murat Ongun yer içer, Ertan Yıldız yer içer, Fatih Keleş yer içer, Aziz İhsan Aktaş yer içer, hesabı CHP öder.

RÜŞVETİN BELGESİ VAR

ANAP döneminin ünlü Civangate davasından literatürümüze giren bir şey cümle vardı. Selim Edes, mahkeme salonunda Engin Civan’a “Rüşvetin belgesi mi olur p..venk” diye bağırmıştı. O gün ANAP’ı çürüten bu yolsuzluklardı. Bugün CHP’yi tehdit eden de İmamoğlu’nun kurduğu yolsuzluk çarkı olacak. Çünkü iddianamede rüşvetin belgesi var. Türkiye’nin ünlü holdinglerinin ruhsat, silüet ruhsatı karşılığı verdiği çeklerin, komisyon olarak alınan villaların, yurtdışından Metro ve İSKİ için alınan kredilerin başka hesaplara aktarılmasının banka dekontları, şirket çekleri, BDDK tarafından tespit edilen banka hesapları, MASAK tarafından ortaya çıkarılan para hareketleri iddianamede yer alıyor. Rüşvetin kanıtlarını oluşturuyor. Belgesel yapsan izlenir. “Geleceğin cumhurbaşkanına karşı

mı çıkıyorsun” diye tehdit etmişler. “Ekrem baba cumhurbaşkanı olacak, Türkiye’nin nimetleri bize akacak” diye yemişler de yemişler.

MİLLETVEKİLLERİNİN RAHATSIZLIĞI

Bir grup CHP milletvekili yolsuzluk ve rüşvetin faturasını ödemek istemiyor. CHP’nin “siyasi operasyon” diyerek bundan kurtulamayacağını söylüyorlar. Seçim bölgelerinde gittiklerinde seçmenlerin yolsuzluklarla ilgili sorularına cevap veremediklerini anlatıyorlar. CHP’nin yolsuzluklarla arasına mesafe koymasını ve bu konuda bir politika oluşturması gerektiğini savunuyorlar. CHP içerisindeki bazı isimleri doğrudan hedef alıyorlar. Bu bölümü biraz açmak istiyorum.

BURHANETTİN BULUT VE ÖZGÜR KARABAT

1- Bir grup milletvekilinin verdiği mektubu “yumuşak” buluyorlar.

2- Özgür Özel’in iddianamede adı geçen CHP yöneticilerini ve PM üyelerini 30 Kasım’daki

kurultayda tasfiye etmesini, yeniden PM’ye almamasını ve parti yönetimine sokmamasını istiyorlar.

3- İddianamede Genel Başkan Yardımcıları Burhanettin Bulut ve Özgür Karabat ile Yüksek Disiplin Kurulu Başkanı Turan Taşkın Özer ve PM üyesi Baki Aydöner yer alıyor. Rüşvet ve yolsuzluk iddialarından rahatsız olan milletvekilleri 30 Kasım’da yapılacak kurultayda bu isimlerin PM’ye alınmamasını talep ediyor.

İSYAN BÜYÜYECEK

4- Eğer Özgür Özel, iddianamede yolsuzlukla suçlanan isimleri yine Parti Meclisi’ne alırsa bu kez CHP’deki isyan büyüyecek.

5- Özgür Özel’e mektup veren milletvekilleri Kemal Kılıçdaroğlu’na yakın isimler. Ancak partide yolsuzluk ve rüşvet iddialarından rahatsız olan milletvekillerinin sayısı bunlardan fazla. Eğer Özgür Özel, PM’ye bu isimleri alırsa bunun çarpan etkisi yaparak tepkileri yükselteceği söyleniyor.

6- Özgür Özel bir grup milletvekilinin uyarısını dikkate almazsa kurultaydan sonra muhtıra şeklinde bir uyarının yayınlanacağı ve iddianamede yolsuzluk ve rüşvetle suçlanan isimlerin CHP yönetiminde istenmediğinin açıklanacağı söyleniyor.

MECLİS KOMİSYONU İMRALI YOLCUSU

AK Parti İmralı’ya gitme kararı aldı. CHP’nin İmralı heyetine milletvekili vermesi bekleniyor.

İsimler belirlendikten sonra milletvekillerinden oluşacak heyetin hafta sonu İmralı’ya gideceği söyleniyor.

Tabii bu bir ilk olacak. Bu milletvekilleri ateşten gömlek giyecekler. Omuzlarında tarihi bir

sorumluluk taşıyacaklar.

ÖCALAN SÖZLERİNİN ARKASINDA DURDU

Bunu birilerinin ‘Meclis, terörist başının ayağına gitti’ diye istismar edeceği kesin. Ama şunu unutmamak lazım. Türkiye’ye ağır bedeller ödeten PKK gibi bir sorunu çözüyoruz. Öcalan şu ana kadar verdiği sözlerin arkasında durdu. PKK’ya hâkim olduğunu gösterdi. Kandil silah bırakma kararı aldı. Ama daha yolun başındayız. PKK, Türkiye’den çekildiğini açıkladı. Kuzey Irak’ta Zap kampının boşaltılmasına benzer adımlar atıldı. Atılmaya devam ediyor. Ama Suriye düğümünün çözülmesi gerekir. PKK’nın tasfiyesiyle birlikte Terörsüz Türkiye hedefi başarıya ulaşmış olacak. Süper güçlerin içimizi karıştırmak için kullandıkları maşa ellerinden alınmış olacak. Meclis komisyonunun Öcalan’la görüşmesinden sonra sürecin yeni bir ivme kazanacağını düşünüyorum.

2. AHMET HAKAN/ Üç boş beklenti

BEKLENTİ BİR

ERDOĞAN / BAHÇELİ BOZUŞACAK BEKLENTİSİ

DEFALARCA sınandı. Defalarca test edildi. Defalarca onaylandı. Erdoğan ile Bahçeli’nin arası

bozulmuyor. Şunlar artık belirginleşti:- Cumhur İttifakı’nda çatlak beklemek... Nafile bir bekleyiştir. Bahçeli’nin ittifakı bozmasını ummak... Boş beleş bir umuttur. Burası yatırım yapılacak bir alan değildir. Erdoğan ile Bahçeli’nin bozuşacağına dair yazılan tüm senaryoların, kulislerin, analizlerin kaçınılmaz akıbeti çöp sepetine basket olmaktır.

BEKLENTİ İKİ

ÖZEL / İMAMOĞLU BOZUŞACAK BEKLENTİSİ

ŞU artık anlaşıldı: Özgür Özel, İmamoğlu’nun vesayetinden rahatsız değil. Ekrem İmamoğlu, Özel’in performansından gayet memnun. Hatta ve hatta... Bir kader birliği var ikili arasında. Sımsıkı, sarsılmaz, kopmaz bir bağ bu. Bir kader birliği. Özgür Özel, kendiyle baş başa kaldığında bile İmamoğlu’ndan rahatsız değil. O kadar değil ki... “İmamoğlu Ailesi’nin avukatı” gibi davranmaktan gocunmuyor.- Mesaisinin yüzde 90’ını İmamoğlu’na ayırmaktan yüksünmüyor. İmamoğlu ile Özel’in arası açılacak diye bekleyenler... Özel, İmamoğlu’na resti çekecek diye umanlar... Hayal kırıklığından başka bir şey yaşamayacaklar.

BEKLENTİ ÜÇ

ÖCALAN İLE DEMİRTAŞ BOZUŞACAK BEKLENTİSİ

BAZILARI zannediyor ki... Öcalan bir şeyi temsil ediyor.- Demirtaş başka bir şeyi temsil ediyor. Hayır, hayır. Yok, böyle bir şey. Durum şu: Her şeyi Öcalan temsil ediyor. Demirtaş da buna teslim. Bozuşma iki eşit arasında olur. Öcalan ile Demirtaş iki eşit değil. Öcalan, Demirtaş’ı... Hareketin içindeki bir unsur olarak görüyor. Demirtaş, Öcalan’ı... Hareketin her şeyi olarak görüyor. Böyle bir ilişki biçiminden bozuşma falan çıkmaz. Bozuşma üzerine yatırım yapanlar, senaryo yazanlar, beklentiye kapılanlar... Sonunda şunu söylemek zorunda kalacaklar: Keşke bununla vakit kaybedeceğimize roman okusaydık, film izleseydik.

SİYASET BU DEĞİL YAPMA ÖZGÜR BEY

İMRALI meselesinde Özgür Özel’in tutumu şöyle oldu: “AK Parti’nin kararını bekliyoruz. Onlar karar versin. Sonra biz de kararımızı vereceğiz.” Bağlamını bir tarafa bırakarak soruyorum: Ne yani? Onlar kendilerini uçurumdan atarlarsa sen de atacak mısın? Siyaset her türlü yapılır, bir tek böyle yapılmaz.

ORTAKÖY’ÜN ÇİĞNENEN ONURU

İSTANBUL’daki zehirlenme vakasının arkasında... Oteldeki ilaçlama çıktı gibi. Sanırım en sonunda hepimiz Ortaköy’ün… Kumpircisinden, midyecisinden, kokoreççisinden özür dilemek zorunda kalacağız.

TRUMP’IN ERDOĞAN’I ÖVMESİ

ESKİDEN bir Amerikan Başkanı, Türkiye’den ima yollu bile söz etse... Anında heyecanlı manşetler atılırdı. Trump’ın Erdoğan övgüleri, o kadar çoğaldı ki... Artık dönüp bakılmıyor bile. Artık şunun haber değeri yok: “Trump, bugün Erdoğan’ı övdü.” Artık şunun haber değeri var: “Trump, bugün Erdoğan’ı övmedi.”

TARTIŞTIRMA POTANSİYELİ

BİR gün çıkıp diyor ki: “25 yıl önce toplu iğne bile üretemiyorduk.” Anında ortalık karışıyor. Toplu iğne fabrikasından falan söz ediliyor. Bir gün çıkıp diyor ki: “Araplar bizi arkadan vurmadı.” Anında ortalık karışıyor. Sinan Meydan falan başlıyor mesaiye. Velhasıl Erdoğan’daki tartıştırma potansiyeli, Trump da bile yok.

3. DİDEM ÖZEL TÜMER/ MEPS Forumu ve kravatlı Mazlum

Son üç ayda Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) bölgesel barış, Türkiye’de yürüyen süreç ve Suriye’nin ağırlıkla kapsama alanında olduğu iki toplantıya katıldım. Türkiye sınırına yakın Dohuk’ta IKBY Başbakanı Mesrur Barzani’nin himayesinde Amerikan Kürdistan Üniversitesi (AUK) ve Orta Doğu Barış ve Güvenlik Forumu’nun (MEPS) düzenlediği “Yönetilen Kaos: Yeni Orta Doğu mu?” ikincisiydi. Katılamadığım Erbil Forumu da dikkate alındığında, IKBY’nin son yıllarda sürekliliği olan, katılımı yüksek bu tür toplantılarla ‘uluslararasılaşmada’ Bağdat’ı çoktan geride bıraktığı söylenebilir. MEPS’e Batı ve bölge ülkelerinden misyon, düşünce kuruluşu, akademisyen katılımı ve profili o kadar yüksekti ki, salonda oturmaya yer bulmakta güçlük çekildi. Toplantıda AK Parti milletvekilleri Ferhat Nasıroğlu ve Zeki Korkutata da konuşmacılar arasında yer aldı. AK Parti’yi ayrıca Şırnak milletvekili Arslan Tatar ile Seçim İşleri Başkanlığından Samir Altunkaynak ve Veysel Ayhan temsil etti. Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, HÜDA PAR’dan Serkan Ramanlı ve DEM Parti’den Cengiz Çandar da forumdaydı. Hakkında kırmızı bülten yayınlanan Diyarbakır Eski Belediye Başkanı Osman Baydemir de, protokoldeki isimler arasındaydı.

SÜRPRİZ VE SONUÇLARI

MEPS, SDG Komutanı Mazlum Abdi ve Dış İlişkiler’den sorumlu İlham Ahmed’in katılımıyla

Türkiye’de gündem oldu. Öncelikle forum programında ve katılımcılar arasında iki isim de yer almıyordu. Tüm katılımcılar bunu, akşam saatlerinde yapılan söyleşi sırasında Neçirvan Barzani’den duydu. Türkiye terör örgütü üyeleri olarak kabul etse de, bölgede barış ve güvenliğin konuşulduğu, ev sahipliğini Kürt Yönetiminin yaptığı bir toplantıya bu isimlerin davet edilmeleri şaşırtıcı değil. Forumun düzenlendiği üniversite bir Amerikan üniversitesi ve kulağıma gelenlere göre, iki ismin gelişini sağlayanlar da Amerikalılar. Forum düzenleyicilerinden bazıları da ikilinin katılımını son anda öğrendiklerini söyledi.

Barzani soyadını taşıyan yönetim aktörleri Türkiye’de yürüyen süreci desteklediklerini defaatle belirttiler, hatta SDG’ye eleştirileri de oldu. Neçirvan Barzani forumdaki konuşmasında yıllarca sürse ve zaman zaman duraklasa bile Türkiye’deki sürecin tüm bölgeye olumlu etkileri olacağını söyledi. PKK’nın 11 Temmuz’daki silah yakma töreni büyük ölçüde KDP ve KYB iş birliği ile organize edilmişti. Konuşmacılardan Eski Dışişleri Bakanı Hoşyar Zebari, PKK yüzünden yüzlerce köyün boşaldığını hatırlattı örneğin. Mesrur Barzani ise coğrafyanın farklı parçalarından Kürt temsilcileri ağırlamaktan memnuniyet duyduklarının altını çizdi. Nitekim Abdi forumda konuşmanın yanı sıra Mesud, Neçirvan ve Mesrur Barzani tarafından ayrıca kabul edildi.

BAKIŞ AÇISI FARKI

Mazlum Abdi’nin bir çok batılı misyon temsilcisinin de hazır bulunduğu toplantıda “Uluslararası toplum Şam’a verdiği şansı bize de versin” demesi, neden orada olduğunun en önemli göstergesi. Abdi, tıpkı Şam’ı ele geçirdikten sonra kravat takan Ahmed Şara gibi, uluslararası camiada meşruiyet arayışında. Ve ABD desteği ile IKBY’deki hazır platform üzerinden bunu gerçekleştirmeye çalıştığına şüphe yok. Barış konulu toplantıda, kravatı ve takım elbisesi ile dinleyicilerin karşısına çıkan, tıraşı da yerinde medeni bir aktör profili. Sürprizi değerlendirirken, IKBY’nin ABD ile girift ilişkilerini ve bölgeye dağılmış farklı Kürt gruplara nüfuz etme çıkarını göz önünde bulundurmak gerek. Buna bir de KDP-KYB rekabetini ekleyiniz. Yine de tüm bunlar, özellikle AK Parti katılımcılarının hassasiyetlerinin hesaba katılmamasını gerektirmez. Abdi ve Ahmed ile değil aynı salonda, aynı ortamda bulunmayı kabullenebileceklerini düşünmek diplomasi bilmemek olur. SDG’lilerin geleceği kesinleştiğinde Türkiye’den katılımcılara sürpriz olması yerine, önceden bilgi verilmesi nezaketli bir yaklaşım olurdu. Nitekim AK Parti heyeti ve Davutoğlu hemen programlarını değiştirdi. AK Parti heyeti aynı gece Dohuk’tan ayrılırken, Davutoğlu da Erbil’e geçti.

4. ZAFER ŞAHİN/ Özel-İmamoğlu ittifakı çatlıyor mu?

CHP’de 10 milletvekilinin bir bildiriyle Özgür Özel’e yaptığı “Yolsuzluğa bulaşmış isimleri partiden uzaklaştır” çağrısı ana muhalefet partisi için gerçek bir kırılma noktası..

İstanbul merkezli yolsuzluk operasyonunu bugüne kadar “Operasyon siyasi” ve “Vatandaş inanmıyor” argümanlarıyla savuşturmaya çabalayan Özgür Özel artık yol ayrımında. Ya Aziz İhsan Aktaş’ın savcılığa verdiği ifadede işaret ettiği iki Genel Başkan Yardımcısı, bir Parti Meclisi Üyesi ve YDK Başkanı’na “Aklanın öyle gelin” diyecek ya da mevcut pozisyonunda kalarak partideki ayrışmanın derinleşmesine seyirci kalacak. Bildirici vekillerin sayısı şimdilik 10. Parti yönetiminin bütün mesaisini İmamoğlu’nu savunmaya harcaması aslında çok daha fazlasının tepkisini çeken bir tutum. Önümüzdeki günlerde 30 civarında vekilin yeni bir bildiriyle ikinci bir uyarıda bulunacağı belirtiliyor. Buna paralel olarak İstanbul’da aralarında CHP’li eski bakan, milletvekili ve parti kamuoyunun yakından tanıdığı 60 kişilik bir ekip de başka bir bildiriyle “CHP’yi yolsuzluklarla anılır hale getiren kim varsa partiden uzaklaştırılsın” demeye hazırlanıyor.

Bütün bu gelişmeler 30 Kasım’daki CHP kurultayının zorlu geçeceğinin işaretleri aslında. Özgür Özel, isimleri yolsuzluk iddialarıyla anılan İmamoğlu’na yakın isimleri parti yönetiminden uzaklaştırırsa Silivri’yi karşısına alır. Kulislerde İmamoğlu ekibinin bu ihtimali dikkate alarak alternatif bir yol haritası hazırladığı konuşuluyor.

O yol haritasında herkesi şaşırtacak ayrıntı şu: İmamoğlu’nu kurultayda genel başkan seçtirmek! İşler bu noktaya gelir mi bilmem. Ama CHP’de mızrak artık çuvala sığmıyor. Yolsuzluk iddialarını yok sayarak alacakları yol tükendi. CHP’de son durum böyle.

5. MELİH ALTINOK/ Öcalan komisyona ne diyecek?

MHP Lideri Devlet Bahçeli'nin, partisinin grubunda yaptığı şu açıklama haftaya damgasını vurdu: "İmralı'ya gidilsin mi, gidilmesin mi tartışmasına son verilmeli. Sürecin asıl muhataplarından birisiyle temas kurulamazsa ilerleme nasıl kaydedilecek. İmralı'ya gidilmesine ayak sürümenin manası yok. Kimse bu ziyarete yanaşmazsa, herkes 3 maymunu oynamanın merakında ısrar ederse açık açık söylüyorum: Alırım yanıma 3 arkadaşımı, kendi imkânlarımızla İmralı'ya gitmekten, bir masa etrafında da yüz yüze gelmekten imtina etmem."

Peki, yakında İmralı'ya gideceği anlaşılan Meclis Komisyonu'na Öcalan ne anlatacak? Bu kadar acele ediliyorsa süreci nihayete erdirecek şeyler söylemesi bekleniyordur, değil mi? Bu soru, geçtiğimiz gün örgütün yayın organlarından birinde, DEM Eşbaşkanı Pervin Buldan'a da soruldu.

Şu cevabı verdi:

"Yani birçok konu var, muhtemelen tabii. Biz ne konuşacağını çok bilemeyiz. Ama nereden başlayacağını az çok biliyoruz; çünkü bunu başından beri söylüyor. Ben PKK'yi niye kurdum? İşte son isyan dediğimiz PKK'nin son isyanının ortaya çıkış sebepleri... Belki de niçin bu süreci başlattığını Sayın Öcalan komisyonla konuşacak. 50 yıllık bir çatışmalı süreci niye bitirdiğini ya da en başından PKK'yi niye kurduğunu..."

Umarım Buldan yanılıyordur ve Apo, eline geçen bu fırsatı sıkıcı bir propaganda monoloğuyla heba etmez. Zira vatandaşın derdi Apo'yu anlamak falan değil. Hatta adını bile duymak istemiyor. Bu süreçte ikna edilmesi gerekenler de tam olarak onlar. Duymak istedikleri ise Apo'nun, "PKK'yı niye kurdum, niye feshettim" türünden teorik hezeyanları değil. Evet, Apo ilk çözüm sürecinde, Suriye'nin kuzeyinde ağızlarına bir parmak bal çalınınca masayı deviren Kandil-Parti aksına engel olamamıştı. Şimdi Kandil'e sözünü geçirip PKK'yı silah bıraktırabilecek tek kişi olduğunu kanıtlaması gerekiyor. Herhalde komisyon böyle net bir sonuç için bastıracaktır. DEM Parti Sözcüsü Ayşegül Doğan'ın dün heyete verecekleri üyeleri açıklarken araya sıkıştırdığı "Mazlum Abdi, Türkiye'de ağırlansın" talebi gibi, işi şova çevirmeye yönelik hamleleri bertaraf etmeleri de şart.

6. MAHMUT ÖVÜR/ Aynı şeyi Kılıçdaroğlu ve Akşener yapabilir mi?

Türkiye 10 gündür "İmamoğlu Suç Örgütü" iddianamesini tartışıyor. Daha çok tartışacağız. Okudukça hem işin parasal boyutunun büyüklüğü ortaya çıkacak hem de "siyaseti" esir alma hedefi çok daha net görülecek. Merkezinde "suç örgütü lideri" olarak nitelenen bir belediye başkanı var, Ekrem İmamoğlu... İmamoğlu'nun arka planı pek bilinmese de içinde yetişmediği CHP'ye katılıp hızlı yükselişi, bir dönem yaptığı ilçe belediye başkanlığından İstanbul'a sıçraması, ardından CHP'yi yönetecek kadar etkili bir aktöre dönüşmesi, hatta biri sağdan diğeri soldan iki muhalefet partisini (İyi Parti ve DEM) kapsama alanına alması soru işaretleriyle dolu ve şaşırtıcı... Kurduğu "sistem" ve ahtapotun kollarının nerelere uzandığı da bir o kadar şaşırtıcı. Dahası bütün bunlar olurken, onun önünü açan iki ismin, Kemal Kılıçdaroğlu ve Meral Akşener'in yine hızlı bir biçimde siyaseti tribünlerden izler duruma düşmeleri daha da şaşırtıcı. Oysa Kılıçdaroğlu'na göre aralarında, kutsal bir "baba-oğul" ilişkisi vardı. Hiç hesapta yokken, adı sanı bilinmezken onu İstanbul'dan aday yapmış, kazanmasının önünü açmıştı. Bu hikâye sadece CHP'lilerin değil bütün Türkiye'nin gözü önünde yaşandı Kılıçdaroğlu bir ara başına gelecekleri, ihaneti sezdi ki ve adını söylemeden sadece şöyle diyebildi: "Ben bu partide kalıcı değilim; para pulla ilişkisi olmayan, genel başkanlık yükünü taşıyabileceğine inanacağım, CHP'nin ilkelerine bağlı, partiyi ileri götürebilecek ve geçmişi temiz birisi olsa yarın bırakırım."

Bu çıkış ihaneti daha da öne çekti. Son sahne kurultayda yaşandı. Kürsüye çıkan baba Kılıçdaroğlu, "oğul" İmamoğlu için "Sen de mi Brütüs" diyen Sezar modunda sadece şunu diyebildi:

"Hançerlendim..."

Hâlâ o sözü aşan bir şey söylemiş değil. Aralarında ne var bilmiyorum; iddianamede onlarca "yolsuzluk" iddiasına yer verilmesine, parasal ilişkilerin ortaya serilmesine rağmen Kılıçdaroğlu, ihanet eden oğluna tek kelime etmiyor, edemiyor. Neden acaba? İyi Parti'nin kurucu genel başkanı Meral Akşener'in durumu da çok farklı değil. İmamoğlu için neler yapmadı ki. Samimi miydi değil miydi bilemem ama milyonların gözünün içine baka baka ablası, onun yüzünde "Rabbi Yessir" gördüğünü söylemiş, Fatih'e benzetmiş, Saraçhane'deki "çak" operasyonuyla her türlü desteği vermiş, hatta Altılı Masa'yı terk edip onun aday olmasını istemişti... Ama yine de kendini ihanetten kurtaramadı. Sonunda öyle bir ihanete uğradı ki yerel seçimlere giderken partisinin içi boşaltıldı ve operasyonun altından İmamoğlu çıktı.

Bütün bu ihanetlerin sonunda Kılıçdaroğlu'ndan tek farkı, yine adını vermeden bir iftar sofrasında "hırsız" diyebilmekti: "Hepimiz dürüst olduğuna kefalet koyup seçilmesine vesile olduğumuz kişilerin daha sonra kocaman birer hırsız olduğunu anladığımızda çektiğimiz acıları anlatmam mümkün değil." Tabii Akşener tek kişiden söz etmiyor, "vesile olduğu" birçok kişiden söz ediyor. Bu siyaseten büyük bir sorumluluk yüklediği gibi samimi bir itirafı da gerekli kılıyor. Bu nedenle merak ediyorum; Kılıçdaroğlu veya Akşener geriye dönüp baktıklarında başlarına gelenlere, İmamoğlu'nun ikisini de siyasetten ekarte etmesine ne diyor? Bu noktada hakkını teslim edelim, Başkan Erdoğan'ın güçlü liderliği, sivil siyasi yaklaşımı bir yana en karakteristik özelliği samimiyeti... Bunu hiç elden bırakmadı ve çok kritik FETÖ meselesinde halkın huzuruna çıkıp, "Allah bizi afetsin" diyebildi. Acaba aynı şeyi, kefil oldukları kişilerin "hırsız" olduğunu gören Akşener ve Kılıçdaroğlu yapabilir mi?

7. NEBİ MİŞ/Varoluşsal tehdit

ünya, yapay zekâ, iklim krizi, göç dalgaları gibi konuların yanında yaşlanan nüfus sorununa da nasıl çözüm üreteceğini tartışıyor. Ülkeler için yaşlanan nüfus, yalnızca bir sosyal güvenlik ve sağlık sistemi sorunu olarak değil, aynı zamanda bir "beka meselesi" ve bir "medeniyetin kaybına yol açacak yapısal bir sorun" olarak görülüyor.

Tarihin her döneminde, bir ülkenin jeopolitiğinde demografi, temel belirleyicilerden biri olmuştur. Günümüz dünyası, insanlık tarihinin en dikkat çekici demografik değişimlerinden birine sahne olmaktadır. Küresel ölçekte nüfus artış hızları yavaşlamakta, doğurganlık oranları düşmekte ve bu gelişmeler, aile ve hanehalkı yapılarında köklü dönüşümler doğurmaktadır. Önümüzdeki yıllarda dünya genelinde, potansiyel iş gücü sıkıntıları, sosyal güvenlik sistemleri üzerindeki mali baskılar, göç hareketliliğine duyulan ihtiyaç ve ekonomik büyüme hızlarında yavaşlama gibi sonuçların daha belirgin hale gelmesi beklenmektedir. Türkiye de bu küresel demografik dönüşümden bağımsız değildir. Ülkemiz çok hızlı yaşlanan ülkeler arasındadır. Fransa'nın 115, ABD'nin 68 yılda yaşadığı yaşlanma sürecini, Türkiye maalesef 23 yılda yaşamıştır.

İSTATİSTİKLER ENDİŞE VERİCİ

Ülkemiz, yaşlı ülke kategorisine girmiştir. 2000 yılında yaşlı nüfusun oranı yüzde 5,7 iken, 2023 yılı itibariyle yüzde 10'un üzerine çıkmıştır. Önümüzdeki 20 yıl içinde yüzde 20'nin üzerine çıkması beklenmektedir. Benzer gelişmişlik düzeyine sahip ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye, hâlâ kalkınma ile ilgili alanlarda demografik fırsat penceresine sahip olsa da, önümüzdeki 20 yıl içinde genç nüfusun oranı yüzde 10'un altına düşecektir. Dün bu konuda, biri Ankara'da diğeri İstanbul'a iki farklı sempozyum vardı. Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, Beştepe Millet Kütüphanesi Konferans Salonu'nda düzenlenen "Aile ve Kültür- Sanat Sempozyumu" kapanış oturumunda bu istatistikleri hatırlatarak, "alarm zilleri çok yüksek sesle çalıyor" açıklamasını yaptı. İstanbul'da ise SETA'nın düzenlediği "Sosyal Panorama 2025: Türkiye'de Değişen Nüfus ve Ailenin Geleceği" sempozyumunun açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, benzer hususlara dikkat çekerek, nüfustaki azalma eğilimini "varoluşsal tehdit" olarak değerlendirdi. Nüfustaki azalma problemine çözüm üretmek için devlet seferber olmuş durumda. Bu konuda bütünsel bir politika geliştirmeye çalışıyor. Eğitim sisteminden istihdama, şehircilik ve konut politikalarından sosyal desteklere, zihniyet değişiminden kültür politikalara kadar üretilen her bir politika alanı, nüfus problemi ile ilişkilendirilmeye çalışıyor.

Dünyanın gelişmiş ülkelerinin önemli bir kısmı azalan nüfus problemine çözüm bulmak için farklı politikaları hayata geçiriyor. Ancak birçok ülke çözüme yönelik politikaları hayata geçirse de artış konusunda başarılı olamadı. Doğurganlık meselesi, sadece ekonomik bir konu değil. Toplumsal, kültürel ve bireyin yaşamsal tercihlerinden müteşekkil çok katmanlı bir denklem. Nüfusa ilişkin araştırmalar yapan kurumların ve uzmanların bilgi, bulgu ve benzeri verileri içeren araştırmalarını kamuoyu ve politika yapıcılar ile daha etkin bir biçimde paylaşmaları önem arz etmektedir. Nüfustaki azalma problemine çözüm üretmek için demografik araştırmalar belirli periyotlarla ve düzenli olarak sürdürülmelidir.

Dün SETA'da bir sempozyumla lansmanı yapılan, "Sosyal Panorama 2025: Nüfus ve Aile" başlıklı çalışma da bu çabanın ürünlerinden biri. Her yıl tekrar edilecek olan bu çalışma, söz konusu yıl içinde yapılacak saha çalışmalarının bulgularını da içerecek olmasından dolayı, karar alıcılara politika geliştirmede yardımcı olacaktır. "Varoluşsal tehdit" olarak değerlendirilen nüfusun azalması sorununa çözüm üretmede, benzer çalışmaların artması önem arz etmektedir.

8. YAHYA BOSTAN/ Takım elbiseli Abdi ve yola döşenen mayınlar

Terör örgütü PKK’nın, Zap’tan çekildiğini açıklaması bir hayli etki uyandırdı. 26 Ekim’de açıkladıkları Türkiye’den çekilme kararının devamıdır. Söz konusu bölge Pençe-Kilit operasyonlarıyla zaten kontrol altına alınmıştı. Ancak Mehmetçiğin kontrol ettiği bölgede, mağaralara sıkışmış teröristler vardı. Onlar güneye çekildiler. Sayıları 20-30 civarındadır. Bir o kadar teröristin de Metina bölgesinde olduğu değerlendiriliyor. Örgüt bu adımıyla sürece bağlılığını ortaya koymuştur. Ancak net bir adım atmak için beklentileri olduğu anlaşılmaktadır. Bir. TBMM’deki Komisyonun İmralı’ya gitmesi. İki. Örgüt mensuplarının geri dönüşleri için siyasi ve hukuksal çerçeve (yani komisyonun raporu). Üç. Suriye’deki gelişmeler.

HER PARTİDEN BİR VEKİL FORMÜLÜ

TBMM’de Komisyonun kurulmasıyla Terörsüz Türkiye süreci istihbari düzlemden siyasal ve toplumsal alana taşındı. Bu alanda farklı fikirlerin ortaya çıkması, tartışmaların yaşanması doğaldır. Komisyonun İmralı’ya gidip gitmeyeceği önemli bir soru işaretiydi. O düğüm çözülmüşe benziyor. TBMM’deki komisyona katılan, Meclis’te grubu bulunan 5 partiden birer üyenin (5 vekil) İmralı’ya gitmesi makul bir çözüm gibi duruyor.

Son tahlilde İmralı’nın meseleye bakışının ne olduğu bilinmektedir. TBMM Komisyon üyelerinin buna rağmen İmralı’ya gitmesi yönündeki beklenti, konunun içerikten ziyade sembolik bir anlam taşıdığını gösterir. Sembolik bir konuda -siyasi maliyetleri olabileceği endişesiyle- çok tartışma yaşandı. Oysa asıl tartışmaların, önümüzdeki günlerde, “siyasi ve hukuksal çerçevede” yapılması beklenir. Siyasi ve hukuksal çerçeve, silah bırakan terör örgütü mensuplarının nasıl, hangi çerçevede geri döneceklerine ilişkin oluşturulacak yasal yol haritasıdır.

Suça karışmamış olanlarla, karışanlar nasıl ayrılacak… Hangisine, nasıl muamele edilecek… Cezaevine kimler girecek, kimler topluma nasıl kazandırılacak… Başka hangi adımlar atılacak… (Bu süreçte lider kadronun Irak’ta mı kalacağı, üçüncü ülkelere mi gideceği de netleşir.) Kararlar alınırken toplumsal hassasiyetler, memleketin selameti, ülkenin bütünlüğü, örgütün iknası kesişimindeki hassas denge mutlaka gözetilecektir.

NETANYAHU KÖŞEYE SIKIŞTI, SALDIRABİLİR

Terörsüz Türkiye sürecinin bir ayağı Suriye’dir. Pozitif gelişmeler var. Suriye Cumhurbaşkanı Şara’nın Beyaz Saray’da hüsnü kabul görmesi, Türkiye-ABD-Suriye mutabakatı dönüm noktasıdır. Ama bu pozitif gelişmeler, yola döşenen mayınlara gözlerimizi kapatacağımız anlamına gelmiyor. İki konu var. Bir. Netanyahu, BM Güvenlik Konseyi’nin Gazze planını onaylaması, alınan kararda Gazze’nin işgal/ilhaka maruz kalmayacağının açıkça belirtilmesi, metinde açıkça Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkına ve devletine vurgu yapılması nedeniyle içeride ciddi bir baskıyla karşı karşıya. ABD Başkanı Trump’ın, Ahmet Şara’ya hüsnü kabul göstermesi, Suriye’nin güneyiyle ilgili pozitif gelişmeler İsrail Başbakanı’nın diğer yenilgisidir. Netanyahu, bunların karşılığında, içeriye başarı olarak sunacağı bir “İbrahim Anlaşmaları” müjdesi beklemekteydi. Ancak, S. Arabistan Veliaht Prensi Selman, Beyaz Saray’da “Anlaşmalara katılmayı biz de isteriz ama iki devletli çözümle ilgili net bir yol haritası görmek istiyoruz” demiştir. Netanyahu, köşeye sıkışmıştır. Bu yüzden provokasyona başvurması beklenir. En başından bu yana umutları, Hamas’ın ateşkesi bozmasıydı. Hamas bozmuyor. İsrail bozabilir. İsrail Başbakanı’nın önceki gün (Selman’ın Beyaz Saray ziyaretinden bir gün sonra) Suriye’nin güneyindeki işgal birliklerini ziyaret etmesi, bir yönüyle radikal İsraillilerin yüreğine su serpmeyi amaçlar. Bir yönüyle de Türkiye’ye, ABD’ye (bizzat Trump’a) ve S. Arabistan’a verilmiş tehlikeli bir mesaj, çok büyük bir provokasyondur. İsrail’in provokasyonlarını SDG çerçevesine taşıma çabasına girmesi şaşırtıcı olmaz.

SDG SABIRLARI ZORLUYOR

İki. Trump’ın Şara ile Beyaz Saray’da görüşmesi, SDG tarafında ciddi bir moral bozukluğuna yol açtı. Uluslararası alanda tek muhatabın Suriye devleti olduğunu gördüler. O görüşmede DEAŞ dosyası da SDG’den Şam’a geçti. CENCOM da Şam’ın bu yeni durumuna ayak uyduracak. Bundan bir kaç gün sonra, Duhok’ta Orta Doğu Barış ve Güvenlik Forumu (MEPS 2025) düzenlendi. Terör örgütü SDG’li Mazlum Abdi, foruma, takım elbise ve kravatla katıldı. Örgüte yakın medya organları, bu fotoğrafları heyecanla servis etti. Şara’nın Beyaz Saray’daki görüntüsü üzerine yaşanan moral bozukluğu, “Biz de uluslararası arenada kabul görüyoruz” imalarıyla, tabanı teskin etmek için giderilmeye çalışıldı. Mazlum Abdi, forumda daha önceki pozisyonunu ortaya koydu. “Suriye’nin artık merkezi bir devlet olması mümkün değil” dedi. SDG’li İlham Ahmed aynı forumda Suriye’de ortaklık ve güç paylaşımından bahsetti.

SDG tarafı, Baasçı Esad rejiminin tek mağdurunun kendisi olduğu izlenimi oluşturmaya çalışıyor. Oysa rejim, tüm toplumsal kesimlere zulüm uygulamıştı. İç savaş başladığında, milyonlarca Suriyeli direnişe geçerken, SDG Esad’la savaşmadı. ABD ile iş tutup, kazanımlarını artırma arayışına girdi. SDG, Suriye devrimine ortak değildir. Bu başarıya hiçbir katkısı yoktur. Ama bugün sanki devrimi kendileri yapmış gibi davranıyorlar. “Ortaklık” istiyorlar. SDG’nin, altındaki zeminin kaydığını, her geçen gün alanının daha çok daraldığını, yarın yapacağı anlaşamanın bugünden daha eksik olacağını anlaması gerekiyor. Yoksa varlıkları yola döşenen bir mayına dönüşecek. Bunun ne anlama geldiği açık.

9. AYDIN ÜNAL/ İmralı’ya gitmenin riskleri

Adına ister “Kürt Sorunu” ister “Terör Sorunu” deyin; Cumhuriyet tarihi boyunca çözümü için çok sayıda girişimde bulunuldu ama hepsi sonuçsuz kaldı. Çözüm için en cesur, kararlı ve samimi adımlar AK Parti iktidarları döneminde atıldı; çözüme çok yaklaşılsa da netice alınmadı. Devlet Bahçeli’nin cesur adımları sayesinde şimdi çözüme hiç olmadığı kadar yakınız. Aşırı, uç, radikal ideolojiler adeta bir çemberin üzerinde gibidirler; karşıt fikirlerden ne kadar uzaklaşırlarsa, o kadar da yakınlaşırlar. Birbirlerinden hızla kaçarken bir noktada sırt sırta verirler. Son yıllarda özellikle ergenler arasında yaygınlaşan aşırı, kafatasçı, ırkçı Türkçü akımlar, güya Türk ırkını, Türkçülüğü, Türkiye’yi yücelteyim derken alenen Türk ve Türkiye düşmanlığına hizmet etmeye başladılar. Kuşkusuz bu akımın başındaki liderler ne yaptıklarının farkındalar ama alttaki

cahil ayaktakımı nasıl bir kirli projenin içinde kullanıldıklarını fark edemiyorlar. Örneğin Suriyeli sığınmacılara yönelik düşmanlığın İran’ın, Esed’in çıkarlarına hizmet ettiğini; örneğin yabancı öğrenci düşmanlığının Fransa’nın çıkarlarına hizmet ettiğini, örneğin “Arap nefretinin” İsrail’in değirmenine su taşıdığını, örneğin Afrikalı düşmanlığının Türkiye’yi Kara Kıta’da zayıflatıp başta Çin olmak üzere başka devletlere alan açtığını göremiyorlar. Aynı şekilde terörü bahane ederek sergiledikleri Kürt düşmanlığının Türkiye’ye en büyük zararı verdiğini göremeyecek kadar da idrakten uzaklar.

Devlet Bahçeli, işte bu “Türkçü” görünen Türk düşmanlarıyla arasına çok keskin bir sınır çizdi; Türk milliyetçiliğini yeniden tanımlıyor. Türkiye’yi bir arada, tek parça ve güven içinde tutmanın, kucaklayıcı bir milliyetçilik anlayışından geçtiğini biliyor. Türklerin bu coğrafyada tarih boyunca Kürt ve Araplarla dayanışma içinde var olabildiklerini görüyor, tarihi doğru okuyor ve istikbali de bu hakikat üzerine kurmak istiyor. Kürt ve Arap düşmanlığının Türklüğü yüceltemeyeceğini, tam tersine Türkleri bu coğrafyada yalnız bırakacağını o engin tecrübesiyle idrak ediyor ve başta İsrail olmak üzere Türk düşmanı odakların oyunlarını bozuyor.

Kafatasçı Türk ırkçılığı doğrudan Türkiye’yi tehdit edip Türklerin hasımlarını umutlandırırken Devlet Bahçeli’nin yeniden tanımladığı kucaklayıcı Türk milliyetçiliği, Türklüğü ve Türkiye’yi yüceltme idealine hizmet ediyor. Sayın Bahçeli’nin son bir yıldır Kürt ya da Terör sorununu çözmek için yaptığı açıklamalar ve attığı adımlar milliyetçi bir kaygının tezahürü: Kürtlerle kucaklaşmanın Türkiye’yi büyüteceğini, ayrışmanın daha da derinleşmesinin ise Türkiye’yi çok tehlikeli bir sürece sokacağını görüyor. Eğer sorunun çözülmesine katkı sağlayacaksa, Türkiye’nin elinde bir mahkûm olan Abdullah Öcalan’dan yararlanmak, onunla görüşmek, ona alan açmak tabii ki isabetli olacaktır. Bu, geçmişte yapıldı, bugün de yapılıyor. Son bir yıldaki gelişmelere bakıldığında netice de alınıyor.

Şimdilik her şey yolunda gidiyor; çözüme dair umutlar artmış durumda. Ama yine de temkini elden bırakmamak gerektiği çok açık. Geçmişte defalarca bozulmuş süreç bugün de bozulabilir. Toplumda bu son sürece ilişkin tereddütler de aslında o geçmiş kötü tecrübelerden kaynaklanıyor. Açıkçası, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, bir komisyonun temsiliyle İmralı’ya gitmesi, terör örgütü lideriyle görüşmesi, eğer sonuca ulaşılırsa hiç sorun olmayacaktır ama ya sonuca ulaşılmazsa? Ya bir noktada süreç yine tıkanır, bozulursa?

PKK, geçmişte yaptığı gibi, “Öcalan T.C. Devleti’nin elinde tutsaktır; hür iradesiyle konuşmuyor” deyip, kendisini tekrar başka ülkelere kiralayıp, silahı eline alırsa, ya da Suriye kuzeyinde bir terör oluşumuna karşı Türkiye harekât yaparsa ve terör örgütü “ben yeniden silahı elime alıyorum” derse,

Meclis’in İmralı ziyareti muhalefete koz vermez mi? Hatta TBMM tarihine nâhoş bir çentik atmaz mı?

O Komisyonun Kurulma Kararı Resmi Gazete’de
O Komisyonun Kurulma Kararı Resmi Gazete’de
İçeriği Görüntüle

Böyle olumsuz bir senaryoda, zaten sürece temkinli yaklaşan milletin hissiyatının hayal kırıklığının ötesinde bir ruhi çöküntüye dönüşeceği açıktır. Öcalan’la iletişim kanalları açık olmalıdır. TBMM Öcalan’ı dinleyebilir. Hiç sorun yok. Ama bunun şekli, tarzı, yöntemi iyi belirlenmelidir. Riskler göz önünde tutulmalıdır. Örneğin, geçmişte benim de üyesi olduğum, TBMM İnsan Hakları Komisyonu altında kurulmuş olan Hapishaneleri İnceleme Komisyonu, kendi doğal, resmi yetki alanı içinde İmralı’ya gidebilir. Ya da, Öcalan, SEGBİS adı verilen sistemle, örneğin Sincan Cezaevi Yerleşkesinde bir salonda video-konferansla komisyona konuşabilir.

Tekrar edelim: TBMM’nin İmralı’ya gitmesi, Terörsüz Türkiye sürecinde sonuç alınması durumunda “hoş” bir hatıra olacaktır ama çözüme ulaşılamazsa, MHP’yi de, AK Parti’yi de çok zor duruma düşürecek, TBMM’nin saygınlığını ciddi şekilde zedeleyecek, milleti umutsuzluğa sevk edecek, çözümü de ebediyen kilitleyecektir. Elbette takdir Meclis’indir ama başka yollar varken, böyle bir riskin altına girmeye değer mi?

10. AYŞE KEŞİR/ Avrupa’da İstanbul Sözleşmesi krizi

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü. Bu vesileyle İstanbul Sözleşmesi hakkında doğru bilinen yanlışları ve Avrupa’da neden hâlâ tam olarak uygulanamadığını yazdım. İstanbul Sözleşmesi 11 Mayıs 2011 tarihinde 45 Avrupa ülkesi tarafından imzalandı. Sözleşmeyi imzalayan; İngiltere, Almanya, Fransa, İrlanda başta olmak üzere 26 ülke çekince koydu. İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamış olmalarına rağmen Finlandiya, İsviçre, Norveç, Güney Kıbrıs başta olmak üzere bazı ülkeler kadına yönelik şiddet ile mücadelede iç mevzuatlarında hiçbir düzenleme yapmadı. Ermenistan, Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Litvanya, Slovakya ise sözleşmeyi iç hukukunda onaylamadı bile.

Belçika, Hollanda ve Almanya iç hukukunda kısmi düzenlemeler yapsa da müstakil kanun çıkarmadılar. Almanya, şiddet mağdurlarına yönelik anayasa, ceza kanunu ve medeni hukukta bazı önemli düzenlemeleri hayata geçirdi. Slovakya, Macaristan ve Polonya 2020 yılında, Türkiye ise 1 Temmuz 2021 tarihinde sözleşmeden resmi olarak çekildi. Letonya da 20 Ekim 2025 tarihinde sözleşmeden çekildiğini duyurdu.

TÜRKİYE 2002’DEN BU YANA ŞİDDETLE MÜCADELEDE KARARLI

Türkiye 2011’de İstanbul Sözleşmesi’ni imzalamadan çok önce de hem Anayasa’da hem de Ceza Kanunu’nda köklü düzenlemeler yapmıştı. Özellikle 2005 yılında Ceza Kanunu ile Türkiye’de ilk defa ‘kadına yönelik şiddet’ ve ‘cinsel saldırı’ fiilleri suç olarak tanımlandı. Töre saikiyle işlenen cinayetlerin cezaları ağırlaştırıldı. 2012 yılında çıkarılan müstakil kanun ve daha sonra yapılan diğer düzenlemeler ile Türkiye, kadına yönelik şiddet ile mücadelede kararlığını ortaya koydu.

AVRUPA’DA HAFTADA 45 KADIN ÖLÜYOR.

Avrupa Kadın Lobisi’nin (European Women’s Lobby) 6 Şubat 2024 tarihli yazısına göre her yıl Avrupa’da 2 bin 300 kadın eşleri veya önceki eşleri tarafından öldürülüyor. Bu, haftada 45 kadının öldürülmesi demek. Ayrıca kadınların üçte biri fiziksel veya cinsel şiddete maruz kalıyor. 15 yaşından itibaren her 3 kadından 1’i fiziksel veya cinsel tacize maruz kalıyor.

SÖZLEŞME YAŞATMAYA YETMEDİ

Avrupa Konseyi, AB’ye üye ülkelerin İstanbul Sözleşmesi’nin gereğini yapmadığı, kadına yönelik şiddet ile mücadelede iç mevzuata aktarmada hızlı hareket etmediği ve yeteri kadar kapsamlı düzenleme olmadığı için 24 Mayıs 2024 tarihinde 51 maddelik bir direktif yayımladı. Bu direktif, İstanbul Sözleşmesi’nin iç hukukta gerekli düzenleme ve uygulamalar yapılmadığında kadınları korumaya ve yaşatmaya yetmediğinin açık bir göstergesidir. Cezaların artırılması, mağdura yönelik destek mekanizmaları, zararların tazmini başta olmak üzere pek çok düzenleme direktifte öngörülüyor. Konsey, üye devletlere uygulama için Haziran 2027’ye kadar üç yıl süre tanıdı.

TÜRK MEVZUATI ÖRNEK OLDU

Türkiye 2021 yılında sözleşmeden çekilirken, kadına yönelik şiddet ile mücadeleden geri adım atmadığını özellikle ifade etti. Sözleşmeden çıkma gerekçesi, LGBT başta olmak üzere, metindeki bazı kavram ve ifadelerin aile yapımıza zarar vermeye yönelik taşıdığı potansiyel ve dayatma olarak açıkça belirtildi. Keza Türkiye, sözleşmeden çıktıktan sonra da yaptığı yeni düzenlemeler ile kadına yönelik şiddetle mücadeledeki kararlılığını gösterdi. 2021 tarihinde boşanmış eşe karşı şiddeti de tıpkı nikahlı eşe karşı olduğu gibi nitelikli hal olarak düzenlendi. 2022 yılında ‘kravat indirimi’ olarak bilinen iyi hal indirimi iptal edildi. Kadına karşı şiddet, kasten yaralama suçu, katalog suç kapsamına alındı.

Avrupa Konseyi’nin kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin 51 maddelik direktifinde belirtilen tedbirleri tek tek incelediğimizde; Türkiye’nin tüm maddeleri çok önceden yerine getirdiği açıkça görülüyor. Türkiye bu noktada örnek ülkedir. Öyle ki direktifte öngörülmeyen ‘mağdurun kimliğinin ve adresinin değiştirilmesi’, ‘elektronik kelepçe uygulaması’ gibi tedbirler hâlihazırda ülkemizde uygulanıyor.

Türkiye; Avrupa ülkelerinin yapmadığı, yapamadığı, önleyici ve koruyucu düzenlemeler, ikincil mağduriyetlerin önüne geçilmesi, ısrarlı takip, siber takip, ağırlaştırıcı nedenler, mağdur destek hizmetleri, acil uzaklaştırma emirleri, mağdurlara yönelik uzman desteği, mağdurlar için yardım hatları, KADES uygulaması, elektronik kelepçe, kadın konukevleri ve diğer geçici konaklama yerleri, ŞÖNİM, çocuk mağdurlara destek vb birçok başlıkta düzenlemeler yaptı.

SÖZLEŞME DEĞİL KANUNLAR VE UYGULAMALAR YAŞATIR

Kadın hakları, siyasetin kullanışlı malzemesi değildir. “Sözleşme yaşatır’’ diyerek, konuyu sadece istismar edenler, Avrupa Konseyi’nin (sözleşme yaşatmaya yetmediği için) yayınladığı direktiften asla bahsetmezler. Diğer yandan AK Partili belediyeler tarafından açılan ama son yerel seçim ile CHP’ye geçen belediyelerin kapattığı kadın konukevlerinden de bahsetmezler… “Sözleşme değil; kanunlar, uygulamalar korur, yaşatır’’ ve Türkiye bu konuda kararlıdır.

11. ATİLLA YAYLA/ Putin’in kadınları, mahremiyet ve ifade özgürlüğü

Gazetemiz yazarlarından Cem Küçük geçenlerde bir yazısında şunları yazdı:

"Dün Rus gazeteci Roman Bodanin’le ilgili bir habere denk geldim. Bodanin, Rus Devlet Başkanı Putin’in özel hayatına ilişkin bir kitap yazmış. Gazeteci, iddialara göre Putin’in gayrimeşru bir kızı olduğunu ve başka kadınlarla ilişkisini ortaya çıkarmış. Bu yüzden de ülkeden yani Rusya’dan kaçmış.

Konuya dün biraz baktım. Tabii Batı medyası Bodanin’i böyle anlatmış ama aslında ülkeyi terk etmesi yeni değil. Bodanin 2021 yılında Rusya’yı terk etmişti. Bodanin 2017 yılında St. Petersburg merkezli Dozhd TV’de -Türkçe yağmur demek- çalışıyor. Oranın genel yayın yönetmeni. Gazeteci Zholobova ile birlikte Rusya İçişleri Bakanı Kolokoktsev ve oğlu Alexander hakkında bir haber yayınlıyorlar. Haberde İçişleri Bakanı’nın yasa dışı yollarla büyük bir servet elde ettiği yazıyordu. Aslında 4 sene boyunca Bodanin’e dokunmadı Rus polisi. Roman Bodanin bir grup arkadaşıyla birlikte Proekt isimli bir haber sitesi kuruyor. 2021’de Ilya Traber ile ilgili bir haber yapıyor. 1980’lerde antika kaçakçılığı yapan Traber’in Putin’le ilişkisini sorguluyor. Hatta Putin’in tanıdığını kabul ettiği tek mafya Traber’in kendisi. Bu haberden sonra evi polis tarafından basılıyor. Başının

belaya gireceğini anlayınca ülkeden kaçıyor Bodanin. Kaliforniya’ya yerleşiyor. Dün yazılanlara göre Bodanin, Tsar Himself (Çarın Kendisi) isimli bir kitap yazıyor. Kitapta Putin'in “harem”ini yazıyor. Putin’in kadınları arasında bir hizmetçi, bir jimnastikçi ve bir de striptizci var. Hatta birinden kızı oluyor. Kızı Putin’e yüzde 70 benziyor. Jimnastikçi kadının da bir sevgilisi var ama -ne hikmetse- o da camdan düşüp ölüyor. Bakalım bu kitaptan sonra Bodanin’in başına neler gelecek?..."

Bu olay, hiç kuşku yok ki, özel hayatlar, mahremiyet ve ifade özgürlüğü tartışmalarını da ilgilendiriyor. Putin'in yaptıklarının onun özel hayatına girdiği ve bu yüzden bu tür haber ve yorumlara konu yapılmasının yanlış olduğu söylenebilir mi? Bu haberi yapanlar hakkında dava açılması ve yayının yargı yoluyla önlenmesi ifade özgürlüğü ihlali teşkil eder mi?

Mahrem alan her insan için bir ihtiyaçtır. O kadar ki, insan olmak insanların mahrem alanlarının olmasını âdeta gerektirmektedir. Bu her insanın diğer insanların keyfî müdahalelerine kapalı ve gözlerden uzak bir alanının olduğu anlamına gelir. Bu alana bireyler izin vermedikçe diğer bireyler ve kamu otoriteleri giremezler. Ancak bu kuralı bazen çiğnenmek zorunda kalınabilir. Kamusal alan deyince akla genellikle aile hayatı gelir. Gerçekten de aile mahremiyetin en mühim oluğu yerlerdendir. Ancak, ailede dahi bunun sınırları vardır. Mesela anne-baba çocuklarına işkence edemez ve ediyorsa bunun haber yapılmasını mahremiyetin ihlal edilmesi olarak göremez. Putin’in durumunda da vakaların haberinin yapılmasının ifade özgürlüğüne girdiği söylenebilir, çünkü kamusal figürlerin mahremiyet alanı sıradan insanlarınkine nispetle daha dardır. Ancak, kadınların mahremiyet talebi Putin’in iddiasından daha güçlüdür ve burada ifade özgürlüğüne bazı sınırlar çizilmesi istenebilir. Bu yüzden haberlerde mesela kadınların tam adı yerine sadece ad ve soyadlarının ilk harflerinin yazılması düşünülebilir. Sonuç itibarıyla, mahremiyet ve ifade özgürlüğü ilişkisi hakkında iki önemli nokta var. İlk olarak, ister hayatta ister vefat etmiş olsunlar, kamusal figürlerin korunan alanı kamusal figür olmayanların korunan alanlarına nispetle daha dardır. İkinci olarak, bazı vakalarda ifade özgürlüğünün sınırlarının nerede çizilmesi gerektiği muğlaktır. Bu yüzden anlaşmazlıklar olması olağandır. İfade özgürlüğüne ilişkin tartışmalarda bu iki hususun dikkate alınması gerekir.

12. HİLAL ELVER VE RİCHARD FALK/ Kanada'nın alıkoyduğu eski BM raportörleri:

Baştan sona tuhaf bir hadise

Henüz birkaç hafta önce, 23-26 Ekim tarihleri arasında İstanbul'da Gazze Mahkemesinin son oturumunu tamamladık. Uzmanların ve tanıkların güçlü ifadeleriyle salondaki izleyicilerin coşkulu katılımı birleşince, son derece verimli ve etkili bir toplantı ortaya çıktı. İstanbul'daki bu olumlu deneyimin ve sorunsuz geçen ABD dönüşümüzün ardından, iki hafta sonra Ottawa'da yapılacak bir başka Halk Mahkemesine katılmak için Kanada'ya girişimizin Kanada hükümeti tarafından reddedileceği aklımıza bile gelmezdi.

Kanada’da ne yaptığımız sorulduğunda, Kanada Sınır Hizmetleri Kurumuna (CBSA), 14-15 Kasım tarihlerinde Ottawa'da düzenlenecek Kanada'nın Sorumluluğu konulu Filistin Mahkemesi'ne resmi olarak davet edildiğimizi söyledik. Sorgulamanın başında, bu sorgunun amacını anlatan Kanada göçmenlik yetkilileri, "Görevimiz, Kanada’nın ulusal güvenliği açısından tehdit oluşturup oluşturmadığınızı tespit etmektir." dedi. Bu açıklama bizim için son derece kafa karıştırıcıydı ve hala şu soruyu cevapsız bırakıyor, İsrail-Filistin meselesine dair görüşleri tartışmalı olduğu açık olan iki akademisyenin, hükümet politikasını belirleyenler tarafından yalnızca seslerinin duyulmasını ve ciddiye alınmasını isteyen, marjinalleştirilmiş kişiler olarak görülmek yerine, neden ulusal güvenlik tehdidi olarak muamele gördüğü nasıl açıklanabilir? Biz, Gazze’de onlarca yıldır olduğu gibi uluslararası hukukun görmezden gelinmesi yerine gerçekten uygulanması halinde dünyanın daha güvenli ve daha adaletli olacağına inanıyoruz. Özellikle son iki yılı aşkın süredir devam eden bu soykırım bağlamında bu durum daha da önem kazanıyor.

İlk anda bu şekilde bir çerçevede değerlendirilmek bize hem zorlama bir yorum gibi hem de şaşırtıcı geldi. Zorlama bir yorumdu çünkü Kanada’nın ulusal güvenliğini tehdit etmekle suçlanmamız, gerçek imkan ve etki kapasitemizle karşılaştırıldığında fazlasıyla abartılı duruyordu. Biz kendimizi, elindeki tek araç olarak dili kullanan ve kökleri derinlere uzanan bir apartheid düzeninin yanı sıra, 7 Ekim saldırısına sözde misilleme olarak Gazze’ye yöneltilen soykırım niteliğindeki saldırıların uzun süredir mağdur ettiği savunmasız Filistin halkı için adalet talep eden bağımsız akademisyenler olarak görüyoruz.

Ottawa'ya geliş amacımız ise, Kanada'nın İsrail ile kurduğu suç ortaklığını, silah ihracatı, diplomatik destek ve Soykırım Sözleşmesi'nin taraflara yüklediği soykırımı önleme ve cezalandırma yükümlülüğünü yerine getirmeyi reddetme maddesi bağlamında ortaya koyan "Kanada’nın Sorumluluğu konulu Filistin Mahkemesi"ni hayata geçirme konusunda cesur ve kararlı bir tavır alan Kanadalı dostlarımıza destek vermekti. Beklentimiz, Kanada'nın son haftalarda Filistin Devleti'ne verdiği -ancak çeşitli şartlara da bağladığı- desteğin ötesine geçmesiydi. Nitekim bu karar

memnuniyetle karşılanmıştı. Kanada'nın, hem İsrail’in cezasızlığını hem de soykırıma başvurmuş bir hükümeti ödüllendirirken, defalarca mağdur edilmiş Filistin halkını daha da cezalandıran ve aşağılayan bir "barış sürecini" açıkça reddetmesini istiyorduk. Bu mesajı Gazze Mahkemesi'nde açık biçimde ortaya koymaya kararlıydık. Peki, bu nasıl oluyor da Kanada’nın ulusal güvenliğine yönelik bir tehdit olarak sunulabiliyor? Doğru yerden bakıldığında, böyle bir savunuculuğun Kanada'nın ulusal güvenliğini, uluslararası hukuku bir kenara itip bölgesel ve küresel istikrarı feda ederek korumaya çalışmakla ilgisi olmadığı kolaylıkla anlaşılabilir. Aksine Gazze Mahkemesi girişimi ulusal güvenliği uluslararası hukukla uyumlu hale getirmeyi hedefliyor.

TACİZ Mİ, GÜVENLİK Mİ?

Toronto Havalimanı'ndaki bu süreçten oldukça yorgun çıktık. Pasaport kontrolündeki ilk görevli uzun süre bilgisayarına baktı, sonra daha kıdemli yetkililerle görüşmesi gerektiğini söyleyip bizi kenarda beklemeye gönderdi. O noktada, yaşadığımızın sıradan bir prosedürden çok daha fazlası olduğunu anlamaya başladık. Bir süre sonra görevli geri döndü ve bu kez etkinliğin lojistiğiyle ilgili sorular sordu. Konuşma için ücret alıyor muyduk, yol ve konaklama masraflarımız karşılanıyor muydu? Konferansın içeriği, tartışılacak başlıklar ya da tüm bunların Kanada’nın ulusal güvenliğiyle nasıl bir bağlantısı olduğu hakkında tek bir soru bile sormamaları bize son derece tuhaf geldi. Ardından sorgulamayı yürüten görevli, Kanada’ya girişimize izin verilip verilmeyeceğini öğrenmek için amiriyle görüşmesi gerektiğini söyledi.

Bu esnada Ottawa’ya giden aktarma uçağımızı çoktan kaçırmıştık ve görevli bizi 90 dakika beklettikten sonra yeni sorularla geri döndü. Ancak sorular hala tuhaf biçimde son derece soyut ve geneldi. Geniş bir kesimde antisemit olmakla suçlandığımın farkında mıydım? Herhangi bir şekilde Hamas’la bağlantımız var mıydı? Euro-Med İnsan Hakları Örgütü ile bir ilişkim var mıydı? Biz de son derece açık ve dürüst cevaplar verdik. Bu yanıtların ardından, en azından neden bir güvenlik tehdidi olarak görüldüğümüze dair bir tür delil oluşturmaya yönelik sorular yöneltilmesini bekliyorduk. Ancak böyle sorular hiç gündeme gelmedi. Görevli bir kez daha, bu kez sinir bozucu biçimde yaklaşık 30 dakika ortadan kayboldu ve geri döndüğünde Kanada’ya girişimizin serbest olduğunu söyledi, fakat bunun dışında hiçbir açıklama yapmadı. Sonuç olarak, yaşadıklarımız baştan sona kafa karıştırıcı bir deneyimdi. Eğer ortada gerçekten ciddi bir güvenlik kaygısı olsaydı, bagajlarımızın -akıllı telefon ve dizüstü bilgisayar gibi cihazları da içine alacak şekilde- detaylı biçimde incelenmemesi nasıl açıklanabilir? Ya da en azından, belirli şekilde yanıtlandığında kişinin kendini suçlayabileceği yahut ele verebileceği türden ciddi soruların dahi hiç sorulmamasını nasıl yorumlamalı?

Bize yöneltilen sorular son derece soyut ve muğlaktı. Ne Gazze Mahkemesi'nin içeriğine ne de Kanada'nın ulusal güvenliğiyle olası bağlantılarına dair anlamlı bilgi toplamayı hedefliyordu. Olayı en makul şekilde yorumlamak gerekirse, yetkililerin bizi Gazze Mahkemesi'ne katılmaktan alıkoyarak, Filistin halkının temel hak mücadelesi bağlamında İsrail’in tutumunu eleştirenlere yönelik daha geniş bir yıldırma stratejisi izledikleri söylenebilir.

ÜNİVERSİTE GERİ ÇEKİLİRKEN SENATÖR DEVREYE GİRDİ

Uzun bir uçuştan sonra havalimanında maruz kaldığımız uzun sorgulamanın ardından, Gazze Mahkemesi’nin Ottawa Üniversitesi’ndeki ilk mekanının, idari yetkililerin aldığı iptal kararı nedeniyle artık kullanılamayacağını öğrendik. Bunun üzerine, Kanada'nın Filistin'de yaşananlara yaklaşımını açıkça eleştiren Senatör Yuan Pau Woo devreye girerek konferansa Senato binasında ev sahipliği yapılmasına karar verdi. Gözaltına alınmamızın, istemeden de olsa, CBSA’yı gerçek güvenlik tehditlerine odaklanmaya zorlayan bir etki yaratmasını umuyoruz. Öte yandan, bu "güvenlik" soruşturmasını, İsrail'in soykırım sorumluluğunu ve Kanada’nın bu süreçteki suç ortaklığını dile getiren akademisyenleri ve diğer isimleri taciz etmenin bir bahanesi olarak kullanmaktan vazgeçmelerini ümit ediyoruz.

Gazze Mahkemesi iki günlük programını tamamladı, planlandığı gibi ifade verdik. Etkinlik boyunca hukuki iddialara ilişkin UAD kararı olmaksızın soykırım ve insanlığa karşı suçların varlığının kabul edilip edilemeyeceği sorusunu tartışmak yerine, Kanada’nın kendi sorumluluklarına yoğunlaştık. Gözaltına alınmamız, Birleşmiş Milletler’in uzun vadeli çözüme ilişkin ABD çerçevesini benimsemesiyle daha da karmaşık hale gelen bu atmosfer içinde gerçekleşti. CBSA’nın tüm bu yıldırma girişimleri bize, Filistin halkını savunmayı, soykırımı durdurmayı ve hesap sorulmasını talep etmeyi amaçlayan küresel sivil toplum hareketinin, faillerin ve onlara ortak olan hükümetlerin iç siyasi hayatı üzerinde kayda değer bir etkisi olduğunu gösterdi. Bu aktörler, kendilerine "düşmanca" gelen sesleri susturmak istiyor. Ancak tam da yaşanan bu gerilimler, gözdağı yöntemlerinin artık işe yaramadığını gösteriyor. Uluslararası hukuku ihlal eden ve güvenlik ile soykırımın önlenmesi alanlarını doğrudan etkileyen ulusal politikalarda, vicdan sahibi sivil toplumun yavaş ama istikrarlı bir biçimde etkisini artırdığını gördüğümüz için umutluyuz.

Yine de, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkına kavuşması açısından durum pek parlak değil. Ufukta gerçek bir umudun belirmesi ancak Filistinlilerin "Sumud" olarak ifade edilen direncinin sürmesi ve dünyanın dört bir yanındaki aktivistlerin, İsrail’in Filistin’den çekilmesi ve insani yardımların uluslararası düzeyde ulaştırılmasına müdahale etmemesi yönündeki yargı kararlarına uyup uymadığını takip eden dayanışma girişimlerinin devam etmesiyle mümkün görünüyor.

Kaynak: GAMZE KARABULUT