1. ABDULKADİR SELVİ/CHP’ye zarar mı verdi yoksa CHP’ye yaradı mı
Filmlerde nikâh töreni sırasında son anda salona giren bir kişi, “Durun. Evlenemezsiniz. Siz kardeşsiniz” der ya öyle bir durum yaşandı. CHP’nin Olağanüstü İstanbul Kongresi’nde de benzer durum yaşandı. Kongrenin toplandığı sırada İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi, 2 Eylül’de verdiği kararı hatırlatıp kongrenin durdurulmasını istedi. 2 Eylül’deki kararla 45. Asliye Hukuk Mahkemesi, CHP İl yönetimini görevden almış, Gürsel Tekin’i çağrı heyeti olarak atamıştı. Ayrıca Tuzla, Sarıyer, Başakşehir, Ataşehir, Bakırköy ilçe kongrelerini durdurma kararı vermişti. İlçe ve il seçim kurulları da buna uyarak ilçe kongrelerinin durdurulması kararını vermişti. Yüksek Seçim Kurulu, 5 Eylül tarihli kararında kongreleri yapma yetkisinin Yüksek Seçim Kurulu’nda olduğunu belirterek ilçe kongrelerinin yapılmasına karar verdi.
KURULTAY SIRASINDA YAŞANANLAR
21 Eylül’de CHP’nin olağanüstü kurultayı yapıldı. Dünkü CHP’nin Olağanüstü İl Kongresi’nde ise yukarıda aktardığım tartışmalar yaşandı. CHP yöneticileri kongrenin yapılacağını açıkladılar. Mahkemenin talebine rağmen kongre başladı. Bu sırada icra memurları kongreye geldiler. CHP yöneticileri, “Bu karar siyasi” diye açıklama yaptılar. İçlerinde “sarayın kararı” diyenler vardı. Ama icra memurlarını toplayıp kongreye gelen heyetin CHP’lilerden oluştuğu ortaya çıktı. CHP’nin avukatı daha önceki kararın olağan kongreyle ilgili olduğunu, olağanüstü kongre için geçerli olmadığını tutanaklara geçirdi. Özlem Erkan’ın avukatı ise kongrenin durdurulması gerektiğini savundu. İcra memurları tarafından bunlar tutanaklara geçirildi.
BAŞVURU CHP’LİLERDEN
Böylece mahkemeye müracaat edenin, daha önceki kararın alınmasını sağlayan şikâyetin sahibi olan CHP delegesi Özlem Erkan olduğu ortaya çıktı. Özlem Erkan, daha önceki kararların çıkmasını sağlayan başvuruyu yapan CHP delegesiydi. CHP’liler buna itiraz ediyor ama yargıya başvuruda bulunan CHP’liler, karara itiraz edenler yine CHP’liler. Peki iktidar bu işin neresinde?
YSK KAOSA İZİN VERMEDİ
Bu karar üzerine Sarıyer İlçe Seçim Kurulu, YSK’ya başvurdu. Yüksek Seçim Kurulu olağanüstü toplandı. YSK daha önceki kararında ısrar etti ama bir kez daha kongrenin yapılmasına karar verdi. YSK Başkanı Ahmet Yener, “Başlamış olan İstanbul İl Kongresi’nin devamına karar verilmiştir” dedi. YSK, böylece bir kaosa izin vermedi. YSK, bu kararı 20 dakika içinde aldı. Bu dahi bir mesajdır. YSK kararları kesindir. İtiraz edilmez. YSK’nın kararı üzerine CHP’nin Olağanüstü İstanbul İl Kongresi yapıldı.
BÜYÜK KURULTAY İÇİN BAŞVURU
Bu arada benzer bir başvurunun CHP’nin 21 Eylül’de yapılan olağanüstü büyük kurultayı için gündemde olduğu söyleniyor. Büyük kurultayda İstanbul delegelerine oy kullandırılmadı. İstanbul delegelerinden Anayasa’nın seçme ve seçilme haklarının engellendiği gerekçesiyle büyük kurultay için başvuruda bulunulacağı söyleniyor.
MEDENİ KANUN
CHP yönetimi önce güvensizlik oyuyla düşürüldü, sonra aynı delegeler yine aynı heyete güvenoyu vererek seçti. İtirazın ikinci ayağını ise Medeni Kanun’un 2. Maddesi’ndeki “dürüstlük ilkesi” ile Borçlar Kanunu’nun 9. Maddesi’nde yer alan “muvazaalı işlemler” hükümlerin oluşturacağı söyleniyor.
İKİ İL BAŞKANI MI
Sonuç itibarıyla YSK karar verdi. CHP’nin Olağanüstü İstanbul İl Kongresi yapıldı. Özgür Çelik, İl Başkanı olarak seçildi. Şimdi bir yanda seçimle gelen Özgür Çelik var, diğer yanda İstanbul 45. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından atanan Gürsel Tekin var. CHP yönetimi, ‘Seçim yapıldı, il başkanımız Özgür Çelik’ diyor. Gürsel Tekin ise ben mahkeme kararı ile geldim, mahkeme kararı ile giderim diye direniyor. Bu işin içinden nasıl çıkılacak? Bunun demokrasimize, siyasi partilere, ekonomiye ne yararı var?
DOĞRU BULMUYORUM
YSK’nın eski kararında ısrar edeceğinin bilinmesine rağmen bunların yaşanmasına ne gerek vardı? Kongre salonunun kapısına icra memurlarının gitmesi hoş bir görüntü olmadı. CHP’nin kongresinin yapıldığı salonun kapısına icra memurları ile, mahkeme kararları ile dayanan kişinin CHP’liliğinden şüphe ederim. Siyaseti bu kadar mahkeme kapılarına düşürmenin anlamı yok. Siyasetin yargı kararları üzerinden dizayn edilmesine her zaman itiraz ettim, yine doğru bulmuyorum.
CHP’Yİ BÜTÜNLEŞTİRİYOR
Mahkeme kararları, operasyonlar CHP’yi karıştırıyor mu? Tam aksine CHP’yi kenetliyor. Tabanı birleştiriyor. Mücadele etmek parti içindeki safları sıkılaştırıyor. YSK kararından sonra kongre salonundaki coşkulu hava da bunu gösteriyor. Kongreye müdahale tam tersine etki yaptı, CHP’ye yaradı. Salonda, “direne direne kazandık” havası hâkimdi. O yüzden diyorum ki bu tür kararlar CHP’yi motive ediyor. Ama Türk siyasetine yarar sağlamıyor. Ekonomiye zarar veriyor. Türkiye’nin demokratik görünümünü bozuyor.
EKREM İMAMOĞLU TARTIŞILAMIYOR
CHP bu tür dıştan müdahaleler nedeniyle Ekrem İmamoğlu’nun partiyi içine düşürdüğü yolsuzluk, rüşvet ve şaibe iddialarını tartışamıyor. Ekrem İmamoğlu’nun kurduğu kirli düzenle hesaplaşamıyor. CHP’liler parti kimliği yüksek, yolsuzluk ve hırsızlıktan rahatsız olan insanlardır. Ömrünü CHP’ye adayan bir adam, Ekrem İmamoğlu’nun eski ANAP’lılarla kurduğu kirli düzeni niye savunsun? Ama mağduriyet duygusu, partimize operasyon yapılıyor algısı nedeniyle bunlar tartışılamıyor. Parti içi arınma gerçekleşemiyor. Gerçek CHP’liler, Ekrem İmamoğlu’nun kurduğu “Eko Sistem”le hesaplaşamıyor. Ayrıca eğer mahkeme kararları ile siyaset dizayn edilecek olsa bugün Milli Görüş Hareketi ve ondan doğan partiler olmazdı. Kürt siyaseti yaşamazdı. Tam tersine “yenilgi, yenilgi, büyüdüler”, mağduriyetlerden beslendiler.
2. AHMET HAKAN/ New York notları... İp gibi dizilme yok iki eşit oturması var
BUNDAN kısa bir süre önce... Avrupa’nın anlı şanlı tüm liderleri, Trump’ın masasının önünde ip gibi dizilmişlerdi. Namık Tan hariç azıcık milli gururu olan herkes... “İyi ki Türkiye böyle bir masada yer almadı, iyi ki Erdoğan ip gibi dizilenler arasında yok” demişti. New York’taki Gazze Zirvesi’nde ise... Bambaşka bir oturma düzeni ortaya çıktı. Trump ile Cumhurbaşkanı Erdoğan, masanın en başındaydı. Masanın etrafındakiler ise şunlardı: Suudi Arabistan, Ürdün, Pakistan, Katar, Mısır, Endonezya, Birleşik Arap Emirlikleri temsilcileri. Bu tablonun doğurduğu sonuç: Demek ki Trump... Kimi karşısında ip gibi dizeceğini... Kimi karşısında ip gibi dizemeyeceğini... Gayet iyi biliyormuş.
ERDOĞAN GAZZE’NİN SÖZCÜSÜ GİBİYDİ CUMHURBAŞKANI
Erdoğan’a Gazze üzerinden vurulmaz demiştim. Bunun doğru olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Birleşmiş Milletler’de Filistin’in tek sözcüsü vardı: Erdoğan. BM kürsüsünden yaptığı konuşmada... Bir Filistin temsilcisi ne diyecekse onları dedi. Yaptığı tüm temaslarda... Bir Filistin temsilcisi hangi mesajları verecekse onları verdi. Kolları ayakları ampute edilmiş çocukları anlattı. İsrail’in vahşetini fotoğraflarla gösterdi. Filistin’e destek olanları yüreklendirdi. İsrail’e karşı çıkmayanları insafa davet etti. Tüm bunları yaparken ideolojik bir eksende durmadı, insanlık ekseninde durdu. Ayrıca Filistin’i, Gazze’yi anlatırken... Türkiye’nin çıkarları açısından önemli konu başlıklarını tek tek ele almayı da ihmal etmedi. Hep söylüyorum: Erdoğan’ın bazı politikalarından memnun olmayabilir ve o politikaları eleştirebilirsiniz. Ama Gazze üzerinden, Filistin üzerinden Erdoğan’ı samimi olmamakla suçlamak... Abesle iştigalden başka bir şey değildir.
EN BÜYÜK PROTESTO GAZZE İÇİN
BM toplantısı için New York’tayım. Yine yollar kesilmiş. Yine her yer polis kaynıyor. Yine federaller göz açtırmıyor. Yine adım başı kontrol noktası oluşturulmuş. Ve tabii yine protestolar:- Daracık bir sokak başında... İran rejimini protesto eden “zıddı inkılabılar” yani devrim karşıtları.- Bir cadde başında... Çin’i protesto eden birkaç kişi.- Bir başka köşede... Kuzey Kore protestosu. Ama bunların hepsi küçük, cılız, çelimsiz, bıkkın, enerjisiz protestolar. Ben asıl İsrail protestolarının peşindeydim ki... Önümden bir bisikletli geçti. Ortadoğulu değildi bisikletteki, tam bir “beyaz adam” idi. Eline aldığı devasa bir Filistin bayrağı ile 44’üncü caddeyi turluyordu bisikletiyle. Az sonra müthiş bir davul sesi ve sloganlar işittim. İşte dinamik, dipdiri, capcanlı bir İsrail protestosu. Filistin bayrakları, karpuz desenli kıyafetler, İsrail’e lanetler yağdıran sloganlar. Klasik New York BM protestoları ölçüsüyle değerlendirdiğimizde bayağı kallavi bir gösteriydi bu. Tam bu sırada BM kürsüsünde de İsrail’i delirten, Filistin’e iyi gelen konuşmalar yükseliyordu. Azıcık umutlanmadım değil.
BİR TÜRKİYE ELÇİSİ: EMİNE ERDOĞAN EMİNE
Erdoğan, Türkiye’nin tanıtım elçisi gibiydi New York’ta. Lider eşleriyle Türkevi’nde çeşitli programlarda bir araya geldi. “Anadolu’nun Kapıları” gibi Türkiye’nin değerlerini yansıtan zarif sergiler açtı. Aile üzerine BM’de toplantılar düzenledi, konuşmalar yaptı. Türkiye’nin geleneksel kumaşlarını, kilimlerini, takılarını tanıttı. Küresel ilgi gören sıfır atık projesiyle ilgili etkinlikler düzenledi. Yoğun programları arasında bir fotoğraf çekiminde yan yana geldim Emine Erdoğan’la. Kendisine şunları söyledim: “Siyasi kutuplaşmalara hiç girmeden çok güzel işler yapıyorsunuz. Olumlu, pozitif gündemlerden hiç sapmıyorsunuz. Türkiye’nin değerlerini tanıtmak için çırpınıyorsunuz. Sizden razıyız.” Nezaketle teşekkür etti.
NEW YORK SEYAHATİNDE İKİ KİTAP OKUDUM
MEZOPOTAMYA EKSPRESİ: Cengiz Çandar’ın hayatını adadığı konuların kitabı bu. Üslubu destansı. İki şeye çok aşık Cengiz Çandar: Ortadoğu’nun bazı şehirlerine ve önemli devlet adamlarına. Bağdat’ı görünce de Talabani’yi görünce de acayip heyecanlanıyor. Ama tarihe tanıklık yapmış resmen. Hep olayların tam göbeğinde. Tabii tartışmaların da. Bazen “yeter Cengiz Abi. Tamam, bütün liderleri tanıyorsun ve hepsi arkadaşın” dedirtse de... Çok öğretici, çok zihin açıcı bir kitap yazmış. Alaycılığıma bakmayın. Ben çok ama çok yararlandım.
GÖZDEN IRAK’TA: Erbil’de açılan Türkiye konsolosluğunun ilk konsolosu Aydın Selcen’in kitabı. Cengiz Çandar’dan farklı yönü şu Aydın Selcen’in: Müthiş bir mizah duygusu var. Her şeyi çok ciddiye almıyor ve kendisiyle dalga geçebiliyor. Kitabı okuyup bitiren şu üç şeyi çok iyi anlıyor: BİR: Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin temel dinamiklerini... İKİ: Dışişleri dediğimiz yapıdaki hiyerarşik tuhaflıkları... ÜÇ: Ahmet Davutoğlu’nun karşısındakine kelime ettirmeden konuştuğunu ve her şeyi bildiğine dair keskin bir inanç içinde olmasını.
3. MAHMUT ÖVÜR/ CHP kendi çocuklarına da acımıyor
Geçmiş CHP kurultay ve kongrelerinde de gerilim ile kavga vardı ama hiçbir dönemde işler bugünkü kadar "rezil" bir noktaya ulaşmadı. Son birkaç yılda ayyuka çıkan ve siyaseti zehirleyen şaibeli ilişkiler, hukukun arkasından dolanmalar, siyasi aktörlere yönelik linç girişimleri ve bitmeyen alicengiz oyunları birbirini izledi ve CHP'yi CHP olmaktan çıkardı. Oysa CHP elitleri, vesayetçilerin hâkim olduğu geçmişte bütün bu oyunları daha çok siyaset alanında ve her defasında halkın desteğini alan başka partilere karşı yaparlardı. Diktatör suçlamaları, 28 Şubatçıların "şeriatçı" ithamları, 367 garabetiyle siyasete ayar vermeleri ya da Google bilgileriyle parti kapatma girişimleri hep dışarıya yönelikti. Vesayet dönemindeki büyük güç ellerinden gidince bu kez içeriye yöneldiler. Karşılarında bu kez Menderes, Demirel, Özal veya Başkan Erdoğan değil, bir önceki genel başkanları Kemal Kılıçdaroğlu ya da düne kadar "ağabey" dedikleri CHP'nin Genel Sekreterliğini yapan Gürsel Tekin, eski İstanbul İl Başkanlarından Berhan Şimşek var. Onlara karşı daha da acımasızlar. Linç etme konusunda öyle mahirler ki, daha düne kadar genel başkanlarının, il başkanlarının ne ahlakları ne haysiyetleri kaldı ne de hainlikleri... Bunda herhalde yolsuzlukla ilgili suçüstü olmanın etkisi de var. Gürsel Tekin, saldırılar karşısında önce yeni bir şeymiş gibi afallıyor, sonra da İnce örneğini hatırlatarak şöyle diyordu: "Öyle saldırılarla karşı karşıya kalıyoruz ki inanılır gibi değil. Biz galiba büyük bir suç ortaklığını bozuyormuşuz gibi. Ama unutmayın 2 yıl önce Sayın İnce'yi infaz ettiniz. Bugün Sayın İnce ile biz yan yanayız. Son 1.5 yıldır Sayın Kılıçdaroğlu'nu linç ediyorsunuz. Şimdi sıra bize geldi. Ne istiyorsunuz arkadaşlar. Biz Aziz İhsan'lara yenilmeyeceğiz." CHP okulundan yetişen Tekin, bugün gelinen noktayı pişmanlıkla mı izliyor bilemem ama o okulun artık yeni mensupları var ve kendi arkadaşlarını linç etmekte sınır tanımıyorlar. Herhalde bu yüzden Berhan Şimşek içinde ne varsa döküyor: "Bu yolculuğun içerisinde eğer görevini yerine getirmeyen birileri varsa genel merkezdir. Mutlak butlan geliyor, kayyum geliyor, çağrı heyeti geliyor. Partiyi yıprattılar. Şimdi buradan soruyorum: Bu partiyi mahkeme koridorlarına Kılıçdaroğlu, Berhan Şimşek mi düşürdü? Pavyon masalarına biz mi düşürdük? Kendi beceriksizliklerinden, kifayetsizliklerinden oldu." Şimşek'in son CHP tarifi de çok çarpıcı: "Parti holding oldu, sahibi Silivri'de, CEO'su da Sayın Özgür Özel."
HER TAŞIN ALTINDAN O ÇIKIYOR
CHP'de kongre üzerine olağanüstü kongrelerin, kurultay üzerine olağanüstü kurultayların yapılması ne yazık ki sonucu değiştirecek gibi görünmüyor. Peki, ortada şaibe iddiaları ve yargı kararları varken CHP neden ısrarla her yargı hamlesine yeni bir kongre veya kurultayla cevap veriyor? Bu sorunun cevabı aranınca işin arka planında yakın geçmişte CHP'nin en etkili isimlerinden ve "Politbüro" üyesi olarak anılan Önder Sav çıktı. Kaset komplosundan sonra Kılıçdaroğlu'nun aday olmasının arkasından da o çıkmıştı. Şimdi sık yapılan kongre ve kurultayların akıl hocasının da o olduğu söyleniyor. Kendisi de saklamıyor ama ne şaibe iddialarından söz ediyor ne de yolsuzluk söylentileriyle siyasetin kirletilmesinden. Tam tersine önerdiği kurultay hamlesiyle övünüyor. Bu tablo bana, bir yerde okuduğum İsmet Paşa ile ilgili bir anekdotu hatırlattı. 60'lı yıllarda CHP içindeki bir mesele İsmet Paşa'ya iletilince şöyle demiş: "Çözülmesini istiyorsanız o kolay ama çözülmesini istemiyor ve daha çok karışsın istiyorsanız Coşkun Kırca'ya gidin..."
4. BERCAN TUTAR/ İsrail’de alarm zilleri
Başkan Erdoğan'ın liderlik ettiği küresel Gazze hamlesi soykırımcıları dört bir koldan kuşatıyor, siyonist rejimde alarm zillerinin çalmasına yol açıyor. En korktukları senaryo olan Erdoğan liderliğinde İslam dünyasının birleşmesine ek olarak Batı dünyasının da neredeyse bir blok halinde Filistin'e sahip çıkmaya başlaması siyonistleri travmaya sokuyor. İsrail medyasında her ne kadar kuyruğu dik tutmaya çalışanlar olsa da genel olarak herkeste bir panik havası görülüyor. Hatta İsrail'in eski genelkurmay başkanlarından Gadi Eisenkot adeta Netanyahu ve etrafındaki çeteyi topa tutuyor. Oğlunu ve yeğenini 'savaşlarda' kaybeden Fas Yahudilerinden Eisenkot, Başbakan Binyamin Netanyahu'nun İsrail'in güvenine ihanet ettiğini ve 'ülke'nin geleceğini tehlikeye attığını söylüyor. Netanyahu'nun İsrail'i Gazze'de stratejik çılgınlığa sürüklediğini vurgulayan eski genelkurmay başkanı, bir asker gözüyle her açıdan Gazze'de kaybettiklerinin altını da kalın çizgilerle çiziyor. Yeni bir parti kurarak Netanyahu'ya karşı isyan bayrağını açan Eisenkot, "Bu savaşta İsrail deliliği normalleştirdi. Üç hedef ilan edildi. Hamas'ın askeri, idari ve örgütsel yeteneklerinin yok edilmesi, rehinelerin iadesi ve Gazze'deki tehdidin ortadan kaldırılması. Ancak iki yıl geçmesine rağmen hiçbiri başarılamadı" diye konuşuyor. Gazze'de yaşananların savaş tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir durum olduğunun altını çizen İsrailli analist ve bazı askerler aslında soykırımı da dolaylı olarak itiraf ediyor. 10 ila 20 bin askerden oluşan beş tümenle yani en az 60 bin kişilik bir ordu ile Ekim 2023'te Gazze'ye saldıran siyonist çetesi, ardından Mart 2025'te beş tümenle tekrar saldırdı. Yani bir 60 bin asker daha sevk ettiler. Bu da yetmedi. Şimdi 15 Eylül'de başlattıkları Gazze'yi tamamen işgal projesi için beş tümen asker daha sevk ettiler. Şimdiye kadar üç ordu değiştirdiler. Ama yine de başaramadılar. Tamamen yıkılan ve boşaltılan Gazze'nin kuzeyinde hâlâ 20 bin Hamas savaşçısının olduğunu kendileri itiraf ediyor. Dolayısıyla bataklığa saplanan bir Netanyahu ve İsrail kabinesi var karşımızda. Gazze'deki soykırımı ne bitirmek istiyor ne de nasıl bitireceğini biliyor. 'Gazze kasabı' ile çevresindeki Stratejik İşler Bakanı Bakanı Ron Dermer, Maliye Bakanı Bezalel Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir gibi fantazi dünyasında yaşayan fanatik ve sapkın isimlerin soykırımcı politikaları en çok da siyonist İsrail projesinin geleceğini tehlikeye atıyor. Sonsuz tehditler peşinde koşan soykırımcı Netanyahu ancak bu yolla iktidarını devam ettirebileceğini görüyor. Ancak deniz bitti. Zira Netanyahu ve çevresi artık kumarbaz sendromuyla davranıyorlar. Fakat dünya blöflerini gördü. İç ve dış baskılar siyonist soykırımcı çete için günlerin sayılı olduğunu gösteriyor. Geri sayım başladı.
5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Mikado oyunu
Ortadoğu’daki manzara giderek daha fazla Japonların meşhûr oyunu Mikado’ya benzemeye başladı. Oynayanlar bilir; üzerinde farklı renkler olan bir küme çubuk, deste hâlinde toplanır ve rastgele masaya saçılır. Oyuncular sırayla diğer çubukları oynatmadan bunları toplamaya başlar. Sıra kendisinde olan oyuncu bir çubuğu alırken diğerlerinden birisini veyâ diğerini kıpırdatırsa sıra diğer oyunculara geçer. Çubukların renkleri farklı puanları temsil eder. Oyunun nihâyetinde oyuncuların topladıkları çubuklar, üzerlerindeki farklı puanları temsil eden puanlar itibârıyla sayılır. En fazla puanı kazanan oyunu kazanmış olur. Mikado oyununda başlangıç kolaydır. Diğer çubuklardan tamâmen uzağa düşen çubuklar, sıra her kimdeyse onun tarafından kolaylıkla toplanır. Bundan sonra oyun giderek zorlaşacaktır. Maharet, üst üste binmiş çubukları diğerlerini hareket ettirmeden toplayabilmektedir. Öyle anlar gelir ki, bu, artık imkânsız olur. Hâliyle kümeyi dağıtmak kaçınılmazdır. Mesele, bunu en az kayıpla yapmaktır. Bu aşamada sıranın sizde olması başlangıçta olduğu gibi avantaj değildir. Dikkatsiz bir hareketinizle kümeyi öyle dağıtırsınız ki, bunları kolayca toplamak rakiplerinize kalır. O hâlde başkalarına kazandırmaktan veyâ en az kazandırarak kümeyi dağıtmaktır. İsrâil-Filistin savaşı, Gazze’deki soykırım, Sûriye ve umûmiyetle Ortadoğu’nun merkezde olduğu BM toplantısında yapılan konuşmaları ve alt müzâkereleri tâkip ederken bunları düşündüm. Evet, oyunun en zor kısmına gelindi. Bu noktadan sonra hiç kimsenin vermeden alması mümkün görünmüyor. Mesele, az elde ederek çok kaybetmek veyâ tersinden olarak az vererek daha çok kazanmak arasına sıkışmış durumda. Artık karşımızda maksimalizmi kaldıracak bir manzara yok. 7 Ekim Aksa Tufânı’nın hemen arkasından Batı’dan gelen tepkileri hatırlayalım. Liderler soluğu Tel Aviv’de almış, başta Netanyahu olmak üzere “kurban” olarak gördükleri İsrâil’in liderleriyle sarmaş dolaş olmuş, neredeyse iki gözleri iki çeşme vaziyette fotoğraf vermişlerdi. HAMAS, çok sayıda İsrâilli vatandaşı öldürmüş, yüzlercesini de rehin almıştı. Uluslararası normlar mucibince İsrâil’in cevap hakkı mevcuttu. Kimsenin aklına İsrâil’in senelerdir Gazze’ye uyguladığı acımasız abluka ve Gazzelinin günlük hayâtını işkenceye dönüştüren uygulamaları gelmiyordu. Ne de olsa bunlar vahşi Müslüman, Doğulu mahlûklardı. Yahudîler, Hitler devrinde nasıl gadre uğratılmışlarsa, şimdi de onların yerini bu “vahşiler” alıyordu. Bu kervâna Batı’nın kültürel elitleri, ünlüler de katılmakta gecikmedi. Sinema oyuncuları, yazarlar, düşünürler İsrâil’e destek vermekte gecikmedi. Zamân geçiyor ve Gazze’de İsrâil’in intikâm almak adına acımasız eylemleri her geçen gün artıyordu. Yaşananları uzun müddet alık alık tâkip eden dünyâ kamuoyu İsrâil’in saldırılarının dozu arttıkça ve sivil kayıplar arttıkça yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Üniversite öğrencilerinin, daha sonra bastırılsa da ABD’de başlattığı kampanyalar fitili ateşledi. ABD ve Avrupa’da çeşitli sivil toplum teşkilatları giderek kitleselleşen gösteriler düzenlemeye başladılar. Bu arada Trump iktidâra gelmiş ve ABD’nin İsrâil’e verdiği destek daha da artmıştı. Trump’ın içerideki faşizan uygulamalarından yılan Trump aleyhtârı kitlelerin tepkilerinden yavaş yavaş İsrâil de nasibini alıyordu. AntiTrumpizm için için antisiyonist bir renk kazanmaya başladı. Bu yırtılma, Trump’ı iktidâra taşıyan MAGA Hareketi içinde de yayılmaya başladı. Amerikan aşırı sağı içinde yer alan antisiyonist, hattâ antisemitist hissiyât da açığa çıkmaya başladı. Tucker Carlson medyada bunun temsilciliğini yapıyordu. Trump’a verdiği destekle bilinen aşırı sağcı gençlik lideri Charlie Kirk’in cinâyeti üzerinden şâibeler yükseldi. Yakın dostu Carlson, Kirk’ün son zamanlarda Netanyahu’dan ve İsrâil’e verilen destekten şikâyet ettiğini ve bu mealde konuşmalar yaptığını söyledi. Hattâ, onun öldürülmesinde İsrâil’in parmağı olabileceğini imâ etti. Hâsılı, ABD’de “hakikî”, “öz” MAGA’cılar ile Evanjelist aşırı sağ arasında sağlanmış olan ittifak eriyor ve çelişkiler belirginleşiyor. Katolik dünyâsında ise antisiyonist dalganın hızla pekiştiğini söyleyebiliriz. İspanya ve İrlanda gibi Katolik devletler daha başından beri sert bir şekilde İsrâil’in karşısında yer aldılar. Yine yoğun bir Katolikliğin hüküm sürdüğü Lâtin Amerika’da ise birkaç istisna haricinde çok kuvvetli bir antisiyonist bloklaşma yaşanıyor. İsrâil’in saldırılarından bir Katolik kilisesinin de nâsibini almış olması Papa’yı bile mırın kırın etmeye zorladı. Yakın zamanlarda Japonya’dan Meksika’ya kadar çok yaygın bir coğrafyada milyonlarca insanın İsrâil’i kınayan dev gösteriler tertip ettiğini gördük. SUMUD Filosu’nun devâm eden seferi buna ilâve oldu. 7 Ekim’den hemen sonra İsrâil’i destekleyen Habermas ve Zizek gibiler şu aralar suskun. Buna mukâbil çok sayıda sanat ve kültür insanı açık açık İsrâil’i kınıyor. Küresel olarak yurt dışına çıkmış İsrâilli turistler dükkânlara kabul edilmiyor, horlanıyor. II.Umûmî Harp sonrasında dünyâya hâkim olan Yahudi sempatisinin yerinde artık yeller esiyor. Netanyahu ve çetesi ise çıktıkları yoldan dönmek niyetinde değil. Dünyânın İsrâil aleyhtârı bir çizgiye kayması İsrâil kamuoyunu da keskinleştiriyor. İsrail kamuoyunun %70’inden fazlası tekmil Gazzelilerin öldürülmesi gerektiğini savunuyor. Netanyahu ve faşist çetesini de maksimalist çizgide tutan bu destek. Lâkin bunun dünyâda bir karşılığı artık pek yok. Dünyâ bu maksimalizmi taşıyamıyor. Mikado oyununun en çetin safhasındayız. Sıkışan kümenin nasıl dağıtılacağı gündemde. Son BM toplantısındaki hava, Avrupa devletlerinin Filistin devletini tanıma çıkışı bunu gösteriyor. Ama çok dikkatli olmak gerekiyor. Birileri az bir kayıpla birilerine çok kayıp verdirmenin hesaplarını yapıyor. Süreci hassas bir şekilde tâkip etmeye gayret ediyorum. Bu hususta bâzı değerlendirmelerim var. Onları olgunlaştırarak bir sonraki yazımda anlatmaya çalışacağım...
6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Siyonizm’in kökleri Anglosakson edebiyatındadır
Siyonizm’le ilgili kitaplarda dikkatimi çeken hususlardan biri bu ideolojinin Anglosaksonlar tarafından icat edilmiş olması, diğeri de Siyonist Yahudilerin aynı ideolojinin tarihî Filistin topraklarına kök salmasıyla ilgili korkularıydı. Bu açıdan Siyonizm’in kaynağı Anglosakson edebiyatıdır, ifadesi yadırgatıcı olmamalıdır. Buna rağmen birçok defa ifade etmeye çalıştığım gibi bizde Siyonizm ideolojisi ya da Yahudilerin İsrail devletini kurma süreci Yahudi ilahiyatına dayandırılmıştır. Bu sebeple Anglosakson edebiyatının Siyonizm’e kaynaklık ettiği yönündeki görüş çok ciddi bir karşılık bulmadı. Ama yine de bu yöndeki çalışmaların gittikçe artacağını ve bu yeni görüşün daha fazla gündeme geleceğini tahmin edebiliriz. Eğer Filistinlilerin direnişini kırmayı başarsalardı Siyonizm ideolojisinin yeni bir din olarak kabul edilmesi üzerinde durulmayacak ve çok kimse kaynakları sorgulama yönünde bir adım atmayacaktı. Çünkü Siyonist Yahudiler başarmış olacaklardı ve bu yeni ideolojinin Anglosakson Evanjelik kökleri araştırılmayacaktı. Siyonist Yahudilerin Filistin’in tarihî topraklarında yeni bir ideolojiyi hayata geçirmekte başarılı olamadıkları çok açıktır. Sadece İngiltere’nin Filistin’i bir devlet olarak tanımak mecburiyetinde kalması üzerinden hareket ettiğimizde bile bu başarısızlığı tespit edebiliriz. Fakat bundan önce Siyonizm’in Filistin’de kök salamama korkuları üzerinde durmamız gerekir. İşte burada da psikoloji işimize yarayabilir. Alanım olmadığı için psikolojik boyutlar üzerinde durmayacağım. Toprağa kök salmak bir yeri yurt edinmenin en önemli boyutu olsa gerektir. Anglosaksonların Kuzey Amerika’yı yurt edinmek için o toprakların yerlilerini kökünden kazımış olması çok önemli bir tecrübedir. Bunun tarihte örneği herhâlde çok azdır. Kızılderililer olarak tanımladıkları Kuzey Amerikalıları niçin etnik temizliğe tabi tuttuklarını biraz da psikoloji ile açıklamak gerekir. Afrika’dan getirdikleri köleler de Kuzey Amerika’nın yerlileri değildi. Onları da derilerinin rengiyle tanımlamışlardır. Fakat Afrika kökenlilerin de toprağa kök salmalarına izan vermemişlerdir. Böylelikle farklı kültürlerin doğal gelişim imkânını ortadan kaldırmışlardır. Zannediyorum yerliler karşısında korkuya kapılmışlardı. Anglosaksonların Kuzey Amerika macerası bu korkunun ne derece önemli olduğunu gösterir. Etnik temizlik ve soykırım kavramlarını da bu korku üzerinden açıklayabiliriz. Siyonist Yahudilerin de aynı korkuyu Filistin’in tarihî topraklarında hissettikleri anlaşılıyor. Netanyahu gibi birçok Siyonist’in, Hacı Emin el-Hüseynî’nin şahsında daima Hitleri görmesi çok ilgi çekicidir. Bunu propaganda amaçlı yaptıkları elbette bilinmeyen bir durum değil fakat Hacı Emin el-Hüseynî’de Hitleri gördükleri de inkâr edilemez bir gerçektir. Siyonizm ideolojisine inanmış Yahudilerin eserlerini okurken ne yapmak istediklerini sorgulamak elbette çok önemlidir. Theodor Herzl’in “Old New Land” adlı romanını ne yapmak istedikleri sorusuna cevap bulmak için okumuştum. Hatta Siyonizm’in kolonyalist bir ideoloji olduğu sonucuna bu kitaptan ulaşmıştım. Çünkü Herzl, açıkça Filistin’in tarihî topraklarında bir Alman kolonisi hayal etmekteydi. Avrupa medeniyetinin kolonyal inançlarını bu kitapta bulabiliriz. Fakat bu kitaplara ikinci bir soru daha sormak lazım geldiğini fark ettim. Neden Filistin’in tarihî topraklarına kök salma tecrübelerine haddinden fazla önem atfettiler? Kolonyalist yayılmacılığın köklerini bu kitaplarda aramak gerekir çünkü yeni sorular da bu kitaplardan çıkacaktır. Yahudi ilahiyatından yeni sorular çıkmaz. Çünkü Siyonist yayılmacılığın kökleri Yahudi ilahiyatında değildir. Kolonyal bir ideoloji olarak Siyonizm’in kökleri Anglosakson ve devamında Siyonist Yahudilerin edebiyatındadır. Bu ideolojinin zaaflarını ve korkularını bu eserlerde bulabiliriz. Nitekim Filistin’in kolonileştirilmesine hasredilmiş kitapların neredeyse tamamında toprak, derin bir mesele olarak işlenmiştir. Cevabını aradığımız sorunların başında, Siyonist Yahudilerin Filistinlilere yönelik etnik temizlik ve soykırım suçlarına niçin bu kadar istekle katılmış oldukları, gelir. Aynı soruyu Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda’nın Avrupalılaştırılmasıyla ilgili olarak da sormalıyız. Anglosaksonlar niçin kolonileştirdikleri toprakların yerlilerini etnik temizliğe tabi tutmuşlardır? Avrupalıların başarılarıyla ilgili yeni soruların sorulma zamanı geldi. Siyonist Yahudiler de Filistin’in tarihî topraklarında aynı şiddeti hayata geçirdi. Peki, ama neden?
7. OĞUZHAN BİLGİN/ Dizi sektörü Türkiye'ye karşı savaş mı yürütüyor?
Evleneceği gün düğününe başka bir adamın yatağından kalkıp giden kadınlar... Ailesinin içinde karısının ve kocasının kardeşiyle ilişki yaşayan insanlar... Kocasının iş arkadaşlarıyla flört eden kadınlar, arkadaşının karısına göz diken erkekler... Ergen gibi davranan, "özgür" kadın olan anneler; sürekli ağlayan zavallı erkekler, babalar... Ya da sürekli şiddet uygulayan ve neticede kızları veya eşleri tarafından öldürülerek "temizlenen" babalar, erkekler... İdealize edilen sokak çeteleri ve gözlere sokulan şiddet. Bu bahsettiğim hikâyeler porno filmlerden alınma değil. Hatta muhtemelen birçoğu porno sektöründe bile "uç" sayılacak bu hikâyeler yıllardır televizyonlarda veya dijital platformlardaki herkesin erişeceği "yerli" dizilerde geçiyor. Son zamanlarda gözüme takılan bu "Türk" yapımı olan ama Türklükle alakası olmayan dizilerde gösterilenler bunlar. Hem Türk gençliğine reklamlarla, başka yöntemlerle gündem yapılarak bunlar izlettiriliyor, hem de dünyaya Türkiye böyle tanıtılıyor. Türk milletine ve özellikle de yeni yeni toplumsal gelişmesini tamamlama sürecine girmiş gençlere boca edilip hem bu iğrençlikler sıradanlaştırılıyor... Hem aile kurumu şiddetin, tahakkümün ve mutsuzluğun merkezi olarak zihinlerde kodlanıyor. Hem teşhircilik ve kadının cinsel nesne olarak görülmesi normalleştiriliyor. Hem de sokak şiddeti övülüyor. "Ana akım medyaya sokulan ABD'li uzmanlar tarafından Türk toplumunun değerleri değiştirildi! Bütün dizilerde, tabanca, tüfek, mafya, yatak, aldatma ve millet birbirini öldürüyor.! Ben şu andaki içeriklerle hiçbir projenin içinde olmam." Bu sözler Türk tiyatrosunun ve dizilerinin önemli oyuncusu Şevket Altuğ'un geçmişteki bir röportajından... Bu köşenin okuyucuları da akademik çalışmalarımı takip edenler de benim kültür meselesine ve bilhassa da dizi ile sinema dünyasındaki Batı'nın kültürel hegemonyasına dair analizlerimi bilirler. Türkiye'de dizilerin etkisinin ne kadar büyük olduğunu anlatmaya gerek yok. İnsanlar dizilerdeki karakterler gibi konuşmaya, yürümeye, davranmaya, giyinmeye, ilişki kurmaya çalışabiliyor; son dönemde çocuklara verilen saçma sapan isimler bile çoğunlukla dizilerden seçiliyor. Yani dizi deyip geçmemek gerekiyor. Ailelerin hemen hepsinde "baba" figürlerinin tümü kötü. Birçoğu baskıcı, şiddet uygulayan, yobaz, cahil... Diğerleri de zavallı, nefret edilesi, sorumsuz karakterler. Baba imgesine olan bu düşmanlığa tuhaf "anne" figürleri eşlik ediyor. Bir anneden çok bir ergen gibi davranan, aileye sorumsuzluğuyla hikâye boyu idealize edilen sözde "özgür" ve "güçlü" kadın tiplemeleri. Güç ve özgürlükten ise toplumsal hayattaki, eğitim ve çalışma hayatındaki güç ve özgürlükleri kastedilmiyor. Dahası dizilerdeki bütün kadınlar aşağı yukarı böyle imajlarla gösterilirken çoğu erkek de edilgen ve olgunlaşmamış; geleneksel erkek rollerinden tamamen arındırılmış tiplerle temsil ediliyor. Yani sadece babalar değil, genç erkekler de zavallı bir profilde gösteriliyor. Bazılarında ise açıkça ya eşcinsel eğilimli ya da jigolo olarak üstelik de idealize edilerek gösteriliyor. "Birileri böyle diziler çekiyor diye toplum böyle mi olacak?" diyenleri de duyar gibiyim. Onlara biraz etraflarına bakmayı, farklı nesillerle iletişim kurmalarını tavsiye ederim. Peki, sonra ne mi oluyor? Sıradanlaştırılan, yaygınlaştırılan bu toplumsal ideal tipler üzerinden hem kadın kimliği deforme oluyor hem de erkeklik açıkça hedef alınıyor. "Erkekler prenses oldu" benzeri serzenişleri sosyolojik dönüşümler kadar biraz da bu kültürel hegemonya taarruzunda aramak gerekiyor. Neticede toplumsal dönüşümlerin de etkisiyle insanlar bırakın evlenmeyi, birbirleriyle sevgili bile olacak asgari duygusal ilişkiyi bile inşa edemiyor, edecek de kimseye güvenemiyor, bağlanamıyor, aile kuramıyor. Ailelerde boşanmalar artıyor, çocuk sahibi olmak bu idealize edilen hedonist kültürde yük ve fazlalık görülüyor. Aile, devlet, milliyet, cinsiyet, din gibi değerler toptan bir şekilde hedef alınıyor zira bu değerlerin hepsi neticede toplumsal olarak bir bütünlük arz ediyor
8. DOÇ. DR. HALİD ÜVEYSİ/Dünya beşten büyüktür: BM Gazze sınavını atlatabilecek mi?
Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 80. oturumu, onlarca yıldır çözülemeyen ve artık "İsrail sorunu" diye anılan meselelerin gölgesinde başladı. BM kurulduğu günden bu yana Filistinliler işgal, sürgün ve abluka altında yaşarken, barış ve adaleti sağlamak için kurulan bu kurum, Siyonist devletin işlediği adaletsizliklere son vermekte hiç aksiyon alamadı. Gazze'deki soykırımın başlamasının üzerinden iki yıl geçti ve artık hem Filistinliler hem de dünya kamuoyu, sadece izleyen, kınayan ama harekete geçmeyen BM'ye karşı olan inancını kaybetti. Bu yılki oturum, diplomatik nezaket gösterileriyle değil, güçlü bir vicdan çağrısıyla açıldı. Genel Sekreter Antonio Guterres’in sert sözlerinden, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Katar Emiri ve diğer liderlerin coşkulu konuşmalarına kadar Gazze’nin yaşadığı acılar bu yılın toplantısının merkezi oldu. Gazze, hem küresel eylemsizliği gözler önüne seren bir kanıt hem de BM'nin 21. yüzyıldaki meşruiyetini sınayan bir dönüm noktası oldu. BM Genel Sekreteri Guterres, Genel Kurul’a damgasını vuran sert sözlerle başladı: Gazze’deki dehşet, üçüncü yılına girerken "insanlığın en basit değerlerini hiçe sayan kararların sonucu" olarak karşımızda duruyor. İki yıldır süren kınamalara rağmen BM soykırımı durduramadı, ölümler devam ediyor, açlık büyüyor, Uluslararası Adalet Divanının (UAD) bağlayıcı kararları ise hiçe sayılıyor. "Cezasızlık kaos doğurur." diyerek yalnızca sözlerin artık yetmediğini vurguladı. Gazze, BM'nin felç olmuşluğunu ve eylemsizliğini açığa çıkardı, kurum kendi antlaşmasını bile uygulatamıyor. Yaptırım, reform ve cesaret olmadan BM, engellemek için kurulduğu acıların suç ortağı haline geliyor. Bu yaklaşım, Küresel Güney'in birçok lideri tarafından da dile getirildi ve daha da güçlü vurgulandı. Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva, "devam eden soykırımı" kınayarak, "bu katliam, engelleyebilecek olanların suç ortaklığı olmadan gerçekleşemezdi" ifadelerini kullandı. Lula, sözleriyle sadece İsrail’i değil, onun eylemlerine zemin hazırlayan uluslararası sistemi de hedef aldı. Bu açıklamalar, giderek daha fazla paylaşılan bir duyguyu yansıtıyordu: Adaletsizlik karşısında sessiz kalmak ya da tarafsız durmak, aslında suç ortaklığıdır.
ERDOĞAN'IN ÇIKIŞI: İNSANLIĞIN EN DİP NOKTASI
Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, oturumun en dikkat çekici konuşmalarından birini yaptı. Zayıf düşmüş Filistinli çocukların fotoğraflarını göstererek, yaşanan soykırımı "insanlığın en dip noktası" olarak nitelendirdi. Söylemi net ve sertti: soykırım, katliam, barbarlık. Erdoğan'ın sözleri sıradan bir retorikten ibaret değildi, aynı zamanda birer suçlamaydı. Siyonist devleti "vaat edilmiş topraklar" söylemiyle yayılmacı bir politika izlemekle suçladı, bunun hem bölgesel barışı tehdit ettiğini hem de Kudüs’ün kutsiyetini ayaklar altına aldığını ifade etti. Bu durumun, uluslararası düzenin ahlaki temellerini aşındırdığını vurguladı. Güney Afrika Devlet Başkanı Cyril Ramaphosa, Genel Kurul'a net bir kararlılıkla hitap ederek, İsrail'in Gazze’de soykırım işlediğini söyledi. Bu suçlama artık BM’nin kendi Soruşturma Komisyonu tarafından da teyit ediliyor. Güney Afrika’nın UAD’de açtığı davaya rağmen ölümler sürüyor, açlık derinleşiyor ve hesap sorulabilirlik hala sağlanamıyor. "Harekete geçmek zorundayız" diyen Ramaphosa, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını savundu ve BM Güvenlik Konseyinin itibar kaybını sert sözlerle eleştirdi. Ayrıca, "Bu örgütün üyelerinin hepimizin üzerinde uzlaştığı Antlaşmayı hiçbir bedel ödemeden ihlal etmelerini kabul edemeyiz, etmemeliyiz" ifadelerini kullandı. Onun sözleri, giderek büyüyen bir ortak kanaati yansıtıyordu: Gazze, BM’nin güvenilirlik görüntüsünü yerle bir etti, yaptırım olmadan adalet hep ertelenmeye mahkum. Ürdün Kralı II. Abdullah tartışmaya daha çarpıcı bir boyut getirdi. İsrail'in Mescid-i Aksa'yı hedef almasının, "bölgenin ötesine taşacak ve hiçbir ülkenin kaçamayacağı topyekun bir din savaşını tetikleyeceği" uyarısında bulundu. Ayrıca Kudüs’teki Müslüman ve Hristiyan kutsal mekanlarına yönelik saldırıları da kınadı. Konuşması, çatışmanın manevi boyutuna dikkat çekerek etnik kıyım ve soykırımın dini hak iddialarıyla iç içe geçirilmesinin tehlikesini vurguladı. Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Thani, Doha'da Hamas liderlerini hedef alan saldırının ardından İsrail'i devlet terörüyle suçladı. İsrail'in bir yandan müzakere masasına otururken diğer yandan suikast planladığını, bunun da soykırımı bitirmeye yönelik tüm diplomatik çabaları boşa çıkardığını söyledi. Konuşması, İsrail'in müzakere ortağı olarak güvenilirliğine doğrudan bir meydan okuma ve uluslararası toplumun bu ikiyüzlülüğü görmezden gelmesine sert bir eleştiri niteliğindeydi. Apartheid karşıtı hareketle benzerlikler kuran Şeyh Temim, Gazze için yükselen küresel dayanışmayı sistematik adaletsizliğe karşı ahlaki bir başkaldırı olarak tanımladı. ABD Başkanı Donald Trump, İsrail’in en güçlü destekçilerinden biri olmasına rağmen "savaşın" hemen sona ermesi çağrısında bulundu. Ancak sözleri, somut bir yol haritası ortaya koymaktan uzaktı. Hamas'ı ateşkesi reddetmekle suçlarken, İsrail’in askeri operasyonlarına verdiği koşulsuz destek soykırımı daha da derinleştirdi. Barış çağrısı yaparken soykırımı besleyen bu çelişki artık kimseyi ikna etmiyor. Konuşmaların yarattığı aciliyet, Trump’ın Türkiye, Katar, Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün, Endonezya ve BAE liderleriyle yaptığı üst düzey toplantıda zirveye çıktı. Trump bu görüşmeyi "en önemlisi" olarak nitelerken, 57 Müslüman ülkenin ABD üzerindeki etkisini kullanarak soykırımı durdurması hayati önem taşıyor.
GÜVENLİK KONSEYİ VE “DÜNYA BEŞTEN BÜYÜKTÜR”
Bu oturumun asıl arka planında BM'nin kendiyle yüzleşmesi vardı. Güvenlik Konseyi'nin daimi üyelerine tanınan veto hakkı, artık cezasızlığı koruyan bir kalkan haline gelmiş durumda. Erdoğan'ın meşhur "Dünya beşten büyüktür" sözü sadece güç yoğunlaşmasına bir eleştiri değil, aynı zamanda Güvenlik Konseyi'ndeki yapısal adaletsizliğe açık bir meydan okumaydı. Onun dile getirdiği "haklı olanın güçlü olduğu bir düzen" çağrısı bir slogandan öte, kurumsal yenilenmeye dair bir yol haritası niteliği taşıyor. Eğer BM Gazze'de kendi Antlaşması'nı uygulayamazsa, uluslararası hukukun güvenilirliği, insan haklarının evrenselliği ve çok taraflılık vaadi büyük yara alacak. Gazze yalnızca insani bir kriz değil, aynı zamanda dünyanın ahlaki düzeni için bir turnusoldür. BM ne kadar geç kalırsa, başarılarından çok başarısızlıklarıyla hatırlanan, geçmişte kalmış bir kurum haline gelme riski de o kadar büyüyor. Gazze krizi, mevcut uluslararası düzenin sınırlarını ve çifte standartlarını gözler önüne serdi. BM'nin kurucu idealleriyle bugünkü işleyişi arasındaki uçurumu açığa çıkardı. Yaptırıma dönüşmeyen kınamaların boş, adaletle desteklenmeyen diplomasinin ise tehlikeli olduğunu gösterdi. Erdoğan'ın ifadesiyle, "Gazze’deki barbarlığa karşı tavır almayanlar, bu vahşetin suç ortağıdır." Artık güçlülerin sessizliği, müttefiklerin ikircikli tutumları ve kurumların felç olmuş hali sürdürülemez. Gazze, sadece halkının çektiği acıları değil, dünyanın ahlaki çöküşünü de yansıtan bir ayna haline geldi. Gazze artık dünya gündeminin tam merkezinde. Bugün sorulması gereken, dünyanın Gazze’yi görüp görmediği değil, görüyor. Asıl soru, harekete geçip geçmeyeceği. Açlıktan ölen çocukların, bombalanan hastanelerin, kolları bacakları kopmuş bebeklerin görüntüleri gizlenmiyor, aksine canlı yayınlarla tüm dünyaya ulaşıyor ve küresel vicdana kazınıyor. Eğer BM şu anda ayağa kalkamazsa, reform çağrıları giderek yeni bir dünya düzeni talebine dönüşecek, bu da seçici adaletin ve bürokratik felcin değil, gerçek eşitlik ve adaletin üzerine kurulacak. İşte kritik dönemeç bu. Görüp de harekete geçmemek ihanet, adaleti sağlamadan suçu kabul etmek ise suç ortaklığıdır. Artık mesele BM'nin konuşup konuşmayacağı değil, harekete geçip geçmeyeceği ve Gazze’nin önüne koyduğu bu ahlaki sınavı verip veremeyeceğidir. Eğer bu görüşmeler koruma, hesap verebilirlik ve barışa dönüşmezse, iyi niyetli ama etkisiz ritüellerin arasında kaybolacak. Ve tarih, diplomasi kılığına bürünmüş sessizliği affetmeyecek.