1. ABDULKADİR SELVİ / DEAŞ’IN ASIL HEDEFİ YILBAŞINDA İSTANBUL MUYDU
DEAŞ’a yönelik operasyonda Yalova’da üç noktaya operasyon yapılıyor. Eş zamanlı olarak yapılan baskınların ikisinde DEAŞ mensupları teslim alınıyor. Üçüncü yerde ise çatışma çıkıyor. Polislerimiz açılan ilk ateşte şehit oluyor. Hemen helikopter kaldırılıyor, binanın üzerinde dronlar uçuruluyor. Evin içinde kadınların ve çocukların olduğu tespit ediliyor. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ilk andan itibaren harekât merkezinde operasyonu takip ediyor. Bursa’dan özel harekât polisleri sevk ediliyor. DEAŞ’lı teröristler, kadınları ve çocukları canlı kalkan olarak kullanıyor. Kadınlar ve çocukların zarar görmemesi için 20 dakikada bitebilecek bir operasyon, gece 02.00’de başlayıp 09.40’a kadar sürüyor. PKK’nın Hendek savaşlarında da benzer bir durum yaşanmıştı. Kadınları ve çocukları canlı kalkan olarak kullanmışlardı. Siviller zarar görmesin diye sabredildi ama çok şehit vermiştik. Şehitlerimizin mekânları cennet olsun.
10 AYLIK BEBEK VAR
DEAŞ evindeki kadınlar teröristlerin eşleri, çocuklar da onların çocukları. İçlerinde 10 aylık bebek var. Türk polisi, 10 aylık bebeğin can güvenliğini düşünüyor ama onun öz babası bebeği kendine canlı kalkan olarak kullanıyor. Operasyon sırasında “çocukları ve kadınları bırakın” diye sürekli olarak anons ediliyor. Ama bırakmıyorlar. En sonunda evi de ateşe veriyorlar. Kendilerini geçtim, eşleri ve çocuklarının da ölmesini göze almış durumdalar.
10 aylık bebeğini, eşini ateşe atan adam başkalarına ne yapmaz ki?
Çocuklardan birinin 10 aylık olduğunu söylemiştim. Evde altı çocuk var. Çocuklardan biri de 2024 doğumlu, yani bir yaşında. Diğer çocuklar da dört, altı, yedi yaşında. En büyükleri dokuz yaşında. İnsan terörist bile olsa çocuklarını ve eşlerini çatışmanın ortasında canlı kalkan olarak kullanır mı? DEAŞ’lı olursan kullanırsın.
DÖRDÜ KARDEŞ
Aile havası vererek evi kiralamışlar. Teröristlerin dördü de kardeş. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, teröristlerin Türk vatandaşı olduğunu açıkladı ama bağlantılarını tespit etmek için teröristlerin kimlikleri bir süre açıklanmadı. Çünkü teröristlerin üzerinden ve evlerinden çıkan dokümanlardan elde edilen bilgiler ışığında operasyonlar devam etti.
DEAŞ’lı teröristler saatlerce çatıştıkları için belli ki yüklü miktarda silah ve cephane stoklamışlar. Bu kadar silah ve cephane stoklamanın bir nedeni olsa gerek. Belli ki büyük bir saldırı için hazırlık yapmışlar. Yılbaşı için DEAŞ’ın saldırı yapmasından endişe ediliyordu. Bunun için MİT ve Emniyet’in DEAŞ’a yönelik operasyonları hızlandırılmıştı. İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya, son bir ay içerisinde 138 şüphelinin tutuklandığını açıkladı.
DEAŞ’ın 2017’de yılbaşında yaptığı Reina katliamı unutulmadı. DEAŞ’ın bu yılbaşında eylem yapacağı istihbaratı üzerine Avrupa’da yeni yıl etkinlikleri iptal ediliyor. Bizde de MİT ve Emniyet gece gündüz demeden operasyonlar yapıyor. MİT, Afganistan-Pakistan alanında tespit ettiği DEAŞ’lıyı paketleyip Türkiye’ye getirdi. Yalova’da çatışmada üç polisimizi şehit verdik. Allah rahmet eylesin.
Saatlerce süren çatışmadan ve evden çıkan silahlardan anlıyoruz ki DEAŞ çok büyük bir eyleme hazırlanıyormuş. Yılbaşında, İstanbul’daki eğlence merkezlerine yönelik bir saldırı hazırlığı yapmalarından şüpheleniliyor. Yalova’yı, İstanbul’da yapılacak bir saldırı için hücre evi olarak kullanmış olabilirler.
DEAŞ’I KİM KULLANIYOR
Trump, “DEAŞ’ı Obama ve Hillary Clinton kurdu” demişti. DEAŞ aparatını kullanarak Irak’ta iç savaşı çıkardılar. DEAŞ’ı kullanarak Suriye iç savaşını körüklediler. DEAŞ, SDG’nin kurulmasının gerekçesi oldu. Aynı zamanda SDG’nin sigortası olarak görev yaptı.
Türkiye’ye yönelik eylemlerde DEAŞ’la PKK-YPG ve DEAŞ’ın iş birliği yaptığına tanıklık ettik. Gar saldırısında ve Taksim’deki bombalı paket eyleminde DEAŞ’lı teröristlerin SDG’nin bölgesinden geçirilerek Türkiye’ye sevk edildikleri tespit edildi.
ZAMANLAMASI MANİDAR
DEAŞ’a karşı uluslararası koalisyon kurulmuştu. SDG, DEAŞ’la mücadele için oluşturulmuştu. Peki DEAŞ son birkaç ay içerisinde neden yeniden aktive edildi? Neden hortlatıldı?
DEAŞ’lı baba-oğul Avustralya’da sahilde eğlenenleri taradı. Suriye’de Alevilere ait İmam Ali bin Ebu Talip Camii’ne yönelik DEAŞ saldırısı gerçekleştirildi. DEAŞ’ın İmam Ali Camii’ne yaptığı saldırı üzerinden Lazkiye’de Nusayriler ayaklandırıldı.
Suriye’de SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu için tanınan sürenin dolmasına yakın bir zamanda DEAŞ tekrar aktif hâle getirildi. Bu zamanlama size manidar gelmiyor mu?
Suriye’deki El-Hol Kampı’nda tutulan DEAŞ, son zamanlarda neden harekete geçirildi? SDG tarafından El-Hol Kampı’ndan çıkarılan DEAŞ’lılar, Şam’da Suriye Devlet Başkanı Ahmed Şara’ya suikast hazırlığı içindeyken MİT tarafından yakalanmıştı.
DEAŞ’I İSRAİL KULLANIYOR
DEAŞ’la SDG ve son zamanlarda İsrail arasında bir bağlantı söz konusu. Kimi zaman ABD, kimi zaman İngilizler tarafından kullanılan DEAŞ, son zamanlarda İsrail’le çalışıyor. DEAŞ tehlikesi var diye SDG’nin tasfiyesini önlemeye çalışıyorlar. DEAŞ üzerinden Türkiye’ye mesaj vermenin gayreti içindeler.
İçimizde üç-beş oy uğruna bu olayı istismar etmeye çalışan Ümit Özdağ gibilere kulak asmayın. Yalova’da çökertilen DEAŞ hücresinin yılbaşında İstanbul’da büyük bir eylem hazırlığı içinde olduğu düşünülüyor.
Şehitler verme pahasına büyük bir katliam önlenmiş olabilir. Bu olay, iç siyaset malzemesi yapılamayacak kadar önemli. İsrail-DEAŞ ve SDG’den oluşan şer ittifakı ile karşı karşıyayız. DEAŞ ve SDG birer kukla. Siz asıl arkasındaki İsrail kuklacısına bakın.
2. AHMET HAKAN / DEAŞ DEDİKLERİ KİRLİ, ŞEREFSİZ, SOYSUZ BİR TAŞERONDUR
Küresel çapta İslamofobi mi azdırılacak?
Hemen başlar Avrupa’da DEAŞ’ın kamyonla adam ezme vahşeti.
ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi mi söz konusu?
“Aman ABD Ortadoğu’dan çekilmesin” diyenler hemen devreye sokarlar DEAŞ’ı.
İsrail’in bölgedeki alçak ve hain planlarının önü mü açılacak?
Hop! Hemen aparat DEAŞ, yardıma ve hizmete koşturuluverir.
SDG’ye verilen süre dolmak üzere midir, 10 Mart anlaşması üzerinden SDG sıkışmış mıdır?
Bu işler için el altında tutulan DEAŞ’a birileri “hadi koçum” derler.
Sonuç?
DEAŞ diye, kafasına göre takılan, kendi başına buyruk, kendi ajandasını takip eden bir örgüt falan yok.
DEAŞ, bazı güçlerin iplerini elinde tuttukları kirli, şerefsiz, soysuz bir taşeron örgüttür.
KAHRAMANLAR NEDEN ŞEHİT OLDU
Birkaç haftadır tüm yurtta bir DEAŞ seferberliği vardı.
MİT devredeydi. Malatya’da bir terörist yakalanmıştı. Emniyet her gün operasyon üstüne operasyon yapıyordu.
Anladığımız kadarıyla “yılbaşını kana bulayacaklar” diye bir istihbarat söz konusuydu.
En son Yalova’daki operasyonda polislerimiz, DEAŞ canilerine karşı canları pahasına kahramanca mücadele verdiler.
DEAŞ’ın vahşi katilleri ülkemizi kana bulamasınlar diye şehit olan kahraman polislerimize minnettarız, onlarla gurur duyuyoruz.
ÖZGÜR ÖZEL BİR MESAJ GÖNDERDİ
CHP Lideri Özgür Özel’le mesajlar üzerinden bir diyalogumuz var. Epeydir devam ediyor bu diyalog. Yazdıklarım üzerine Özgür Bey bana mesaj atar, ben de mesajla kendisine cevap veririm.
Dünkü yazımda Özgür Özel ile CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu’nun söyledikleri arasında bir çelişki olduğunu yazmıştım. “İHA, radar, NATO” konusunda dolaylı bir eleştiriydi.
Özgür Özel bu konuda bir mesaj gönderdi bana. “Bu mesajınızı yayınlayabilir miyim?” diye sordum kendisine. “Elbette” dedi.
İşte Özgür Özel’in açıklaması:
“Günaydın Ahmet Bey.
Ben Silahlı Kuvvetler konusunda çok hassasım.
Silahlı Kuvvetlerin bu konuda bir zafiyetinin olmadığını da söyledim.
Ama doğrusunu da ifade edeyim.
Radar bizim ama NATO sistemine entegre. Radar bilgiyi NATO sistemine geçiyor.
Bizim F-16’mızı İspanya’daki NATO üssü, NATO F-16’sı olarak kaldırıyor ve dronun yanına yolluyor.
Yaklaşık 15 dakika sonra, aynı F-16 uçağı havadayken NATO sistemi kontrolü bizimkilere devrediyor.
Hatta bu uçak 1,5 saat kadar havada kaldıktan sonra benzini bitiyor, geri iniyor.
Bu sırada İncirlik’ten yeni F-16 havalanıyor, vur emrini de İncirlik’ten havalanan F-16 yerine getiriyor.
Doğrusu ben böyle konularda, hele hele Silahlı Kuvvetler söz konusu olursa, hak yemem, haksızlık yapmam.
Lütfen siz de bize yapmayın.
Her konuda zaten müthiş bir eşitsizliğe muhatabız iktidar-muhalefet dengesinde.
Bu mevzuyu sizin adalet duygunuza emanet ediyorum.
Saygılarımla.”
BU DA CHP’Lİ BAĞCIOĞLU’NUN AÇIKLAMASI: HAVA KUVVETLERİMİZİN REAKSİYONU SÜRATLİ
CHP Genel Başkan Yardımcısı Yankı Bağcıoğlu da bir açıklama gönderdi. Onun açıklamasını da aynen yayımlıyorum:
“CHP olarak, TSK ve millî savunma sanayimiz gibi millî güvenliğimize ilişkin konularda siyaset dışı yaklaşımı her zaman esas aldık.
Son İHA olayına ilişkin olarak da Genel Başkanımız Sayın Özgür Özel’in de birçok kez ifade ettiği gibi; NATO’ya da erken ihbar sağlayan ve hava resmini aktaran Hava Kuvvetlerimize ait millî radarlarımızın hava temasını Karadeniz üzerinde tespit ettiğini,
Türk havası dışındaki İHA’ya reaksiyon olarak, önce Torrejon / İspanya’daki NATO Harekât Merkezi’nin görevlendirmesi ile rutin usul olarak alarm reaksiyon uçaklarımızın NATO görevi ile kalkış yaptığını,
Daha sonra İHA hava sahamıza yaklaşmaya başlayınca görevin aynı uçaklarla millî göreve döndüğünü,
Hava Kuvvetlerimize ait radarların İHA’yı zamanında tespit ederek NATO makamlarına bildirdiğini,
Değişik meydanlardan kalkan alarm reaksiyon kuvvetlerinin gerekli reaksiyonu süratle gösterdiğini,
Hava Kuvvetleri Komutanlığı’nın kendisine tevdi edilen görevi yerine getirdiğini yakından takip ettik.
Hava Kuvvetlerinin süratli reaksiyonuna rağmen insansız hava aracının 2 saat sonra ancak Ankara–Çankırı hattında etkisiz hâle getirilmesi de onay/karar sürecinde bir zafiyeti gösterdiğini ve düzeltici tedbirler alınması zorunluluğunu da tespit ettik.”
HİÇ KİMSE “455 BİN KONUTU ANLATAMADILAR” DİYEMEZ
AK Parti’nin son dönemde yaptığı en iyi işti 455 bin konutun topluma anlatılması.
– Sosyal medyada çok etkili oldular.
– Şahane videolarla yapılan çalışmaları topluma yansıttılar.
– Tam bir koordinasyon içindeydiler.
– “Öncesi / Sonrası” fotoğraflarını iyi yansıttılar.
AK Parti için genellikle “yapıyorlar ama anlatamıyorlar” diye bir yargı vardır.
455 bin konut olayında işte bu yargıyı yıktılar.
Bir kulis bilgisi paylaşayım:
AK Parti’nin Tanıtım ve Medyadan Sorumlu Başkanı Faruk Acar, bu başarı nedeniyle AK Parti’nin tüm teşkilatlarına teşekkür mesajları göndermiş.
HİÇ İYİ BİLMEZDİM BRIGITTE BARDOT’YU
Gençlik fotoğraflarına yansıyan masumiyete bakmayın.
Yaşı azıcık ilerlemeye başlayınca süper antipatik olup çıktı Brigitte Hanım.
Irkçıydı. Nefret saçıyordu. Yürüyen bir İslamofobi gibiydi.
Tamam, hayvanları seviyordu ama epey marazileşmiş bir sevgiydi bu.
Aşırı sağcı baba Le Pen var ya… İşte onun danışmanıyla dördüncü evliliğini yaptı.
Le Pen’in ırkçı kızının cumhurbaşkanlığı adaylığını destekledi.
Öyle bir göçmen karşıtıydı ki, Ümit Özdağ onun yanında göçmen dostu gibi kalır.
Irkçı nefreti körüklemek suçundan tam beş ceza aldı.
MeToo Hareketi’yle cinsel tacizi protesto eden kadın oyuncular için,
“Bunlar yapımcılardan rol kapmak için cilve yapanlardır” demişliği de vardır.
Masumiyetini çok çabuk, çok hızlı kaybetti.
O masum yüzün egemenliği çabuk bitti, onun yerini her tarafından nefret saçan korkunç bir tip aldı.
Sonuç olarak…
Vallahi iyi bilmezdim. Billahi iyi bilmezdim.
3. ZAFER ŞAHİN / KUKLACI NEDEN ŞİMDİ DÜĞMEYE BASTI?
Dünya üzerinde birden fazla terör örgütünün ortak hedefi olan kaç ülke var? Marksist ve Leninist çizgide konumlanan da, sözde İslamcı nitelikte olduğu iddia edilen de aynı anda Türkiye’ye saldırıyor!
Mesela DEAŞ terör örgütü… Gözünü kırpmadan Müslüman öldüren İsrail’i değil de Türkiye’yi hedef alıyor. Bu işte bir tuhaflık yok mu?
Aslında yok. Çünkü hepsinin ipleri aynı merkezin elinde. Cevap aranması gereken soru şu:
“Kuklacı neden şimdi düğmeye bastı?”
Türkiye’nin merkezinde olduğu coğrafyaya özel 100 yıllık yeni bir kontrat hazırlanıyor. Ve Türkiye’yi geçen yüzyılda olduğu gibi dar bir paranteze hapsetmek, istikamet vermek gibi bir planları var.
YPG’nin Suriye’de sürekli yokuş yapması…
DEAŞ’ın yeniden sahneye çıkarılması…
İsrail’in yanına Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ı da alıp Doğu Akdeniz’de yeni bir ittifak oluşturması…
Suriye’deki Dürzilerin ve Nusayrilerin İsrail tarafından sürekli kışkırtılması…
Türkiye’nin Somali’deki etkisinden rahatsız olan İsrail’in Somaliland’ı tanıması!
Gazze’de Türk askerinin istenmemesi…
Daha onlarca zamanlaması manidar gelişmeler yaşanıyor bu coğrafyada.
Yalova’da 3 polisimizin şehit düştüğü DEAŞ terörünü de bu kapsamda ele almak zorundayız.
Siyaset kurumu ne kadar farkında, bilmem ama bu ülke normal zamanlardan geçmiyor.
Önümüzdeki 100 yıla dair hedeflerimiz, önceliklerimiz, kırmızı çizgilerimiz, olmazsa olmazlarımız var.
Devlet aklı bunu sağlamaya çalışırken, iktidarıyla muhalefetiyle temel meselelerde aynı dili kullanan bir Türkiye’ye her zamankinden çok ihtiyaç duyuyoruz.
Yeterince düşmanımız var zaten. Gündelik siyasetin kimseye hiçbir fayda sağlamayan polemikleriyle enerjimizi tüketme lüksüne sahip değiliz.
Bize düşen, bu zor zamanlarda iç cepheyi sağlam tutmak.
Tarihin bu döneminde bunu başarmak zorundayız. Başka da alternatifimiz yok zaten.
ÖZLENEN GAZETECİLİK GERİ DÖNDÜ
Dün tam bu yazıyı yazarken ajanslar “Son Dakika” olarak geçti…
Fatih Altaylı tahliye edildi. Müjdeler olsun Türkiye…
90’ların gazeteciliğine övgü ve özlemin yüksek sesle dile getirilmeye başlandığı bu süreçte, Altaylı’ya her zamankinden çok ihtiyacı var Türk medyasının.
Son derece objektif, siyasi parti sözcüsü gibi hareket etmeden ve elbette ki kendisine çok yakışan tarzıyla işini yapmaya devam edecektir.
Şaka bir yana, içeride kalması zaten anlamsızdı. Bu tutukluluk sebebiyle hiç hak etmediği bir mağduriyet zırhını üzerine geçirdi.
Kaldığı yerden, daha yüksek perdeden sesini yükseltmeli Altaylı…
Böyle yapsın ki…
Toplumun “Beyaz Türk” kategorisinde olmayan tüm sosyal sınıfları haddini bilsin
Çevik Bir’den brifing alan, ülkenin seçilmiş başbakanına küfredenlere alkış tutan…
Yaşar Büyükanıt’a üstü kapalı “Paşam, darbe yapmayacak mısınız?” diye soran…
28 Şubat’ta “Şeriat geliyor” yalanıyla milletin bankacılık sistemi üzerinden 60 milyar dolarının çalınmasına zemin hazırlayan…
Cuma namazına giden liselileri manşet yapan… Muhafazakârı, Kürt’ü, Alevi’yi, sistemin hor gördüğü herkesi fırsat buldukça aşağılayan…
Koltuklarını korumak için iktidarda kim varsa ona yanlayan… FETÖ’ye övgüler düzen…
FETÖ’cü polis ve yargı mensuplarıyla yediği içtiği ayrı gitmeyen ama kendisini Atatürkçü gibi gösteren!
Ülkenin karşılaştığı tüm kritik süreçlerde devletin ve milletin tam karşısında konumlanan bir gazeteciliğe hasret kalmıştık.
Bu tahliye, ilaç gibi gelecek memlekete.
4. BERCAN TUTAR / SURİYE’YE NE OLACAK?
Suriye'de iki güç var. İlki akıntıya yön verenler. Diğeri de akıntıya karşı kürek çekenler.
Türkiye'nin başını çektiği akıntıya yön veren aktörlere karşı İsrail'in başını çektiği güçler ise istikrar, barış ve güveni baltalamak için her tür kaotik projeyi devreye sokuyor.
Burada kuşku yok ki asıl sorun, ABD'nin hâlâ tam olarak ne yapacağına karar ver(e)memesidir. Zira hem İsrail, hem Suriye Demokratik Güçleri (SDG), hem de Ahmed Şara yönetimi üzerinde aynı derecede etkiye sahip tek aktör olan ABD, yine de tek başına hareket edecek potansiyelden yoksun. Zira bu aktörlerin taleplerini, sadece Türkiye ile uzlaşıya vararak koordine edebilmenin dışında başka bir reelpolitik seçeneğe sahip değil.
Bu nedenle Türkiye olmadan adım atamıyor. Ancak Türkiye ile tam teşekküllü şekilde hareket de edemiyor. ABD'nin ikircikli davranmasının nedeni kendi iradesizliği. İsrail faktörünü bahane göstermesi bu gerçeği perdelemeye yetmiyor.
Dolayısıyla ABD'nin küresel ve bölgesel stratejisini artık siyonist tandanslı olmaktan çıkarıp Türkiye merkezli bir rotaya sokmasının aciliyeti her geçen gün daha da artıyor. ABD zaman kaybettikçe büyüyen belirsizlik, Suriye'deki yeni inşa sürecini de olumsuz etkiliyor.
ABD'nin kendine bağlı aktörleri uzlaştırmakta gönülsüz davranması, bir bakıma Türkiye'nin Suriye'deki hegemonyasını dengeleme arayışından kaynaklanıyor. Oysa Türkiye'ye karşı sahaya sürülen İsrail ile sahadaki varlığına göz yumulan SDG gibi yapılanmalar, kısa, orta ve uzun vadede en çok ABD'ye kaybettirecektir.
Çünkü Türkiye bu bölgenin tarihsel ve doğal hegemonu konumunda. Selçukluları da göz önüne aldığımızda, 800 yıldır bölgenin istikrar ve barış kalkanı bir aktör olarak Türkiye'nin yok sayılması çabası, abesle iştigâlden öte bir şey değil. Nitekim öyle olduğu da görüldü. 2011'den 2024'e kadar süren iç savaşta Türkiye dışındaki hiçbir güç Suriye'de akan kanı durduramadı.
Şimdi Dürziler, Aleviler, Kürtler ve bazı Hristiyan unsurlar üzerinden Suriye'deki emperyal çıkarlarını sürdürmenin hesabı içindeki bütün harici güçlerin en büyük korkusu, Türkiye'nin yükselen hegemonyasıdır. Yani devletten medeniyete doğru ilerleyişidir.
Unutmayalım ki Türkiye'nin kadim stratejik coğrafyasına dönüşü sadece İsrail'i korkutmuyor. Bizimle yakın müttefik görüntüsüne özel itina gösteren ABD dâhil, birçok Batılı ve Doğulu mahfilde derin endişelere yol açıyor.
Türkiye'nin “tek devlet ve tek ordu” stratejisine karşı Suriye'deki yerel unsurların ileri sürdüğü ayrılıkçı talepler, bu bağlamda emperyal güçlerin kaotik manivelasına hizmetten başka bir işleve yaramayacaktır.
Şurası açık ki Batılı reçetelerin Suriye'de çözüm ve uzlaşı sağlaması, bu bölgenin jeopolitik doğasına aykırı. Tek çözüm yolu var. O da Osmanlı ve Selçuklu evrenselliğine dayanan kozmolojidir. Türkiye'nin temsil ettiği bu stratejik asabiye dışındaki bütün siyasi paradigmalar, kaos ve parçalanmaktan başka bir sonuç üretmeyecektir.
Hâliyle çok katmanlı, çok kültürlü, çok dinli ve çok aktörlü Suriye'nin geleceğine hiçbir yerel, bölgesel ve küresel aktörün yön verme şansı, imkânı ve kabiliyeti yok. Amerika, 2015'lerde yanına Rusya ve İran'ı da almasına rağmen bunu başaramadı. Böylece Suriye'de, Türkiye'nin vârisi olduğu asabiyenin “by-pass” edilemeyeceğini Batılı ve Doğulu aktörler bir kez daha yakından tecrübe etti.
Hâliyle Suriye'nin geleceğine jeopolitik aktörlerden ziyade, Osmanlı ve Selçuklu evrenselliğinden feyiz alan fikir manzumesi yön verecektir. Bu fikriyatın en güçlü temsilcisi ise Türkiye. Dolayısıyla ayrıntılara takılanlar büyük resmi yine göremeyecek ve yine kaybedecek.
Yol yakınken herkesin, özellikle de Suriyeli Kürtlerin, Türkiye trenine binmesinde sonsuz faydalar var. Zira kimsenin bir yüzyılı daha kaybedecek lüksü artık yok.
5. YAHYA BOSTAN / ŞAM’IN NİHAİ YANITINDAN ÖĞRENEBİLDİĞİM DETAYLAR
SDG tarafı “Şam’la anlaşma sağlandı” diye duyurdu. Buna göre Mazlum Abdi, Şam’a giderek nihai anlaşmaya imza atacaktı. Hatta örgüte yakın sosyal medya hesapları, o sırada evinde oturan Abdi’yi alarak büyük bir konvoy eşliğinde Şam’a götürdü. Beraberinde de Amerikalı komutanlar vardı. Kimileri, örgüt hesaplarından yapılan paylaşımları dikkate alarak yaş tahtaya bastı. Çünkü yapılan şey bir dezenformasyondu. Örgütler böyledir. Kısa vadeli çıkarları için çok kolay yalan söylerler.
Nitekim, Suriye Dışişleri Bakanlığı, SDG ile yapılan görüşmelerin somut sonuç vermediğini duyurdu. Resmî haber ajansı SANA’nın bir Dışişleri Bakanlığı yetkilisine dayandırdığı haberinde, Abdi’nin “anlaştık” açıklaması reddedildi, “Ademimerkeziyetçi öneri devletin birliğini tehdit ediyor” denildi. Suriye Enformasyon Bakanlığı ise SDG ile temasların askıya alındığını duyurdu, “Nihai yanıtımızı 28 Aralık’ta vereceğiz” dedi.
Bunun üzerine SDG tarafı, Abdi’nin Şam ziyaretinin ertelendiğini duyurmak durumunda kaldı. 28 Aralık’ı geride bıraktık. Gördüğüm kadarıyla SDG’ye nihai yanıt verildi. Peki, detaylarında neler var? Önce bir çerçeve çizmem gerekiyor.
SDG BAHİSİ İVEDİLİKLE KAPATILMALI
Bir. SDG’nin Şam’a entegrasyonu Suriye’nin toprak bütünlüğünü, Suriye’nin toprak bütünlüğü de bölgenin istikrarını ve Türkiye’nin ulusal güvenliğini yakından ilgilendirir. Öte yandan bu entegrasyon onurlu bir düzlemde gerçekleşmeli. Kürtlerin ikinci sınıf vatandaş olacağı bir entegrasyona Türkiye dâhil kimse razı olmaz. Şam bunu ve yeni Suriye’nin dinamiklerini görüyor. Kürtlere eşit vatandaşlık teklif ediyor. Bu, bölgesel istikrar ve refah için büyük bir fırsattır. SDG bu fırsatı kaçırmamalı. Bölgesinde yaşayan Kürtlerin ve Arapların geleceğine ipotek koymamalı.
İki. Güneyde İsrail destekli bazı Dürzi grupların, Batı’da eski Baas kalıntılarının provoke ettiği kitlelerin ayaklanma girişimleri ve federasyon talepleri, SDG sorununun aciliyetini ortaya koyuyor. Diğer iki grubun SDG kadar kapasitesi yok. SDG sorunu çözüldüğünde adım atmaları zor. Bu yüzden diğer iki başlık kangrene dönüşmeden SDG bahsi kapatılmalı.
DEAŞ’IN İPLERİ İSRAİL’İN ELİNDE
Üç. Kasım ayında Beyaz Saray’da yapılan, Trump ve Şara’nın da katıldığı ABD–Suriye–Türkiye görüşmeleri dönüm noktası oldu. Bu görüşmede SDG adım atmazsa askerî seçenek dışında bir yol kalmadığı vurgulandı. Üç başkent sahada atılacak adımlar konusunda anlaştı. Bu anlaşmaları dört başlıkta toplayabiliriz: DEAŞ’la mücadeleye Şam’ın da katılması; SDG’nin Şam’a entegre olması; Türkiye–Suriye güvenlik anlaşmasının sahada uygulanması; Suriye’ye yaptırımların tamamen kaldırılması. ABD, Sezar yaptırımlarını 18 Aralık’ta kaldırdı.
Öte yandan bu süreçte DEAŞ’ın yeniden canlandırıldığını görüyoruz. Suriye ordusuyla devriye atan ABD askerlerine saldırdılar. Dün de Yalova’da Türk polisine. DEAŞ’ın ipleri İsrail’in elindedir.
TÜRK RADARINA MOSSAD İLGİSİ
Dört. Bakanlar Fidan ve Güler ile MİT Başkanı Kalın’ın (22 Aralık tarihli) Şam ziyareti bir diğer dönüm noktası. Bu ziyaret iki açıdan önemli. Birincisi, Türkiye–Suriye güvenlik anlaşmasının gereklerinin konuşulduğu anlaşılıyor. İsrailli Jerusalem Post gazetesinin, “Batılı istihbarat kaynaklarına” (bunu MOSSAD olarak okuyun) dayandırdığı haberinde, Suriye’ye Türk radarları yerleştirilmeye çalışıldığını vurgulaması dikkat çekici.
İkincisi, Suriye heyeti bir gün önce kendilerine ulaşan SDG’nin entegrasyon şartlarını içeren yanıtını Türk heyetiyle paylaşmış olmalı. SDG, Kuzey Irak’a benzer; kendi ordusu, kendi yönetimi, parlamentosu olan, merkezi hükümet kurum ve askerlerinin bölgeye giremediği federatif bir model istiyor. Perde arkasında yapılan yorum şudur: “SDG Şam’a entegre olmak istemiyor, Şam’ı entegre etmek istiyor.”
Deniyor ki… Amerikalılar entegrasyon için SDG’ye müthiş bir baskı uyguluyor. Ancak henüz başaramadılar. Fidan o toplantıda, “SDG’nin çok fazla ilerleme kaydetmeye niyeti olmadığını görüyoruz” dedi. Suriyeli muhatabı Şeybani ise “Suriye devleti orada olacaktır” diyerek SDG’nin teklifini reddetti.
SURİYE ORDUSU FIRAT’IN DOĞUSUNA GEÇECEK
Son durum budur… Peki, Şam’ın SDG’ye nihai yanıtı nedir?
Bir. Suriye ordusu Fırat’ın doğusuna geçecek, konuşlanacak.
İki. Gümrük kapıları Şam’a devredilecek.
Üç. Enerji kaynakları Şam’ın idaresine geçecek.
Dört. Kademeli olarak Arap nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgeler Şam’ın kontrolüne bırakılacak.
SDG, bu başlıkların hiçbirinde adım atmıyor. Sabah’tan Zübeyde Yalçın’ın haberine göre, İmralı’dan SDG’ye doğrudan mesaj gitmesine rağmen…
6. AA ANALİZ / NETANYAHU'DAN TRUMP'I İKNA TURU: FLORİDA GÖRÜŞMESİNDE MASADA NELER VAR?
Trump döneminde ABD-İsrail ilişkilerinin, kurumsal bir stratejik ortaklıktan liderler arası kişisel bir ittifaka evrildiği vakıadır. Netanyahu’nun ABD ziyaretlerinin sıklığı da bu kişiselleşmenin bir göstergesi olarak okunabilir.
ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’daki ikinci döneminde İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile şimdiye kadar dört defa görüştü. İkili arasında bugün Florida’da gerçekleşmesi beklenen görüşme ise beşincisi olacak. Beyaz Saray’a göre bu görüşme, aralık ayı başında yapılan bir telefon görüşmesinde Netanyahu’nun ziyaret fikrini dile getirmesi ve Trump’ın da bundan memnun olacağını belirtmesinin akabinde, Başbakan'ın ekibinin harekete geçmesi neticesinde belirlendi.
Netanyahu’nun bu görüşmeyle bir mesaj vermek istediği ve dahası kritik meseleler için Trump’ı ikna etme turuna çıktığı yorumunu yapmak mümkün.
MASADA HANGİ BAŞLIKLAR VAR?
Öte yandan, görünürde Netanyahu’nun oldubittiye getirdiği bu ziyaretin, 19 Aralık'ta Miami’de Trump'ın Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve damadı Jared Kushner ile Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Katar Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Muhammed bin Abdurrahman Al Sani ve Mısır İstihbarat Müdürü Hasan Mahmud Reşad arasında Gazze’de atılacak adımlar hususunda yapılan görüşmenin ardından gerçekleşeceğini de hatırlamak gerekir.
Gazze’deki ateşkes sürecinin garantörleriyle yapılan bu görüşmenin başlıklarından biri de Hamas ve diğer Filistinli grupların silahsızlanmasıydı. Netanyahu’nun bu plana şüpheyle yaklaştığı ve Gazze’de oluşturulacak uluslararası istikrar gücü ile teknokratik hükümet konusunda da ayak direttiği malumdur. Keza ateşkes sonrası süreçte Türkiye’nin Gazze’de üstlenmesi talep edilen rollere de sıcak bakmadığı basına defalarca yansımıştır.
Nitekim bir İsrailli yetkilinin, “Miami’deki görüşmelerin neticelerinin olumlu olduğunu değerlendirmiyoruz” şeklindeki ifadesinden de anlaşılacağı üzere, gerçekleşecek görüşmenin Trump’ı İsrail’in pozisyonuna ikna etme hedefi taşıdığını söylemek mümkündür.
Gazze’de çatışmaların durması ve ateşkes sağlanması sürecinde İsrail’in gösterdiği uzlaşmaz tavır, ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance ile Dışişleri Bakanı Marco Rubio’yu en hafif tabirle yormuş ve artık Netanyahu’nun arkasında olmadıkları yönünde bir tablo ortaya çıkmıştır. Netanyahu’nun şu an Trump ile kurduğu kişisel ilişkiler üzerinden onu ikna etmeyi deneyeceği değerlendirilebilir.
Netanyahu’nun, cevap vermeye hazırlıklı olması gereken meselelerin de gündeme geleceğini belirtmekte fayda vardır. Trump, Batı Şeria’daki yerleşimci şiddetini ve Filistin Yönetimi’ni çöküşten kurtarmak için bir reform planı uygulama stratejisini dile getirebilir.
İsrail bunu engellediği sürece Trump’ın “Orta Doğu’ya barış getirme planı”nın başarıya ulaşmayacağı bu noktada ikili arasında bir anlaşmazlık doğurabilir. Dolayısıyla Trump, şiddetin son bulması, İsrail’in el koyduğu milyonlarca dolarlık vergi gelirlerinin Filistin Yönetimi’ne verilmesi ve yerleşim inşaatları konusunda karşılıklı bir anlaşmaya varılması hususlarında Netanyahu’yu zorlayabilir.
Bu görüşmenin bir diğer önemli gündem maddesi İran olacaktır. Netanyahu, son iki yılda yaşanan karşılıklı doğrudan çatışmalara ve Hizbullah’ın savaşma kapasitesinin, dolayısıyla İran’ın bölgedeki vekil güçlerinin zayıflatılmış olmasına rağmen, İran’ı hâlâ İsrail için varoluşsal bir tehdit olarak görmektedir. Nitekim son günlerde İsrail medyasında, İsrail’in İran’a yeni bir saldırı düzenleme hazırlığı içinde olduğuna dair haberler çıkmıştır.
Dolayısıyla Netanyahu, Trump’ı ikna edecek stratejik bir fırsat penceresi açma arayışı içinde olacaktır. Bu bağlamda Netanyahu, görüşmede İran karşıtı ortak söylemi yeniden tahkim etmek isteyecektir. Ancak bu defa İsrail’in odağının İran’ın nükleer silahları değil, balistik füze programı olduğunu belirtmek gerekir. Bu yeni retoriğin ardında, Trump’ın nükleer silah meselesinde ikna edilemeyeceği düşüncesi yatıyor olabilir. Zira Trump, İran’ın nükleer programını yok ettiğini dile getirmişti; yani bu konu Trump’a göre “halledilmiş”tir.
Netanyahu, Trump’tan yeşil ışık alarak gerçekleştireceği bir operasyon ile başbakanlık pozisyonunu korumayı da hedefliyor olabilir. Nitekim geçtiğimiz hafta yine İbrani basınında, Netanyahu'nun Ekim 2026’da gerçekleşmesi planlanan seçimleri hazirana çekerek erken seçim kampanyası için hazırlıklara başladığına dair haberler yer aldı.
Netanyahu’nun iç siyasi sıkışmışlığını dış politika hamleleriyle aşma eğilimine dayalı analitik bir okuma yapıldığında, bunun Netanyahu’nun Trump’ı ikna edip yeni bir “olağanüstü şartlar hâli” yaratarak iktidarda kalmayı hesapladığı şeklinde yorumlanması mümkündür. Zira ne Trump’ın Knesset’te yaptığı konuşmada İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog'a yaptığı af çağrısı ne de Netanyahu’nun şahsi başvurusu, kendisinin yargılanmaktan affı konusunda bir netice vermiştir.
Ne var ki İran ile yaşanacak bir çatışma, Trump’ın dış politika stratejisinin bir parçası değildir. ABD, Orta Doğu’da askerî varlık bulundurmayı sürdürmek yerine, İsrail ile Arap ülkeleri arasında ekonomik iş birliği ve diplomatik bağların geliştirilmesi vasıtasıyla bölgesel istikrarı hedeflemektedir. İsrail ise varoluşsal tehditleri bertaraf etmenin ötesinde, bölgede hegemonik askerî üstünlük sağlamak istemektedir.
Bu perspektiften bakıldığında, İsrail’in Gazze için oluşturulacak uluslararası istikrar gücünde neden özellikle Türkiye’nin varlığını istemediği de açıkça ortaya çıkmaktadır. Trump ise Türkiye’nin bölgedeki varlığını önemsemektedir. Dolayısıyla gündeme gelmesi hâlinde, Netanyahu için bir diğer sınav da Trump karşısında bunu incelikli bir şekilde ortaya koymak olacaktır.
Bununla beraber normalleşme süreçleri ve Abraham Anlaşmaları’nın geleceğinin de masada olup olmayacağı net değildir. Suudi Arabistan başta olmak üzere Arap dünyasıyla İsrail arasındaki olası normalleşme adımları, Trump’ın dış politikasının merkezinde yer alsa da Suudi Arabistan’ın İsrail’deki mevcut hükümetle bir normalleşme sürecine girmeyi istemeyeceği ve gelecek seçimin neticelerini beklemeyi tercih edeceği söylenebilir. Yine de Trump’ın bu konuyu gündeme getirmesi mümkündür.
STRATEJİK ORTAKLIKTAN KİŞİSEL İTTİFAKA MI?
Trump döneminde ABD-İsrail ilişkilerinin kurumsal bir stratejik ortaklıktan, liderler arası kişisel bir ittifaka evrildiği vakıadır. Geçmişte Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması, Golan Tepeleri kararı ve Abraham Anlaşmaları büyük ölçüde Trump–Netanyahu kişisel uyumunun ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Bu kararların çoğu, ABD dış politikasının geleneksel bürokratik mekanizmalarını devre dışı bırakan bir lider diplomasisiyle hayata geçirilmiştir.
Netanyahu’nun ABD ziyaretlerinin sıklığı da bu kişiselleşmenin bir göstergesi olarak okunabilir. Trump yönetimindeki diğer önemli figürlerle yaşanan anlaşmazlıklar da dikkate alındığında, Netanyahu'nun Washington’dan çok Trump’ın şahsına yatırım yaptığı ve böylece ABD siyasetindeki kurumsal denge ve fren mekanizmalarını ikincil plana ittiği söylenebilir.
Ne var ki bu durum, ABD-İsrail ilişkilerini öngörülebilir bir müttefiklik çerçevesinden çıkararak liderlerin kişisel siyasi kaderlerine daha bağımlı hâle getirmiştir. Dolayısıyla Trump–Netanyahu hattı, ABD-İsrail ilişkilerinde kurumsal diplomasinin yerini giderek daha fazla kişisel ittifaklara bıraktığı bir dönemin en net örneklerinden birini sunmaktadır.
Netanyahu ile Trump arasındaki kimyanın, Netanyahu’ya Trump’ın kararlarını etkileme kabiliyeti verdiğini tespit etmek mümkündür. Her ne kadar bu defa Netanyahu’nun işi zor olsa da bu durum yalnızca iki ülkeyi değil, Orta Doğu’nun kırılgan jeopolitiğini de doğrudan etkileme potansiyeline sahiptir.




