1.ABDULKADİR SELVİ / ASGARİ ÜCRET VE EMEKLİ MAAŞLARI NE OLACAK? (HÜRRİYET)
Asgari ücret ile emekli ve memur maaşlarına yapılacak zamların belirleneceği kritik günlerin içindeyiz. Ekonomik sıkıntılar nedeniyle çalışanlar birkaç yıldır hak ettikleri artışlara kavuşamıyorlar. Özellikle asgari ücretliler ve emekliler, aynı zamanda AK Parti’nin en çok oy aldığı kesimleri oluşturuyor. Emekliler ve asgari ücretliler bekledikleri artışları alamadıkları için 2024 yerel seçimlerinde iktidara uyarıda bulunmuşlardı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da her defasında “Birinci önceliğimiz ekonomi” diye konuşmuş, AK Parti’nin yetkili kurullarıyla yaptığı toplantılarda ekonominin önemine değinmiş, “Toplumla aramızdaki makas açılırsa ne yaparsak yapalım başarılı olamayız” diye uyarmıştı. 2023 yılından bu yana ciddi bir sıkı para politikası uygulandı. Enflasyonu düşürmek için büyük fedakârlıklar yapıldı.
2026 YILI DEMİŞLERDİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan da kabine toplantılarında bakanları, “Bu yıl Mehmet’i sıkıştırmayın. 2026 yılı refah yılı olacak” diye uyarmıştı. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de 2026 yılı için daha umutlu bir tablo çizmiş, “2026 yılı refahın daha çok hissedildiği, fırsatların genişlediği ve ekonomik güvenin pekiştiği bir yıl olacak” demişti.
2026 yılı geldi. Ekonomiyle ilgili göstergeler olumlu yönde değişmeye devam ediyor. Bunlar sevindirici gelişmeler. Ancak işin püf noktası Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözlerinde yatıyor: “Elbette ekonomide rakamlar, oranlar, karşılaştırmalar önemlidir. Ama asıl olan, 86 milyonun topyekûn düşüncesi, fikri ve kanaatidir. Asıl olan esnafın, tüccarın, emeklinin, emekçinin ne dediği, ne hissettiğidir.” Ekonomideki iyileşme sıcak ve soğuk gibidir; insanlar üşüdüklerini de ısındıklarını da cüzdanlarında hissederler.
DAR GELİRLİLER
AK Parti 23 yıldır iktidardaysa bunun bir sebebi de refahı artırması, dar gelirlilerin alım gücünü yükseltmesidir. Ev ve araba almalarını sağladı. İnsan odaklı programlar uyguladığı için halkımız da AK Parti’yi iktidarda tuttu. Ama son yıllarda yaşanan sıkıntılar nedeniyle dar gelirlilerin alım gücü düştü. Ekonomideki sıkıntıya onlar sebep olmadı ama faturanın büyük bir kısmını onlar ödedi. Bunun faturası da 2024 yerel seçimlerinde kesildi.
Mehmet Şimşek, devraldığı ekonomik tabloyu olumluya çevirdi. Hakkını teslim etmemiz gerekiyor. Makro göstergelerin olumluya dönmesini sağladı. Dar gelirliler 2026 yılına büyük bir umutla giriyor. 2026 yılında asgari ücret artışı ile emekli ve memur maaşlarına yapılacak olan zamlarla bunu hissetmek istiyor.
SEYYANEN ZAM GÖZDEN GEÇİRİLMELİ
Memur ve emeklilerin gözlerinin yapılacak zamda olduğu, asgari ücretlilerin artış beklediği bir dönemde üst düzey kamu yöneticilerine 30 bin TL seyyanen zam yapılması teklifi iktidar ve muhalefet partilerinin desteğiyle komisyondan geçti. Kamu görevlisinin unvanına göre zam oranı daha da yükseliyor.
ALGI, OLGUNUN ÖNÜNE GEÇTİ
Ekonomik sıkıntıların yaşandığı bir dönemde üst düzey kamu görevlilerine seyyanen zam yapılması toplumun geniş bir kesimini rahatsız ediyor. Çalışanlar kendi alacakları zamma değil, küçük bir kesime tanınan imtiyazdan rahatsız olur. Muhalefet Meclis’te destek verdi ama bunu medyada ve sokakta istismar etmeye başladılar bile. Meydanlara çıkıp “bunlar kendilerine seyyanen zam yaptırdı” diye konuşurlar. Muhalefetin sırtında yumurta küfesi yok.
Algının olguların önüne geçtiği bir dönemi yaşıyoruz. İktidar, MASAK ve TMSF gibi görevlerde çalışan nitelikli personelin maaşlarının artırılması gerektiğini savunsa da siyaseten bunu izah edemez. Bu işin faturası AK Parti’ye çıkar. Bu kararın yeniden gözden geçirilmesi gerektiğine inanıyorum.
KANDİL–İSRAİL TRAFİĞİ ARTTI
PKK’nın silah bırakma ve tasfiye süreci Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecek 50 yılına damgasını vuracak bir olay. Bu iş aynı zamanda sorumluluklar yüklüyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli çok sorumlu bir dil kullanıyorlar. Hakeza İmralı heyeti de açıklamalarında sürece zarar verecek ifadelerden kaçınıyor. Sadece iktidarın sorumlu davranması yetmiyor; herkesin sorumlu bir dil kullanması gerekiyor.
Ancak son dönemde Kandil’den yapılan açıklamalar, DEM Parti sözcülerinin “darbe mekaniği”ni gündeme getirmesi süreci enfekte eden etki yapıyor. Öcalan’ın çağrısına uyarak silahları yakan Bese Hozat’ın “PKK kadroları af istemiyor. Af değil, demokratik siyaset ve özgürlük yasaları istiyoruz” açıklaması, “Türkiye adım atmazsa geleceği karanlıktır” şeklindeki tehdidi Ankara’da büyük tepkiyle karşılandı.
Öcalan’la görüşen Meclis heyetindeki DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’in “darbe mekaniğini” gündeme getirmesi ise rahatsızlığa neden oldu. Geçmiş süreçlerde sütten ağzımız yandığı için yoğurdu üfleyerek yiyoruz. Bu tür çıkışlar süreci sabote etmek anlamına gelir. Araba devrilirse herkes bunun altında kalır. 2014–2015 sürecinin sabote edilmesinin faturasının ne olduğunu biliyoruz.
KANDİL–İSRAİL TRAFİĞİ
Son dönemlerde Kandil’le İsrail arasındaki trafiğin arttığı söyleniyor. İsrail, “Terörsüz Türkiye” sürecini sabote etmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Kandil’deki PKK yöneticilerinin bir kısmı ise İsrail’in dümen suyuna girmiş durumda.
Bakın, 2014 sürecini Kandil, “Suriye’de bize sözler verildi” diye sabote etti. Ama Türkiye’ye rağmen bunu başaramadılar. Şimdi İsrail’le başka bir oyun oynuyorlar. Ama attıkları her adım, yaptıkları her görüşme biliniyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her defasında sürece güçlü bir şekilde destek veriyor: “Ayağına çelme takılınca, girdiği yoldan dönecek bir millet değiliz. Terörsüz Türkiye süreciyle bölgemizde tesis edeceğimiz kardeşlik kuşağı bütün kirli hesapları altüst edecek” diyor.
Ama bu, sahadaki tehlikelerin görülmediği anlamına gelmiyor. Bu süreç başarılı olacak ama engel olmaya çalışanlar, süreci sabote edenler, İsrail’le kirli hesapların içine girenler bedelini ödeyecek.
2.AHMET HAKAN / DEM’SİZ CHP (HÜRRİYET)
İmralı hasarı nedeniyle DEM’le CHP’nin arası biraz açılır gibi oluyor. Hop! Geliyor Özgür Özel’den hemen bir onarma çabası. “Cellat” polemiği nedeniyle DEM’le CHP’nin arası biraz limonileşiyor. Hop! Geliyor Özgür Özel’den hemen “Abi yanlış anladınız” düzeltmesi. Süreç yüzünden DEM azıcık iktidara yanaşır gibi oluyor. Hop! Geliyor Özgür Özel’den hemen “Sürece sımsıkı bağlıyız” açıklaması.
Siz bakmayın CHP içinde “Yeter yahu, bırakalım şu DEM’in peşini, kurtulalım şunlardan” falan diyen tayfaya. Özgür Özel, DEM’siz bir CHP’nin olası bir seçimde yaşayacağı hezimetin buz gibi farkında.
TRT’DE YAYINLANSIN MESELESİ
İBB davalarının TRT’den canlı yayınlanmasıyla ilgili CHP, Meclis’te bir teklif verdi. Bu teklif, AK Parti ve MHP oylarıyla reddedildi.
Oysa biz biliyoruz ki:
Devlet Bahçeli, “TRT’de yayınlansın” dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bahçeli’nin bu çıkışına destek verdi.
AK Parti ve MHP’nin Meclis’teki temsilcileri, liderlerinin “Yayınlansın” görüşüne rağmen neden teklife “hayır” dediklerini kamuoyuna açıklamalıdır.
MAAŞ VE ADALET
34 bin uzman memura 30 bin lira seyyanen zam verildi. Bunun haklı gerekçeleri olabilir. Nitekim o haklı gerekçeler sıralanıyor zammı verenler tarafından. Ancak unutulmamalıdır ki: Maaşlar söz konusu olduğunda adalet duygusu, maaşın miktarından bile daha önemlidir.
Haklı gerekçelerle de olsa bir kısım memura seyyanen zam verenlerin, adalet duygusunun zedelenmesine de bir çare bulmaları şart.
MADURO’NUN DURUŞ PROBLEMİ
Ülkesi tehdit altındayken Maduro’nun yaptıkları:
Dans etmek.
Şarkı söylemek.
Alttan almak.
Taviz vermek.
Bu haliyle insanın eline Venezuela bayrağını alıp “Yanındayız Maduro” diyesi gelmiyor.
3. ZAFER ŞAHİN / BARZANİ’NİN NE İŞİ VARDI CİZRE’DE (MİLLİYET)
Zamanlaması yanlış… Ziyaretin gerçekleşme şekli yanlış. Gösterilen tepkilere verilen tepki yanlış… Bu kadar yanlışın üst üste geldiği bir ziyaretten doğru bir sonuç çıkması zaten imkânsızdı. Öyle de oldu. Devletin tüm riskleri göze alarak başlattığı “Terörsüz Türkiye” projesi Cizre’de provoke edilmek istendi.
PKK ile Barzani yönetiminin güç gösterisine, bilek güreşine tutuşacakları yer Cizre olmamalıydı. Eğer Emniyet gerekli tedbirleri almasaydı bugün sadece Barzani’nin silahlı korumalarını değil, terör örgütlerinin bayraklarıyla yürüyen kalabalıkların taşkınlıklarını da konuşuyor olacaktık. Allah’tan 3 bin kişinin toplandığı alanda herhangi bir olay çıkmadı. Çıkmasına izin verilmedi. Emniyet Müdürü’nün “Alanda ay yıldızlı al bayrak dışında bayrak görmeyeceğim” talimatı titizlikle uygulandı. Olası başka provokasyonların önüne böyle geçildi.
Müfettişler iki gündür Şırnak’ta. O korumalar sınırdan silahlarla nasıl geçti? Program sadece sempozyumun yapılacağı otelle sınırlıyken son akşam nasıl genişletildi? Kimler sempozyumu bahane ederek Terörsüz Türkiye’yi sabote etmek istedi? Bu soruların hepsinin cevabı bulunacak.
Sorumlular hesap verecek. Cizre’den herkes çıkarması gereken dersleri çıkarsın. Kimse bir daha Türkiye’nin sabrını sınamasın…
Dedi ki gazeteciliği
Eskiler ne güzel demiş: “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz.” Yalanın ağzına yuva yaptığı bazı tipler “gazeteci” etiketiyle her gün ipe sapa gelmez onlarca yalanı gündeme taşıyor. Dün bir tanesi, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın yardımcısı Mehmet Aktaş ile yumruk yumruğa kavga ettiğini söyledi!
İşin tuhaf ve trajikomik tarafı şu ki… Bakan Yerlikaya sadece bir gün önce o bakan yardımcısının hayatını kaybeden annesinin cenaze töreni için Elazığ’daydı! Bu yalan ve iftirayı yayan kişinin derdi daha çok etkileşim! Devletin kritik kurumlarının başındaki kişilerin birbirleriyle yumruk yumruğa kavga ettiğini iddia ediyor ve bunu doğrulatma gereği bile duymuyor! Bunun adı gazetecilik olamaz. Olmamalı… Bu başka bir şey… Adına ne denileceğine siz karar verin.
AK Parti Ankara’da sahaya indi
Ankara çok uzun yıllar AK Parti’nin kalesiydi. Ta ki 2019 yılına kadar… O seçimde büyükşehir, 2024’te de ilçe belediyeleri CHP’ye geçti. Bu büyük değişimin en büyük kaybedeni Ankara ve Ankaralılar oldu.
Türkiye’nin başkenti artık yürümeyen trafiği, sürekli kesilen suları ve astronomik konserlerle anılıyor. Vatandaş da yedi yıldır devasa bütçelerle belediyeyi yöneten CHP’li başkan da karşılaştığı her sorunu hükümetin çözmesini bekliyor!
Yani Ankara aslında AK Parti’yi çağırıyor.
İktidar partisinin Ankara İl Başkanlığı da bu çağrıyı görmüş olmalı ki kolları erkenden sıvamış. AK Parti’nin Ankara’daki en büyük ilçe belediyesi olan Sincan’dan başlattıkları “Her Binaya AK Elçi, Her Kapıya Bir Gönül” projesi ile adeta yerel seçim startını bugünden verdiler.
Sincan’da geniş katılımlı bir kalabalıkla tanıtılan proje, gönüllü elçilerle her mahallede birebir iletişim ve güçlendirilmiş saha temasını hedefliyor. Proje, Ankara’da güçlü ve sürekli bir iletişim ağı kurulmasının ilk adımı olarak değerlendiriliyor.
Tanıtım toplantısında Teşkilat Başkanı Ahmet Büyükgümüş’ün verdiği şu rakam dikkatimi çekti: Ocak ayından bu yana partiye 700 bin yeni üye geldi. Bunun 100 bini Ankara’dan… Sizce de Ankara, AK Parti’yi çağırmıyor mu?
4. MAHMUT ÖVÜR / ‘STOCKHOLM SENDROMU’NA SAVRULAN ÖZEL GERÇEĞİ (SABAH)
CHP Genel Başkanı Özgür Özel öyle bir laf etti ki, liderliğe koşan imajını da farklı kesimleri kazanmak için kurguladığı “Kürt demokratları” tezini de yerle bir etti.
Bu kadarla kalsa iyiydi, daha beterini de yaptı: Çıkışıyla ülkenin ve bölgenin geleceğini şekillendirecek, prangalarından kurtaracak “Terörsüz Türkiye” siyasetini de hiç anlamadığını kaba bir biçimde gösterdi.
Şu söylediklerine bakın… Dün PKK terörünü görmezden gelerek “kent uzlaşısı” yaptığı DEM Parti’ye, “Artık oy vermeyecekler” korkusuyla şöyle sesleniyordu:
“Bir Stockholm sendromu’na kapılmamaya, dün elinden zor kurtulduğunuz celladınıza âşık olmamaya davet ediyorum.”
Anlaşılan Özgür Özel, terörün devreden çıkarılmasını, ülkenin 50 yıllık prangalarından kurtulmasını umursamıyor. Gelecek toplumsal barışı değil, gidecek oyu düşünüyor. Bu da sadece Özgür Özel’in değil, aynı tornadan çıkmış “Özgür Özeller”i üreten tek tipçi CHP siyasetinin bir sonucu. Ne yazık ki bugüne kadar o tek tipçi siyasetle hiçbir CHP’li siyasetçi yüzleşmedi, yüzleşemedi. Sosyal demokrasi, “Anadolu solu” ya da “helalleşme” gibi denemelerin hiçbiri başarıya ulaşmadı.
Siyaseten söylediklerini içselleştiremedikleri için de en değişti denilen siyasi aktörler bile bir bakıyorsun 1930’ların Recep Peker’ine dönüşmüş. Son yıllarda kimi Kürtler, kimi Suriyeli göçmenler, kimi de dindarlar üzerinden o faşist çizgiyi devam ettirdi.
Aslında daha demokrat görünmesine rağmen CHP Genel Başkanı Özel de şaşırtmadı. Üç yıl önce Kur’an kursuna giden çocukları “Ortaçağ zihniyeti” ile suçlarken, bugün de DEM Parti’ye oy verenleri Stockholm sendromuyla itham ediyor. Bir yerde gerçek yüz ortaya çıkıyor.
Bu ağır suçlamaya ilk tepkiyi, son yerel seçimde bile birçok büyükşehir belediyesini kazanmalarını sağlayan eski ortakları DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan verdi:
“Öyle anlaşılıyor ki Sayın Özel, kurultay kürsüsünden bize ‘Stockholm sendromu’ teşhisi koyuyor ve ‘Celladınıza âşık olmayın’ diyor. Biz de soruyoruz; Sayın Özel, siz kürsüden neden bir halkı aşağılayıcı sözler söylüyorsunuz? Cellat defterini açıp geçmişi konuşacaksak hepiniz borçlu çıkarsınız.”
Ama en sarsıcı ve deprem etkisi yaratan eleştiri, CHP gerçeğini en iyi bilen siyasetçi Başkan Erdoğan’dan geldi. Başkan Erdoğan, Özel’in tarihi hatasına CHP tarihini hatırlatarak cevap verdi:
“Neymiş? DEM Parti'nin terörsüz Türkiye sürecine katkı vermesi Stockholm sendromuymuş; yani celladına âşık olmakmış. İnsanda biraz utanma olur, mahcubiyet olur. Hadi Türkiye'yi bilmiyorsun, hadi dış politikadan haberin yok, hadi ekonomide elifi görsen mertek zannedersin; insan bari kendi geçmişini bilir, kendi kara sicilini bilir. Şimdi bu beyefendiye sormak lazım: Ya sen ömrün boyunca hiç mi CHP'nin utanç lekeleriyle dolu tarihini okumadın? Tek parti faşizminin bu millete neler yaşattığını hiç mi öğrenmedin? Sen kimin cellat, kimin mağdur olduğunu bilmiyor olabilirsin ama benim Kürt kardeşim kimin cellat olduğunu çok iyi bilir.”
Özel’in çark etme çabası, “Öyle demedim” diye düzeltmeye kalkışması işe yaramadı ama şu gerçeği bir kez daha gösterdi: Geçmişle yüzleşen, bugünü doğru analiz eden siyaset üretmeden ne siyasetçi ne de iktidar olunur.
Son söz: CHP kendi celladına, yani kendi geçmişine âşık. Kurtulmaya hiç niyeti yok. Değişim hikâyesi sadece bir vitrinden ibaret. Özgür Özel’in çıkışı da bunu bir kez daha ispatladı. Siyasi iddiası yok. Gelecek okuması yok. En önemlisi liderliği yok. Geriye ne kalıyor? Sadece şu: CHP, değiştiğini söyleyip değişmekten en çok korkan partidir. Özel’in sözleri de bunun yeni ve ibretlik bir belgesidir.
5. MELİH ALTINOK / KÜRTLERİN CHP İLE İMTİHANI (SABAH)
Yine Kürt meselesiyle ilgili bir açılım süreci var ve CHP yine “derelerden dolaşıyor.” Bir yandan ulusalcı tabanını kızdırmamaya çalışırken öte yandan yerel seçimlerde büyükşehirleri almalarını sağlayan Kürt seçmeni ürkütmemeye çalışıyor.
Ama siyasette tahterevallinin ortasında pozisyon almak kolay iş değil. Özgür Özel’in DEM’i önce “celladına âşık olmakla” eleştirmesi, ardından “DEM Parti yöneticilerini kastetmedim” diye yalpalaması falan hep bu yüzden.
Peki, sonuçta Özel’in sitemle karışık uyarma ihtiyacı hissettiği, “yönetici olmayan âşıkların” celladı kimmiş?
Sözleri gayet açık: “DEM Parti’nin yöneticilerini ayırarak, birden Tayyip Erdoğan’ı ve Devlet Bahçeli’yi öven, güzellemeler yapan kişilere ‘Aman ha celladınıza âşık olmayın, geçmişte kurduğu baskıyı unutmayın’ diyorum.”
GEÇMİŞ DERKEN…
Evet, Kürtler, CHP’nin tek parti yönetiminde geçen 1923–50 döneminde kurulan darağaçlarındaki cellatları hatırlıyorlar. Burada uzun uzun tarih anlatmaya gerek yok.
Zaten Özgür Bey de top kendi kalesine gireceği için “eskilere” gitmiyor ama yakın geçmişimiz de CHP için hiç parlak değil.
90’ların başında PKK’nın yasal partisiyle seçim ittifakı yaptıktan sonra Özal’ın başlattığı açılımın karşısındaki cephede konumlanmışlardı.
Cumhuriyet tarihindeki en büyük siyasi riski tek başına omuzlayan Erdoğan’ın 2011’den itibaren giriştiği ilk “çözüm süreci”ni de “ihanet projesi” diyerek sabote etmişlerdi. Ardından da 2015’te silah bırakmayı rafa kaldıran PKK’nın yasal partisiyle hâlen süren bir ittifaka giriştiler.
ÂŞIK İLE MAŞUK
Özgür Bey “cellat” konusunda kedi gibi yumağa dolansa da ortada bir aşk olduğu konusunda haklı. Zira bugün DEM’in temsil ettiği PKK partilerinin CHP ile flörtü de filmlere konu olacak cinsten.
Türkiye’de her dönem Kürt meselesinde çözümü siyasette arayan, cesur projeler geliştiren sağ partiler olduğu hâlde Kürt siyaseti, CHP’nin kuyruğundan ayrılamıyor. Meşruiyeti hep orada arıyor.
Oysa Pervin Buldan’ın sildiği tweet’inde olduğu gibi, “Artık ana muhalefet DEM Parti’dir” perspektifine cesaret edebilseler, Kürt sokağının CHP’si olmaktan belki kurtulabilirler.
6.NEBİ MİŞ / HEDEFE YAKLAŞTIKÇA ARTACAK RİSKLERE DİKKAT (SABAH)
Hem Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hem de MHP Lideri Devlet Bahçeli, terörsüz Türkiye ve terörsüz bölge hedefi ile ilgili bir kez daha “kararlılık” ve “taviz yok” vurgusunu yinelediler. Sürecin bir devlet politikası olduğunu ve günlük siyasi rekabetlere malzeme edilmemesi gerektiğini tekrarladılar.
Muhalefetin bu sürece yaklaşımının “günlük siyasi rekabet” temelinde olduğunu da farklı ifadelerle söylediler. Her iki liderin vurgusunda dikkat çekilmesi gereken husus, hedefe yaklaşıldıkça istismar siyasetinin, süreci baltalamaya ve hedefinden saptırmaya dönük girişimlerin devreye girdiği ve giderek de yaygınlaşacağı uyarısıydı.
Bu uyarı yersiz değil. Bu konuda Türkiye’nin tecrübesi yeterli. Terör örgütü içinde, sürece karşı olan gruplar var. PKK üzerinden bölgesel hesapları olan devletler en baştan PYD–YPG üzerinden zaten sürecin başarısızlığına yatırım yaptılar.
Gelinen süreçte de terör örgütü içinden ve uluslararası çevrelerden sabote edici girişimler artıyor. Devletin ve iktidarın bu tür bozucu girişimler için hazırlıklı olduğunu varsaymak gerekir.
Ancak hazırlıklı olmak, en başta dikkatli olmak anlamına gelir. Dikkat edilmesi gereken yer, muhalefetin —sürece destek verdiğini söyleyenler dahil— en baştan itibaren süreci bir devlet politikası olarak değil, iktidarın siyasi bir hamlesi olarak lanse ettiklerinin gözden kaçırılmamasıdır.
Komisyonda bulunan muhalefet, bir taraftan sürece destek verdiğini söylerken diğer taraftan komisyon dışı muhalefetle birlikte iktidara siyasi maliyet oluşturmanın hesabını yapmaktadır. Bunu her kritik eşikte yeniden deneyimledik. DEM Parti çevreleri ve terörsüz Türkiye’nin önemine inananlar, muhalefetin manipüle edeceği açıklamalardan kaçınmalıdır.
Süreç komisyonunda bulunan CHP ve Yeni Yol Grubu’nun sürece desteğinin oy kaygısı ile şekillendiği görüldü. Özgür Özel’in, DEM Parti’nin terörsüz Türkiye sürecine katkı vermesini “Stockholm sendromu – celladına âşık” olarak nitelendirmesi, sürece sadece oy kaygısıyla yaklaştığının açık şekilde ifşa olmasıydı.
Komisyonda yer alan partiler, DEM tabanını kaybetme korkusuyla sürece destek verir gibi göründü. Ancak sorumluluk alınacak aşamalara gelince geri çekildiler.
Geçiş süreci çalışmalarında muhalefet, katkı vermekten çok hassas meselelerin tartışılmasına imkân hazırlayacaktır. Bunu rapor yazımı aşamasında ve açıklama sürecinde göreceğiz.
Bundan dolayı geçiş süreci yönetiminin daha önceki kritik aşamalardan daha planlı, programlı bir şekilde yürütülmesi gerektiği ortadadır. Cumhur İttifakı partilerinin, TBMM’de faaliyetini sürdüren süreç komisyonunun ve süreci yürüten ilgili devlet kurumlarının koordineli bir şekilde ve belirlenen yol haritasına göre daha ritmik hareket etmeleri önem arz etmektedir. Çünkü sürecin başarısız olmasını isteyenler, en küçük bir aksamayı, PKK tarafındaki açıklamaları daha sık istismar edecektir.
Sürecin başlangıç noktasındaki hassasiyetleri sürekli hatırlatmak önemlidir. Bu hassasiyete dikkat etmeyenlere karşı ortak tavır gösterilmelidir. Yine en başta belirtilen kırmızı çizgilerin neler olduğu ve bundan sonra dikkat edilmesi gereken kırmızı çizgilerin neler olacağı tekrar hatırlatılıp süreçle ilgili yeni talepler ve maksimalist beklentileri gündeme getirecekler engellenmelidir.
Burada geçiş süreci düzenlemelerinin terörün sonlandırılması ile ilgili olduğu her fırsatta yenilenmelidir. Demokratikleşme ile ilgili yapılacak tartışmalar, terörsüz Türkiye ya da bu geçiş sürecini doğrudan ilgilendiren konular değildir.
Terör sonlandırıldıktan sonra birçok konu daha rahat tartışılır. Terör sonlandırıldıktan sonra toplumun hassas olduğu konuları tartışmak isteyenler, demokratik sınırlar içinde siyasi maliyetine katlanır.
7. AYDIN ÜNAL / “OKULSUZ TOPLUM” (YENİ ŞAFAK)
Bir lisede öğrencilerin öğretmenleriyle alay ettiği, aşağıladığı, iteklediği ve öğretmenin bezgin, yorgun, umutsuz şekilde en arka sıraya oturup kaldığı görüntüler infiale sebep oldu. Aynı günlerde sosyal medyada bir öğrenci velisi, okulda oğluna yapılan ve tacize kadar uzanan akran zorbalığından, okul yönetiminin yetkisizliğinden, kanunların yetersizliğinden şikâyet ediyordu. Bir meslek lisesi öğretmeni, sınıftakilerin kendi öğrenci numaralarını bile yazamadığını dehşetle aktarıyordu.
Bu örnekler ilk değil, son da olmayacak. Millî Eğitim Bakanı’ndan okul müdürlerine, öğretmenlerden öğrencilere, velilerden müstahdemlere kadar eğitim zincirindeki her halkaya bir dokunduğunuzda bin âh işitiyorsunuz. Eğitim imkânları yaygınlaşırken, fırsatlar eşitlenirken, eğitim altyapısı güçlenirken kalite aynı oranda yükselmiyor. Müfredat, disiplin, mesleki yönlendirme, maaşlar, özlük hakları ve daha nice sorunla eğitim sistemimiz, milletin vergilerinden aldığı devasa payın hakkını veremiyor.
En önemlisi, artık her biri birer prens ve prenses olan öğrenciler, anne-babaların yüklediği (özgüven değil) zorbalık ruhuyla disiplinsiz sınıflarda öğretmenlere adeta kan kusturuyor.
Evet, eğitim sisteminin çok sorunu var; 100 yıldır konuşuyoruz bu sorunları, daha da konuşmayı sürdüreceğiz. Ama eğitimle ilgili hiç sormadığımız, sormaya yanaşmadığımız esas, temel bir soru var: Biz, bütün çocukları 12 yıl zorunlu eğitimden geçirmek zorunda mıyız? Buna gerçekten gerek var mı?
Takıldığım nokta 12 yıl değil; çok daha ileriye gidiyorum: Herkes ilkokul, ortaokul, lise okumak zorunda mı? Bunun gerçekten faydası var mı?
Durun hemen linç etmeyin, alay etmeyin! “Toplum zaten cahil, iyice cahil mi kalsın?” dediğinizi duyar gibiyim. Öncelikle eğitimin cehaleti aldığı yargısı külliyen yanlış. Bugün toplumda trafik magandalığından şiddete, mafyatik yapılanmalardan teröre, sokağa çöp atmaktan dolandırıcılığa, hırsızlığa, cinayete, yolsuzluğa kadar her suçun ve kusurun failleri artık çoğunlukla lise, en azından ortaokul mezunu.
İyi liselerde okumuş, iyi üniversiteleri bitirmiş, Batı’da yüksek lisans, doktora yapmış, hatta profesör unvanını kazanmış nice diplomalı insan, kendisini allame, başka herkesi cahil olarak görürken, modern eğitim makinelerinde formatlanmanın bir sonucu olarak sormadan, sorgulamadan her türlü cereyanın içinde savrulup gidebiliyor; giyim kuşamıyla, yeme-içme alışkanlıklarıyla, dinlediği müziklerle, hatta düşünme biçimiyle nasıl tutucu, statik, edilgen olduğunu fark dahi etmeden kibirle ortalıkta dolaşabiliyor.
Eskiler “öğrenci” kelimesi yerine “talebe” kelimesini kullanırlardı. Öğrenci edilgen bir konumdayken talebe, öğrenmeyi talep eden, isteyen, arzulayan; öğrenme fiiliyatına aşkı, sabrı, tahammülü, terbiyeyi, saygıyı katan kişi demekti. İlim talebi için çocuk yaşta ailesinden ayrılıp İstanbul’a gelen talebe bazen on yıllar boyunca ailesiyle görüşmez, öğrenme yolunda varlığını gönüllü olarak feda ederdi. Hep hikâyelerini okuduğumuz, bir at ya da deve sırtında sadece adını duyduğu bir kitaba ulaşmak için aylar boyu çöller, dağlar aşan ilme âşık insanlar, “yitik mal” gibi gördükleri ilmin peşinden koşarlardı. Bugün öğrencilerin önemli kısmı ise teneffüs zilinin çalmasını sabırsızlıkla bekliyor.
Her çocuğu belli bir seviyenin üzerinde okutmak zorunda değiliz. Bu öncelikle büyük israf. Kapasitesi, ilgisi, merakı bulunmayan, istidadı başka alanlarda olabilecek çocukları daracık sınıflara kapatıyor; bir yandan zihinlerini, bir yandan o dar alanlarda ruhlarını törpülüyor, örseliyoruz.
Çocukları, gençleri kolay ikna edilebilir, sadakatli, kolay itaat eden, belli ideolojilere, belli inanç kalıplarına sorgusuz sualsiz inanan, yobaz, tutucu, resmî ideolojinin uyuşmuş müridi birer robot olarak formatlamak için topyekûn harcıyoruz.
Millî Eğitim Bakanı Sayın Yusuf Tekin, ara tatillerin kaldırılması gerekçelerini açıklarken öğrencilerin evde kalması nedeniyle çalışan velilerin zorluk yaşadığını söyledi. Evet, evde kalmasınlar; çalışan anne-babaların gözü arkada kalmasın. Bunun için de çocukları 12 yıl boyunca okula değil, bir nevi kreşe gönderiyoruz.
Başka alanlarda çok daha verimli olabilecek gençlerimizi kreş ya da kışla işlevi gören okullara gönderiyor; 12 yılın sonunda adını yazmayı, okul numarasını yazmayı dahi öğrenemeden ya da bütün eğitim sistemini üniversite sınavına indirgediği için hayatı ıskalayan, okumuşuyla okumamışı arasında aslında çok da fark olmayan bir toplum inşa ediyoruz.
Sahi, mesela bir çiftçinin, bir kaportacının, hatta mesela bir sanatçının 12 yıl boyunca o müfredatı almasına gerek var mı?
Türkiye modernleşme sürecine geç başladı; bunun çok avantajı var. Yanlışı taklit etmek yerine kendi özgün formüllerimizi üretebilir, kendi tarihimizi model alabiliriz. Okula giden “talebelerin” yanı sıra, “okulsuz toplumda” talim ve terbiye gören bir sistem de inşa edebiliriz.
Öğrenciden şikâyet etmek kolay; belki de öğrenciyi ruhuna dar gelen bir atmosfere, bir ruh hapishanesine kapatıyoruz. Kreşe gider gibi okula gelen öğrenciden öğretmene hürmet bekliyoruz. Çocuklara ve gençlere yönelik bu işkence ve zulmü, milletin sırtından da eğitim vergisi israf ve yükünü kaldırmayı tartışsak, eminim güzel formüller üretilecektir.
8. NAKİ BAKIR / ENFLASYON OCAKTA YÜZDE 30’UN ALTINI GÖRECEK (DÜNYA)
Beklentilerin çok altında gelerek sürpriz yapan düşük aylık oranla kasımda yüzde 31 dolayına gerileyen ve 2025’i yaklaşık bu düzeylerde kapaması beklenen yıllık enflasyonda asıl düşüş, genel gerileme seyri yanında “baz” etkisinin de katkısı ile ocak ayında yaşanacak. Şubat başında açıklanacak ocak verisinde yıllık enflasyonun uzun bir aradan sonra yüzde 30’un altını görmesi büyük olasılık.
Parasal sıkılaştırma öncesi Mayıs 2023 itibarıyla tüketici fiyatları (TÜFE) bazında yüzde 39,59 olan yıllık enflasyon, önceki dönemden devren yükseliş dinamiğini sürdürerek Mayıs 2024’te yüzde 75,45’le zirveyi gördükten sonra, uygulanan önlemlerin etkisinin hissedilmesi ile birlikte kesintisiz biçimde düşüşe geçmişti. Kasım sonu itibarıyla yüzde 31,07’ye kadar inen yıllık enflasyon, son 18 ayda 44,4 puan düşüş kaydetti.
YIL SONU ÖNGÖRÜSÜ
Merkez Bankası’nın finansal ve reel sektördeki karar alıcı ve uzman kişilerle gerçekleştirdiği Piyasa Katılımcıları Anketi’nin en son açıklanan kasım uygulamasında, aralıkta aylık oran beklentilerinin ortalaması yüzde 1,16 olarak ölçüldü. Aralıkta aylık oran bu düzeyde gerçekleşirse, geçen yılın aynı ayındaki oranın yüzde 1,03’le daha düşük olması nedeniyle yıllık enflasyonda 2025, yüzde 31,25’le tamamlanacak.
Ancak piyasa katılımcılarının kasım için beklediği aylık oran yüzde 1,59 olmasına rağmen gerçekleşme yüzde 0,87 oldu. Fiyat artışlarındaki ivme kaybı devam ederse, aralıkta aylık oranın anketle belirlenen oranın altında gelme olasılığı da bulunuyor. Örneğin aylık oranın yüzde 1 olması durumunda yıllık enflasyon yüzde 31 düzeyinde çıkacak.
Merkez Bankası, 2025 için son güncellemesinde tahmin aralığı üst sınırını yüzde 29 olarak öngörmüştü. Kasımda önemli ölçüde yakınsanan bu oranın tutması için aralıkta aylık değişimin eksi (-) 0,5 gelmesi gerekiyor, ancak bu yönde bir gelişme olasılığı yok denecek kadar düşük.
BAZ ETKİSİ DEVREYE GİRECEK
Piyasa katılımcılarının Ocak 2026 aylık enflasyon tahmini ise yüzde 3,34. Fiyat derleme dönemlerine bağlı olarak aralık ayının son haftasında yılbaşı dolayısıyla yapılacak yüklü harcamaların fiyatlara yukarı yönlü etkisi ocak ayına sarkacağı için ocak için yüksek aylık oran öngörüsü tutarlı. Ancak bu yüksek oran gerçekleşse bile, geçen yılın ocak ayındaki yüzde 5,03’lük aylık oranın lehte baz etkisiyle yıllık enflasyon düşmeye devam edecek ve yüzde 29,1’e inecek.
Ocakta aylık oranın daha da düşük gelmesi durumunda, yıllık oranın yüzde 29’un da altına inmesi olası gözüküyor. Yüzde 30 düzeyi psikolojik bir sınır kabul edilirse, yıllık enflasyonun Ocak 2026’da Covid-19 pandemisinden bu yana ilk kez bunun altına inmesi en güçlü senaryoyu oluşturuyor. Bu da özellikle hane halklarının yüksek düzeyini sürdüren “yapışkan enflasyon beklentisi” üzerinde dezenflasyon lehine psikolojik etki doğurabilecek.
KÜRESEL VE ULUSAL EKONOMİDE RİSKLER
Enflasyonun seyri, mekanik bir süreç olmaktan çok, küresel ve ulusal ekonomide devam eden dinamikler ve 2026’da ortaya çıkabilecek risk ve arızi gelişmelerden etkilenecek yapıda. Küresel faktörlerin başında emtia ve enerji fiyatları geliyor. Dünya Bankası’nın emtia fiyatlarında gerileme beklentisi, gıda ve enerji fiyatlarının enflasyon üzerindeki baskısının azalacağı yönündeki öngörüsü, Türkiye’nin dezenflasyon sürecine pozitif katkı verecek unsurların başında yer alıyor. Ancak jeopolitik çalkantılar, Orta Doğu’daki gerginlik, enerji arz güvenliği gibi faktörlerin enerji fiyatlarını yeniden yukarı çekme riski de bulunuyor.
Bunlar ise Türkiye’de maliyet enflasyonuna doğrudan yansıyacak faktörler. Ayrıca enerji dışı endüstriyel/metal emtia fiyatları da bazen ekonomilerin talep değişikliklerine göre dalgalanabiliyor; böyle bir gelişme de üretim maliyetlerini ve dolayısıyla ithalata dayalı fiyatları etkileyebilecek.
Küresel ticaret, tedarik zinciri ve ekonomide yavaşlama riskleri bulunuyor. Son yıllarda artan küresel jeopolitik riskler ve jeoekonomik belirsizlik varlığını koruyor. Özetle, küresel emtia sepeti, enerji, finansal istikrar ve tedarik–ticaret koşulları gibi dış faktörler 2026’da Türkiye’nin enflasyon görünümünde hâlâ merkezi bir rol oynayacak güçte.
Türkiye’ye özgü faktörlerin başında ise döviz kuru ve dış borç/dış denge hassasiyeti geliyor. Türkiye’nin ithalata bağımlılığı, kurdaki oynaklıkları fiyatlara doğrudan yansıtıyor. Özellikle ithal girdi kullanan sektörlerde maliyetin artması hem üretim hem tüketim fiyatlarını yukarı çeken bir faktör.
Ekonomi yönetiminin yüzde 16’lık enflasyon hedefinin gerçekleşmesi, iç talebi dizginleyip dezenflasyon yaratmaya bağlı. Sürpriz bir seçim, referandum gibi bir durumda, siyasi kararla para ve maliye politikalarının gevşemesi durumunda ise tersine enflasyonist baskıların yeniden artması kaçınılmaz. Ayrıca başta gıda ve enerjide olmak üzere üretim maliyetleri, tedarik bağımlılığı, talep koşulları ve makroekonomik gelişmeler, büyüme ve istihdamdaki seyir 2026’da enflasyonun seyrine etki edecek koşullar arasında.
2026 HEDEFİ TUTAR MI?
2026–2028 dönemine ait Orta Vadeli Program’a TÜFE bazında 2026 yılı enflasyonu için yüzde 16 hedefi konulmuştu. Uluslararası Finans Kurumu (IMF) ise Türkiye’nin 2026 yılı enflasyonunu yüzde 22 olarak tahmin ediyor. En son kasım ayında yapılan Piyasa Katılımcıları Anketi’nde de 2026 enflasyon tahmini yüzde 23,21 olarak ölçüldü.
2025’i yüzde 31 dolayında kapaması beklenen yıllık enflasyonda, yüzde 16’lık OVP hedefinin tutabilmesi için 2026’da ortalama aylık enflasyonun yüzde 1,25’i geçmemesi gerekiyor. Piyasa katılımcılarının Ocak 2026 için yüzde 3,34’lük aylık enflasyon beklentisinin tutacağı varsayılırsa, yılın tümü için öngördükleri yüzde 23,2’lik enflasyon tahmininin tutması ise kalan 11 aylık dönemde ortalama aylık enflasyonun yüzde 1,61’in üzerine çıkmamasına bağlı.
9. PROF. DR. KEMAL İNAT / ALMANYA'DA KOALİSYON KRİZLERİ, EKONOMİK SORUNLAR VE AFD'NİN YÜKSELİŞİ (AA ANALİZ)
Başbakan Merz'in SPD ve AfD arasında sıkıştığı görülüyor. Aşırı sağcı AfD'nin nefesini en fazla ensesinde hisseden parti kuşkusuz merkez sağı temsil eden CDU/CSU'dur. Sakarya Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal İnat, Alman koalisyon hükümetinde yaşanan sorunları ve bu sorunların Almanya'nın geleceği için ne ifade ettiğini AA Analiz için kaleme aldı.
Aşırı sağın yükselişinin Almanya'da siyaseti ciddi şekilde zora soktuğu görülüyor. Son seçimlerde aşırı sağcı Almanya için Alternatif Partisi'nin (AfD) aldığı yüzde 20,8'lik oy oranı ülkede yeni bir siyasal iklim oluşturdu. En çok oyu alan Hristiyan Birlik Partileri (CDU/CSU) için Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) ile koalisyon kurmaktan başka seçenek kalmadı. Zira koalisyon kurabileceği diğer parti olan Yeşiller ile birlikte yeterli oy sayısına ulaşamıyordu ve geri kalan aşırı sağcı AfD ve aşırı solcu Die Linke ile koalisyon yapmayacağını zaten seçim öncesinde açıklamıştı.
AfD'nin aldığı yüksek oy oranı Hristiyan Birlik Partilerini SPD ile koalisyona mecbur bıraktı ve bunu bilen SPD de koalisyon görüşmelerinde taleplerini yüksek tuttu. Bu şekilde eli güçlü olarak koalisyon görüşmelerine giren SPD'nin koalisyon anlaşmasına sandıktaki oy oranını çok aşacak şekilde kendi rengini vermesi, Almanya'da federal hükümetin kurulması sonrasında yaşanan krizlerin temel nedenini oluşturuyor. CDU/CSU içerisindeki bu durumdan hoşnut olmayan kesimler birçok konuda koalisyon anlaşmasının dışına çıkarak SPD'yi yeni taleplerle karşı karşıya bırakıyorlar ve bu çerçevede yaşanan tartışmaların kamuoyu önünde yürütülmesi federal hükümetin geleceğiyle ilgili soruların sorulmasına neden oluyor.
KOALİSYON KRİZLERİ
Anayasa Mahkemesine yeni üye seçimi sırasında SPD'nin önerdiği Frauke Brosius-Gersdorf'un koalisyon anlaşmasına aykırı olarak CDU/CSU parti grubunda tartışmaya açılması ve reddedilmesi sonrasında SPD yeni bir aday önermek zorunda kaldı. Ancak bu tartışmalar sırasında koalisyonun büyük ortağı CDU/CSU'nun bu meseleyi yönetme biçimi SPD tarafından ağır şekilde eleştirildi.
Federal hükümeti krize sürükleyen bir başka tartışma, koalisyon görüşmeleri sırasında kararlaştırılan yeni emeklilik yasa tasarısı çerçevesinde yaşandı. SPD'nin ve CSU'nun önem verdiği ve 2026 başından itibaren yasalaşıp yürürlüğe girmesi hedeflenen bu tasarıyla emekli maaşlarının belli bir düzeyin altına düşmemesi ve çocuk sahibi kadınların emeklilik dönemlerindeki (Mütterrente) dezavantajlarının ortadan kaldırılması öngörülüyor. Ancak Hristiyan Demokratların gençlik kanadı (Junge Union), bu tasarının bütçeye ek yükler getireceğini ve bunun gelecek kuşaklara yapılmış büyük haksızlık olacağını ileri sürerek tasarıya karşı çıkıyor. Parti Başkanı ve Başbakan Friedrich Merz, kendi partisindeki gençlerin bu "isyanı" karşısında zor durumda kaldı ve SPD'nin de kararlı duruşu karşısında Junge Union üzerine baskı yaparak yasanın kararlaştırıldığı gibi değişiklik olmadan meclise getirileceğini söyledi. Şimdi yasa görüşmeleri sırasında CDU/CSU içerisinde bir çatlak olup olmayacağı merakla bekleniyor.
SPD–CDU/CSU koalisyon hükümetinin, 2035 yılından itibaren artık yeni fosil yakıtlı araçların trafiğe çıkmasına izin verilmeyeceğine yönelik Avrupa Birliği (AB) yönergesi konusunda da önemli tartışma içinde olduğu görüldü. Alman otomobil üreticilerinin elektrikli otomobiller konusundaki rekabetin gerisine düşmeleri ve pazar paylarının giderek düşmesi sonucu büyük krize sürüklenmeleri nedeniyle koalisyon içerisinde daha çok "işveren dostu" olarak bilinen CDU/CSU, fosil yakıtlı araçlara dair söz konusu AB yönergesini değiştirmek istiyor. Çevrenin korunması için alınmış bu kararın doğruluğuna inanan ve Almanya’daki otomobil üreticilerinin de aslında elektrikli araçlara geçişe odaklanmasını savunan SPD’nin ise tartışmalar sonunda CDU/CSU’dan gelen baskılar karşısında geri adım attığı ve AB nezdinde yönergenin değiştirilmesi yönünde girişimde bulunulmasına razı olduğu görülüyor.
Almanya’da Hristiyan Demokratlar ve Sosyal Demokratlar arasında kurulan hükümetin göreve başlaması için federal mecliste yapılan güven oylamasında Merz’in ilk turda güvenoyu alamayıp ancak ikinci turda çoğunluğu sağlayabilmesi aslında bu hükümetin işinin zor olacağını göstermişti. Belki de daha o zaman Sosyal Demokratlar, Merz’e iplerin kendi ellerinde olduğunu göstermek istemişlerdi ya da bu kriz iki partinin de meclisteki gruplarına hâkim olamadıklarının göstergesiydi.
Başbakan Merz’in SPD ve AfD arasında sıkıştığı görülüyor. Aşırı sağcı AfD’nin nefesini en fazla ensesinde hisseden parti kuşkusuz merkez sağı temsil eden CDU/CSU’dur. Zira AfD, Hristiyan Birlik Partilerinin sağ seçmeni temsil edemediğini ileri süren milliyetçi bir söylemle bu partilerin tabanını kendine çekiyor. Son yapılan kamuoyu yoklamaları, AfD’nin CDU/CSU’yu da 1 puan geçerek yüzde 26,3 oyla birinci parti konumuna yükseldiğini gösteriyor. Bu sonuçların verdiği panikle mülteciler, yabancı işçiler, ekonomik korumacılık, enerji politikaları ve aile hukuku gibi konularda AfD’nin argümanlarına yanaşmaya çalışan Başbakan Merz, bu defa da koalisyon ortağı SPD ile tartışmak zorunda kalıyor ve koalisyon yeni bir krize sürükleniyor.
EKONOMİK SORUNLAR KOALİSYON HÜKÜMETİNİ ZORLUYOR
Almanya’da ekonomik sorunlar ve daha da önemlisi bu sorunlara dair algıların koalisyon hükümetini en fazla zorlayan konuların başında geldiğini söylemek mümkündür. Emeklilik yasası konusunda yaşanan tartışmaların temel nedeni bu yasanın bütçeye getireceği ek yüklerdir. Benzer şekilde Başbakan Merz’i çok zorlayan bir politikayla oylarını artıran AfD’nin kurmaya çalıştığı söylemin bir ayağını mülteci/yabancı karşıtlığı oluştururken, diğer önemli ayağını da ekonominin kötü gidişatına dair algı çalışması oluşturuyor.
Alman ekonomisine dair temel göstergelere bakıldığında, bazı rakamların AfD’nin oluşturmaya çalıştığı “kötü gidişat” algısını desteklediği, bazı verilerin ise Alman ekonomisinin hâlâ sağlıklı olduğunu gösterdiği görülür. Öncelikle iyi olan göstergelere bakalım:
2024 verilerine göre, gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) açısından dünyanın üçüncü büyük gücü olan Almanya’da işsizlik oranı yüzde 3,4 ile oldukça düşük seviyede seyrediyor. Yine 2024 yılında 258 milyar dolarlık ticaret fazlasıyla dünyada en fazla ticaret fazlası veren ikinci ülke konumunda olan Almanya, 54.989 dolarlık kişi başına millî gelirle de dünyada oldukça iyi konumda bulunuyor.
Bu göstergeler açısından Almanya’nın çok sağlıklı bir ekonomiye sahip olduğu ve bu açıdan federal hükümeti eleştirmenin yanlış olduğu söylenebilir. Ancak Alman ekonomisinin son yıllardaki büyüme hızının çok yavaşlaması, 2023 ve 2024 yıllarında iki yıl üst üste küçülmesi, 2025 yılı tahminlerine göre ise sadece yüzde 0,2’lik bir büyümenin bekleniyor olması, ekonominin göreceli olarak kötüye gittiği endişesine neden oluyor.
ABD ile yaşanan ticaret sorunlarının, Rusya–Ukrayna savaşının ve otomotiv sanayisi gibi öncü sektörlerin yaşadığı krizlerin Almanya ekonomisinde yaşanan durgunluğun temel nedeni olduğu görülüyor. Ekonominin karşı karşıya kaldığı yapısal sorunları ortadan kaldıracak kararları almakta zorlanan SPD–Yeşiller–FDP koalisyon hükümetinin ardından büyük ümitlerle kurulan CDU/CSU–SPD hükümetinin de kendi iç krizlerinden kurtulup gerekli kararları hayata geçirmekte zorlanmasının ekonomideki durgunluğun uzamasına yol açtığı düşünülüyor.
Ekonomik gücün en önemli göstergesi olan GSYH büyüklüğü açısından Almanya’nın küresel rakipleri ABD ve Çin’in çok gerisine düşmesi; bu ülkenin dış ticaret fazlası ve işsizlik rakamları açısından çok olumlu rakamlara sahip olmasına rağmen ciddi yapısal sorunlara sahip olduğunu gösteriyor. 1995 yılında ekonomisi ABD’nin yüzde 33,9’u, Çin’in ise yüzde 350’si kadar üretim gerçekleştiren Almanya’nın aradan geçen 30 yılın ardından ABD’nin sadece yüzde 15,9’u, Çin’in ise yüzde 24,8’i kadar üretebilen bir ekonomiye gerilemesi, Almanya’da bazı kesimler tarafından ciddi sorun olarak görülüyor.
ALMANYA’YI ZOR ZAMANLAR MI BEKLİYOR?
ABD ve Çin ile küresel rekabete ayak uyduramadığı görülen Almanya’nın, dış politikada kendisinden beklenen Avrupa’ya liderlik yapma görevini nasıl yerine getireceği merak ediliyor. Başbakan Merz’in en büyük rakibi AfD ile koalisyon ortağı SPD arasındaki sıkışmışlığı aşma konusunda başarılı olup olmayacağı, Almanya’nın karşı karşıya bulunduğu krizlerin üstesinden gelmesinde belirleyici olacak.
Cuma günü yapılacak emeklilik yasa tasarısı oylamasında Hristiyan Demokratlar'ın genç milletvekillerinin nasıl oy kullanacağı, bugüne kadar krizleri çözme ve liderlik konusunda iyi bir karne ortaya koyamayan Merz’in bundan sonraki süreçte başarılı olup olamayacağı konusunda da önemli bir belirleyici olacak. Kendi partisine hâkim olamayan, aşırı sağcıların popülist söylemlerine karşı halkı ikna edecek argümanlar üretemeyen ve işbirliğine mahkûm olduğu koalisyon ortağı SPD ile dengeli bir ilişki kuramayan Başbakan Merz’in Almanya’nın yapısal sorunlarını çözmesi zor olur.



