1. ABDULKADİR SELVİ/ Selahattin Demirtaş’a tahliye yolu açılıyor

Selahattin Demirtaş’la ilgili gelişmeleri yazımın sonuna bırakmıştım ama ilk başta yazmak istedim.

Çünkü çok sıcak gelişmeler var. Meclis’te Cumhurbaşkanı Erdoğan grup toplantısının yapılacağı

salona doğru ilerlerken önemli bir isimle Selahattin Demirtaş konusunu konuşuyorduk.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın olumlu yönde bir açıklama yapacağı uyarısında bulununca daha çok

dikkat kesildim. AK Parti grubuna girdiğimde gazeteciler Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’a Selahattin

Demirtaş’la ilg ili sorular soruyorlardı. Adalet Bakanı hukuki çerçeveyi çok net bir şekilde çizdi.

Grup toplantısı bitti. Muhabirler Demirtaş sorusunu sormak için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışına

yöneldiler. Erdoğan, “Bu ülke yargı ülkesi, yargı bu konuda ne derse ona uyarız” dedi. Erdoğan, Demirtaş’ın tahliyesi konusuna olumlu yaklaştı. Bahçeli de “Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi hayırlı

olur” demişti.

Selahattin Demirtaş’a yol gözüktü. Artık tahliye için sayılı günler kaldı. Selahattin Demirtaş,

Terörsüz Türkiye sürecine önemli katkı sağladı. Demirtaş’ın tahliyes i de sürece olumlu katkı yapar.

ÖZGÜRLÜK PAKETİ

Bu vesile ile AK Parti içindeki bir arayıştan söz etmek isterim. AK Parti’de, “Yeni bir sayfa açalım. Sadece Selahattin Demirtaş’la yetinmeyelim. Bir özgürlük paketi gibi Osman Kavala dahil

toplumun beklenti içinde olduğu isimlere de tahliye yolunu açalım. Böylece özgürlükçü bir rüzgâr

estirelim” diye düşünenler var.

CUMHUR İTTİFAKI’NA ÇİFTE GÜVEN

Yoğun bir günüm olmasına rağmen Devlet Bahçeli’nin açıklamasından sonra Cumhurbaşkanı

Erdoğan’ın ne diyeceğini merak ettiğim için Meclis’e gidip AK Parti grubunu izledim.

Erdoğan gelmeden önce Meclis koridorlarından dış kapıdaki merdivenlere kadar AK Part ililer uzun

bir kuyruk oluşturmuştu.

BU ADAM SANA ÂŞIK

Erdoğan neredeyse her adımında durduruldu. Kimi fotoğraf çektirdi kimi derdini iletti. AK Parti

Ankara Milletvekili Osman Gökçek’in yanındaki yaşlı bir teyze Cumhurbaşkanı’nın önünü kesti.

“Ben seni çok seviyorum” dedi. Sonra koynundan eşinin fotoğrafını çıkardı, “Bu adamı tanıyor

musun” diye sordu. Cumhurbaşkanı eğilip fotoğrafa bakarken, “Bu adam benim kocam sana âşık.

Biz sana âşığız” dedi. Erdoğan, “Ben size âşığım” dedikten sonra yaşlı teyzeye sarıldı.

O sırada şunu düşündüm. Birkaç gün önce 3 Kasım’dı. Erdoğan’ın, “Bugünden sonra artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye çıktığı yolda 3 Kasım 2002 seçimlerini kazanıp, tek başına iktidar olmasının 23’üncü yıldönümüydü. AK Parti’nin 23 yıldır i ktidarda kalmasının sırrı o teyze. Onun gibi karşılıksız sevenler. Bu millet Erdoğan’ı seviyor, Erdoğan da bu millete âşık. Bu millet geçmişte Menderes’i çok sevdi. Özal’ı sevdi. Ama Erdoğan’ı daha farklı seviyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da değindiği gibi 3 Kasım 2002 seçimleri, seçimlerden bir seçim olmadı. Halk devrimi oldu.

Mayıs 1950’de “Yeter söz milletindir” diyerek milletimizin kaderine el koyması gibi AK Parti ile birlikte, “Yeter söz de karar da milletindir” dedi.

BAHÇELİ’YE TEŞEKKÜR

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ilk sözü de kürsüden inerken son sözü de Cumhur İttifakı üzerine oldu. Erdoğan konuşmasında 4 kez Bahçeli’ye referansta bulu ndu.

Erdoğan’ın ilk sözleri, “Bu vesileyle yaptığı tarihi değerlendirmelerle başta FETÖ’cü alçaklar olmak üzere müfsit ve müflis zihniyetin bütün oyunlarını deşifre eden, bununla kalmayıp kirli heveslerini kursaklarında bırakan Sayın Devlet Bahçeli’ye canı gönülden teşekkür ediyorum” oldu.

SURDA GEDİK AÇTIRMAYACAĞIZ

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kürsüden inmeden önceki son sözleri de yine Cumhur İttifakı üzerine oldu. Erdoğan, “15 Temmuz gecesi kurduğumuz Cumhur İttifakı’nın surlarında gedik açılmasına asla izin v ermeyeceğiz. Aramızda çatırdama ve çatlak arayanları bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da hayal kırıklığına uğratmaya devam edeceğiz” dedi.

TERS KÖŞE YAPTI

Erdoğan ve Bahçeli birer gün arayla Cumhur İttifakı’na ilişkin güçlü mesajlar verdiler. Bahçeli’nin 29 Ekim resepsiyonuna katılmamasıyla başlayan tartışma sona erdi. Cumhur İttifakı bu süreçten

güçlenerek çıktı. Cumhur İttifakı çatlıyor diye hesap yapanlar bir kez daha yanıldı. İki gündür CHP kulisinde, “Bahçeli bir kez daha bizi ters köşeye yatırdı” sohbetleri yapılıyor.

YENİ BİR KAVŞAKTAYIZ

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Terörsüz Türkiye sürecine il işkin de önemli mesajlar verdi.

“Terörsüz Türkiye ayağındaki paslı zincirleri kıran muktedir Türkiye’dir” dedi. “Terörsüz Türkiye hedefine giden yolda yeni bir kavşağa ulaştığımız görülüyor” diye konuştu. Sözü Meclis komisyonunun çalışmalarına getirdi. “Komisyon önemli bir boşluğu doldurdu. Biz karar alıcılara rehberlik edecek güçlü bir birikim oluşturdu. Komisyonun yazacağı kapsamlı raporu ve önümüzdeki döneme dair belirleyeceği hukuki yol haritasını bu bakımdan önemsiyoruz” de di.

MECLİS KOMİSYONU İMRALI’YA

Meclis Komisyonu’nun bugün İmralı’ya gidilmesi kararını alması bekl eniyordu. Ama haftaya ertelendi. CHP’nin de komisyona milletvekili vereceği söyleniyor. Sadece İYİ Parti, komisyona katılmıyor. İYİ Parti’yi çıktığımız takdirde Türkiye’nin yüzde 97’sini temsil ediyor diyebiliriz. Bu komisyonun temsil oranının çok yüksek olduğunu gösteriyor.

İBRAHİM KALIN’A DİKKAT

Terörsüz Türkiye sürecinde perde arkasında çok önemli gelişmeler yaşanıyor. PKK, Türkiye sınırları içindeki çekilmeyi tamamladı. Kuzey Irak’ta ise mekanizma işliyor. MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın, Meclis komisyonuna davet edildiğinde önemli bilgileri paylaşması bekleniyor.

2. AHMET HAKAN/ Yeni Şafak’ın manşetine nasıl yaklaşılmalı

DEVLET Bahçeli, “Komisyon İmralı’ya gidebilir” dedi. Ertesi gün Yeni Şafak, şu manşeti attı:

“Komisyon İmralı’ya gitmesin.”

Konuyla ilgili İKİ ŞEY söyleyeceğim:

BİRİNCİSİ YENİ ŞAFAK’IN BUNA HAKKI VAR

Evet. Yeni Şafak, iktidar destekçisi bir gazete. Ancak zaman zaman iktidardan farklı yaklaşımları olabiliyor ya da iktidarın bazı kararlarına itiraz edebiliyor. İktidarı destekleyen bir gazete olarak

Yeni Şafak’ ın buna sonsuz hakkı var. Benim itirazım Yeni Şafak’ın bu tür yaklaşımlarıyla ilgili olarak yazılıp çizilen birbirinden acayip senaryolara. Ne yani? Yeni Şafak, iktidarın iyiliğine olacağını düşündüğü konularda aykırı ve farklı ta vır koyamaz mı? Kulaktan kulağa fısıldamıyorlar, arkadan dolanmıyorlar. Ne düşünüyorlarsa güm diye manşetten haykırıyorlar. Parti içi bir kliğ e falan yaslanma durumu da yok. Peki, iktidar ne yapıyor bu tutum karşısında? “Emredersin Yeni Şafak” mı diyor? Tabi i ki hayır. Belki faydalanıyor, belki hiç umursamıyor. Bir duyarlılık olarak belki hesaba katıyor, belki katmıyor. Yani demem o ki... İktidar destekçisi bir gazetenin, iktidarın bazı politikalarına itiraz etmesi okadar da tuhaf bir şey değildir.

İKİNCİSİ“KOMİSYON İMRALI’YA GİTMESİN” MANŞETİ

“Areda Survey” isimli şirketin yaptığı ankette halka sorulmuş: “Terörsüz Türkiye Komisyonu’nun

İmralı Adası’na giderek Abdullah Öcalan’la görüşmesi ni nasıl değerlendiriyorsunuz?” Cevaplar

şöyle gelmiş:

- DESTEKLEMEM: Yüzde 7 6.7

- DESTEKLERİM: Yüzde 23.3

6 Yeni Şafak’ın dünkü manşeti, işte bu ankete dayanıyor. Açık söyleyeyim: “Desteklerim” için yüzde 23.3 çıkması bile çok fazla. Çünkü içinde Abdullah Öcalan geçen bir soruya halktan olumlu cevap gelmez, bunu biliyoruz. Ama aynı hal ka “Terör bitsin mi, barış gelsin mi, terör örgütü kendini feshetsin mi” diye sorarsanız. Yüzde 90’ları aşan or anda “evet” yanıtını alırsınız. Tamam, halkımız da kuvvetli bir Öcalan nefreti var ama halkımızda Öcalan nefretinden bile daha kuvvetli bir barış arzusu var. Komisyon, Öcalan’la görüşecekse halkımızın kuvvetli barış arzusunu gerçekleştirmek için görüşecek. Komisyon’un Öcalan’la görüşmesinin bağlamı ne? Şu: Terörü ortadan kaldırmak. Peki halkımızın arzusuyla yüzde yüz örtüşen bu bağlam, anket sorularına tam olarak yansıyor mu? Hayır.

Dolayısıyla Öcalan’lı anket soruları, her zaman d oğru sonuçlar vermez, vermiyor. Tabii işin şu kısmı da hesaba katılmalı: “Aman ha aman! Komisyon’un birkaç üyesi Öcalan’la görüşmesin, aman ha aman!” falan diye tutturarak... Ne sorunu çözebilirsiniz ne sorunun çözülmesine engel olmak için iç ve dış fitne odaklarının milyon tane saldırısını bertaraf edebilirsiniz ne de milim yol alabilirsiniz.

Yani marşın işaret ettiği gibi: Cesaret, daha fazla cesaret.

GÜN DOĞDU NEW YORK BELEDİYE Sİ’NE DAYANDIK

NEW York’a Belediye Başkanı seçilen Mamdani’nin temel özelliklerine bakalım: - Sosyalist. -

Müslüman.- Filistin yanlısı. - Netanyahu karşıtı. İslami sol, çok çaba gösterilmesine karşın

Türkiye’den çıkamadı ama New York’tan çıktı gibi.

Ama işin yü reklerimizin ya ğını eriten esas tarafı şurası: Başta Netanyahu olmak üzere soykırım destekçisi tüm Siyonistlere sağlam kapak oldu Mamdani’nin seçilmesi. Büyük paralar döktüler, büyük iftiralar attılar, tüm lobilerini büyük harekete geçirdiler ama sonuçta avuçlarını yaladılar.

Netanyahu şimdi gidip ağlayarak hatıra defterine yazabilir.

BENİM GÖZÜMDE SON DÖNEMDE DEMİRTAŞ

- Eşsiz bir sınamadan alnının akıyla çıktı.

- Sürece destekte en küçük bir tereddüde bile kapı aralamadı.

- Minnacık bir siteme bile tenezzül etmeden verdi desteği.

- Hapiste olmasına rağmen hep sonsuz yapıcı oldu.

- Sürecin en heyecanlı, en enerjik, en dinamik destekçisi oldu.

YATIRIM YAPILMAZ DEMİŞTİM

GÜNLER önce “Bu bir yatırım yapmayın tavsiyesidir” diye yazı yazdım.

Dedim ki:

- Etmeyin eylemeyin.

- Bahçeli / Erdoğan ayrılığı ola cak diye nefesinizi tüketmeyin.

- Umudunuzu buna bağlamayın.

- Buradan bir şey çıkmaz.

- Boşu boşuna hayal kırıklığı yaşamayın.

Dinlemediniz. Üstelik sakalımız da var.

3. MAHMUT ÖVÜR/ Soldan bir E rdoğan ya da B ahçeli neden çıkmıyor ?

Yakın tarihe bakın, siyasetteki büyük dönüşümlerin altında sağ siyasi aktörler, daha doğrusu solun tanımıyla "sağcı" siyasetçiler var. Bazı dönemlerde öyle çıkışlar yaptılar ki "devrimci" solcuların bile ezberi bozuldu. Rahmetli Turgut Özal'ın Kürt kimliğine vurgu yapması böyle bir çıkıştı.

Siyasette bu çizginin en radikal ve en cesur ismi Başkan Erdoğan'dı. Muhafazakâr -demokrat bir siyasetçi olarak darbelere karşı dik durması, başörtüsünden Kürt ve Alevi sorununa kadar ülkenin en temel sorunlarının üzerine gitmesi, sonra da çözme iradesi göstermesi başlı başına "devrimci" çıkışlardı. 23 yıllık iktidarı boyunca çok sayıda yasa ve anayasa değişikliği yaparak böyle onlarca "sessiz devrime" imza attı. Asıl sessiz devrimi ise yeni kuşaklara "özgüven" aşılamasıydı .

Solun deyimiyle "sağcıların" bu devrimci yürüyüşüne son yıllarda MHP Lideri Devlet Bahçeli de katıldı. Aslında Bahçeli'nin siyasi yolculuğunda farklı denebilecek çok sayıda alışılmışın ötesine geçen çıkışlar vardı. Ancak geçen yıl 22 Ekim'de yaptığı Öcal an çıkışı, başlangıçta sadece "Batı'dan medet uman" CHP'lilerin, endişeli muhafazakârların ya da göçmenlere karşı ırkçılığa sarılan milliyetçilerin değil, terör örgütü PKK ve siyasi uzantılarının da ezberini bozdu.

Bir süre şaşkınlıklarını bile gizleyemediler.

Sanıldı ki bu çıkış anlık bir söylemdi ve arkası gelmeyecekti. Oysa tam tersi MHP Lideri Bahçeli, siyaseten riskli o çıkışından hiç taviz vermedi ve "Terörsüz Türkiye" siyasetinin hep arkasında durdu.

Önceki gün de grup toplantısında bir kez daha ezbe r bozan çıkışını sürdürdü:

"Elbette PKK'nın kurucu önderliğinin son düzlükteki görüş, düşünce ve kanaatleri alınmalı, konuyla

ilgili günlerdir yapılan kısır tartışmalar sonlandırılmalıdır. (...) Meclis'te kurulan komisyondan seçilecek milletvekillerinin İm ralı'ya giderek ilk ağızdan ve ilk elden ihtiyaç duyulan mesajları alması süreci çok daha güçlendirecektir."

Bu cesur çıkışın arkasından yine hiç kimsenin beklemediği Selahattin Demirtaş açıklaması geldi:

"Tahliyesi hayırlı olur!"

Şimdi geriye dönüp bakın; başta CHP ve DEM Parti geleneği olmak üzere -büyük oranda sosyalist partiler de dâhil - hiçbiri ne muhafazakâr ne de milliyetçi sosyolojinin sorunlarına karşı böyle devrimci çıkışlar yapmadı, yapamadı. Mesela, hiçbiri başörtüsü meselesine AK Parti ve gelen eğinden önce el atmadı, öncülük yapmadı. Hiçbiri AK Parti darbelere karşı dik dururken destek vermedi. Bugün bile CHP'li belediyelerde yolsuzluk ayyuka çıkarken, CHP parayla dizayn edilirken, bırakın işin ceza boyutunu ahlaki açıdan ihraç edilen bir iki kişi hariç hiçbir CHP'li aktör çıkıp "Partimizi kirletemezsiniz" diyemedi.

Aynı şekilde hiçbir CHP'li, fonladıkları medya ve sosyal medya trolleri tarafından azgın saldırıya uğrayan MHP'ye de el uzatmadı. Dahası CHP'liler, DEM Partililerle birlikte "AKP -MHP faşizmi" diyerek siyasi gerilimi yükseltirken makul bir cesur yürek çıkıp "Bu doğru değil" de diyemedi.

Ara ara "Artık çözüm adımı DEM Parti'den gelmeli" diye yazdım. Ama ne yazık ki dilinden "barışı" eksik etmeyen DEM Parti ve çevresinden herhangi bir siv il siyasetçi çıkıp Öcalan'dan önce, "PKK anlamsız hâle geldi; federasyondan, özerklikten vazgeçtik, silahları yakalım" diyemedi.

Böyle onlarca örnek sıralamak mümkün. Ama asıl soru şu: Devrim yaptığını söyleyen CHP ya da devrim yapacağı hayali kuran solcul ar ve DEM Partililer neden cesur siyasetçi çıkartamıyor?

Acaba "Batıcı" ve gerçek sivil siyasetçi olmadıkları için olabilir mi?

4. BERCAN TUTAR/ ‘Sakıncalı piyadeler ’in New York zaferi

ABD'nin New York kenti belediye başkanlığını Müslüman Zohran Mamdani'nin kazanması yerel, ulusal ve küresel siyaset açısınd an birçok denklemin dayandığı ezberlerin bozulduğuna, güce ve paraya dayanan demokrasinin sonuna işaret ediyor. Dünya medyası, annesi Ugandalı, babası Hintli, eşi Suriyeli ve kendisi Amerikalı olan 34 yaşındaki Mamdani'nin zaferini her yönüyle sorguluyor.

Yaklaşık 200 dilin konuşulduğu göçmen kenti New York'ta zenginlerin değil halkın çıkarını önemseyenler ve Gazze için sessiz kalmayanlar kazandı.

Hukuk profesörü Ziyad Motala, El Cezire'deki analizinde, "Bu seçim siyasi imtiyazları erdem ve parayı liyakatle karıştıran bir düzenin ahlaki reddidir" diyor. Dolayısıyla milyarderlere, siyonist lobiye, kartel medyasına, İslamofobik ırkçı çevrelere ve hatt a kendi partisinin ambargosuna rağmen

Mamdani galip geldi. Bu sonuç bize çürümüş güçlü sınıfların iktidarı belirleme yetenekler ini kaybettiğini de gösteriyor.

Çünkü sadece ABD'de değil dünyanın her yerinde siyaset artık halkı temsil etmiyor. Bunun ye rine iktidara gelenler Wall Street'e, lobilere, müteahhitlere, bankacılara ve savaş tüccarlarına hizmet ediyor. Bu yüzden hükümetin rantçılara değil çalışanlara hizmetini önceleyen Mamdani'nin temsil ettiği anlayışa sınıfsal gözlükle de bakmakta fayda var.

Yoksa hemen her ülkede halkların ahlaken ve ideolojik olarak çürümüş siyaset sınıflarına yönelik tepkilerini yanlış okuruz.

Mamdani'nin kazanması paradoksal görünse de Cumhuriyetçi Parti ve ABD Başkanı Donald Trump kadar Demokrat Parti'nin de kaybettiğine işaret ediyor.

Çünkü küresel rantçılara ve soykırımcılara destek veren Joe Biden gibi liderler kendi oy tabanlarına karşı da ihanet içindeydi.

Mamdani'nin başarısı Cumhuriyetçi siyasetteki çöküş yanında Demokratlardaki sistematik çürümüşlüğü de mahkûm edi yor.

Siyonizmi eleştirdiği ve Gazze'deki İsrail zulmünü kınadığı için antisemitizm ile suçlanan Mamdani'ye yönelik Yahudi lobisinin kara lama gayretleri sonuçsuz kaldı.

Seçmenler Mamdani'nin ahlaki ve siyasi duruşunu takdir etti. Zira insanlar artık sosyo- ekonomik adalete ve hizmete dayanan siyaset kadar değerlere dayanan siyaseti de önemsiyor. Güce, paraya ve lobilere endeksli siyaset çağı artık kapanıyor. Algoritmalar da seçkinci zümrenin imdadına yetişemiyor.

Koreografiler, kirli düzenlemeler, sinsi planlar ve senaryolar kitleleri uyuşturamıyor artık. Hayat pahalılığı, beklentiler ve çekilen acıların yol açtığı bilinçsel, duygusal ve ahlaki tepkinin sahiciliği, rantçı elitlerin bütün propagandalarını işlevsiz kılıyor. Seçmen riyakârları değil samimiy eti tercih ediyor.

Bu bağlamda Trump ve müesses nizam savunucularının 'vatanseverliğini' sorguladıkları

Mamdani'ye 'sakıncalı piyade' muamelesi yapması da sonuç vermedi.

Çünkü Mamdani'ye oy verenlerin çoğunluğu sistemin kendilerine de sakıncalı piyade gözüyle baktığının farkında.

Dolayısıyla Mamdani'nin başarısı sadece New York'ta değil ABD'nin genelinde ve dünyada da tektonik sarsıntılara yol açacaktır. Umarız Amerikalı sakıncalı piyadelerin bu zaferi, Spartaküs ve

Haiti örneklerinde görüldüğü üzere tariht eki benzerlerinin akıbetine uğramaz.

5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Dengesizlik ve hesapsızlık

İsimlendirilmiş asırlar insan zihninde hoş lezzetler bırakır. Meselâ 17. As ır için “Akıl Çağı” denir.

18.Asır için ise “Aydınlanma Çağı” kullanılır. Lâf 20.Asra geldiğinde ne demek lâzım gelir? Târihçi Hobsbawn biraz da ironik olarak ona “Kıs a Yüzyıl”ismini yakıştırmıştır.

Diğer taraftan bir şeyi akılda tutmak gerekiyor. Kronolojik hesaplar asırları târif etmiyor.

Evet,20.Asır zannedildiği gibi 1900’de başlamadı; tıpkı 19.Asrın 1800’de başlamadığı gibi. Şahsî düşüncem, eğer hipotetik bir başlangıç tâyin etmek iktizâ ederse 19.Asır daha 18.Asır kronolojik olarak nihâyete ermeden, 1789 Fransız Devrimi ile başladı. Ben ona “Asırların Kraliçesi” derim.

Sona ermesi ise iki büyük harbin sonunda gerçekleşti. Bu da bizi kronolojik olarak 1945’e getiriyor. 20.Asır ise 1945’de başlayıp 1989’da Duvar’ın yıkılması ve arkasından Sovyet sistemi nin çöküşü ile hitâma erdi. Evet hayli kısa ve güdük bir asır bu. 21.Asır için ise 2000’i beklemeye hâcet yok.

1989’da başladı ve elyevm devâm ediyor.

20.Asrın ekonomik cephesine bakacak olursak , bunun yoğun bir şekilde Keynesgil bir politik ekonomi olduğunu söyleyebiliriz. Millî gelir, tam istihdam, büyüme gibi makroekonomik dengeleri gözeten bir kavram setine oturur. . 19.Asrın o haşin, ulusları, sınıfları döven, sopayla disipline eden devlet dönüşmüş, ekonomik hayâtın dengesizliklerine müdâhale eden, s ermâye birikiminden ulusa pay aktaran sosyal devlet olarak devreye girmiştir. Denge kavramı burada kendisini derinden hissettiriyor. Ekonominin, piyasaların görünmez eli olmadığını , kendi başına bırakıldığında ağır dengesizlikler doğurduğunu kabul eden; başka bir ifâde ile ekonomilerin değişim değeri olarak politikayı d evreye sokan bir dinamiktir bu.

Evet, târihin kâhir ekseriyetinde politika devletten ibâretti. Devleti dengeleyecek yegâne; o da çok görece, hatta mahdut olarak değişim değeri din/ahlâk ola bilirdi. Modern dünyâda yaşanan sermâye birikimi varlığını devlete borçlu olmayan ekonominin güçlerini açığa çıkardı. Liberteryenler buna özgürleşme yolunda târihsel fırsat olarak baktılar. Değil mi ki, ekonomik elitler politik elitlerden görece ayrışıyor; ekonomik değerleri meydana getiren uluslar devlete şirk koşmaya başlıyordu. En az üç boyutta büyük kavgalar çıktı. Sâdece uluslar uluslara, devletler devletlerla savaşmadı. Başka boyutta ise devlet uluslarıyla, uluslar devletleriyle, ekonominin ise güçler i devletlerle ve bilhassa bölüşüm düzleminde sınıfsal olarak uluslarla çatışıyorlardı. 19.Asrı hem büyüten hemde uzatan bu ilişkilerin yeniden nasıl bir dengeye getirileceği meselesinde yaşanan belirsizlikler ve savrulmalardı.

Bu sebeple 19.Asra yakıştığın ı düşündüğüm isim “Aşırılıklar Çağı”dır.

Büyük bir felâkete sebebiyet veren II.Umûmî Harp sonunda kurulan 20.Asır Keynes tarzı bir politik ekonomiyi devreye soktu. Devlet, ulus ve sermâye arasında ne kadar devâm edeceği belli olmasa da bir denge sağlandı. 20.Asır bir “Denge Asrı”dır. 20.Asrın politik ekonomisinin farklı modelleri vardır. Sosyalist ekonomiler bunun bir türevidir. Antagonist olarak takdim edilen kapitalist/sosyalist çelişkisi tamâmen muhayyeldir. Bunun üzerinden ideolojik ve siyâsal kamplaşm alar, İki Kutuplu

Dünyâ Sistemi kavramlaştırmaları esâsen çok sorunludur. İdeolojik tantana bunu gölgelemek içindir. Aslolan Dünyâ Sisteminin işbölümüdür. Mesele bu işbölümü içinde bir denge geliştirmekten başka bir şey değildir. Nükleer dehşet dengesi bunun en somutlanmış hâlidir. Çok sayıda ulusal ve uluslararası kurum, diplomasi dengenin devâm ettirilmesi için devreye sokulmuştur. Politika ekonominin(kapitalizmin) değişim değeri olarak onun azgınlaşması na karşı bir iş lev görmektedir.

Denge sağlanmıştı sağlanmasına. Lâkin son derecede kırılgandı. 1990’lardan başlayarak çatladı ve ekonomi ile politikanın bağı koptu. 21.Asra karakterini veren de budur. Ekonominin güçleri ekonomizm üzerinden lâyüselleşti. Yâni ekonominin artık bir değişim değeri yoktu.Görünm ez el masalı yeniden devreye sokuldu. Buna bağlı olarak uluslar himâyesiz kaldı. Kurumlar boşluğa düşüp aşınmaya başladı.

Politik düzlemde ise tam bir kaos başladı. Yeni Sol ve Yeni Sağ’ın yükselişi eş anlı oldu. Yeni Sağ, bilhassa Neocon akımda olduğu üz ere hesapsız bir küresel saldırganlığa evrildi. Diğeri ise kaosa evrileceği mukadder olan politik ekonomilerin çöküşünü riskli de olsa özgürleşme yolunda bir fırsat olarak değerlendirdi. Değişim değeri olmayan ; dolayısıyla nerede duracağı belli olmayan ke ndi kendisinin amacı hâline gelmiş olan ekonomizme paralel olarak en az o derecede nerede duracağı belli olmayan kendi kendisinin amacı hâline gelmiş olan bir özgürlükçülük dalgası yükseldi. Aslında her ikisi de eş derecede anarşizandı. Kendi asimptotların da kendilerini çığrından çıkaran bu iki dalganın târihsel olarak kendilerini sönümlendireceği de âşikârdı. Nitekim 2008 Krizi sonrasında bu oldu.

Küresel Yeni Sağ ,Gazze’de kendi sonunu hazırlayacak bir bataklığa saplandı. Trumpizm bunun en çılgın evresid ir. Yeni Sol dalganın kışkırttığı özgürlükçülük dalgası ise bütün muhtevâsını kaybedip limbik sistemi bir dağılmaya mâruz kaldı. Açık Toplum bugün sâdece bir taşkınlık arenasından başka bir değil. Herşeyin açığa çıktığı, söylendiği yerde ne eylemine de s özün ağırlığı kalmaz.

21.Asır için bir isim veyâ sıfat gerekse aklıma gelenler, “Dengesizlik ve Hesapsızlık Asrı” …Bilmem oldu mu?

6. SELÇUK TÜRKYILMAZ /Mahmut Mamdani: İyi Müslüman Kötü Müslüman

İzmir’de üniversite öğrenimi gören genç arkadaşım Bangladeşli Mahmut sayesinde kitaplarını fark ettiğim akademisyenlerden biri Mahmood Mamdani (Mahmut Mamdani)’dir. Bizim Bangladeşli

Mahmut, çalıştığım konuları bildiği için Mahmood Mamdani’yi de mutlaka okumam ger ektiğini söyledi. Biraz araştırdıktan sonra onun “İyi Müslüman Kötü Müslüman” başlıklı kitabının dilimize tercüme edildiğini öğrendim. Kitabın alt başlığı şöyle: “Amerika, Soğuk Savaş ve Terörün Kökenleri”. “İyi Müslüman Kötü Müslüman”, Sevinç Altınçekiç’i n tercümesi ile 1001 Kitap Yayınları arasında çıkmış. Yayım tarihi 2005. Bugün Mahmood Mamdani’nin “İyi Müslüman Kötü Müslüman” adlı kitabından bahsedecek değilim. Sadece bölüm başlıklarını vermekle yetineceğim: Modernlik ve Şiddet, Kültür Tartışması ya da İslam ve Siyaset Hakkında Nasıl Tartışılmaz, Çinhindi’nden Sonra Soğuk Savaş, Afganistan: Soğuk Savaşın En Önemli Anı, Vekil Savaşından Açık Saldırganlığa ve Cezadan Muafiyet ve Toplu Cezalandırmanın Ötesinde.

Bizim Bangladeşli Mahmut genç yaşına rağmen iyi bir entelektüeldi. Entelektüel merakı sayesinde Mahmut Mamdani’yi tanıyordu. O zaman öyle düşünmüştüm. Belki de Bangladeşli olduğu için

Hindistan kökenli bir yazarı fark etmişti. Mahmut Mamdani Afrika çalışmalarıyla öne çıkmış biriydi. Bangladeşli Mahm ut’a sorma fırsatım olmadı ama Mamdani’nin üstüne gittiği konular ancak entelektüel bir ilgiyle kavranabilir. “Neither Settler nor Native: The Making and Unmaking of Permanent Minorities” başlığını taşıyan kitap da özel bir ilgiyi hak ediyor. Bu kitabın ba şlığından kolonyalist karşılaşma sonucunda ortaya çıkan yerli ve yerleşimci zıtlığından farklı bir grup olarak azınlıklar üzerinde de durulduğu anlaşılıyor. Sanal âlemde kısa bir araştırmadan sonra Mahmut Mamdani’nin Middle East Monitor’da “Etnik Temizlik, Irkçılık ve Ulus Devlet İnşası” başlığı ile bir söyleşisine rastladım. Mamdani İsrail’in son iki yılda bütün dünyayı dehşete düşüren kolonyalist saldırganlığı üzerine konuşmuş. Sanal âlemde yazarın makalelerine ulaşmak da mümk ün.

Bangladeşli Mahmut’la Zo hran Mamdani üzerine konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Doğrusunu söylemek gerekirse iki Mamdani arasındaki ailevî bağın varlığını sonradan fark ettim. Bugün adını bütün dünyanın öğrendiği Zohran Mamdani, “İyi Müslüman Kötü Müslüman” kitabının yazarı Mahmut Mam dani’nin oğluymuş. Bunun önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum. Anladığım kadarıyla New York’a belediye başkanı seçilen Zohran Mamdani alışılmış kalıplarla izahı mümkün olmayan biri. Bu cümleyi kurarken Obama’nın seçildiği dönemi hatırladım. Hüseyin ismi nden hareketle kısa bir dönem sempati oluşturmayı başarsalar da Obama döneminde ABD’de Neocon politikalardan herhangi bir sapma olmamış, Siyonistler çok daha güçlü pozisyonlar elde etmişti. Zohran Mamdani ise tam bu bağlamda ABD’de Siyonist lobilerle başı derde giren bir siyasetçi olarak öne çıktı.

Zohran Mamdani’nin babasından bahsetmemin sebepleri var. Evet, ailenin Müslüman kimliği çok dikkat çekici fakat Zohran Mamdani’nin belediye başkanı seçilme sürecindeki ve seçildikten hemen sonraki konuşmalarında öne çıkan konu başlıkları asıl öneminin başka bir yerde aranması gerektiğini gösterdi. Babasının üzerine gittiği konularla Zohran Mamdani’nin önem verdiği meseleler arasında bir paralellik olduğunu söyleyebilirim. Bu durum, Zohran Mamdani’nin Nev York’a belediye başkanı seçilmesini biraz olsun açıklayabilir. Buradan hareketle Zohran Mamdani’yi ABD’nin dünya siyasetinde bir pazarlama unsuruna indirgemekten ziyade içerideki bir hesaplaşmanın yansıması olarak gördüğümü belirtmek isterim. ABD ve İngiltere İsra il’i kolonyal bir proje olarak geliştirmişler ve İslam’ın merkez coğrafyasında yeni bir koloni devlet meydana getirmişlerdi. Fakat bu projeyi daha ileriye taşıyamıyorlar. Filistin direnişi korkunç yıkımlara rağmen Anglosakson ve Siyonist yayılmacılığı bir yerde durdurdu. İngiltere ve ABD, 1990’ların başından itibaren İslam coğrafyasında yeni bir kolonyal yayılmacılık dönemine girmişti. Evet, bu yayılmacılığın ileri hattında Siyonist Yahudiler vardı fakat mülksüzleştirme, etnik temizlik, soykırım ve sürgün suçlarından İngiltere ve ABD yani Anglosaksonlar doğrudan sorumludur. Bugün Gazze soykırımından hareketle İngiltere’nin aynı sistemi devam ettirmek istediğini söyleyebilirim.

Afyonkarahisar Ticaret Ve Sanayi Odası’ndan Tebrik Mesajı
Afyonkarahisar Ticaret Ve Sanayi Odası’ndan Tebrik Mesajı
İçeriği Görüntüle

İngiltere menşeli silahların Sudan’daki felakette oynadığı menfur rol bunun kanıtı dır. ABD’de ise İsrail’in suçlarına ortak olmanın açığa çıkardığı gerilim daha fazladır. Mamdani’nin seçilmesine Siyonist lobilerin göste rdiği tepki buna işaret ediyor. Kolonyalizmin ortaya çıkardığı sorunlar daha fazla konuşulacağa benziyor.

7. OĞUZHAN BİLGİN / Şahsiyet

Kazanmasının New York'a yapılmış ikinci bir 11 Eylül saldırısı olacağı söylendi. Gizli bir ajandaya sahip olmakla, New York'a şeriat veya halifelik getirecek olmakla itham edildi. Müslüman bir göçmen olduğu için aşağılandı, hak aret edildi, te hdit edildi, ötekileştirildi...

ABD Başkanı Trump başta olmak Cumhuriyetçilerin ırkçı saldırılarına, Demokrat Parti'de kümelenmiş Siyonist lobilerin sistematik kötülemesine, aleyhteki medya kampanyalarına rağmen, O ne kimliğini unutturmaya, ne "ama"lı, "fakat"lı cümlelerle kimliğini söylemde yumuşatmaya, ne de taviz vermeye tevessül etti.

"Kim olduğumu değiştirmeyeceğim, kendimi tanımlamakla gurur duyduğum inancımı da

değiştirmeyeceğim" dedi.

Müslüman kimliğinin yanı sıra yaşının genç olma sıyla ve sosyalist fikirleriyle dalga geçenlere de "yaşlanmak için çaba sarf etsem de ben bir gencim, ben bir Müslüman'ım, ben bir demokratik sosyalistim ve bunlar için özür dilemeyi reddediyorum" demişti.

Henüz birkaç yıl önce ABD vatandaşlığını almış, U ganda doğumlu bir Hint Müslüman'ı aileye mensup olan, ABD'nin tüm iktidar yapısına karşı tavizsiz bir mücadeleyle yürüttüğü ve neticede de New York Belediye Başkanlığı'nı kazanan Z ohran Mamdani'den bahsediyorum.

ABD'nin en önemli ve en büyük şehrinde, dünyada Siyonizm'in kalesi olan New York'ta Müslüman kimliğini sahiplenerek seçilen, Filistin'de İsrail'in yaptığı katliamları vurgulayarak ve sosyal adaleti savunarak kazanmış Mamdani'nin karakteri üzerinde durmak gerekiyor.

Bilindiği üzere Batı ülkelerinde Müslümanların siyasal, ekonomik veya kültürel elitlere dâhil olabilmesi ancak bu kimliklerini çoğu zaman inkar etmeleri veya kamusal alanda bu kimliklerini gizlemeleriyle mümkün oluyor. Mamdani'nin duruşu, "Müslüman ama bu hususta sessiz kalmalı" ya da "kimliğini yumuşatmalı" gibi yaygın beklentil ere karşı bir duruş sergiliyor.

Müslümanlık, kontrol edilmesi, ehlileştirilmesi, marjinalize edilmesi ve denetlenmesi gereken bir kimlik olarak Batı'da tanımlanmaktadır. Bu durum da Müslümanların belli mertebeler e gelebilmek için kendi kimliklerini vurgulamama veya açıktan utanma ve inkar etmeleri gibi son uçlar ortaya çıkarabilmektedir.

Bourdieu, sembolik iktidarın "tanınma" ve "tanımlanma" süreçleriyle işlediğini belirtir. Müslüman kimliği Batı toplumlarında hâkim iktidar yapısı tarafından sıklıkla "alt statülü" olarak görülür ama duruşuyla Mamdani bu algıyı tersine çevirerek mücadele ed iyor. Batı'daki hegemonik güçler sahip oldukları tanımlama üstünlüğüyle Müslüman kimliğini "özür dilenmesi" gereken bir kimlik gibi tanımlamış ve bu durum 11 Eylül sonrası AB D'de daha da belirginleşmiştir.

Frantz Fanon da bu hegemonik söylem karşısında sömürgeleştirilen ve tahakküm altına alınan ötekinin "beyaz maskesi" altında kendi kimliğini sakladığını belirtir. Fanon'un "Siyah deri, beyaz maskeler" kitabında anlattığı örnekler de bu minvaldedir. Mamdani ise maskeyi çıkarmakta kararlıydı.

Mamdani, Müsl üman kimliğini pasif bir aidiyet değil, aktif bir siyasal tanımlama biçimine dönüştürecek kadar şahsiyetli ve özgüvenli bir karakter ortaya koymaktadır. Elbette Mamdani'nin her görüşüne katılmak mümkün değildir, muhtemelen ileride bizim eleştireceğimiz şey ler de yapacak veya söyleyecektir.

Lâkin sözde Türk kökenli olup yurtdışında Türk ve İslam düşmanlığı yapan bazı Avrupa'daki siyasetçileri gördüğümüzde ya da Türkiye'de doğup, büyüyüp, yaşayıp Türk ve Müslüman kimliklerinden sıyrılmaya; Batılı gibi davran maya, yaşamaya, hissetmeye çalışanları gördüğümüzde bu özgüvenli ve şahsiyetli duruşun altını kesinlikle çizmek gerekiyor. İçimizdeki kimliksizlerin de bu duruştan ilham alması gerekiyor.

8. DOÇ. DR. MERVE SEREN/ MURAD AESA radarı: Türkiye radar teknolojisinde üst lige

çıkıyor

Türk savunma sanayisi, ileri teknolojileri yerlileştirme ve millileştirme konusunda yine kritik bir eşiği aştı. ASELSAN’ın milli imkan ve kabiliyetlerle geliştirdiği MURAD 100 -A AESA radarı Kızılelm a ile ilk uçuşunu başarıyla tamamlarken, F -16 platformundan, bu radar kullanılarak hava -hava füzesi atışı da gerçekleştirildi. Bu önemli adım, Türkiye’nin teknoloji yetkinliği ve küresel radar pazarındaki potansiyel konumunu sergileyen bir diğer mühim geli şme oldu.

AESA RADARI NEDEN ÖNEMLİ?

Öncelikle radar sistemlerini; kara, deniz ve hava platformlarının gözü ve kulağı şekl inde düşünmek gerekir. Tıpkı diğer teknoloji ürünlerinde olduğu gibi, radar teknolojisi de kendi içerisinde nesillere ayrılmaktadır. Bu anlamda "Aktif Elektronik Taramalı Dizi" namı diğer "AESA," radar teknolojisinde yaşanan bir devrim niteliğindedir. Zira mekanik ve PESA radarlarıyla mukayese edildiğinde AESA teknolojisi birçok avantaja sahiptir ve bu avantajlar rakip/düşman unsurlar karşısında ciddi bir üstünlük kazandırmaktadır. En basit tabiriyle izah edecek olursak, mekanik radarlar fiziksel anlamda mü stakil şekilde duran bir antene sahiptir ve bu anten ancak baktığı yönde tarama yapmaktadır. Sistemin fiziksel açıdan daha yavaş çalıştığı ve düşman unsurlar tarafından çok daha kolay tespit edilebileceği not düşülmelidir.

Faz dizili radar sınıflandırmasında yer alan AESA, üzerlerinde bulunan antenler fiziksel olarak hareket etmeden radar hüzmesini elektronik olarak yönlendirmektedir. Bu bağlamda, AESA radarlarının üzerinde sinyal gönderip alabilen her biri birbirinden bağımsız şekilde çalışan çok sayıda alıcı ve verici modül vardır. Radarların üzerinde bulunan her bir modül ayrı radyo dalgaları yayarak ışınları yönelttikleri ve PESA’ya kıyasla dalgaları çok daha geniş bir frekans aralığında yaydıkları için arka plan gürültüsü üzerinden tespit edilmeleri zo rdur. Dolayısıyla AESA radarı entegre edilmiş hava ve gemi platformlarından yayılan radar sinyalleri çok güçlü olsa dahi gizli kalabilmektedir. Öte yandan, her biri birbirinden bağımsız çalışan bu modül yapısı, AESA’nın çok rollü ve işlevli bir radar siste mi olarak arama, takip, hedefleme ve elektronik harp gibi muhtelif görevleri çok kısa zamanda, yüksek çeviklikte ve düşük görünürlükte icra etmesini sağlar. Öte yandan AESA teknolojisinin, diğer radar sistemlerine kıyasla çok daha geniş bir alanda, çok daha

uzun bir menzilde yüksek çözünürlük sunarak çoklu hedef takibi ya pabildiğinin altı çizilmelidir.

TÜRKİYE AESA TEKNOLOJİ SİNE NEDEN SAHİP OLMALI?

Özellikle Türkiye gibi son derece çeşitlilik arz eden risk ve tehdit kütüphanesine sahip olan; bu bağlamda, b ir taraftan tehditleri bertaraf ederken, diğer taraftan bölgesel ve küresel konjonktürün gerekli kıldığı yüksek düzey ve stratejik seviyede askeri caydırıcılığa sahip olması gereken ülkeler için AESA teknolojisi olmazsa olmazdır. AESA teknolojisi, hedef te spitinde ve teşhisinde çok daha geniş alan, uzun menzil ve hassas görüntüleme sağlayan, çoklu hedef takibini (kara, hava veya deniz hedefleri) mikrosaniyeler içerisinde yaydığı geniş radyo frekans dalgalarıyla azami hız ve başarıyla icra eden bir sistemdir . Keza düşük tespit edilebilirliği sayesinde karıştırılması zordur ve bu anlamda özellikle İHA sisteml eri için hayati öneme sahiptir.

Yine bu minvalde, hedef tespit ve takip görevlerini icra ederken elektronik harp yeteneklerini başarıyla yerine getirebilecek bir mekanizmaya sahiptir ki, böylece eş zamanlı olarak elektronik karıştırma, aldatma ve taarruz görevlerini gerçekleştirebilmektedir. Bunun haricinde AESA, mekanik ve pasif faz dizinli sistemlere karşın daha az hareketli parçası olması sebebiyle daha dayanıklıdır ve bu da bakım kolaylığı ve maliyeti açısından daha avantajlı bir durum yaratmaktır. Mekanik radarlara karşı bir diğer avantaj ise, sistemin çalışma prensibidir. AESA radarının üzerinde yüzlerce anten vardır ve her bir antenin kendisine ait a lıcı-verici modülü bulunmaktadır. Aynı kaynaktan beslenmeyen, birbirlerinden tamamen bağımsız çalışan ve adeta ışık hızında hareket eden bu modüllerin herhangi birisinde bozulma meydana gelse dahi sistem daha düşük bir radar performansıyla dahi kesintisiz şekilde çalışmaya devam eder.

AESA TEKNOLOJİSİ NEDEN AZ SAYIDA ÜLKE TARAFINDAN ÜRETİLEBİLİYOR?

AESA teknolojisinin, gerek "bilgi üstünlüğü" gerek "operasyonel üstünlük" açısından avantajlı olsa da üretimi oldukça zordur. Bu nedenle, günümüzde ancak 10’dan daha az ülke AESA teknolojisini üretme imkân ve kabiliyetine haizdir.

Birincisi; radarın üzerinde yer alan modüler yapı dahi AESA teknolojisinin üstün bir mühendislik çalışması gerektirdiğinin en bariz göstergesidir. Modülün tasarlanması veya yüksek hassasiyet gerektiren bir tezgâhın bulunması kadar, radara entegre edilen kritik bileşenlerin tedariki de hassas bir konudur. Örneğin Gallium Nitride (GaN) teknolojisi, AESA radarları için kritik bir bileşendir. GaN teknolojisi özelinde yarı -iletken endüstrisi nin, askeri teknolojilerin geliştirilmesi için ne kadar önemli bir unsur olduğunu yeniden hatırlatmakta fayda vardır. Örneğin ETRI ile Wavice tarafından müşterek yürütülen bir çalışma, Koreli araştırmacıların AESA radarların kritik komponentlerini (GaN MMI Cs) yerlileştirilmeye yönelik meşakkatli bir çaba içerisinde olduklarını göstermektedir

[1]. Keza bu hususta AESA radarlarının, ileri düzey nanoteknoloji bilgisi gerektirdiği not

düşülmelidir. Sadece modüler yapı ve komponentler düzeyinde baktığımızda dahi AESA radarlarını geliştirip seri olarak üretebilecek ülke sayısını n son derece az olduğu görülür.

İkincisi, AESA radarlarını geliştirmek AR -GE ve ÜR- GE yapısı kadar, ilgili ülkenin savunma sanayii alt yapısıyla da doğrudan ilişkilidir. İlgili ülkede herh angi bir şekilde yerli ve milli olarak üretilen insanlı/insansız hava ve deniz platformları yoksa, o ülkenin radar teknolojisine uzun vadeli ve büyük ölçekli yatırımlar yapmasını beklemek gerçekçi değildir. En başta, radar teknolojisi üzerine uzmanlaşmış b ir insan kaynağının yetişmesi çok kısa vadede olabilecek bir husus değildir, bunun öncesinde ilgili ülkenin askeri havacılık ekosistemini kurmuş; savunma sanayisi alt yapısında önceden devralınmış önemli bir bilgi, birikim ve tecrübenin bulunması gerekir. Aksi takdirde dışarıdan satın alınan bir AESA radarının entegre edilmesi, test edilmesi yahut bakımının yapılması bile mümkün değildir. Bu açıdan bakıldığında ASELSAN’ın geliştirdiği her bir prototip ve her bir test aşaması dahi çözüm sürecinin önemli kilo metre taşları arasındadır. Kaldı ki esas çözüm, AESA radarlarının bilfiil gerçek muharebe ortamıyla buluşması, uzun saatler süren görevlerde kalması ve ardından gelen geri bildirimler ve performans ölç ümleri üzerine şekillenecektir.

Üçüncüsü; küresel güç rekabeti ve global pazardaki başat oyuncuların tutumlarıdır. Zira AESA radarları, stratejik seviyede ileri teknoloji ürünleridir. Bu radarlar üretici ülkeye istihbarat toplama, keşif, gözetleme, hedef tespiti ve takibi, sisteme entegr e mühimmata rehberlik etme, elektronik harp icra etme gibi birçok açıdan önemli üstünlükler sağlar. Dolasıyla ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, İsrail gibi bazı spesifik ülkelerin Güney Kore ve Türkiye gibi ülkelerin de AESA radarını milli ve yerli olara k üretmesinden memnun olacağını düşünmek elbette mümkün değildir. Bu nedenledir ki, AESA gibi kritik askeri teknoloji geliştirirken yaşanan en büyük sıkıntılardan birisi bahse konu pazardaki ülkelerin diğer oyuncuların pazara girişini engellemek için ana ve alt komponentlere ihracat kısıtlaması/engeli koymasıdır.

Dördüncüsü, çip seviyesinden son sistem entegrasyonuna kadar yüzde yüz milli imkanlarla üretilen radar teknolojisi demek önemli bir yatırım bütçesi demektir. Zira AESA teknolojisi oldukça pahalı bir teknolojidir; içerisinde oldukça yüksek meblağlara denk gelen geliştirme ve seri üretim maliyetleri barındırır. Sadece AR -GE süreci dahi önemli harcama kalemlerinin karşılanmasını gerektirir. Zira bu sistemin içerisinde alıcı- verici modüllerinin yanı sıra, iletkenler, soğutma sistemleri ve gelişmiş işlemciler gibi birçok kritik bileşen vardır. Dahası bu sistemlerin, tek başına çalışmadıkları, aksine kendi başlarına bir deniz veya hava platformunda ana komponent görevi gördükleri unutulmamalıdır. Dolayısı yla AESA radarlarının performansı, aynı zamanda sensör füzyon sistemlerine, aviyonik sisteme, görev bilgisayarlarına vd. nasıl entegre edildiği ile yakından alakalıdır. Bunun içinde de elektronikçi kadar, bilgisayar/yazılım ve yapay zekâ alanında uzmanlaşm ış yetkin ve tecrübeli bir insan kaynağının istihdamı şarttır. Tüm bu maliyet kalemleri hesaba katıldığında, birçok ülke AESA radarlarında yerli ve milli sistemlere yatırım yapmak yerine, yurt dışından hazır alıma dayalı tedarik politikasını tercih etmekte dir.

ASELSAN'IN GELİŞTİRDİĞİ RADAR TEKNOLOJİSİNİN STRATEJİK ÇIKTILARI

ASELSAN’ın AESA radarlarını yerli ve milli olarak üretmesi; enformasyon, askeriye, teknoloji, diplomasi, savunma sanayisi, istihdam politikası, ticaret ve ekonomi gibi birçok farklı dis iplin üzerinde doğrudan ve dolaylı olara k stratejik çıktı üretmektedir.

İlk ve en önemli stratejik çıktı; "bilgi", "istihbarat" ve "operasyonel" üstünlüğün kazanımıdır. Tekrar altını çizmek gerekir, AESA radarları entegre edildikleri platformun gözü ve kulağı konumundadır. En başta rakip ve düşman unsurları bertaraf etmek ve muharebe sahasında üstünlük kazanmak için risk ve tehdidi gerçek zamanlı ve doğru şekilde tespit ve teşhis etmek gerekir. Bu anlamda, bir İHA sürüsünden seyir füzesine yahut sınır ötes indeki rakip unsurların askeri faaliyetlerine kadar birçok hedefi eş zamanlı olarak tak ip ve etkisiz kılm ak mümkündür. İkincisi, AESA radarlarının donanım ve yazılımını geliştirme, yükseltme veya güncelleme yeteneğine sahip olmaktır. Sofistike teknolojile ri üretme kapasitesine haiz olan bir "entelektüel sermaye," hem dışa bağımlılığın azalmasında hem de savunma, güvenlik ve dış politikada "stratejik otonomi"ni n kazanılmasında asli unsurdur.

Üçüncüsü, milli ve yerli olarak üretilen hava ve deniz platformla rındaki radar gibi kritik bileşenlerin yine yerli ve milli kaynaklarla üretilmesi, muhtemel ambargo ve yaptırımların önüne geçmektedir.

Herhangi bir yaptırım yahut ambargo olmasa dahi, yurt dışından tedarik edilen bir ürünün teslimatında yaşanacak olası ge cikmenin yaratacağı "istihbarat boşluğu"nun; taktik, operatif ve stratejik seviyede operasyonları riske atacağı unutulmamalıdır.

Dördüncüsü, durumsal/operasyonel farkındalık açısından tehdit tanımlamasında mili kütüphaneye sahip olmamızdır. Türkiye gibi büyük bir coğrafyada risk ve tehdit kütüphanesi çok geniş olan ülkeler için “büyük resmi” görebilmek çok kıymetlidir. Bu anlamda tehdidi tespit, teşhis ve takip etmek, stratej ik düzey bir kuvvet çarpanıdır.

Beşincisi, ASELSAN sayesinde Türkiye’nin, AESA ra darı geliştiren az sayıda ülkeden birisi olması ve bu anlamda radar teknolojisinde üst lige çıkmamızdır. Bu sayede Türkiye, hem küresel savunma pazarı hem radar sistemlerinde daha g üçlü bir pozisyona kavuşmuştur.

Son olarak ise, ASELSAN’ın "ihtiyaç temelli" ve "platforma özgü" şekilde AESA ailesi geliştirmesidir. Dolayısıyla F -16’dan Anka -3 ve Akıncı’ya, Kızılelma’dan KAAN'a kadar farklı dizayn ve karakteristiği (anten sayısı, soğutma sistemi, modüler çalışma prensibi, yazılım mimarisi vd.) haiz hava platf ormlarına AESA radarının entegre edilmesi, radar teknolojisinde yetkinliğin kazanılması açısından çok belirleyicidir. Bir bütün olarak bakıldığında tüm AESA ürünleri, Türkiye’nin askeri caydırıcılığında kritik bir g üç çarpanı etkisi yaratacaktır.

Bundan s onraki aşama, artık AESA radarlarının gerçek muharebe ortamıyla buluşması, uzun saatler mesai yapması ve seri üretime geçmesidir. Bu anlamda MURAD AESA’nın ilk ürün olması itibarıyla gerek donanım gerekse yazılım tabanlı mimarisi (çoklu görev modları) bazında önemli geri dönüşlere konu olacağı; bilgi birikimi, maliyet hesaplama, performans ölçümü, optimizasyon artırımı ve tecrübe kazanımı itibarıyla bundan sonraki çözümlere referans teşkil edeceği unutulmamalıdır.

Kaynak: GAMZE KARABULUT