ABDULKADİR SELVİ/Anket sonuçları siyasete mesaj veriyor

Kamuoyu araştırmalarını dikkatli bir şekilde takip etmeye çalışıyorum. Güvenilir anketleri de paylaşmaya özen gösteriyorum. Anketlerde sadece partilerin oy oranlarına odaklanılıyor. Oysa ben aynı zamanda satır aralarını da okumaya çalışıyorum. Ünlü kamuoyu araştırmacısı İhsan Aktaş’ın başkanı olduğu GENAR, kapsamlı bir Türkiye raporuyla birlikte bir de anket yayınlıyor. GENAR’ın temmuz ayı anketinde birinci parti kim sorusuna yanıt olacak veriler yer alıyor. AK Parti yüzde 35.2 CHP yüzde 32 DEM Parti yüzde 9.8 MHP yüzde 9 İYİ Parti yüzde 3.9 Zafer Partisi yüzde 3.2 Yeniden Refah Partisi yüzde 3.1 TİP yüzde 1.3 Anahtar Parti yüzde 1.3 Diğer yüzde 1.2

Abdulkadi̇r Selvi̇-1

CHP NEDEN GERİLİYOR

AK Parti yüzde 35 düzeydeki desteğini korurken CHP kısmi bir gerileme içinde. Ama yüzde 30’un üzerinde kalmayı başarıyor. Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla birlikte CHP yüzde 35.6’ya tırmanmıştı. Kitleleri heyecana getirecek politikalarla tırmanışını sürdürebilirdi. Ancak sadece İmamoğlu’na endeksli politikalarla gerileme sürecine girdi. Yeni bir dünya kuruluyor. İsrail-İran savaşı yaşandı; ABD, İran’ı vurdu. PKK silah bırakma kararı aldı. Ekonomik sıkıntılar ise sürüyor. Ama CHP’nin bunlara ilişkin olarak ürettiği politikaları yok. Varsa da Ekrem İmamoğlu yoksa da Ekrem İmamoğlu. CHP’nin parti okulundaki Atatürk posterini bile kaldırıp yerine Ekrem İmamoğlu’nun resmini astılar.

İMAMOĞLU’NA KÖTÜ HABER

Bu aşamada bir de Ekrem İmamoğlu’nu üzecek bir sonuç paylaşacağım. GENAR’ın CHP Genel Başkanı kim olmalı sorusuna ankete katılanların yüzde 23.7’si Özgür Özel yanıtını verirken, Mansur Yavaş diyenlerin oranı ise yüzde 17.5’le ikinci sırada geliyor. Ekrem İmamoğlu yüzde 16.8’le üçüncü sırada yer alıyor. Onu yüzde 13.1’le Kemal Kılıçdaroğlu takip ederken, kısa bir süre önce CHP’ye dönen Muharrem İnce ise yüzde 1.2’yle son sıradan kendine yer bulmuş durumda. Burada Ekrem İmamoğlu’nu üzecek veri nedir, diye sorabilirsiniz. CHP seçmeni Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olamayacağı seçeneğini kabullenmeye başlamış durumda. Mahkûmiyet sürecinin uzun süreceğine kendilerini inandırmaya başlamışlar. O nedenle Ekrem İmamoğlu’nu şanslı görmüyorlar. Ama Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanmasından sonra yaptığı atakla yarışı açık ara önde götürüyor.

BİR UYARI DA İKTİDARA

CHP’deki durum bu ama iktidar açısından da tablo parlak değil. GENAR’ın “Türkiye’nin en önemli gündem maddesi ne?” sorusuna verilen yanıt şaşırtıcı değil. ‘Enflasyon ve hayat pahalılığı’ diyenlerin oranı yüzde 35’le ilk sırada geliyor. Erkeklerde bu oran yüzde 40.5, kadınlarda ise yüzde 29.5 çıkıyor. 6 ay önce bu oran yüzde 60’lar seviyesindeydi. Enflasyonun düşüş trendine girmesi, bölgemizdeki gelişmeler, savaş tehditleri yüzünden yüzde 35’lere gerilemiş ama yine de çok yüksek. Çünkü enflasyondaki düşüş henüz hissedilmeye başlanmadı. İktidarın en büyük rakibi ekonomi. Bunu yüzde 8.7’yle adalet takip ederken, yargı bağımsızlığı yüzde 5.7’yle üçüncü sırada geliyor. Savaş tehdidi ise yüzde 4.6 çıkıyor. Savaş tehdidi bile hayat pahalılığı ve enflasyondan sonra geliyor. Çünkü insanlar ekonomik savaşı daha önemsiyor.

BEKLENTİLER NE YÖNDE

Ekonomik tablo geleceğe dönük beklentileri de olumsuz yönde etkiliyor. 2026 yılında ekonomiye ilişkin beklentilerde ‘çok daha iyi olur’ diyenlerin oranı yüzde 5.1 çıkarken, ‘iyi olur’ diyenler yüzde 21.7’de kalıyor. ‘Aynı olur’ diyenlerin oranı yüzde 21.6 olurken, ‘kötü olur’ diyenlerin oranı yüzde 30.3 çıkıyor. ‘Çok daha kötü olur’ diyenler ise yüzde 21.1 çıkıyor. ‘Kötü olur’ diyenlerle ‘çok daha kötü olur’ diyenleri topladığımızda ise bu oran 51.4 çıkıyor.

TRUMP ETKİSİ

Bu verilerde sadece Türkiye’nin uyguladığı ekonomi politikaları etkili olmuyor. Trump’ın koyduğu gümrük vergilerinden devam eden Rusya-Ukrayna savaşına kadar ekonomi üzerinde etkili olan uluslararası gelişmeler de belirleyici durumda. 5 Bu veriyi dikkate almak ve atılacak adımlarla geleceğe dair umutları güçlendirmek gerekiyor. Çünkü insan umut ettikçe yaşar.

EKONOMİ YÖNETİMİNE GÜVEN

Peki ekonomi yönetimine güven ne düzeyde? Ekonominin yüzde 50’si güven üzerine yürür derler. ‘Hiç güvenmiyorum’ diyenlerin oranı yüzde 27 olurken, ‘güvenmiyorum’ diyenler ise yüzde 32.9 çıkıyor. ‘Ne güveniyorum ne güvenmiyorum’ diyenlerin oranı yüzde 16 olurken, ‘güveniyorum’ diyenlerin oranı yüzde 21.2 çıkıyor. ‘Çok güveniyorum’ diyenler ise yüzde 2.9’da kalıyor. Bu veriler bir önceki aya göre aynı kalmış durumda.

2. AHMET HAKAN/ Hamdi Ulukaya İlber Hoca için öyle bir şey dememiş

Ahmet Hakan

HAMDİ Ulukaya’nın İlber Hoca hakkında... “İlber Ortaylı ne iş yapar, hiç duymadım. Malum herkes Chobani yoğurdu kadar bilinir olmayabilir” dediğine dair bir rivayet dolaştırıldı. Ulukaya’nın böyle dediğine dair...- Binlerce paylaşım gördüm.- Düzinelerce habere rastladım. Yüz binlerce yorum okudum. Bu kadar insan yalan üzerinde ittifak etmiş olamaz diyerek... Oturup ben de bir yorum yazısı yazdım. Günümüzde yalanlar ile gerçeklerin iç içe geçmesiyle oluşan muazzam enformasyon kaosunu hafife almışım. Meğer milyonlarca insan, bal gibi de bir yalan üzerine ittifak yapabilirmiş. Hamdi Ulukaya’nın çevresinden dün bana ulaştılar. Dediler ki: “Hamdi Ulukaya’nın böyle bir açıklaması yok. Bu yalan piyasaya sürüldü ve bir anda yayıldı. Baş edemedik.” Sonuç olarak... Dün bu köşede çıkan yoğurtlu, cacıklı yazıyı yürürlükten kaldırıyorum. Adam dememiş öyle bir şey.

JENNİFER BAYMASI

JennIfer Lopez, kısa bir süre önce Antalya’dan geçti. Antalya konseriyle ilgili olarak... Yapılmadık haber, çekilmedik fotoğraf, dile getirilmeyen övgü kalmadı. Kaldığı otel odasıyla ilgili her türlü detayı öğrendik. Dansçılarının temel özelliklerine dair bir sürü şey duyduk. Sayfalar, siteler, ekranlar Jennifer’la doldu taştı. Tam Jennifer doyması söz konusuyken... Bu sefer de İstanbul’a geliyormuş Jennifer Lopez. Bu akşam konser verecekmiş Sizi bilmem ama bende bir Jennifer bayması oluştu gibi.

Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Eğitici Eğitimleri Başladı
Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli Eğitici Eğitimleri Başladı
İçeriği Görüntüle

SAHTE DİPLOMALI ŞEHZADE

Abdülhamid’in torunluğundan kendine kariyer inşa eden Abdülhamid Kayıhan Osmanoğlu isimli şahıs, sahte tarih bölümü diplomalı çıktı. Diplomanın iptali üzerine herkesin yaptığı espri aynıydı: “Şehzademiz bir gecede cahil kaldı.” “Dedemi çekemeyenler şimdi de beni çekemiyorlar” tarzı bir savunma geliştiren bu gecikmeli şehzadeye şunları hatırlatmak isterim: 6 Padişahlara saygımız var ama saltanat kalktı. Cumhuriyet devrindeyiz. Cumhuriyet sayesinde seni tepemize çıkarmıyoruz. Cumhuriyet sayesinde seni artık Rize’nin bir köyünden çıkan bir adam yönetiyor. Bunu hazmet ve kuyruğa girerek faturalarını öde. Sahte diploma işine gelecek olursak... Deden Abdülhamid’e Siyonist Theodor Herzl bile senin verdiğin zararı veremezdi. Koca padişahı mezarında ters döndürdün be adam.

GURBETÇİLERİ NEDEN SEVERİM

Çünkü bitmek tükenmek bilmeyen bir memleket sevdaları var. - Çünkü asimilasyona karşı müthiş bir direniş sergiliyorlar. - Çünkü kasabalarına, köylerine mutlaka bir ev yapmak istiyorlar. - Çünkü hayatlarının en güzel günlerini Türkiye’de geçirdiklerini söylüyorlar. - Çünkü açık sözlüler, ne düşünüyorlarsa güm güm söylüyorlar. - Çünkü Almanya, Fransa, Belçika hastası değiller. - Çünkü bir gün mutlaka buraya gelmek istiyorlar. - Çünkü nimetlerinden yararlansalar da Batı’yı küçümsüyorlar. - Çünkü gözlerini, kulaklarını hep Türkiye’ye çeviriyorlar. -Çünkü hor görenlere inat hep koşup geliyorlar Türkiye’ye.

MÜSAVAT BEY’İN İKNA ETMESİ ŞART

“Terörsüz Türkiye” sürecine dahil olmayan İYİ Parti’nin buradan bir çıkış yapabilmesi için... Vatandaşı şu konularda ikna etmesi gerekiyor: - Terör örgütünün kendini feshetmesinin ülkemize zararı nedir? - Silahların bırakılması güzel bir şey değil mi? - Ne yani? Şehitler gelmeye devam mı etsin? - İngiltere’si, İtalya’sı terör sorunlarını yıllar önce çözmüşler, biz niye çözmeyelim? - Şu kör olası 40 yıllık statüko aynen böyle gitsin mi? - İçine girip yapıcı rol oynamak yerine dışarıdan yıkıcı olmanın mantığı nedir? Müsavat Bey’in bu konularda ikna edici cümleler kurması gerekiyor.

3.ZAFER ŞAHİN/Sanal çöplükteki kontrol edilemeyen yangın

Zafer Şahi̇n

Türkiye, temmuz ayını orman yangınlarıyla geçirdi. İhmal, kundaklama, aşırı sıcak, aşırı nem, sert rüzgarlar vs. Kimse sebeplerle ilgilenmedi. Sonuca baktı. Ve tabiri caizse dayağı hükümete attı. Buraya kadar her şey normal. Aslında değil ama hadi öyle diyelim… Çünkü bu artık bir Türkiye gerçeği! Yangından, selden, depremden siyasi sonuçlar elde etmek için bir yangın da sosyal medyada çıkarmakta hiçbir sakınca görmüyorlar! İdeolojik körlük öyle bir noktaya gelmiş ki… İşi “Ormanları imara açacaklar, hükümet bilerek yakıyor” noktasına taşıyan müptezeller bile sosyal medyada kendilerine inanacak birilerini bulabiliyor. Eleştiri sınırlarını aşarak hükümete, Cumhurbaşkanı’na, Orman Bakanı’na, önlerine gelen herkese her hakareti ediyorlar. Her türlü yalan ve iftiraya başvurarak toplumu geriyorlar. Ama ne hikmetse ormanları yakanlara tek laf etmiyorlar! Türkiye’de orman yangınlarının çıkmasına sebep oldukları gerekçesiyle bir ayda, 13 ilde 42 kişinin tutuklandığını, bunlardan 39’unun şu an cezaevinde olduğunu biliyor musunuz? Bu ülkede kimse gerçeği bulmasına yardımcı olacak detaylarla ilgilenmiyor. Herkes sosyal medyada ateşin üzerine benzin dökmekle meşgul. Tutuklanan 42 kişiden 15’i ormanları kasten yakanlar. Diğerleri dikkatsizlik, tedbirsizlik sebebiyle ya da tarımsal faaliyet sırasında yangına sebep olmaktan içeride. Devlet sahada yangını söndürüyor, sorumluları bulup, cezalandırıyor. Bir zahmet sen de her gördüğüne, duyduğuna, söylenene inanma kardeşim. İnan her yangın söndürülür. Ama adına sosyal medya denilen o çöplükte çıkarılan yangının ülkene, sana verdiği zarar ormanlarımızdaki zarardan çok daha büyük, çok daha tehlikeli. Bunu sakın unutma. Provokatörlerin oyununa gelme. Hangi ilde kaç kişi tutuklandı? Meraklısı için tek tek yazalım. Hani soruyorlar ya… Kim yaktı bu ormanları? Ne oldu ormanları yakanlara? İşte cevabı.. Adana Kozan’da Henüzçakırı Mahallesi yangını: 1 tutuklu. Adana Çukurova Fadıl Mahallesi yangını: 5 tutuklu. Aydın Didim Akbük Mahallesi yangını: 1 tutuklu. 8 Aydın Nazilli Beğerli Mahallesi yangını: 1 tutuklu Balıkesir Dursunbey Bayıryüzügüney Mahallesi yangını: 1 tutuklu Balıkesir Aytıeylül Gökçeören Mahallesi yangını: 1 tutuklu Balıkesir Savaştepe Karaçam Mahallesi yangını: 2 tutuklu Balıkesir Burhaniye Hayran Halılar Mahallesi yangını: 1 tutuklu Bilecik Merkez Kurtköy köyü yangını: 1 tutuklu Bursa Mustafakemalpaşa Alacaat Mahallesi yangını: 1 tutuklu Bursa Harmancık Kışmanlar Köyü yangını: 1 tutuklu Hatay Dörtyol Karakese Mahallesi yangını: 1 tutuklu İstanbul Silivri Balaban Mahallesi yangını: 2 tutukl İstanbul Beykoz Çubuklu Mahallesi yangını: 1 tutuklu İstanbul Maltepe yangını: 3 tutuklu İzmir Aliağa Bozköy yangını: 3 tutuklu İzmir Bornova Yakaköy yangını: 3 tutukl İzmir Buca Mustafa Kemal Mahallesi yangını: 1 tutuklu İzmir Buca Zafer Mahallesi yangını: 1 tutuklu Manisa Akhisar Musaca yangını: 1 tutuklu. Manisa Saruhanlı Apak/Azimli yangını: 1 tutuklu Manisa Soma Turgutalp Mahallesi yangını: 1 tutuklu Manisa Turgutlu Osmancık Mahallesi yangını: 1 tutuklu Mersin Tarsus Karaağaç Mevkii yangını: 1 tutuklu Muğla Bodrum Dereköy Mahallesi yangını 1 tutuklu Sakarya Akyazı Boztepe Mahallesi yangını 1 tutuklu Uşak Eşme Balabancı köyü yangını: 2 tutuklu Uşak Eşme Yeleğen beldesi yangını: 1 tutuklu..

4. MAHMUT ÖVÜR/ Sahte diplomada FETÖ şüphesi

Mahmut Övür

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 2024 yılı haziran ayında başlattığı "sahte diploma" soruşturması kamuoyuna "Sahte diplomalı 400 profesör, doçent" olarak yansıtılınca birileri mal bulmuş mağribi gibi olayı köpürtmeye başladı. Bir sevinç çığlıkları atmadıkları kaldı. Bu müthiş bir ezikliğin işaretiydi. Bir anlamda içlerinde ukde kalan, savunmakta zorlandıkları diploması iptal edilen Ekrem İmamoğlu'nun rövanşı alınıyordu. Arsız arsız "Sizinkiler de yaptı" çapsızlığının yeni bir örneğiydi bu... Oysa söz konusu olan ülkenin güvenlik sistemine ve kurumlarının itibarına yönelik saldırıydı. Olayı açığı çıkartan da o çok şikâyet ettikleri "iktidar yargısı"ydı. Dosyadan anlaşılan karşımızda bir grup bilişim teknolojisini de bilen yeni tür organize bir şebeke vardı. Ancak sahtekârlık boyutu işin belki de en küçük yanıydı. 50 bin TL'ye ehliyet vermek, 100 bin TL'ye not yükseltmek gibi. Nelere yol açtığını, notu yükseltilen bir mühendisin neler yaptığını henüz bilmiyoruz. İddianameye yansıyan bir profesör veya doçent ismi de yok. Kuşkusuz bu da önemli ama daha vahimi ülkenin siber güvenliğinin deliniyor olması ve bakanlık gibi, üniversiteler gibi kurumların itibarının hedef alınmasıydı. İşte burada biraz durup düşünmek gerekiyor. Bu iş sadece iddianamede şüpheli 154 kişiden ibaret miydi yoksa arkasında bu tür konularda sicili kirli FETÖ veya FETÖ'ye de destek veren ve pusuda bekleyen MOSSAD gibi istihbarat örgütleri mi vardı? Bunlardan birinin çıkması hiç şaşırtıcı olmayacak. Bu ülkeye yöneltilen çok büyük bir saldırı... Arkasında kim varsa üzerine gidilmeli. Buna rağmen mevcut üniversite sistemine karşı kara propaganda yapanlar hemen harekete geçti. Onlar için iddianamenin içeriği önemli değildi, önemli olan iktidara ve mevcut sisteme zarar vermesiydi. İş öyle bir noktaya vardı ki makul saydığımız Kürşad Oğuz gibi gazeteciler bile İmamoğlu hatırlatması yapmaktan utanmadı.

AMAÇ SADECE PARA DEĞİL

Oysa söz konusu olan iktidar değil, ülkenin güvenlik sistemi ve üniversiteleriydi. Bu yüzden Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın hazırladığı iki iddianameyi dikkatle okumaya çalıştım. Hatta iyi bir hukukçu arkadaşımdan destek aldım. 10 Haberlerde de yer aldı, benzer suçlar işlemiş olan şüpheliler, iki ayrı elektronik imza sertifikası veren şirketi kullanarak, 14 üniversitenin öğretim görevlisinin, Göç İdare Başkanlığı'nın, Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu'nun, Milli Eğitim Bakanlığı ve bazı emniyet yetkililerinin adına sahte elektronik imza üreterek organize bir sahtekârlık yapmıştı. Sistemi kuran kişilerin amacı anladığım kadarıyla sadece para da değil, bilinçli bir biçimde hem devlet kurumlarını hem de üniversiteleri yıpratma, itibarlarını sarsmaydı. İşin püf noktası ise kurumlardaki en yetkili isimlerin e-imzalarının çıkartılması. Olayın geriye dönük uzun bir geçmişi var mı bilmiyorum. Umarım yoktur. İddianameye göre, organizasyonda öne çıkan iki isim var: Ziya Kadiroğlu ve Sinan Şimşek... Şüpheliler, Telegram gibi mesajlaşma programları üzerinden irtibat kurmuş ve sahte kimlik belgeleriyle e-imza başvuruları gerçekleştirmişler. Bu iki ismin geçmişi iyi araştırılmalı. Şu tablo da insanı şaşırtıyor: Bir şüpheli, bu yolla yaklaşık 40 kişinin işlemini gerçekleştirdiğini ve 150 bin TL civarında menfaat sağladığını söylüyor. Olay bu kadar basit mi doğrusu emin değilim. İddianamede, onlarca şüphelinin ismi geçiyor ve bu kişilerin farklı şehirlerde, hatta farklı ülkelerde (Suriye, Tacikistan) yaşayan insanlarla bağlantılı olduğu görülüyor.

BAKANLIKTAN SUÇ DUYURUSU

Son bir not: İddianamede organize çetenin nasıl çökertildiğine dair bir bilgi yok. Ancak olayın kamuoyuna yansımasından sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'ndan yapılan açıklama, en azından bazı kurumların erken fark ettiğini gösteriyor: "Yapılan araştırma sonucunda Genel Satış Daire Başkanı'nın kısa sürede adına düzenlenen eimzadan haberdar olup e-imzayı iptal ettirmesi sonucunda e-imza kullanılarak herhangi bir işlem gerçekleştirilmediği tespit edilmiştir. E-imzayı üretenler ve e-imza ile Bakanlığımız Belgenet sistemine bağlanmaya çalışan kişiler IP adreslerinden tespit edilmiştir. Bu kişiler hakkında işlem yapılmak üzere 25 Haziran 2025 tarihinde Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunulmuştur."

5. BERCAN TUTAR/Her iki krizinde kazananı Türkiye

Bercan Tuta

Ukrayna'da devam eden savaş ile Batı'nın İsrail üzerinden devreye soktuğu Gazze'deki soykırım, Lübnan, Suriye, İran ve Yemen'i de kapsayan Ortadoğu ve Doğu Akdeniz ile Hazar'dan Afrika Boynuzu'na uzanan Müslüman coğrafyasını yeniden dizayn hamlesidir. 11 Bu hamle, hedefinde İslam dünyasının çelik çekirdeği konumundaki Türkiye'nin yer aldığı küresel bir emperyal projedir. Gelişmelere sadece Ukrayna veya İsrail-Filistin krizi olarak bakarsak büyük resmi göremeyiz. Nitekim 24 Şubat 2022'de Ukrayna'ya yönelik askeri harekâttan kısa bir süre sonra Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, "Bu Ukrayna ile ilgili değil, dünya düzeniyle ilgili. Mevcut kriz, modern tarihte kader belirleyici, çığır açan bir an. Dünya düzeninin nasıl olacağı konusundaki mücadeleyi yansıtıyor" değerlendirmesinde bulunmuştu. Benzer şekilde "terör ile savaş" adı altında başlayan ve Arap Baharı ile Afganistan'dan Irak'a veya Tunus'tan Yemen ve Suriye'ye kadar uzanan bölgedeki hemen her ülkeye yayılan kaotik saldırı furyasının amacı da ne demokrasi ne adalet ne de özgürlüktü. Ana plan jeopolitik hedeflerdi. Bölgenin ve küresel sistemin emperyal ihtiyaçlara göre yeniden dizaynıydı. Bu süreç Ukrayna ve Gazze krizleriyle had safhaya ulaşmış görünüyor. Fakat şu aşamada küresel merkez için taşeronluk yapan vekil güç mahiyetindeki Ukrayna ve İsrail'in en çok kaybedenler olduğunu görüyoruz. İkincil olarak en büyük zararı gören aktörler ise bu vekil güçlerin suç ortağı ve efendisi konumundaki Avrupa ile ABD'dir. İsrail'in siyonist miti tarihe karışırken soykırımcı rejime dair bugüne kadar dünyaya dayatılan bütün ezberler de teker teker bozuluyor. Korku duvarlarını aşan küresel vicdan sahipleri, katliamcı İsrail'i tarihte hiç olmadığı kadar sıkıştırmış ve yalnızlaştırmış durumda. Zira İsrail'in soykırım ve bölgesel savaş yoluyla Ortadoğu'nun haritasını değiştirme projesi Türkiye tarafından Suriye'de akamete uğratıldı. Türkiye duvarına çarpan İsrail'in gerilemesiyle bölgede postsiyonist dönemin kapıları aralanmaya başladı. İsrail ve destekçisi aktörler bölgede güç kaybederken Türkiye hem içeride hem dışarıda tarih yazmaya devam ediyor. Bunun en somut örneği Suriye başta olmak üzere Ortadoğu'da esen Türkiye rüzgârıdır. Çünkü bölgedeki bütün ulusal ve yerel aktörlerin cazibe merkezi ve birinci adresi artık Ankara. Dolayısıyla Türkiye sadece Ortadoğu'da değil küresel aktörlerin kapıştığı Ukrayna krizinde de en büyük kazanan konumunda. Rusya'nın ABD ve Avrupa ile karşı karşıya geldiği krizde dünya yeni bir küresel güvenlik mimarisine doğru ilerliyor. Bu küresel mimarinin yıldız ülkesi ise Türkiye. Ankara diplomatik ve siyasi hamleleriyle her iki tarafın güvenine sahip tek aktör olarak arabuluculuk yaparken savunma sanayiinde yaptığı ataklarla da Ukrayna krizinde Kiev'den sonra en büyük darbeyi alan Avrupa'nın jeopolitik terazisindeki ağırlığı giderek artan ve hatta yer yer AB için can simidi olarak görülen vazgeçilmez bir aktöre dönüştü. 12 Hâsılı kelam izlediği özerk dış politika ve yaptığı ezber bozan askeri ve siyasi hamlelerle Türkiye şu an hemen her gün daha fazla ete kemiğe bürünmeye başlayan yeni dünya düzeninin de kilit ülkesi konumunda.

6. YUSUF DİNÇ/ İşletmeler çağın kurbanı mı, müjdecisi mi olacak?

Yusuf Di̇nç

Ömrüm, kendi çapımda, ekonomiyi anlamaya çalışmakla geçti. Dünya bir tarafa; Türk ekonomisini tanımak, tanımlamak, takdir etmekle uğraştım. Kapıyı tam açamadımsa da araladım. Geçmişe, mevcuda, geleceğe baktım. Ortaya konan emeği, gayreti, mücadeleyi ve tekrarlanamayacak her bir başarıyı düşününce yerçekimi adeta ortadan kalkıyor. Gerçekten idrak eden için Türk ekonomisi baş döndürücü koskoca bir makine gibi. Türk ekonomisinin gücünü biliyorum, girişimcilerinin kabiliyetini, ekonomik aktörlerin her birine has kaprislerini dahi... Bütününe saygı duyuyorum. Hanehalkının baktığı yerden de, işletmelerin baktığı yerden de, finansın baktığı yerden de ve devletin baktığı yerden de geniş bir uzlaşı dairesinin hep olduğunu gördüm. Bu daire içinde dünün ve geleceğin akislerini bile işitmek hep mümkündü. Fakat bugün bir şeyler değişiyor. Uzlaşı imkânı gene var ama alan daralıyor. Aral Gölü gibi çekiliyor. Eğer planlı değil ve farkında da değilsek beklenmedik ve belki umulmadık bir yapısal dönüşüme uğrayacağız. Ağızlara pelesenk olan türden bir dönüşümden bahsetmiyorum. Çin’in başarısından yayılan rüzgârın Türkiye’de şiddetli hissedilmesini kastediyorum. İktisadi düşünce ilk başta devleti özel girişimle dengeledi. Devletin ekonomik aktör olarak sahadan çekilmesi benimsendi. Sonraları özel girişimi reddeden yaklaşımlar yükseldi. Daha sonra özel sektörü devletle dengeleyen karma yaklaşım esas kabul edildi… Şimdi ise Çin tipi kapitalizmin etkisiyle devletin özel girişimi ve emeği bir tavada mısır patlatır gibi kavurması benimsendi. Heterodoksiye küresel rağbet de bundan. Nedense İslam iktisat düşüncesi içinden vakıf veya kooperatif gibi sivil toplum girişimlerine benim yüklediğim anlam hiç yüklenmedi. Buna mukabil devlet ve özel sektör arada bariyer olmadığından amansız ve kesintisiz bir çatışma içine girdi. 90’larda özel sektörün devlete neler yaptığını bizzat gördük 13 Bugün 90’lara göre daha dengeli bir Türkiye var ama sistemde bir şeyler yerinden oynadı. Devlet işletmelerinin varlığını sürdürmesine kayıtsız ve hanehalkı işletmelerle kavgalı. Kamu regülatif rolünün ötesine geçip daha fazla ve daha fazla müdahil olmaya rol almaya sürükleniyor. Üstelik rüzgâr, ilginç şekilde özel sektörün açık ara en başarılı olduğu gayrimenkul sektöründe kendisini hissettiriyor. O halde sormak gerekiyor; özel sektörün başarısı toplumun kederine mi dönüştü? Acaba Türkiye bir sektörün başarısını sindirebilecek durumda değil mi? Savunma sanayiinin başarılarını takdir edemeyenler üzerinden bu tartışmaya dair neler söylenebilir? Türkiye’nin Çin tipi komünal kapitalizmin rüzgarına girdiğini halk partisinin hür teşebbüsü boykot kararıyla, müteahhitte karşı ihtiyaçlar aleyhine geliştirilen tavırla, üç harfli marketlere karşı artan öfkeyle ve yeri geldiğinde başka örneklerle ele aldım. Ancak şimdi meselenin bilinçli yahut bilinçsiz bir eko-politik yönelimden ibaret olmadığını fark ediyorum. Daha derin… İşletmelerimize ve girişimcilerimize babalarımız, dedelerimiz, yakınlarımız hep saygı duydu. İşverenlerinin cömertliklerinden bahsettiler. Çalışkanlıklarını nasıl takdir etme eğiliminde olduklarını anlattılar. Bu minnet değildi. İşverenlerimiz de çalışanlarına saygı duydu. Bugün bu karşılıklı saygı bağı çözülüyor. Herkesin bunda payı var. Birçok işveren 40-50 yaş arası personeliyle daha genç personelleri arasında bir kıyas yapıyor. Neyin değiştiğini anlamaya çalışıyor. En çok kafa yoranlar ve düzeltme iradesi gösterenler dahi yapbozun parçalarını birleştiremiyor. Şu aktaracağım anekdot aynı rüzgârın etkisinden söz ettirebilir mi? Sevgili Gaffar Yakınca bir sohbetimizde anlatmıştı. Çin Komünist Partisinden üst düzey bir yetkiliyle tanışma fırsatı bulduğunda hedeflerinin ne olduğunu sormuş. Cevaben yetkili, “1 milyar insanımızı doyurmaktan başka bir hedefimiz yok,” diye yanıt vermiş. Gerçekten çarpıcı… Bütün değerler birer birer tası tarağı toplayıp giderken aynı hedefe sıkışmış gibi deneyimlediğimiz araçsallaştırma neyi anlatıyor? Doğduğumuz yerden doyduğumuz yere işveren olsun işçi olsun hepimizi getiren işletmelerimiz ve iş çevresinin anlam arayışı değil miydi? İşletmelerimizin ve vizyonlarımızın sağladığı refahı ve nimetleri yanlış yorumlayıp manadan koptuk mu acaba? Servetimizi, tahsilimizi, diğer imkanlarımızı ele doğru alamadık mı? 14 Soruları çoğaltmak değil maksadım. İşletmelerimizin iyi vizyonlarına hak ettikleri alanı hep beraber açacak mıyız, yoksa başka bir planımız mı var, merakımı gidermek. İşletmelerimizi çağa kurban mı vereceğiz, çağı onlarla mı teslim alacağız, meselesi…

7. DOÇ. DR. YASİN ATLIOĞLU/Hizbullah silah bırakacak mı?

Doç. Dr. Yasi̇n Atlioğlu

ABD’nin Lübnan siyasetini dizayn etmeye yönelik girişimleri, Donald Trump'ın ocak ayında ikinci kez başkanlık koltuğuna oturmasıyla yeni bir aşamaya girdi. Trump yönetimi, göreve başlar başlamaz Lübnan üzerinde diplomatik baskı kurarak, kendi taleplerini kabul ettirmeye çalıştı. Bu talepler başlangıçta İsrail ile Hizbullah arasındaki ateşkesin sürdürülmesi ve ateşkeste öngörülen koşulların yerine getirilmesiyle sınırlıydı. Hizbullah'ın İsrail'e karşı saldırılarını durdurması ve Litani Nehri’nin güneyindeki askeri varlığını sonlandırması isteniyordu. Geçen 6 aylık süreçte ABD’nin talepleri genişleyerek Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması konuşulmaya başlandı ve Lübnan'a verilecek siyasi ve mali destek örgütün silahlarını teslim etmesi şartına bağlandı.

ABD'NİN LÜBNAN'A YÖNELİK DİPLOMATİK BASKI SİYASETİ

Trump'ın Lübnan işlerinin sorumluluğunu verdiği ilk ABD’li diplomat, Orta Doğu Temsilci Yardımcısı Morgan Ortagus'tu. Ortagus, Beyrut’a yaptığı ziyaretlerde, ABD’nin taleplerini dile getirirken ne Lübnan iç siyasetine karışmaktan ne de İsrail yanlısı tutumunu göstermekten kaçındı. Şubat ayında yaptığı sert bir açıklamayla Hizbullah'ın yeni kurulan hükümette yer almasını engellemek istedi fakat bu dayatma başarısızlıkla neticelendi. Ortagus, İsrail'in ateşkesi ihlal edip Lübnan'a düzenlediği hava saldırılarına ve sınırdaki 5 stratejik tepeyi işgal etmesine sessiz kaldı. Ortagus'un Lübnanlı yetkililerle yaptığı görüşmelerde, İsrail'in Hizbullah'a karşı kazandığı askeri zaferden övgüyle bahsederken, saldırılarda yüzlerce Lübnanlı sivilin hayatını kaybetmesini dikkate bile almadı. Ortagus, mayıs ayında Hizbullah'ın Litani Nehri'nin güneyinden çekilmesinin yeterli olmadığını ifade edip, Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması konusunu gündeme getirerek ABD'nin Lübnan siyasetine yeni bir yön verdi. Öte yandan Orgtagus'un diplomatik teamüllerle bağdaşmayan davranışları Lübnan’da ABD’ye karşı ciddi bir güven kaybına yol açtı. Trump, bu durumun farkına varmış olmalı ki çok geçmeden Lübnan dosyasını Ortagus'un elinden aldı. Bundan sonra Lübnan işlerinin sorumluluğunu, mayıs ayında Türkiye’ye büyükelçi ve Suriye'den sorumlu özel temsilci olarak atanan Tom Barrack üstlendi. Barrack, Lübnan asıllı Hıristiyan iş adamı kimliğiyle hem Trump'ın hem de Lübnanlıların güvenebileceği bir isimdi. Trump, Barrack'a bir diplomatın sahip olabileceğinin ötesinde geniş bir hareket alanı sağladı. Barrack, bu geniş hareket alanını kullanıp kısa sürede Suriye ve Lübnan siyaseti üzerinde etkisini hissettirmeye başladı. Göreve başladığı ilk günden itibaren Suriye ve 15 Lübnan'daki sorunları birlikte düşünme ve çözme niyetini gösterdi. Fakat Barrack'ın bu tavrı ABD’nin bölgedeki stratejik önceliklerinden bağımsız değildi ve ABD’nin Lübnan'a yönelik diplomatik baskı siyasetinin merkezinde Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması vardı. Kuşkusuz son zamanlarda ABD’nin Orta Doğu'daki stratejik önceliği, Suriye'de ve Lübnan'da İsrail’e karşı tehdit oluşturmayacak ve İsrail'le barış masasına oturabilecek yönetimlerin var olması. Bu stratejik öncelik, Trump'ın bölgede barışı sağlama ve ABD hegemonyasını genişletme planıyla da uyumlu. Bu bağlamda İran'ın her iki ülkedeki nüfuzunu kaybetmesinin ardından Hizbullah'ın silahsızlaştırılması olmazsa olmaz bir gereklilik haline geldi. Dolayısıyla Barrack'ın Beyrut’a yaptığı üç ziyaretinde Lübnan'ın yeniden egemen ve istikrarlı bir devlet olabilmesini Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırması koşuluna bağlaması şaşırtıcı değildir. Asıl şaşırtıcı olan Barrack'ın ilk iki ziyaretinde diplomatik baskıyla Lübnan hükümetini harekete geçirmek istemesi ve tarihsel referanslar kullanarak Lübnanlıların tepkisini üzerine çekmesidir. Barrack'ın, Hizbullah'ı silahsızlandırma konusunda hızlı davranılmazsa Lübnan'ın yeniden Bilad-ı Şam'ın bir parçası olacağına dair sözleri, pek çok kişiye Suriye'nin Lübnan üzerindeki tarihsel iddialarını hatırlattı. Lübnanlı Hıristiyanlar, bu sözlere oldukça sert tepki gösterdi ve Barrack'ın Lübnan üzerinde rolünü sorgulamaya başladı. Barrack, yanlış anlaşıldığını söyleyerek tepkileri hafifletmek istese de bu sözler Lübnanlılar tarafından kolay unutulacak gibi görünmüyor. Lübnan'da Hizbullah'ın silahsızlandırılmasına yönelik taleplerin öncelikli muhatabı Devlet Başkanı Joseph Aun ve Başbakan Nevaf Selam'dır. Trump yönetimi, her iki siyasi aktörden hızlı davranmasını ve çağrı yapmanın ötesinde somut adımlar atmasını bekliyor. Trump yönetimi ayrıca, Selam hükümetinin resmi bir kararla Hizbullah’ın silahlarını bırakma sürecini bir takvime bağlamasını istiyor. Barrack, Beyrut'a yaptığı ziyaretlerde bu konuları açıkça dile getirdi. Bununla birlikte, Aun ve Selam hem ülke içindeki güç dengelerini hem de ülke dışından gelen talepleri gözeterek hareket etmek zorunda. Bu yapılmadığı takdirde Lübnan'ın yeni bir iç çatışmaya sürüklenme veya uluslararası toplumun desteğini kaybetme riski var. Aun, son açıklamasında Hizbullah'a silahlarını orduya teslim etme çağrısında bulundu ve silahların bırakılması karşılığında İsrail'in işgali ve saldırılarını durdurmasını içeren bir öneriyi ABD’ye sunacaklarını söyledi.

HİZBULLAH NASIL KARŞILIK VERECEK?

Tabii ABD'nin baskı siyaseti karşısında Hizbullah’ın nasıl karşılık vereceği en önemli mesele. Hizbullah lideri Naim Kasım, örgütün silahlarını bırakmasına yönelik çağrıların sadece İsrail’in çıkarlarına hizmet ettiğini söylüyor. Kasım'a göre Hizbullah asla silah bırakmayacak ve İsrail’e teslim olmayacak. Öte yandan Hizbullah yetkilileri geçen yıl İsrail’e karşı yürütülen savaşın örgüte verdiği zararın ve aynı süreçte bölgesel güç dengelerinde yaşanan değişimin de farkında. Hizbullah 16 için öncelikli amaç olumsuz koşullara rağmen örgütün varlığını devam ettirmek. İsrail'in Lübnan’daki işgalini sona erdirmesi ve hava saldırılarını durdurması karşılığında Hizbullah'ın ağır silahlarını pazarlık masasına getirmesi mümkün. Tabii bu Hizbullah'ın tamamen silahsızlandırılması manasına gelmiyor. Hizbullah için tehdit İsrail'le de sınırlı değil. Lübnan hükümeti ve ordusunun vereceği garanti, ülke içinde ve dışındaki bazı silahlı grupların Hizbullah veya Şii toplumunu hedef almasını engelleyemeyebilir. Bundan dolayı Hizbullah füzeleri, insansız hava araçlarını (İHA) içeren bazı silahlarını orduya teslim etmeyi kabul etse bile kendi varlığına karşı tehditlerle mücadele edebilecek bir silah gücünü elinde tutmak isteyecektir. ABD’nin Hizbullah'ı silahsızlandırma girişimi, İsrail'in güvenliğine katkıda bulunacak bir hamle olsa da İsrailli yetkililerin geçen yıl Hizbullah'ın komuta kademesi ve askeri gücüne indirdikleri darbeden sonra örgütün silah bırakmasını ne kadar umursadıkları muğlak. Lübnan siyaseti silah bırakma tartışmalarıyla çalkalanırken İsrail’in haftada birkaç kez Lübnan topraklarına hava saldırısı düzenlemesi gözden kaçmamalı. Hatta İsrail'de İran desteğini kaybetmiş ve askeri gücü zayıflamış bir Hizbullah'ı kullanışlı bir düşman olarak görenlerin sayısı hiç de az olmayabilir. Tabii daha önce birçok krizi, değişen koşullara ayak uydurarak atlatmayı başaran Hizbullah'ın yeniden eski gücüne ulaşması ihtimali İsrail’in uzun vadeli güvenlik politikaları açısından ciddi riskleri de içinde barındırıyor. Son olarak Hizbullah'ın silahsızlandırması, İsrail'in işgali sona erdirmesi ve uluslararası toplumun vereceği siyasi/ekonomik desteğin Lübnan'ın normalleşmesi açısından önemli adımlar olacağını belirtmek gerekiyor. Fakat tüm bunlar Lübnan'da egemen ve istikrarlı bir devletin ortaya çıkması için yeterli olmayabilir. Unutulmamalıdır ki Hizbullah gibi güçlü bir siyasi, askeri ve toplumsal aktörün doğuşu ve büyümesi ülkedeki mezhepçi sistemin ve zayıf devletin bir neticesidir. Lübnan'daki mezhepçi sistem tasfiye edilmediği müddetçe Hizbullah tamamen ortadan kalksa da farklı mezhepsel aidiyete sahip yeni bir örgütün dış destekle güçlenmesi ve devlete meydan okuması mümkündür. Büyükelçi Barrack başta olmak üzere, ABD'li yetkililerin Lübnan'ın egemenliğinden ve Lübnan devletinin güçlendirilmesinde bahsederken mezhepçi sisteme ve bu sistemden beslenen siyasi liderlere hiç değinmemesi manidar

Kaynak: FADİME YILDIRIM