1. ABDULKADİR SELVİ/İki ankete göre AK Parti ve CHP
İki kamuoyu araştırma şirketinin anketini birlikte takip ediyorum. Biri İhsan Aktaş’ın başkanı olduğu GENAR’ın diğeri ise Areda-Survey’in. Anketlerde ilginç dalgalanmalar var. İnen partiler ve yükselenler var. Ayrıca hem DEM Parti’nin hem de aşırı milliyetçi partilerin oy oranlarında artışlar gözleniyor. CHP’deki kısmi gerileme sürüyor. CHP, yüzde 30’a oturdu. Ama bir tık aşağı gittiğinde yüzde 30’un altındaki partiler kategorisine gerileyecek. AK Parti ise yüzde 33’ler seviyesinde. AK Parti ile CHP arasındaki fark 3 puana çıktı.
AK PARTİ VE CHP
GENAR’ın ağustos ayı araştırmasına göre AK Parti’nin oy oranı yüzde 33.6 çıkarken, CHP’nin oy oranı yüzde 30.3’e gerilemiş durumda. CHP mart ayından itibaren tırmanışa geçmiş, mayıs ayında 35.6’ya ulaşmıştı. Neredeyse yerel seçimde aldığı oy oranını yakalamıştı. Ancak temmuz ayından sonra iki puan kaybederek ağustosta yüzde 30.3’e düştü. CHP, sadece Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması üzerinden bir mağduriyet siyaseti oluşturdu. Bununla tabanını konsolide etti. Oylarını yükseltti. Ama sadece Ekrem İmamoğlu’na takılıp ülkenin ekonomi başta olmak üzere diğer sorunlarına odaklanmayınca tek kanatlı kuşa döndü. Tek kanatlı kuş uçmaz. AK Parti yeniden birinci parti oldu ama temmuz ayında AK Parti de oy kaybetmiş. Yüzde 35.2’den yüzde 33.6’ya gerilemiş.
MİLLİYETÇİ BLOK
DEM Parti yüzde 9.8’le üçüncü sıraya yükselmiş. Bunda PKK’nın silah bırakma kararının etkili olduğundan kuşku yok. MHP yüzde 8.1 olurken, İYİ Parti yüzde 5.5 çıkıyor. Zafer Partisi yüzde 4.8 olurken, Yeniden Refah Partisi yüzde 2.5’le pozisyonunu koruyor. Anahtar Parti ise yüzde 2’lik oy oranı ile ‘bu yarışta ben de varım’ diyor. MHP dışındaki milliyetçi partiler olan İYİ Parti, Zafer Partisi ve Anahtar Parti’yi topladığımızda yüzde 12.3’lük bir orana ulaşıyorlar. Bu önümüzdeki seçimler açısından yeni bir milliyetçi cephenin işareti olabilir.
AREDA ARAŞTIRMA
Areda-Survey’in araştırmasında ise AK Parti yüzde 33.5 olurken, CHP yüzde 31.8 çıkıyor. 4 DEM Parti yüzde 9.7’yle üçüncü sıraya yerleşirken, MHP yüzde 8.4 çıkıyor. İYİ Parti yüzde 4.1 olurken, onu yüzde 3.1’le Yeniden Refah Partisi takip ediyor. Zafer Partisi’nin oy oranı ise yüzde 3.8 çıkıyor.
TERÖRSÜZ TÜRKİYE’YE DESTEK ARTIYOR
Geçmiş dönemlerde bu tür süreçler başarısızlıkla sonuçlandığı için kamuoyu bu kez daha ihtiyatlı bir şekilde takip ediyor. Ancak PKK’nın silah bırakma kararından sonra toplumun Terörsüz Türkiye’ye olan desteği gözle görülür bir şekilde yükselmeye başladı. GENAR’ın anketinde Terörsüz Türkiye’nin başarıya ulaşacağına inananların oranı yüzde 56 çıkıyor. Bu oran mart ayında yüzde 34’tü. İlginç bir nokta Terörsüz Türkiye’nin başarılı olacağına inananların oranı AK Parti ve MHP seçmeninde artarken, DEM Parti seçmeninde düşüyor. DEM Parti yöneticilerinin kendi tabanlarını ikna etmek için daha istekli davranmaları gerekiyor. Ama bunu sadece DEM Parti’nin sırtına yükleyemeyiz. İktidarın da sürece olan güveni artıracak yeni adımlar atmasına ihtiyaç var.
CHP’YE GAZ ATILMASI DOĞRU OLMADI
Gürsel Tekin’in CHP İstanbul İl binasına girişi sırasında yaşanan gerginlikleri biliyorsunuz. Gürsel Tekin’e hakaret eden, su şişesi fırlatan, aleyhinde slogan atanlar oldu. İl başkanının odasına barikat kurulması ise unutulacak gibi değildi. Gürsel Tekin’le ilgili mahkeme kararının uygulanmasında yadırganacak bir şey yoktur. Eğer bir devlet mahkeme kararını uygulatamıyorsa o zaman dükkânı kapatın gidin. Ancak il binasının girişinde gaz sıkılması doğru olmadı. Orası bir siyasi partinin temsilciliği. Bir terör yuvası değil. Ana muhalefet partisinin İstanbul il başkanlığı. Siyasi partilerimizi korumazsak bugün CHP’ye olur yarın başka partilere. Bunlar doğru şeyler değil.
GAZETECİ DÜŞMANLIĞI CHP’YE YAKIŞMADI
CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Taksim’de Atatürk Anıtı’na çelenk koyma törenini izleyen CNN TÜRK muhabiri Ümit Uzun bir grup işgüzar partili tarafından meydandan çıkarıldı. Yayın yapması engellendi. Ümit Uzun, Gazze savaşında İsrail’de görev yaptı. İsrail askeri engellemedi. İsrail’in Lübnan’ı vurduğu sırada Lübnan’da canlı yayındaydı, Lübnan’da engellenmedi. Suriye’de defalarca yayın yaptı kimse engellemedi. Ama CHP’nin Taksim’deki programında yayın yapması engellendi. Meydanın dışına çıkarıldı. Özgür basını dillerinden düşürmeyenler açısından eksi bir puan oldu. Bu tavır yakışık almadı. CHP’ye yakışmadı.
2. NEDİM ŞENER/İzmir saldırısı İran’lı MOSSAD ajanlarının ‘sahte bayrak’ operasyonu mu
İZMİR’in Balçova ilçesinde polis merkezine düzenlenen ve Emniyet Müdürü Polis Başmüfettişi Muhsin Aydemir ile polis memuru Hasan Akın’ın şehit olduğu, iki polisimizin yaralandığı saldırı her yönüyle bir ‘sahte bayrak’ istihbarat operasyonuna benziyor. İstihbarat dilinde ‘sahte bayrak’ operasyonu, gerçek faillerin gizlendiği eylemler için kullanılıyor. Yani operasyonda bir ‘kukla’ ve onu oynatan bir ‘kuklacı’ var. İzmir’de saldırıyı gerçekleştiren 16 yaşındaki saldırgan E.B.’nin DEAŞ terör örgütüne ait paylaşımları ve attığı slogan, silah kullanma şekli, yüzündeki maske, üzerindeki hücum yeleği, vurulduktan sonra üzerindeki ses bombasını atması, bilgisayardan etkilenerek kalkıştığı bireysel bir saldırı olmadığını gösteriyor. Bilgisayar içeriklerinden etkilenen kişinin silahı bu derece etkili kullanması elbette normal değil. E.B.’nin saldırı için özel eğitildiği akla geliyor.
MİT AKADEMİ’NİN RAPORU
Nitekim, olayın ardından irtibatta olduğu İran vatandaşı Khaleg Nooriborojerdi’nin gözaltına alınması bu konuda bir fikir veriyor. Ayrıca Ankara’da 2, Şanlıurfa’da 1 kişi olmak üzere 5’i yabancı uyruklu toplam 27 kişinin gözaltına alınması, bu saldırının arkasındaki ağın görünenden daha geniş olabileceği hakkında görüşleri destekliyor. Peki bu şebekenin ucu nereye çıkar? Milli İstihbarat Teşkilatı’na bağlı Milli İstihbarat Akademisi’nin (MİA) ağustos ayında yayımladığı ‘12 Gün Savaşı ve Türkiye İçin Dersler’ başlıklı raporu bu konuda uyarılar içeriyordu. Soykırımcı Siyonist İsrail’in İran’ı hedef almasından sonra ABD’nin de katıldığı bombardımanla destek verdiği ‘12 Gün Savaşı’ olarak adlandırılan saldırının arkasındaki istihbarat aklını inceleyen raporda, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın rolü de ortaya konuyordu.
MOSSAD 250 DOLARA ELEMAN BULUYOR
İsrail’in suikast, sabotaj dahil İran’a yaptığı her saldırıda MOSSAD’ın bu ülkedeki istihbarat ağının büyük rol oynadığını örnekleriyle anlatan raporda şu tespitlerde bulunulmuştu: “İsrail ile İran arasındaki 12 günlük savaş boyunca İsrail-ABD ikilisinin İran’a vurduğu ağır darbelerin arkasında, en az savaş teknolojileri kadar başarılı istihbarat faktörü de yatmaktadır. İsrail istihbarat servisi MOSSAD’ın uzunca bir süredir İran içinde iyi organize olmuş unsurlarının bulunduğu bilinmektedir. Sosyal ve ekonomik sorunlar, İsrail’in ülke içindeki nüfuz ağı kurmasını 6 ciddi biçimde kolaylaştırmış olmalıdır. Nitekim İsrail için çalıştıkları iddiasıyla tutuklanan bazı zanlıların aylık 250 dolar aldıkları İran basınında yer almıştır. Öte yandan 2009 yılındaki toplumsal rahatsızlıklar ya da Mehsa Emini olayı gibi hadiseler de kritik toplumsal kesimlerin yönetime yabancılaşmasına yol açmıştır ki, bu da yabancı istihbarat örgütlerinin eleman devşirmesinde etkili bir faktör olmuştur. Seküler kesimlerin ya da etnik azınlıkların yönetime olan tepkilerinin artışı, Halkın Mücahitleri Örgütü ya da ayrılıkçı Komala gibi örgütlerin son olaylarda neden bu kadar öne çıktıklarını da açıklayabilir. İsrail’in İran içinde kurmuş olduğu şebekenin diğer bir ayağını organize suç örgütleri oluşturmaktadır. Para karşılığı ve anlık iş yapan bu kimseler, çoğu zaman ne yaptıklarını tam olarak bilmemektedir.
FETÖ’CÜLERE VE BÖLÜCÜLERE DİKKAT
İsrail’in İran’daki unsurlarının diğer bir ayağını Halkın Mücahitleri Örgütü’ne bağlı kimseler oluşturmaktadır. Bu kişilerin operasyonel konularda öne çıktığı ve birçok suikast ve sabotaj olayında doğrudan yer aldığı bilinmektedir. Türkiye’de de FETÖ gibi örgütlerin, benzer senaryoda Halkın Mücahitleri Örgütü’ndeki gibi bir rol oynamaları ihtimali göz önünde tutulmalıdır. İsrail’in İran içinde kurmuş olduğu şebekenin diğer bir ayağını organize suç örgütleri oluşturmaktadır. Son olarak özellikle sınır boylarındaki kaçakçılık konusunda Kuzey Irak merkezli Komala gibi bazı Kürt örgütlerinin de olaylara müdahil olduğu yönünde İran basınında çeşitli haber ve yorumlara yer verilmiştir. Yabancı istihbarat servislerinin İran’a karşı kullandığı diğer bir zemin, ülkedeki etnik ayrılıkçı hareketler olmuştur.”
ÇOCUKLARI KULLANABİLİRLER
Milli İstihbarat Akademisi raporunda, İran’daki ekonomik, sosyal ve siyasi sorunların İsrail’in bu ülkedeki istihbarat ağını büyütmesinde rol oynadığını, devlet görevlilerinden bile casus devşirdiğini, sokakta 250 dolara bile ajan bulabildiğini anlatırken bu konuda Türkiye’de de çocuk yaşta kişilerin istihbarat elemanı olarak da kullanılabileceğine şöyle dikkat çekilmişti: “İstihbarat, özellikle de çatışma ve savaş dönemlerinde yalnızca belirli kurumlarla sınırlandırılamayacak kadar geniş bir alanı içermektedir. Bu nedenle Türkiye’de istihbarata karşı koyma hususunda kamuoyundaki farkındalık düzeyi artırılmalıdır... Türkiye’de de mahalle bazındaki bekçilerden en üst seviye stratejik kurumlara kadar bütün güvenlik güçlerinin bu hususta tam bir koordinasyon içinde olması zaruridir. Gelişen ve dönüşen haberleşme teknolojileri, sıradan vatandaşları hatta çocuk yaştaki bireyleri çok değerli istihbarat kaynaklarına dönüştürebilmektedir. İstihbari farkındalığı artırmak için basın yayın faaliyetlerine özel önem verilmelidir. Bu konuda stratejik iletişimin derinlik ve kapsamının genişletilmesi elzemdir. Bu 7 hususta Pakistan ve İran’ın son haftalarda Afgan göçmenlere yönelik attığı adımların yakından takip edilmesi elzemdir. Zira insan istihbaratı hususunda ekonomik ve toplumsal açıdan dezavantajlı kesimlerin, maddi motivasyonlarla yabancı ülkeler tarafından kullanılması muhtemeldir. Bu açıdan karşı koyma faaliyetlerinin artırılması, başta emniyet ve jandarma olmak üzere yerel kolluk güçleriyle koordinasyonun sıkılaştırılması gerekmektedir...”
ABD-İSRAİL MAŞASI
DEAŞ Suriye’deki gelişmelerin ardından İsrail’in Türkiye’ye yönelik tehditleri artmaya başladı. Siyasetçiler ve İsrail medyası Türkiye’ye yönelik saldırgan ve operasyon içerikli mesajlar yayınlarken, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik tehditlerde de bulunuyorlar. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde Türkiye’yi hedef alan, hatta suikast tehditlerinde bulunan İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın devşirdiği İranlı ajanlar üzerinden Türkiye’de operasyon için düğmeye bastığını düşünmek için elimizde sebeplerimiz var. İsrail’e hiç saldırı yapmamış DEAŞ’ın ABD ve İsrail’in bir aparatı olduğu artık bir sır değil. MİT Akademi raporunda yazıldığı gibi çocuk yaşta E.B. gibi DEAŞ’lı motifi verilmiş maşaları bulmak ise en kolayı...
3. NEBİ MİŞ/Türkiye’nin potansiyeli ve siyasetin orta vadeli geleceği
Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, 2026-2028 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programı açıkladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, kabine toplantısı sonrasında programda öne çıkan bazı hususları tekrar vurguladı. Açıklanan program, geçmişe, bugüne ve geleceğe dair oldukça önemli karşılaştırmalı veriler sunuyor. Türkiye'nin potansiyeli maalesef günlük siyasi pozisyon tartışmaları içinde tam olarak görülmüyor. Türkiye, hem içeriden hem dışarıdan birçok kez koordineli müdahalelere uğramasına rağmen, 15 yıl boyunca büyümesini sürdüren bir ülke. 2028 yılında büyüme hızının yüzde 5'e ulaşması bekleniyor. Ülkemiz 2025 yılı sonu itibarıyla dünyanın 16'ncı, Avrupa'nın 6'ncı büyük ekonomisi olacak. 2002 yılında Türkiye'nin milli hasılası 239 milyar, kişi başına gelir de 3.616 dolardı. 2028 sonunda milli gelirin 1.9 trilyon dolara ulaşması ve kişi başına gelirin de 21 bin doları kolayca geçeceği öngörülüyor. Küresel belirsizlik ve bölgesel istikrarsızlık beklentilerine rağmen Türkiye'nin ekonomisi büyümeye devam ediyor. Rezervler 178.4 milyar dolara ulaşmış durumda. Bu aynı zamanda ekonominin iç tartışmalara ve dış şoklara karşı dayanıklılığının giderek arttığını gösteriyor. 8 Yine Türkiye'nin risk primi, 700'lü seviyelerden 270 seviyesine geriledi. Enflasyon istenilen düzeyde olmasa da düşmeye devam ediyor. İşsizlik oranı şu anda yüzde 8.5 civarlarında. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında bu kötü bir oran değil. Açıklanan Orta Vadeli Program döneminde 2.5 milyon yeni istihdamın sağlanacağı ve ihracatın 300 milyar doları aşması bekleniyor. Bazen rakamlar soyut görünebilir. Ya da şu anda yüksek enflasyondan dolayı, alım gücü düşen ve ekonomik olarak zor durumda olan insanlarımız, açıklanan bu rakamlara şüphe ile bakabilir. Hatta yazıyı okuduklarında "Biz niye bunları görmüyoruz" diye sitem edebilirler. Düşük gelirli insanlarımızın bu konuda haklılığını anlamak gerekir. Türkiye'nin potansiyelini bugünlerde en iyi ölçebileceğimiz alanlardan biri, deprem bölgesinin imarı ve inşası konusunda gelinen süreç. 6 Şubat 2023 tarihinde dünya tarihinin en yıkıcı depremlerinden biriyle karşılaştık. 11 ilde büyük yıkım gerçekleşti. Çok kısa sayılabilecek bir sürede bu illerin imar ve inşası neredeyse tamamlanma aşamasına gelmiş durumda. Şu ana ana kadar 304 bin 836 bağımsız bölüm hak sahiplerine teslim edilmiş. Yıl sonuna kadar 453 bininin tamamlanması hedefleniyor. Bu rakamların somut bir karşılığı var. En azından deprem bölgesinde yaşayanlar biliyor. Türkiye'nin potansiyelini savunma sanayi, nükleer enerji yatırımları, alt ve üst yapı yapıda gelinen noktalara bakarak da kolayca tespit etmek mümkün. Türkiye'nin bu büyük potansiyeline rağmen, muhalefetin devam eden çok katmanlı krizi bu gelişmelerin üzerini örtüyor. Muhalefetin bir türlü gelecek vaat etmemesi, onlara destek veren toplum kesimlerini sürekli hayal kırıklığına uğratıyor. Türkiye'nin en önemli muhalefet partisi CHP'nin, kendi krizini çözmek yerine, sürekli olarak "Hayatı durduracak eylemlere başvururuz" tehdidi sadece kendi krizini derinleştirmiyor, aynı zamanda, destekleyenleri de karamsarlığa ve umutsuzluğa itiyor. CHP Genel Başkanı Özgür Özel, dün yine yabancı basına demeç vererek, "yargıçların bir kısmının Erdoğan'ın kontrolünde olmadığını" söyleyerek, seçimleri ve referandumları mahkemeye taşımaktan bahsetmiş. Böyle bir demecin ne anlama geldiğini uzun uzun tartışmaya gerek yok. Muhalefete gönül veren çevrelerin bu tip açıklamaları duyunca partilerine yönelik güven duygusunun aşındığı kolayca gözlemlemek mümkün. Bir ülkenin en önemli muhalefet partisinin genel başkanı gerçekten kendi krizini bu bakış açısıyla çözebileceğini düşünüyorsa, muhalefetin Türkiye'ye ürettiği maliyet daha da artacak demektir. Bu da Türkiye'nin potansiyeli açısından orta vadede en zayıf olduğu sektördür.
4. MELİH ALTINOK/Sıradaki “sarayın adamı” kim?
Baykal'a "sarayın adamı" dediler. Yerine etkili muhalefet yapacağını söyledikleri Kılıçdaroğlu'nu getirdiler. Adını da "Gandi" koydular. Ülkenin başına getirmeye çalıştılar. Az daha başarıyorlardı da. Seçimi ikinci tura taşıyıp yüzde 52 alan Erdoğan karşısında yüzde 48'e kadar çıktılar. Şimdi ona da "sarayın adamı" diyorlar. Bizzat CHP'li vekiller, seçimden sonra çıkıp "Allah Türkiye'yi korumuş. Kemal Bey iyi ki seçilemedi" bile dediler. Hangi birini sayalım... "Umudun adı" deyip seçmenin önüne alternatif diye koydukları Muharrem İnce'yi mi? Onun da akıbetini biliyorsunuz işte. Cumhurbaşkanı olsun diye yeri göğü inlettikleri İnce'ye de Baykal'a yaptıkları gibi genel merkez tarafından belaltı komplo düzenlediler. Ve elbette "sarayın adamı" ilan ettiler. Yanılmıyorsam, geçenlerde yine "Gel bakalım Muharrem" dediler, o ayrı konu. Evet, hiç ara da vermiyorlar. 19 Mart'tan beri 2028 seçimlerine ön ödemeli aday yaptıkları İmamoğlu'nun kirli çamaşırlarını ortaya döken ne kadar yakın çalışma arkadaşı varsa hepsini "sarayın adamı" ilan etmekle meşguller. İki üç gündür de CHP'nin sembol isimlerinden biri olan Gürsel Tekin'i hedef tahtasına oturtmuşlar, parti binalarına sokulmayacak kadar büyük bir hain olduğunu söylüyorlar. Eyvah eyvah! Son seçimlerde "hepsi oradaydı". Ya cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanıp ülkeyi yönetiyor olsaydı bu sarayın adamları, ne olacaktı? Tehlikenin farkında mısın "Ey Cehape seçmeni?" Peki, sırada kim var? Sizce yarın çıkıp bugün arkasında hizalandıkları hangi ismi sarayın adamı ilan edecekler? Özgür Özel'i mi, İmamoğlu'nu mu? Evet, biliyorum, ikisini de ama önce hangisini diye soruyorum.
'ALLAHU EKBER' DEYİP TÜRK POLİSİNE SALDIRMAK
İzmir'de karakola saldırı düzenleyen, 2 polisi şehit edip 6 kişiyi de yaralayan 16 yaşındaki saldırgan "Allahu ekber" diye bağırıyordu. Artık kafası nasıl bulandırıldıysa, dünyadaki tüm Müslümanların gözlerini çevirdiği, başı sıkışınca sığındığı ve bu yüzden Batı'nın hep arafta tuttuğu Türkiye'ye "Allah" diyerek saldırıyor. 10 Türkiye'yi "darülharp" ilan ederek gençlere hedef gösteren sakallı, sarıklı yabancı istihbarat aparatlarının sözlerine kandığı kesin. Zira internetin karanlık dehlizleri, sosyal medyada her köşebaşı, Türk devletini, hükümeti "kâfir" ilan eden provokatörlerle dolu. Kiminin ipini Körfez'dekiler tutuyor, kiminin İsrail, kiminin başka bir "komşu". Siz hiç, Türkiye'de, Irak'ta, Suriye'de Müslüman kanı döken bu radikallerin İsrail'e taş attıklarını duydunuz mu? Bu arada, acaba saldırgan yerde yaralı olarak yatarken elini çantasına attığı hâlde arkadaşlarını öldürdüğü polislerin tetiğe daha fazla basmadıklarını, merhametlerini fark etti mi? Ettiyse bundan daha büyük bir vicdan azabı olamaz.
ÖZEL, İNGİLİZ'E NASIL ŞİRİN GÖRÜNECEĞİNİ BİLİYOR AMA...
Bir hafta önce, yolsuzluk zanlılarını savunmak için, ne ilgisi varsa Vahideddin'den bahsedip "İngiliz zırhlılarına binip kaçanlar" kalıbını tekrar eden Özgür Özel sıkışınca soluğu yine Londra'nın sahiplerinin gazetesinde aldı. Financial Times'a verdiği mülakatta, "Türkiye'nin Rusya gibi tek parti sistemine sürüklenmesine izin vermeyeceğiz" diyor. Demek ki Osmanlı tarihine ilkokul seviyesinde dalmazdan önce, Türk yargısına müdahale etmedikleri için "Terk edilmiş hissediyoruz" diye sitem ettiği İngiliz dostlarından hepten ümidi kesmemiş. Gelin görün ki ABD'den sonra İngiltere de kendilerinden ümidi kesmiş durumda... Özel'in hâlâ anlamadığı, bir Zelenski'nin bile İngiltere'ye ağır geldiği. Dolayısıyla, Okyanus ötesinden esen soğuk Trump rüzgârını cepheden yiyen Londra'nın en son ihtiyacı olan şeyin, ikinci bir Zelenski'yi başına bela edip üstüne de Türkiye'yi karşısına almak olduğu.
AİLE ALBÜMÜ
Dünün karesi, CHP İstanbul İl Başkanlığı'nda barikat kurup mahkeme kararının uygulanmasını engelleyen Mahmut Tanal'dan geldi. Altına da şu notu iliştirmiş: "Polis kapalı yerde sigara içiyor. Kanunun bekçisi kanuna uymuyor."
5. TAHA KILINÇ/ Şâh-ı Zinde’de…
Kusem bin Abbas, sahâbe içerisindeki en nasipli insanlardan biriydi. Babası Hz. Abbas Hz. Peygamber’in amcası, annesi Ummu’l-Fadl Lubâbe ise hem Hz. Hatice’den sonra İslâm’a giren ilk kadın hem de Hz. Peygamber’in eşlerinden Meymûne binti Hâris’in kız kardeşiydi. Fiziksel açıdan Hz. Peygamber’e benzerliğiyle tanınan Kusem, hayatı boyunca ondan hiç ayrılmamış; vefatının ardından da gasil, tekfin ve defin işlemlerinde hazır bulunmuştu. Hz. Peygamber’in mübarek bedenini toprağa yerleştirdikten sonra, kabirden çıkmadan evvel o pâk vücuda en son dokunan da Kusem olmuştu. Râşid Halifeler döneminde Mekke ve Medine valilikleri gibi önemli vazifeleri deruhte eden Kusem bin Abbas, Emevîler devrinde Horasan ve civarının fethine iştirak etti. Hz. Osman’ın oğlu Saîd’in komutasındaki seferlerde aktif şekilde görev alan Kusem, bizzat katıldığı Semerkand’ın fethini (675) müteakiben İslâm’ı yaymak için şehre yerleşti. Ancak bir yıl sonra, namaz kıldırdığı esnada bir gayrimüslim tarafından bıçaklanarak şehit edildi. Semerkand’daki tarihî Efrâsiyab şehrinin kalıntılarının güney kıyısına defnedilen Kusem bin Abbas’ın kabri, kısa zaman içinde meşhur bir ziyaretgâh haline geldi. Müslüman ahali, şehitlerin ölmediği hakikatinden hareketle, kendisini “Şâh-ı Zinde” (Ölümsüz Padişah) olarak isimlendirdi. Karahanlılar döneminde etrafına eklenen binalarla bir külliyeye dönüştürülen kabir, Semerkand Müslümanlarının civarına defnedilmek için yarıştığı manevî bir merkezdi artık. Moğol istilasında yerle bir olan külliye, Emir Timur’un 1370’de Semerkand’ı imparatorluğunun başkenti ilân etmesiyle birlikte hanedan haziresine dönüştü. Bugün Emir Timur’un torunu Uluğ Bey tarafından inşa ettirilen görkemli bir taç kapıdan girilen Şâh-ı Zinde Külliyesi, Timur’un eşi Tuman Aka’dan kız kardeşi Şirin Bike’ye, İznikli meşhur âlim Kâdızâde-i Rûmî’den Emir Hüseyin bin Tuğluk Tekin’e çok sayıda meşhur ismin kabirlerine ev sahipliği yapıyor. Türbeler, piştaklar ve turkuaz-yeşil kubbeler öylesine ihtişamlıdır ki, kabristandan çok bir açık hava müzesini andırır burası. Geçen hafta cuma namazını Şâh-ı Zinde’de kıldım. Külliyenin en alttaki kışlık ve yazlık mescitlerinde yer kalmadığı için, yukarıda Kâdızâde-i Rûmî’nin kabrine bitişik mescit de açıldı. Yetmedi, kenardaki boş alanlar ve hatta merdivenler de lebalep doldu. Özbekistan’da cuma namazları normalde çok hızlı biter: Vaz u nasihat kısmı ezandan önce tamamlandığından, hutbede sadece hamdele-salveleyle bir ayet ve bir hadis okunur, sonrasında namaza geçilir. Hutbe ve namazın toplamı en fazla beş-altı dakika civarındadır. Ancak bu defa biraz 12 farklı oldu. Ezandan önce hayatımda şimdiye kadar dinlediğim en güzel, en içli, en dokunaklı Mevlid-i Nebî tilaveti -hem de Arapça olarak- icra edildi. “Merhaba” faslında hep beraber ayağa kalkıp Hz. Peygamber’i selamlamak, görülmeye değer bir manzaraydı. Onun mübarek na’şına son kez dokunan Kusem bin Abbas’ın dizi dibinde bunu yapmak, kalplerimizi ayrıca coşturdu. Merasimin manevî hazzından biraz sıyrılıp külliyenin ötesine doğru başımı çevirince, istemsiz şekilde gülümsedim. Şâh-ı Zinde Kabristanı’nın birkaç yüz metre ilerisinde Özbekistan’ın Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonraki ilk cumhurbaşkanı İslâm Kerimov’un kabri vardı. Semerkand semalarında dalgalanan salavatları, mevlidleri, na’tları dinlerken, etrafta yankılanan dualara eşlik ederken ve her yaştan ve her milletten Müslümanla omuz omuza saf tutarken, Özbekistan’ın dünüyle bugününü kıyaslamamak mümkün değildi. Büyük bir ibret ve şükür tablosuydu bu. Görebilene. Diğer meşgalelerimin ve seyahatlerimin yoğunluğundan ötürü, bir süredir Özbekistan’a yolum düşmüyordu. Bu sefer, ülkenin her yanındaki tarihî mekânlarda kapsamlı bir imar ve inşaat seferberliğine şahitlik ettim. İmam Buharî’nin türbesindeki çalışmalar son aşamaya gelmiş. İmam Mâturîdî’nin kabrinin çevresi tamamen açılmış ve genişletme başlamış. Uğradığım mahalle mescitlerinde bile canhıraş bir tazelenme gördüm. Bu yazıyı “Tarih, kendi mecrasında gürül gürül akıyor. Hiçbir hal kalıcı değil. İslâm’ın gür sadâsı, bütün seslerin üstündedir” kaidesine bir delil ve şahit olarak okuyunuz lütfen.
6. NEDRET ERSANEL/Elimizde, ‘Sumud Filosu’ndan başka şey varsa söyleyin…
‘Küresel Sumud Filosu’ bizim için önemli. “Bizim” dediğimiz, insan olanlar. Çünkü sembolik sivil hareket olarak görülmeyi çoktan aştı ve acı gerçek şu ki; İsrail soykırımına karşı neredeyse elimizdeki ‘tek güce’ dönüştü. Gerisinden ümidimizi keseli de hayli oluyor… Bu yüzden aktüel ağırlığının, küresel ve yerel medyada kapsadığı alanın artarak devam etmesi gerekiyor. Ne yazık ki hak ettiği yerde değil. Ben, filo yola çıkınca ve Filistin’e yaklaştıkça ilginin daha artacağını, en azından vatandaşları bulunan ülkelerin gelişmeleri daha yakından takip edeceğini tahmin/umut ediyorum. İsrail tutumunu, filoya ait bir gemiye Tunus’un Sidi Busaid Limanı’nda gerçekleştirdiği drone saldırısıyla zaten gösterdi. Bu da ne kadar çekindiklerinin, kundakta boğmak istediklerinin kanıtı… Biliyorsunuz, filoda Ersin Çelik var. Yeni Şafak, TvNet, YouTube üzerinden gelişmeleri “filo günlükleri” başlığı altında bize anlatıyor. Teslim edelim; yerli yerinde ve iyi işçiliktir… Fakat son yazısı biraz canımı sıktı. (“Dünyanın yükü ‘insani milletler’in omuzlarında”, 09/09.) Bazı satırları 13 şöyle… “Sicilya’daki limandan halat çözmemiz ertelendi yine…” “… çoktan açık denizde olmamız gerekiyordu…” “Zihinlerde yanıtı aranan çok fazla soru var. Hareket zamanının ertelenmesi, henüz belli olmayan dönüş tarihini de ileriki günlere taşıdıkça bu belirsizliğin nedeni merak ediliyor. Avrupa delegasyonu bu hususta tatmin edici bir yanıt vermedi açıkçası. Bu durumda ülkesine, işine veya eğitimine dönmesi gerekenler olacaktır. Şimdi bu yöndeki bildirimler dikkate alınarak listeler elden geçiriliyor…” “Önceki akşam limandan çıkışın yine ertelendiği haberini alınca moralimiz bozuldu haliyle…” “Geç kalıyoruz. Sabırsızlanıyoruz. Mental olarak yorulduğumuz anlar oluyor lakin mevcut dünya düzeninin oluşturduğu kaosun tam ortasında Gazze’ye gitmek ve ablukayı kırıp soykırıma son vermek gibi tarihi bir sorumluluğun parçası olmak, bu yola çıkacağımızı bilmek bizleri hemen kendimize getiriyor…” Bu tür eylemlerin öncesinde katılımcıların ruh hali, çıkartma yapmak için kıyıya hızla yanaşan gemilerin askerleri gibidir. Yay gibi gerilirler. Süre uzadıkça stres ve yorgunluk artar. Ama bunları aşacakları besbelli. Hedef tüm duygusal gerilimleri ezecek kadar büyük çünkü… Benim korkum, kaygım başka… Küresel Direniş Filosu beklerken, şöyle gelişmeler oluyor… Bir yandan Trump ve yönetimi, HAMAS’a “son şansın” diyerek, yeni bir barış planı getiriyor. HAMAS bunu kabul ediyor. Filistin yönetimi Birleşmiş Milletler toplantısından dışlanarak, diğer oyunculara daha “steril” bir zemin hazırlanıyor. İsrail de bu plana “tamam” diyor. “Tamam” diyor ama bir yandan da Gazze’ye yönelik yeni harekâtının adımlarını, dilim dilim ve her geçen gün daha da sertleşerek ilerletiyor. Filistinlilerin bölgeyi terk etmesi için ağır baskı yapıyor ve bunları Mısır sınırına doğru itiyor. Kahire yönetimi de rahatsız, o da askerlerini sınıra doğru takviye ediyor… Esasen bu durum, Tel Aviv yönetiminin işin başından bu yana uyguladığı, parsel parsel hayata geçirdiği koridor inşasının, işgal ve toprak kazanımının bir başka aşaması. Yani değişen bir şey yok. Fakat söylemleri, Amerika’nın yeni ve “son” diye yaftalandırdığı teklife sıcak baktıklarını gösteriyor. “Kim inanır” ayrı mesele, hatta uysalar bile bir saat sonrasının garantisi olamayacağı için… Artı, yine pis üçlüler sahnede… Damat Kushner, Özel Temsilci Steve Witkoff, İsrail Stratejik İşler Bakanı Ron Dermer bu sefer Miami’de -‘Riviera planı için daha uygun yer mi olur- Gazze toplantısı yaptılar. Bundan evvel de aynı ekip, biliyorsunuz, utanmaz Tony Blair’ı da yanlarına alarak Beyaz Saray’da buluşmuşlardı… Şimdi, bu gelişmeler bizim anladığımız ve kabul edebileceğimiz bir “barış” halini getirmez ama bir donma halini, belki bir masa kurulma olasılığını, dar kapsamlı bir ateşkesi gündeme getirebilir. Onlar elbette ‘barış müzakereleri’ diye yedirirler bunu küresel gündeme ama sonuçta ortaya şöyle bir tablo çıkabilir; “Bakın işte barış geliyor, nihayet İsrail de duracak, taraflar da burada, zaten bunu sağlayana kadar canımız çıktı, siz bu filoyla tam da şimdi ne yapmak istiyorsunuz?” Aman! Elinden şekeri alınan çocuk gibi sümüğümüzü çeke çeke ağlatırlar. Asla güvenilemez… ‘Küresel Sumud Filosu” yönetimi üzerinde öyle bir baskı yaratabilirler ki, -şu an yok zannetmeyindengesini bozarlar. Oysa bu filo tam da bu rezilliğe karşı, ‘sivil gönül tersanelerinden’ indirildi Akdeniz’e… Kaldı ki, filo içinde de, daha doğrusu farklı ülkelerdeki birimlerinde de “mızıldananlar” olduğu söyleniyor. Detayına girmeyeceğim ama işte İsmail Kılıçarslan salı günü ucundan gösterdi biraz! (“Hiç sevmiyorlar Gazze’yi”, 09/09.) Sonuç olarak; bu filo oraya İsrail genelkurmayını basmaya gitmiyor, ablukayı aşıp masumlara el uzatmaya gidiyor. Tek silahı kalbi. Bunu tuzaklamaya çalışmak, sulandırmak, askeri sopa göstermek, politik mayınlar döşemek şeytan kumaşından kesilmiş işlerdir. Yazının tam burasında Ersin aradı. Biraz dertleştik; bu gecikmeleri filonun strateji/akıl kurma süreçlerinin parçası olarak görüyor. Tabii büyük resimdeki alengirli işlerin de, yukarıdaki olasılıkların da gayet farkındalar. Filo yola çıktığında Birleşmiş Milletler toplantısına denk getirilsin isteniyor. Keşke oradan resmi bir destek açıklaması çıksa. Genel kurulda bu mesele elbet konuşulacak. Herkes sussa bile Cumhurbaşkanı Erdoğan zaten canlarına okuyacak. Filo bu dalgadan da beslenecek… Birkaç güne yola çıkılması bekleniyor. Tarih var ama yazmayayım. İnşallah aksilik olmaz. Bize düşen şu; medya desteğini eksiltmemek, artırmak. Emin olun, Türk ve dünya kamuoyu İsrail’in tek korkusu…
7. YUSUF ALABARDA/ İzmir ve Katar saldırısı
İsrail bu yazıyı kaleme aldığım saatlerde bu sefer Katar'daki HAMAS liderlerine yönelik füze saldırısında bulundu. Saldırının hangi silah ve yöntem ile gerçekleştirildiği elbette önemli ama esas olan İsrail'in artık bölgede doğrudan ya da dolaylı saldırmadığı tek bir ülke kalmadı.
MOŞE DAYAN VE KUDUZ KÖPEK
İsrail'in 1967'deki Savunma Bakanı Moşe Dayan'ın 'İsrail kuduz köpek gibi olmak zorunda. Böylelikle bölgenin geri kalanı yanına yaklaşmaya korksun' sözü ile çerçevesini çizdiği kudurganlık artık son bulmalı lakin öylesine elverişli bir ortam yakaladılar ki ABD kanatları altında İsrail gerilimi tırmandırmaya devam edecek. İsrail'in bu kadar pervasız saldırabilmesinin arkasında tereddütsüz ABD var. Bugünlerde artık çok daha iyi anlayabiliyoruz ki ABD'nin tüm karar mekanizmaları Siyonist Yahudilerin tasallutu altında. Bu konuda çıkar elde etme amaçlı ilişkiler Siyonistler tarafından çok iyi kullanıldığı gibi gönüllü olmayanlar da Epstein gibi isimler tarafından kopçalarından yakalanmış. Başkan Trump başta olmak üzere ABD'li senatör ve kongre üyelerinin birçoğu Epstein gibi olaylar üzerinden rehin alınmış durumdalar. Bu şartlar altında İsrail'in istediği her konuyu ABD'ye yaptırtabilmesi Netanyahu'yu her geçen gün daha da pervasız hale getiriyor.
SURİYE'DE GERİLEN İPLER
Yapılan birçok değerlendirmede İsrail ile Türkiye'nin baş başa kalma ihtimaline dair sayısız senaryo üzerinde konuşuluyor lakin İsrail ile Türkiye'nin uzunca bir zaman diliminden bu yana Suriye sahasında karşı karşıya geldiğini görmek istemiyorlar. Bu köşede sayısız defa dikkate getirdiği üzere Suriye'deki YPG/PKK yapılanması çok açık bir şekilde İsrail Haşdi Şabisi konumunda sınırlarımıza yerleştirilmeye çalışılıyor. Bu esnada varlığını İsrail ile mümkün gören içimizdeki kalemler ısrarla İsrail ile Türkiye'nin karşı karşıya gelmeyeceğine dair üfürükçü tadında yazılar kaleme alıp 'İsrail'in asıl hedefi Türkiye demek, bir dış politika algısı yoksunluğudur. İsrail bile Türkiye'nin bölgesel dokunulmazlığını ve değerini kimi siyasal İslamcılardan daha iyi bilir' diyor. Daha da sinsi olanları ise Gazze'den mütevellit İsrailli bir şarkıcıyı protesto etmeyi kabilecilik olarak niteleyip Şalom Gazetesinde konforlu yazılar yazıp akıl satmaya devam edebiliyor. Bir diğer grup ise pirincin içindeki beyaz taş misali. Aslında hâlâ niyetlerinin kötülüğünden bahsedemeyeceğim bu gruptaki bazı naif isimler Haseki'de İsrail'in koordinasyonunda toplanan ayrılıkçı unsurlar için çoğulcu Suriye portresi diyebiliyor. Uzun uzun burada anlatmayacağım zira bu konuları yine bu köşede en detayına kadar kaleme aldım, dileyen okuyabilir.
İZMİR VE KATAR SALDIRISI
Dün İzmir'de 16 yaşındaki bir teröristin gerçekleştirdiği saldırı sonrası attığı sloganlar ile sosyal medya üzerinden verilen mesajlar o kadar bayat kokan şeyler ki artık bu konulara son derece mayalıyız. Uğur Mumcu'nun katledilmesi sonrasında olduğu gibi sokaklara dökülüp kahrolsun Suudi Arabistan ya da İran demiyoruz. Açık konuşalım dünkü saldırıda Rusya'nın Ankara Elçisi'nin öldürülmesi olayında olduğu gibi oldukça çiğ sloganlar vardı. Anlaşılan benzer bir el devrede. Bu saldırıdan sadece bir gün sonra o elin Katar'a da saldırması Türkiye'ye 'Katar'a da saldıracağım, sesin daha yüksekten çıkarsa terör örgütleri emrimdedir' mesajıdır. Bu çerçevede bir konunun adını koyalım: Bu coğrafyadaki tüm terör örgütlerinin ipi Tel Aviv rejiminin elindedir ve bu haliyle İsrail terörün sponsoru olan bir ülkedir. 8. ATİLLA YAYLA/ CHP’nin kaotik durumu ve hukukun işleyişi
CHP’nin içine düştüğü ve genel olarak kendi yapıp ettikleri tarafından sebep olunan kaotik durum iki şeyi öne çıkarıyor. İlki hukukun ne olduğu ve nasıl işlediği, ikincisi ise demokratik siyasetin ne olduğu ve hizipleşmenin siyasette işgal ettiği yer. Her şeyden önce vurgulanması gereken, CHP’nin bu trajikomik duruma düşme nedeninin kendi kendisi olduğu. Açılan tüm davaların fişeği CHP mensupları tarafından ateşlendi. Savcılıklara şikâyetler ve suç duyuruları yapıldı. Bunlara karşı harekete geçmek ve iddiaları soruşturmak değil, kayıtsız kalmak hukuka zarar verirdi. Netice itibarıyla siyaset de bir beşerî faaliyet türü olarak bir taraftan ilgili genel hukuk kurallarına diğer taraftan da siyasetteki parti tüzükleri gibi mevzuat unsurlarına bağlıdır. Dolayısıyla, iktidarın CHP ile bilhassa uğraştığı iddiasının içi büyük ölçüde boş. İktidar gelişmelere ve CHP’nin içine düştüğü kaotik durumlara seviniyor olabilir, ama bu onun CHP’ye karşı bir kumpas peşinde koştuğunu göstermez. Ortada gayet somut iddialar var. Yapılması gereken bu iddiaların asılsızsa çürütülmeleri doğru tarafları varsa gereğinin yapılması ve bu çerçevede mahkeme kararlarına uyulması. Ancak, CHP iddiaları değerlendirmekten ve çürütmeye çalışmaktan özenle uzak duruyor. Bu da ister istemez insanlarda iddiaların gerçek olduğu yolunda bir kanaat oluşturuyor. Türkiye’de mahkemeler işliyor. İddiaların aksine hukuk ve adalet sistemi çökmüş değil. Bir kararı beğenmemekten yola çıkarak tüm hukuk sistemi çöktü demek abartı. Ne var ki, mahkemelerin karar vermesi yetmez. Her hukuk sisteminde kararların uygulanması lazım. Kararları reddeden insanların da bu kararlara uymasının sağlanması şart. CHP ise mahkeme kararlarını tanımadığını ilan ediyor. Kalabalıklar oluşturarak kararlara karşı direnmeye çalışıyor. Oysa yapılması gereken şey basit. Hukuk süreci içinde itiraz etmek ve sonuna kadar gitmek. Mahkeme süreçlerinde ortaya dökeceği bilgi ve belgelerle iddiaların ve mahkemeler tarafından CHP hakkında alınan kararların haksız ve yanlış olduğunu göstermek. CHP sadece mahkeme kararlarını kabul etmediğini beyan ediyor. Kararların uygulanmasını önlemek için tabanını provoke ediyor ve yer yer polis güçlerinin karşısına dikiyor. Çatışmaları teşvik ediyor. Bu hukukun hâkimiyeti ve işleyişi için kötü ve tehlikeli bir durum. Kuşkusuz mahkemeler "ilahi" bir yanılmazlığa sahip değil. Zaman zaman hatalı ve hatta kasıtlı kararlara da imza atıyor olabilirler. Ancak, toplumsal hayatın bekası ve hukukun hâkimiyeti açısından en önemlisi hukuk süreçlerinin işlemesi ve yanlış da olsa bir karar verilmesi. Hayatta öyle durumlar ortaya çıkabilir ki, bir karar vermek hiç karar verememekten çok daha fazla önem taşır. Kararların yanlış olduğu gösterildikçe de gerekirse hukuk mevzuatında gerekirse de hâkimlerin tavırlarında değişiklik olması beklenir. Ne yazık ki CHP bunu anlayacak durumda değil. CHP kafasına göre CHP ne yaparsa yapsın ve nasıl yaparsa yapsın meşru ve makuldür...
Bu ülkede CHP dışındaki partiler için de mahkemelerden çok ağır ve bazıları açıkça insan haklarına aykırı kararlar çıktı. AK Parti ve MHP tarihi buna şahittir. Fakat hiçbir parti CHP gibi tepki göstermedi. Bu tavır, benim ısrarla altını çizdiğim üzere, CHP’nin demokratik anlamda bir parti olmadığının işareti ve delili olarak kabul edilebilir. Öyle ya, mesela Gürsel Tekin gibi -ne yazık ki bütün hayatı CHP çevrelerinde geçmiş bir isim partinin İstanbul il başkanlığına gelse ve dediği gibi genel merkez ile uyum içinde çalışmaya gayret etse, ne olur? Olmuyor, çünkü parti içi fraksiyon eğilimleri ağır basıyor. Bu yüzden CHP bölünmeye doğru koşar adım ilerliyor…
CHP ve CHP zihniyeti sadece demokrasinin değil hukukun hâkimiyetinin önünde de büyük bir engeldir.
9. DR. NEVZET ÇELİK/ Fransa'da hükümet düştü: Macron'un yol haritası ne olacak?
Fransa’da Başbakan François Bayrou’nun hükümeti, bütçe görüşmelerinde güvenoyu alamayarak 194’e karşı 384 oyla düştü. Bayrou, ulusun ekonomik olarak girdiği durumu ve hazırladıkları bütçenin ne denli önemli olduğunu anlatsa da muhalefeti ikna edemedi. Ekonomik gerçekler Fransa'yı derin bir krize sürüklüyor Fransa’nın bütçe açığı Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın (GSYH) yüzde 5’ini aşarak Avrupa Birliği'nin (AB) yüzde 3’lük eşiğini çoktan geride bırakmış durumda. Bayrou hükümetinin açıkladığı bütçedeki 43,8 milyar avroluk tasarruf paketi, bu mali disiplini yeniden tesis etmeyi amaçlıyordu. Ancak sağlık ve eğitim gibi zaten krizde olan alanlarda yapılacak kesintiler, iki günlük tatil kesintisi toplumun geniş kesimlerinde tepki yarattı ve muhalefetten destek bulamadı. Fransa'nın devlet borcunun 3 trilyon avroyu aşması ve milyarlarca avroluk bu borcun faizinin ödenmesi Fransa'nın bütçe krizini derinleştiriyor. Ülkenin 10 yıllık tahvil faizlerinin Yunanistan’ın üzerine çıkması Fitch ve diğer kredi derecelendirme kuruluşlarının olası not indirimleri, yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir baskı mekanizması haline gelmiş durumda. Dolayısıyla Bayrou hükümetinin düşüşü, sadece parlamentodaki farklı grupların ideolojik farkları ile değil, aynı zamanda ekonomik gerçeklerin ülkeyi yeni bir siyasal çıkmaza soktuğunun da göstergesi. Mali disiplin ihtiyacı ile toplumsal talepler arasındaki bu gerilim, Fransa’nın yönetilebilirliğini her geçen gün daha da zorlaştırıyor.
MACRON’UN SİYASİ ÇIKMAZI
Bu yüzden Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un popülaritesi tarihin en düşük seviyesine geriledi; anketler, durumun 2018 ve 2019’daki Sarı Yelekliler protestoları kadar ciddi olduğunu gösteriyor. Bu siyasal kaostan çıkmak için Muhalefetteki Ulusal Birlik yani popülist sağcı Rassemblement National'in (RN) lideri Marine Le Pen hem Macron’un istifasını hem de Meclis'in fesih edilmesini istiyor. Olası bir erken seçimde anketler RN’nin yüzde 31 ile açık ara önde olduğunu gösteriyor. Macron’un önündeki seçenekler arasındaki en kötü ihtimal, Anayasa’nın 16. maddesine dayanarak tüm yetkileri eline alması ancak bunu yapması beklenmiyor. Bu teorik olarak mümkün olsa da pratikte kaotik bir siyasi durum yaratacağı için pek olası görünmüyor. Fransızların efsanevi başkanı Charles de Gaulle, 1961’de Cezayir’deki generallerin darbe girişimi sırasında Anayasa’nın 16. maddesini devreye sokarak olağanüstü yetkileri eline alarak darbeyi bastırmıştı. Fakat Fransızlar açısından Anayasa'nın 16. maddesinin sınırsız yetkiler vermesi demokrasi açısından hep tartışmalı kaldı. Olası bir seçenek olarak Macron’un istifa ederek erken 19 cumhurbaşkanlığı seçimine gitmesi beklenebilir ancak kişisel hırslarının bunu gerçekleştirmesine izin vereceğini sanmıyorum. Bu durumda en olası seçeneklerden biri Meclis'i feshedip erken seçim çağrısı yapmak. Yapılan ankete göre, Fransız halkının yüzde 61’i Ulusal Meclis’in feshedilmesini istiyor. Lakin Macron geçen yıl benzer bir hamleye kalkışmış, ancak istediğini elde edememişti. Anketler de, böyle bir durumda Macron’un Meclis’te çoğunluğu sağlayacak bir hükümete sahip olamayacağını gösteriyor. Macron büyük ihtimalle yeni bir başbakan atayacak; ancak bu kişinin halk nezdinde ne kadar meşru olacağı ve Meclis’te çoğunluğu nasıl sağlayacağı belirsiz. Bayrou’nun dokuz ay süren başbakanlığı ve önceki Başbakan Michel Barnier’in üç ay içinde güvenoyu kaybetmesi, yeni başbakanın başarılı olma ihtimalini iyice zorlaştırıyor.
BUNDAN SONRA FRANSA'YI NELER BEKLİYOR?
Yeni hükümetin kurulması, Macron için üçüncü kez büyük bir sınav anlamına geliyor. Sol Parti’den Olivier Faure hükümet kurma yetkisi beklerken, radikal solda duran Boyun Eğmeyen Fransa (LFI) nın lideri Jean-Luc Mélenchon Faure’nin başbakanlık adaylığını desteklemeyeceğini açıkladı. Dahası Macron’un Ensemble partisi ile sol partiler arasında bir ittifak olasılığı gündemde olsa da, temel politik ve ekonomik farklılıklar bu işbirliğinin sürdürülebilirliğini ciddi biçimde sınırlıyor. Mélenchon, mevcut siyasi krizi ‘rejim krizi’ olarak nitelendiriyor ve mevcut Beşinci Cumhuriyet’in artan toplumsal ve ekonomik gerilimleri yönetmede yetersiz kaldığını vurguluyor. Ona göre, Fransa’nın içinde bulunduğu çıkmazdan çıkmanın temel çözümü, Altıncı Cumhuriyet’in ilan edilmesi. Ülkedeki siyasi tıkanıklık, ekonomik ve toplumsal krizlerle birleşerek yönetilebilirliği daha da zorlaştırıyor ve anayasal reformların ancak yeni bir rejimle mümkün olabileceğini gösteriyor. Bu yazdan beri organize olan Bloquons tout (her şeyi bloke et) adlı bir sosyal hareket 10 Eylül’de tüm aktivitelerin durdurulması çağrısını tekrarlayarak örgütlenmiş durumda. Bayrou döneminde iç savaşı durdurmak için Yeni Kaledonya’ya verilen ‘geniş özerklik’ statüsü önemli bir adım olsa da, hükümetin düşmesi Fransa'nın bu binlerce kilometre uzaklıktaki sömürge adasındaki bağımsızlık tartışmalarını yeniden alevlendirebilir. Avrupa açısından da mali yapısı bozulmuş Fransa’daki hükümet krizi büyük endişe yaratıyor. Öyle ki Ukrayna-Rusya Savaşı bağlamında, Fransa’nın istikrarsızlığının Avrupa'nın ortak savunma politikalarını olumsuz etkileyebileceği dahi değerlendiriliyor. Fransa’da mali durumun giderek daha büyük soruna dönüşmesi ve Meclis’teki yönetilemez yapı, Fransa’yı giderek daha karmaşık bir ülke haline getiriyor. Daha önce Sarı Yelekliler hareketi alım gücünün düşmesi nedeniyle büyük bir kriz oluşturmuşken, bugün siyasi bölünmüşlük ve yönetilememezlik ülkeyi yeni bir kriz atmosferine 20 sürüklüyor. Tüm bu gelişmeler, Fransa’nın hem iç siyasette hem de uluslararası arenada kırılgan bir dönemeçten geçtiğini ve yönetim krizinin sonuçlarının kısa vadeli olmayacağını gösteriyor.