1. AHMET HAKAN /Dışişleri Bakanı Hakan Fidan: Barışçı bir ülkeye alçakça bir saldırı
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın İtalya’ya yaptığı çalışma ziyaretini izliyorum. Roma’da Türk Büyükelçiliği’nde Hakan Fidan’la İsrail’in Katar’a yönelik saldırısını konuştuk. Fidan, İsrail için “adeta bir terör örgütü” nitelemesinde bulundu. Ve ilk kez İsrail’in Katar’a yönelik saldırısı hakkında konuştu. İşte Fidan’ın açıklamaları. BAKAN Fidan’a sordum: “İsrail’in bölgedeki saldırganlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?” İsrail’in Filistin’de yürüttüğü saldırganlığın sadece Filistin’le sınırlı kalmayacağını hep söylediklerini belirten Fidan, şunları söyledi: “İsrail, yayılmacı bir anlayışla yönetiliyor ve istikrarsızlık ihraç ederek kendi istikrarını sağlamaya çalışıyor. Netanyahu bakımından bu savaş stratejisi, kendi siyasi hayatını uzatmaya dönük bir amaca hizmet ediyor. Ancak bu politika tüm bölge için bir güvenlik tehdidine dönüştü. Uluslararası hukuk ve düzeni de büyük ölçüde aşındırdı.” Bakan Fidan’a İsrail’in Lübnan, İran, Suriye ve Yemen saldırılarını hatırlattım ve sordum: “Son olarak Katar’a da saldırdılar. Bu saldırıyı nasıl yorumluyorsunuz?” “Katar gibi barışçı bir ülkeye bu denli alçakça bir saldırı, Netanyahu hükümetinin geldiği noktayı gösteriyor. Adeta bir terör örgütü... Önüne çıkan her unsura saldırıyor. Onları da çatışmanın içine çekmeye çalışıyor. Dost ve kardeş Katar’a yönelik bu saldırıyı bu vesileyle tekrar kınıyoruz. Saldırıda hayatlarını kaybedenlere bir kez daha Allah’tan rahmet, yaralananlara acil şifalar diliyorum.” İsrail saldırısının Doha’daki Hamas müzakere ekibini hedef aldığını hatırlatınca Bakan Fidan şunları söyledi: “Evet. Doğru. Hamas’ın üst düzey yetkilileri ateşkes için atılacak adımları ele almak üzere Doha’da bir araya gelmişti. Saldırının aslında ateşkesi, Gazze’de barış ve istikrar çabalarını hedef aldığını görüyoruz. Özellikle arabuluculuk faaliyetini güçlü ve etkin bir şekilde yürüten Katar’ın hedef alınması manidar. İsrail’in yapıcılıktan uzak ve uzlaşmaz tavrı düşünüldüğünde ateşkes çabalarının akim kalma ihtimali dahi ortaya çıkabilir. Bakan Fidan’a sordum: “Hamas mı vazgeçer barıştan?” Bakan’ın cevabı şu oldu: “Hamas halen ateşkes yönünde çalışmaların süreceğini ifade ediyor. Bu kıymetli bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımı destekliyoruz. Ne olursa olsun barış ve istikrar için, bölgemizde huzur için atılacak adımların yanındayız.”
İsrail’in Katar’da vurduğu bina. Peki ne yapmak gerekiyor? Bölge ülkelerinin tutumunu nasıl değerlendirmek gerekir? İşte Fidan’ın yanıtı: “Bölge ülkeleri ve aklıselim küresel güçler, eşgüdüm halinde hareket ederek İsrail’e karşı güçlü bir tepki göstermelidir. Bu yönde de adımlar atıldığını görüyoruz. Batı dünyasında devletler ve özellikle halklar nezdinde İsrail’e karşı, Gazze’de devam eden soykırım ve bölgesel saldırganlığa karşı yükselen sesleri duyuyoruz. Birçok ülke geç olmakla birlikte Filistin devletini tanıyacağını açıkladı. Filistin’e destek verilirken İsrail’e karşı artık somut adımların atılması ve güçlü kararlar alınması gerektiğini düşünüyoruz.” Bakan Fidan, “İslam dünyası olarak İsrail’e yaklaşımımızı belirlerken eşgüdüm içinde hareket ediyoruz” dedi ve sonra da 15 Eylül’de Katar’da yapılacak önemli zirveden söz etti: “Bölge ülkeleriyle temas halindeyiz. Sayın Cumhurbaşkanımız, Katar Emiri’yle İsrail saldırısının hemen ardından bir telefon görüşmesi gerçekleştirerek desteğimizi bildirmiştir. Halihazırda Katar’a yapılan İsrail’in son saldırısı başta olmak üzere İsrail saldırganlığını ele almak için 15 Eylül’de Sayın Cumhurbaşkanımızın da katılımlarıyla İslam İşbirliği Teşkilatı - Arap Ligi Olağanüstü Zirvesi gerçekleştirilecek. Bu zirvede ülkemizin kardeş Katar’a ve Filistin davasına desteğini güçlü bir şekilde vurgulayacağız.”
2. NEDİM ŞENER/Moşe Dayan’ın dediği gibi ‘Soykırımcı ‘Kuduz köpek’ İsrail’
Soykırımcı İsrail’in 1967’deki Savaş Bakanı Siyonist Moşe Dayan, sadece Ortadoğu değil tüm dünyada izlenmeleri gereken taktiği şöyle ifade etmişti: ‘İsrail, öldüren, parçalayan ve yaklaşılması mümkün olmayan kuduz ve cinnet geçiren bir köpek gibi olmalı. Böylelikle bölgenin geri kalanı yanına yaklaşmaya korksun.” Evet, Gazze’ye yönelik 7 Ekim’de başlattığı saldırılarla, insanlık tarihinde işlenen tüm suçları bir arada gerçekleştiren soykırımcı Netanyahu yönetimi tam da Moşe Dayan’ın dediğini yapıyor; kuduz köpek gibi her yere saldırıyor.
KATLİAM YÖNTEMLERİ
Siyonist soykırımcı İsrail Başbakanı Netanyahu, adeta tüm dünyaya savaş açtı. Bu savaşta elindeki tüm siyasi ve ekonomik gücü, ABD ve Avrupa’daki Siyonist İsrail lobilerini, silahları ve istihbarat servisi Mossad ve Şin Bet’i kullanıyor. Gazze’de yüzde 70’i kadın ve çocuklardan oluşan 65 bin insanı katletti, 164 bine yakın insanı yaraladı. İnsani yardım görüntüsüyle ölüm tuzağı kurduğu 2 bin 500 Gazzeli’yi öldürdü, gıda yardımı için koşan 18 bin insanı açtığı ateşle yaraladı. Aç bırakmayı bile yöntem olarak kullanan soykırımcı İsrail, 141’i çocuk 400 kişiyi gıdadan yoksun bırakarak ölümüne sebep oldu. Siyonist ideolojisinin “Vaadedilmiş topraklar” hezeyanı ile sadece Gazze’de soykırım yapmıyor, Lübnan, Suriye, Irak, İran, Yemen’e saldırıyor. Bu da yetmiyor 1.700 kilometre uzakta Katar’ın başkenti Doha’yı uçaklarla bombalıyor. Hamas yönetimini hedef alma bahanesiyle herkesi, hatta isim vermeden Türkiye’yi de tehdit ediyor. Doha’ya yaptığı saldırı, söz konusu İsrail olunca ABD’nin koruma garantisinin de Körfez ülkeleri için işe yaramadığını gösteriyor.
DÜNYAYI TEHDİT EDİYOR
Tüm bu katliamları yapan saldırgan İsrail, algı operasyonlarından da geri durmuyor. Dünyayı ayağa kaldıran Doha saldırısını meşrulaştırmak ve bu konuda ABD yönetimi ve kamuoyunu etkilemek için El Kaide terör örgütünün 11 Eylül saldırısını kullanmaktan da vazgeçmiyor. Ekran karşısına geçip şu tehditte bulunuyor: “Yarın 11 Eylül. 11 Eylül’ü hatırlıyoruz. O gün, İslamcı teröristler Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşundan bu yana Amerikan topraklarında en büyük vahşeti işlediler. Katar’a ve teröristlere ev sahipliği yapan tüm ülkelere sesleniyorum: Ya onları sınırdışı edin ya da adalete teslim edin. Çünkü siz yapmazsanız, biz teslim edeceğiz.”
CUMHURBAŞKANI’NIN 1 EKİM UYARISI
Türkiye’de ise hâlâ İsrail tehdidini hafife alanlar var? Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan, bugün gelinen noktanın çerçevesini 1 Ekim 2023’te TBMM’nin açılış töreninde şöyle dile getirmişti: “‘Vaadedilmiş topraklar’ hezeyanıyla hareket eden İsrail yönetiminin, tamamen dini bir fanatizm ile Filistin ve Lübnan’dan sonra gözünü dikeceği yer, açık söylüyorum, bizim vatan topraklarımız olacaktır. Şu anda bütün hesap bunun üzerinedir. Türkiye içindeki bazı İsrail dostlarının, bazı Siyonist severlerin, gönüllü veya paralı Siyonizm propagandası yapan aparatların anlamadığı işte budur. Birileri ısrarla görmek istemese de Netanyahu hükümeti, Anadolu’yu da içine alan bir ham hayal kurmakta, ütopya peşinde koşmakta, bu niyetlerini de çeşitli vesilelerle ifşa etmektedir. 7 Ekim’den beri yaşanan her gelişme, bu tehdidin boyutunu biraz daha artırmaktadır. İsrail’in, Filistin ve Lübnan’daki saldırılarını çok yakından takip ederken, Irak’ın ve Suriye’nin kuzeyinde, bölücü örgütü maşa olarak kullanmak suretiyle, nasıl birer küçük uydu yapı kurmak istediğini de çok net görüyoruz. Bakınız Hatay’ın Yayladağı ilçesindeki Suriye sınırından Lübnan sınırı, karayoluyla 170 kilometredir ve Türkiye, Lübnan’a arabayla sadece 2,5 saat uzaklıktadır. Antakya ile Gazze arası, Ankara ile Aydın arası kadardır. Yani işgal, terör, saldırganlık hemen yanı başımızdadır. İsrail saldırganlığı, her fütursuz açıklamayla görüyoruz ki, Türkiye’yi de içine almaktadır. Vatanımız için, milletimiz için, bağımsızlığımız için, bu saldırganlığa, bu devlet terörüne, elimizdeki her imkânla karşı durmayı sürdüreceğiz.”
CHP’NİN GÖZÜNÜ KAPATTIĞI TEHLİKE
Bu sözler üzerine CHP’nin isteği üzerine 8 Ekim’de TBMM’de kapalı oturum gerçekleştirildi. Yaşanan gelişmelere, açık tehdit ve gizli operasyonlara, PKK terör örgütünün Suriye kolu PYD/YPG’ye desteğine gözünü kapatan CHP’li Özgür Özel toplantı sonrası İsrail’in Türkiye için tehdit olmadığını şu sözlerle dile getirdi; “Türkiye Erdoğan’ın söylediği sözden endişe etmesin. Altını dolduracak bir kelime yok. Bilmediğiniz bir şey yok. Bugünden yarına Türkiye’ye saldıracaklarına dair hiçbir şey yok.” Neredeyse tam iki yıl geçti, Özgür Özel’in gözünü kapattığı İsrail tehdidi kendisini gösterdi. Soykırımcı Netanyahu, Hamas bahanesiyle üstü kapalı biçimde Türkiye’yi de vurabileceğini söylüyor.
TÜRKİYE’YE SALDIRI PLANI
Dahası İsrail’de yayın yapan resmi televizyon kanalı Chanel 12, Netanyahu hükümetinin Türkiye’de Hamas’a yönelik operasyon gerçekleştirme yani Türkiye’yi vurma kararı aldığını ancak, NATO üyesi olması nedeniyle bu plandan vazgeçtiğini, bunun üzerine Hamas yöneticilerine yönelik Katar’ın başkenti Doha’daki saldırıyı gerçekleştirdiğini duyurdu. Türkiye ile doğrudan çatışmayı göze alamadığı için NATO üyesi olmasını bahane eden Netanyahu yönetim sözcüleri ekranlara çıkıp medya üzerinden Türkiye ile savaşı vekil güçler üzerinden yürüteceğini açıkça telaffuz ediyor.
KUDUZ KÖPEĞİN SONU
Vekil güçler denilince ilk akla gelen elbette PKK terör örgütü ve onun Suriye kolu PYD/YPG-SDG oluyor. İsrail’de emekli Albay ve Kudüs Strateji ve Güvenlik Enstitüsü Direktörü Eran Lerman’ın “İsrail ordusu, NATO’nun ikinci büyük ordusu olan Türk ordusunun büyüklüğünde bir güçle savaşa kesinlikle hazır değil. Umarım asla bu noktaya gelmeyiz. Donanma konusunda bizim sınırlı ama cesur yeteneklerimiz Türk donanmasıyla kıyaslanamaz. Hava kuvvetlerinde bazı üstünlük noktalarımız olabilir. Ancak kara kuvvetleri elbette muazzam ve bu nedenle asla doğrudan çatışmaya girmemeyi ummalıyız. Eğer bir gün çatışmalı bir ilişki yaşanacaksa, bu daha çok Suriye’de vekillerimizin vekillerini, sınırlı da olsa doğrudan müdahaleyle alt etmesi şeklinde olacaktır” açıklaması niyetlerini ortaya koyuyor. Bunun yanında istihbarat örgütleri üzerinden ülke içinde kaos yaratacak eylemler de göz ardı edilmemesi gereken risklerden birisi. Türkiye, soykırımcı İsrail’in tüm bölge için sebep olduğu riskleri en açık ifade eden ve buna göre de kendi önlemlerini alan güçlü bir ülkedir. Bu yönüyle İsrail’in korktuğu tek ülkedir. 7 Ekim’den beri yaptıklarını yan yana getirdiğimizde İsrail’in “Kuduz köpek” taktiğini uyguladığı tartışmasız ortada. Elbette bu gidişle sonu da kuduz köpekten farklı olmayacaktır.
3. ZAFER ŞAHİN/Ahtapotun kolları
Milliyet’in diğer yazıları Ankara’da neler oluyor? Niyeyse dün sabahtan beri arayan herkesin ilk cümlesi bu! Aslında Ankara’da güzel şeyler oluyor. Devlet mekanizması biraz ağır da işlese sorunsuz çalışıyor. Rutin dışına çıkarak; siyaseti, medyayı, bürokrasiyi dizayn etmeye çalışan yapılara devlet legal sınırlar içinde kalmaları gerektiğini hatırlatıyor. İstanbul merkezli yolsuzluk operasyonunda ortaya çıkan detaylar da, Antalya’da İl Emniyet Müdürü’nün alınmasıyla sonuçlanan gelişmeler de bir yapının -Bazıları buna “Sistem” diyor- paranın gücüyle zehirli bir sarmaşık gibi devleti kuşatmaya çalıştığını ortaya koydu. Yapı ya da sistem… Adına ne derseniz deyin… 2023 seçimlerinden beri Erdoğan sonrasını planlamaya çalışıyor. Medyada, siyasette, bürokraside sessiz ve derin adımlarla hem muhalefeti hem iktidarı belirleyecek bir güce ulaşmayı hedeflediler. Ama devletin ağır işleyen çarklarının gücünü ve etki alanını hiç hesaba katmadılar. Türkiye’de iktidarı da muhalefeti de millet sandıkta belirler. Bunu bir türlü kabullenemediler. Masa başı projeler, okyanus ötesinden gelecek destekler, Washington-Brüksel hattına bağlanan umutlar sonuçsuz kalmaya mahkum… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 25 Mayıs 2025 tarihinde kurduğu şu cümle işin özeti aslında: İstanbul’dan Türkiye’ye ve yurt dışına uzanan ahtapotun kolları bir bir deşifre oluyor. Yunan turizmi bu zamdan etkilenmesin. Yurt dışı çıkış harcı artık 1000 lira. Sosyal medya zamma tepkili. “Yurt dışına çıkarken niye vergi ödüyoruz” diyorlar ki; mantıklı bir soru…
Türkiye’de “Yurt dışı çıkış harcı” uygulaması 18 Şubat 1963’te “Dış Seyahat Harcamaları Vergisi” adıyla başlamış. O günden beri farklı isimlerle devam ediyor uygulama. O tarihte verginin amacı “Devlete ek gelir sağlamak, devlet bütçesine katkı oluşturmak” diye açıklanmış. Harç gelirleri zaman içerisinde özel fonlara, özel projelere, TOKİ gibi kurumlara aktarılmış. Vatandaşın hayatını kolaylaştıracak devlet uygulamaları için kaynak oluşturulmuş. Bu açıdan bakıldığında devletin de mantıklı bir adım attığı söylenebilir. Efendim, 60 yıl önceki Türkiye ile bugünün Türkiye’si aynı mı? Elbette değil. 2025’in ikinci çeyreğinde yurt dışında yaşayanlar hariç 13 milyon 700 bin Türk vatandaşı yurt dışına çıkmış. 16 milyon 400 bin çıkıştan 2 milyon 680 bini dışarıda yaşayanlar. TÜROB’un proje tahminlerine göre 2025’in tamamında Yunanistan’a giden Türk sayısı 1 milyon 400 bini bulacak. Bu rakamları niye verdik? Yurt dışı çıkış harcı iyidir demiyorum. Ama devlete de kaynak lazım. Bütçenin yüzde 42’si personel -çalışan ve emekli- maaşlarına gidiyor. 6 Şubat depreminin yarattığı ağır ekonomik tablonun etkileri tamamen silinmiş değil. Sonuçta imkânı olandan, orta-üst gelir grubundan alınan bir vergi bu. Gariban vatandaş bırak Yunan adasını, köyüne gitmekte zorlanıyor. Yurt dışı çıkış harcının artması onu pek ilgilendirmiyor. Ha bu artış küçük de olsa Yunanistan turizmini etkiler mi? Hiç zannetmem… Bizdeki bu Yunan adaları aşkı varken kimse harçtı, vergiydi düşünmez.
4. MELİH ALTINOK/Amerikan sapığı vizyonda
Konumuz "American Psycho" romanından uyarlanan ve 90'larda dünyayı kasıp kavuran Amerikan Sapığı isimli film değil. Zira sığlıklarını ve güvensizliklerini gizlemek isteyen erkeklerin materyalist takıntılarına ve 80'lerdeki Wall Street hedonizmine eleştiri olan filmin çok daha korkuncu şu an "Trump Amerika'sı"nda vizyonda. Ve yeni karakterlerin yanında, Hitchcock'tan günümüze tasvir edilmiş tüm sapıklar "masum" kalıyor. Bizde saçma sapan CHP tartışmalarından ötürü medyamızda neredeyse hiç yer bulamasa da ABD kamuoyunun tek gündemi "aramızdaki sapıklar", "güvensiz şehirler" ve "sokak paniği". Ülke son olarak, metroda kendi hâlinde müzik dinleyen genç bir kızı, durup dururken kalbinden bıçaklayan ve dönüp arkasına bile bakmadan yürüyüp giden siyahi Amerikalıyı konuşuyor. Hükümet, genç kızın güvenlik kamerasına yansıyan çaresizliğine ve çevredekilerin kayıtsızlığına örtülü sansür uygulasa da Amerikan halkının içine sokulduğu travma tüm platformlarda yoğun olarak hissediliyor.
Görüntüleri izlemenizi tavsiye etmiyorum; kâbuslarınıza girebilir. Ama şu kadarını söyleyeyim; şahit olduğunuz trajedinin ardından, Trump'ın kent merkezlerine ulusal muhafızları indirme hamlesinin nasıl bir atmosferden kaynaklandığını çok iyi anlıyorsunuz. Geçtiğimiz gün de MAGA'cıların en etkili gençlik liderlerinden biri olan Charlie Kirk, Utah Üniversitesi'nde konuşma yaptığı sırada şahdamarına isabet eden tek kurşunla öldürüldü. Tüm ülke şokta. Ünlüler, siyasetçiler, sokaktaki şiddetin durdurulması çağrısı yapıyor. Baklayı ağzından çıkaransa yine Time tabii ki. Olayı kapağına "Yeter" manşetiyle taşıyan Time, "Charlie Kirk'ün öldürülmesi sadece bir trajedi değil, aynı zamanda bir katalizör olabilir. Giderek daha tehlikeli hâle gelen ulusal politikamızın bir özelliğinden çok sapma olabilir" diyor. Pandemi senaryosu, Trump'ın seçilememesinde iş görmüştü. Epstein şantajı derken vizyona sokulan son sürüm Amerikan sapığı korkusunun, Trump'ı köşeye sıkıştırmakta etkili olup olmadığını da göreceğiz. Evet, ABD seçim kampanyasında bağlantısız bir sapık tarafından kulağından vurulduğuna inanmamız istenen ABD Başkanı, prodüksiyonun farkında ama bunlarda film biter mi?
'RESMİ HİZMETE MAHSUSTUR' GERİ GELSİN
Makam araçlarının, görev dışı kullanımına dair çok sık şikâyetler geliyor. Çoğunlukla bakanlara, milletvekillerine tahsis edilen araçları konuşuyoruz ama bürokrasi ve belediyelerdeki istismar da çok daha büyük boyutlarda. Eskiden kamu kaynaklarıyla alınan araçlar siyah olur ve üzerine "Resmi hizmete mahsustur" yazılırdı. Bu uygulamaya geri dönülsün. Vatandaşın vergisiyle aldığı, ayrıcalık tanıdığı resmi araçları kim çocuğuna, sevgilisine kullandırıyor, özel işlerinde, mesai dışında kullanıyor kabak gibi görünsün. Son model görgüsüzlüğü afişe olsun. Hiçbir şey olmasa Bebek Otel'in, Papermoon'un önündeki trafik rahatlar. Devlet büyüyor, harcamaları artıyor eyvallah ama bedeli enflasyon olan gelişmenin faturasının asgaride tutulması şart. Kamu kaynaklarının kullanımındaki fütursuzluğun, lakayıtlığın vatandaşta yarattığı "talan" hissi ise başlı başına bir sorun.
İNGİLTERE Mİ BİZİ VURACAK?
Anadolu Ajansı'nın haberine göre, İngiltere'ye ait yakıt ikmal tankerlerinin Katar'daki Kraliyet Hava Üssü'nden kalkarak Katar'ı bombalayan İsrail savaş uçaklarına havada yakıt ikmali yaptığı, ardından Katar'daki üslerine geri döndükleri iddia ediliyor. Tekerleme gibi. İngilizler henüz bir açıklama yapmadı ama doğruysa şaşırmam. Doha'da Türk üssü kurulurken "Ne gereği var, İngiltere mi bizi vuracak?" diyen Katarlılar illaki olmuştur. Bizde iktidar talipleri arasında "PKK-YPG mi bizi vuracak, neden Rusya'dan S-400 alıyoruz" diyenler çıkmadı mı?
'NE YAPIYORSUNUZ?' DİYE SORAN OLURSA
CHP'li gazeteciler, milletvekillerine sormuşlar; Özgür Özel'in, olası mutlak butlan kararına karşı Genel Merkez'e kasa kasa limon yığdırttığını öğrenmişler. Limon, polis gazına iyi geliyormuş. Kılıçdaroğlu, baba ocağına dönerse limonata yapar artık.
5. NEBİ MİŞ/İsrail’in Katar saldırısı bölge ülkeleri için bir dönüm noktası mı?
ABD başta olmak üzere öne çıkan uluslararası aktörlerin İsrail soykırımına engel olmak bir yana Netanyahu yönetimini neredeyse koşulsuz desteklemesi, İsrail sorununu küresel düzeyde giderek derinleştiriyor. Uluslararası toplumun kaygıları artsa da şu ana kadar İsrail'i durduracak radikal bir politika değişikliğine gidilmedi. Netanyahu yönetimine ekonomik, siyasi ve askeri desteğin devam etmesi İsrail'in sadece Filistin'le sınırlı olmayan saldırılarının önünü açtı. Son bir yıl içinde Lübnan, Suriye, Yemen, İran, Tunus ve en son Katar'ın egemenliğini ihlal eden saldırılar düzenledi. İsrail, Gazze'de soykırıma devam ediyor. Uluslararası Adalet Divanı'nda soykırımla suçlanmasına rağmen müttefikleri, İsrail'e değil ceza mahkemesinin üyelerine yaptırım kararı aldı. Dolayısıyla, Trump'ın, İsrail'in saldırısından "heyecan duymadığını" ve kendilerinden habersiz yaptığını söylemesi inandırıcı bulunmuyor. İsrail'in Katar'a saldırısı ABD'ye müttefik ya da değil, bölgenin bütün ülkelerinin hedefte olduğunu gösterdi. ABD açısından Katar sıradan bir ülke değil. Ortadoğu'daki en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapıyor. 10 bine yakın ABD askerinin bulunduğu bu üssün inşasını Katar devleti bizzat kendi bütçesinden karşılaşmıştı. Trump ikinci kez başkan seçilmesinin ardından Katar'la ticari işbirliğini 1.2 trilyon dolara çıkardı.
Yine aynı dönemde Katar Havayolları, Boeing'le 96 milyar dolarlık uçak siparişi anlaşması imzaladı. Katar'ın ABD ile ekonomik ilişkileri bunlarla sınırlı değil. Amerikan eğitim sisteminde, düşünce kuruluşlarında ve lobi şirketlerinde Katar'ın çok büyük bir ekonomik etkinliği var. Katar, ABD'nin tarafı olduğu birçok çatışma ve anlaşmazlığa bugüne kadar arabuluculuk yaptı. Daha önce Afganistan'dan çekilme sürecinde de arabuluculuk rolünü layıkıyla yerine getirmişti. Geniş hacimli ekonomik ilişkiye, derin müttefikliğe ve ABD üslerine rağmen, Katar'ın İsrail saldırganlığına karşı savunmasız kalması, Körfez'in güvenlik dengelerinin sorgulanmasına yol açtı. Sadece Katar değil, ABD ile iyi ilişkilere sahip BAE, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman gibi ülkelerin de güvenlik kaygılarını artırdı. ABD ortaklığının İsrail karşısında kendilerine bir güvenlik garantisi oluşturmadığını gördüler. Trump'ın ilk başkanlık döneminde BAE, Suudi Arabistan ve Bahreyn, İbrahim Anlaşmaları'na katılmışlardı. Aynı zamanda bu ülkeler, İsrail'in de yönlendirmesi ile Katar'la diplomatik ilişkilerini kesmiş ve ambargo uygulamışlardı. Joe Biden'ın başkanlığı döneminde bu ülkeler Katar'la ilişkilerini normalleştirmişti. Bu saldırının ardından BAE ve Suudi Arabistan veliaht prenslerinin destek vermek ve dayanışma göstermek için Katar'a ziyaretleri önemli. Bu ülkeler, ABD'nin güvenlik garantilerini sorgulayacaklardır. Ancak orta vadede radikal bir değişikliğe gitmelerini beklemek gerçekçi değil. Yine de İbrahim Anlaşmaları'ndaki tutumlarını gözden geçirmek zorunda kalacaklar. İsrail'in bölgesel kaos planından rahatsızlıklarını daha görünür hale getirmeleri ve daha dikkatli politikalar izlemeleri mümkün. Körfez ülkeleri bundan sonra, ABD ile ilişkilerde sadece ticaret değil, kendi güvenlik garantilerini de daha somut bir çerçevede konuşacaklardır. Körfez ülkeleri, ABD ile yaptıkları ticaret anlaşmalarının karşısında güvenlikleri garantide değilse, Çin ve Rusya gibi ülkelerle ticareti daha da genişleterek pazarlık gücünü artırmaya çalışacaklardır. Petrol karşılığı silah denkleminin artık işlemediği, İsrail saldırganlığı ile açığa çıkmış görünüyor. Bundan sonra Körfez ülkelerinin güvenlik partnerlerini çeşitlendirmek ve ABD ile ekonomik ilişkilerinde farklı koşullar öne sürme yöneliminde olacağını tahmin etmek zor değil. Özellikle Katar Başbakanı'nın açıklamasından çıkarılan, Katar'ın kendisi gibi İsrail saldırganlığına uğramış ya da uğramaya aday ülkelerle ortak bir cevap üretilmesi adına çalışacağıdır. Yani Doha'ya gerçekleşen saldırı kısa vadede olmasa da orta ve uzun vadede bölgesel jeopolitiği dönüştürecek dinamikleri harekete geçirmiştir.
6. ATİLLA YAYLA/ Özgürlük ve kıyafet seçme hakkı
Manifest adlı müzik grubunun son konserinde sergilediği kıyafetler ve davranışlar üzerinden çıkan tartışmalar devam ediyor. Bazıları sahnedeki kıyafetlerin ve hareketlerin ahlaka aykırı olduğunu öne sürüyor. Benzer şeylerin tekrarlanmaması için bu tür konserlerin yapılmasının engellenmesi talebinde bulunuyor. Grup mensuplarının yargılanmasını ve cezalandırılmasını isteyenler bile var. Nitekim, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Küçük Çiftlik Park’ta sahne alan grubun konserinde sergilenen dans ve gösteriler nedeniyle “hayasızca hareketler” ve “teşhircilik” suçlarından resen soruşturma başlattı. Diğer bazıları ise kılık kıyafet seçiminin insanlığın kendi tercihlerine bağlı olduğunu ve insanların istediği kıyafetle konser verebileceğini veya sokaklarda dolaşabileceğini dile getiriyor... Kıyafet meselesi esas itibarıyla beşerî dünyayla ilgili bir durum. Daha doğar doğmaz insanın üstünün örtülmesi ve bütün ömrü boyunca bu örtünmenin sürdürülmesi gerekiyor. Şimdiye kadar nasıl olduysa şimdiden sonra da aynısı olmaya devam edecek. Bir “devrimci hareketin” çıkıp kıyafet giyme mecburiyetini ortadan kaldırması imkânsız! Kılık kıyafetle ilgili tartışmalar bütün insanlar üzerinden yapılabilir, fakat özellikle kadınlarla ilgili bir meseledir. Erkek kıyafetleri zevksiz, pespaye, salaş vs. bulunabilir ama nadiren tartışılır. Tartışma daha ziyade kadınların nerede ne giyebileceği ve ne giyemeyeceği üzerinedir. Bu da insan doğasının doğal bir sonucu olarak görülebilir. Erkek-kadın ilişkisinde çekim merkezi genellikle kadındır ve kadınların erkekler nazarındaki bu çekiciliği kıyafetleriyle de bir şekilde ilişkilidir. Kadın kıyafetlerine tarih boyunca çeşitli yerlerde kısıtlamalar ve mecburiyetler getirildi.
Bunları yapan kaynaklar arasında dinler, dinlerden veya diğer kaynaklardan doğan ahlak kodları, belli bir dine veya ideolojiye göre hareket eden siyasi otoriteler, yaşanan sosyal muhit, yapılan işin ve iş ortamının gerekleri ve talepleri vs. gibi şeyler yer aldı. Başka bir deyişle kıyafet sınırlamaları çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Bunların hepsi de belli bir kamu otoritesinin ürünü değildir, hatta çoğu hayatın doğal akışının bir sonucudur. Plaj kıyafetleriyle sokakta dolaşmak zordur; yasaklandığı için değil, hayatta bu tür şeyler anormal karşılandığı için. Üstelik plaj kıyafeti yatak kıyafetinden daha açıktır. İnsanlar bunu bilerek plaja gider. Bu tür manzaralara şahit olmak istemeyenlerin yapması gereken kadın-erkek birlikte girilen plajlardan uzak kalmaktır. Özgür bir ülkede sadece kadınlara hizmet veren plajlar da olmalıdır. Konserler de kılık kıyafette “aşırıya” kaçılan yerler olabilir. Adı geçen grup üyelerinin günlük hayatta aynı kıyafetleri giymesi muhtemelen söz konusu olmaz. Bu yüzden her yere ve her zamana mahsus genel kıyafet kodlarından bahsetmek çok da doğru değil. Ancak benzer ölçüde, ahlaka aykırı açık kıyafetlerle sokakta dolaşanlara yönelik eleştiriler de son derece haklıdır. Tartışılan bu konser ise özel bir ortam. Çağrılarda “18+ yaş” grubu davet edilmiş. Bu bile bir işaret sayılabilir. Yapılanlar hoşunuza gitmeyebilir. O zaman bunları eleştirebilirsiniz. Ama yasaklama veya cezalandırma çağrıları yapmak ayrı bir şeydir... Buna karşılık aynı grubun mensuplarının başörtüsüne yasak koyma suretiyle insanların kılık kıyafetine müdahale edilmesi hakkında ne düşündüğü de doğrusu merak konusu. İnşallah özgürlükçü bir duruşları vardır. Aksi takdirde açık bir çelişki içinde olacaklardır. Sanatçı takımında çok ender görülmeyen bir tavırla, genel olarak özgürlüğü değil sadece kendi faaliyet alanlarında özgürlüğü savunma durumuna düşeceklerdir. Başörtüsünü savunan kimseler için de benzer şeyler söylenebilir. Kendilerinin kılık kıyafet özgürlüğünü savunmak başkalarının da aynı haklara sahip olduğunu kabul etmekten geçer…
7. DR. MUSTAFA CANER /Diplomasi yoğun bakımda: İran-Avrupa görüşmelerinin bir geleceği var mı?
Avrupa Üçlüsünün (E3) 28 Ağustos’ta tetik mekanizmasını (snapback) harekete geçirme kararı almasının ardından iki haftadan fazla bir zaman geçti. Bu süreçte İran ile E3 ülkeleri İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki diplomatik görüşmeler devam ediyor. Uluslararası gündemi meşgul eden haliyle İran'ın nükleer programı, çok taraflı bir çekişmenin konusu. Meselenin ABD ve İsrail boyutu olduğu kadarıyla Avrupa Birliği (AB), Birleşmiş Milletler (BM), Rusya ve Çin tarafları da bulunuyor. İran ve E3 arasındaki diyalogda İran’dan talep edilenler şunlardır; nükleer faaliyetlerinin yeniden Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) denetimine girmesi, ABD ile müzakerelere yeniden başlanması ve akıbeti bilinmeyen 400 kiloluk zenginleştirilmiş uranyumun hesabının verilmesi. İran ise İsrail tarafından uğradığı saldırıyı gerekçe göstererek Ajans ile yepyeni bir formatta koordinasyon öneriyor. Herhangi bir İsrail saldırısına karşı garantiler istiyor. İran Dışişleri Bakanı Abbas Arakçi, meseleyi diplomatik zeminde halletmek ve İran’ı yaptırım ve savaş kıskacından kurtarmak adına elinden gelen tüm gayreti gösteriyor. Bu noktada Arakçi, sadece Avrupa güçleri ile değil, İran içindeki muhafazakar güçlerle de uğraşıyor. İran parlamentosunun Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması'ndan (NPT) çıkmayı görüşeceği 7 Eylül tarihli toplantı, güç bela engellendi. İran içinde nükleer silah yanlılarının sayıları artmaya ve sesleri daha gür çıkmaya devam ediyor. Arakçi, 4 Eylül akşamı Katar’ın Başkenti Doha’da AB Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Kaja Kallas ile sürpriz bir görüşme gerçekleştirdi.
Bu görüşme, İran ve Avrupa arasındaki diyaloğun devamlılığını göstermesi açısından kritikti. 6 Eylül’de de Viyana’da İran ve UAEA heyetleri arasında kritik bir görüşme gerçekleşti. Yapılan bu görüşmelerde küçük de olsa ilerleme kaydedildiği ve tarafların diplomasiye şans vermeye hazır oldukları ifade edildi. Ancak asıl önemli gelişme, 9 Eylül’de Mısır’ın başkenti Kahire’de gerçekleşti. Dışişleri Bakanı Arakçi’nin liderlik ettiği İran heyeti ile UAEA Başkanı Rafael Mariano Grossi liderliğindeki UAEA heyeti arasında Mısır Dışişleri Bakanı arabuluculuğunda yapılan görüşmelerden olumlu netice alındı. Buna göre İran, NPT kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirecek ve Ajans’ın denetimi için de adımlar atılacak. İki taraf da anlaşmayı barış ve nükleer meselenin kalıcı çözümüne dair önemli bir adım olarak sundular. Anlaşmanın detaylarına dair daha fazla ayrıntı paylaşılmadı. Ancak bu anlaşma, yukarıda da ifade edilen çok boyutlu ve çok taraflı meselenin sadece İran-UAEA ilişkilerine dair kısmını kapsıyor. Elbette eylül sonuna kadar E3 ülkelerinin ikna edilmesi ve İran ile anlaşmaları şart, yoksa 2015 öncesi İran’a uygulanan BM yaptırımları, tetik mekanizması gereği geri dönecek. Yaptırımların geri dönmesi durumunda İranlı Bakan Arakçi, Ajans ile yapılan anlaşmanın da geçersiz olacağını vurguladı. Diplomasinin ömrü kısalsa da henüz nefes almaya devam ediyor. Ancak İran ve Avrupa arasındaki diyaloğun tek başına sonuç üretip üretemeyeceği konusunda soru işaretleri bulunuyor. AB’nin bu meselede oyun değiştirici bir aktör olup olmadığı dikkatlice cevaplanmayı hak eden bir soru.
AB’NİN ETKİSİZLİĞİ
AB hiçbir zaman ABD’den tam bağımsız bir İran siyaseti geliştiremese de ABD’nin İran siyasetini yumuşatma ve farklı diplomatik çözümlere yönlendirme konusunda belirli bir özerkliğe sahipti. 1990’larda “eleştirel diyalog” olarak formüle edilen İran siyaseti, İran’la köprüleri atmak yerine seçici bir diyalog geliştirmeyi, insan hakları ve benzeri konularda İran’ı belirli davranış kalıplarına zorlarken ticari ilişkileri ve ortak yatırım alanlarını geliştirmeyi hedefliyordu. Bu siyasetin bir diğer boyutu da İran içindeki ılımlı ve reformist unsurlarla işbirliği ve dayanışmayı kuvvetlendirmeye çalışmak ve mezkur aktörlerin İran siyasetindeki hareket kabiliyetini artırmaktı. Ancak son yıllarda AB’nin dünya siyasetinde yaşadığı mevzi kaybı, İran’a olan tutumuna da yansıdı. Özellikle Rusya-Ukrayna Savaşı'nın ardından güvenlik alanında ABD’ye iyiden iyiye bağımlı hale gelen Avrupa’nın İran konusunda özerk bir siyaset geliştirmesi mümkün görünmüyor. Bu bağlamda, savaş öncesi dönemde Trump’ın ABD’yi nükleer anlaşmadan çekmesi (2018) sonrası Avrupa’nın gösterdiği Trump karşıtı ve anlaşma yanlısı tavra bugün rastlanmıyor. Hatta E3 ülkelerinin snapback kararını almalarında ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun baskılarının etkili olduğu söyleniyor. Uzun lafın kısası, AB artık ABD’nin İran siyasetine uyum sağlamak dışında bir seçeneğe sahip değil. İran ise tam da bu durumun tespitinden hareketle AB’yi yeniden özne olmaya davet ediyor. Arakçi 7 Eylül günü The Guardian gazetesinde yayınlanan yazısında, Avrupa’yı İran konusunda Trump’ın peşine takılmakla ve İsrail’in direktifleri çerçevesinde hareket etmekle suçladı. Arakçi, Avrupa’nın yeniden uluslararası siyasette özne olması için müstakil bir dış siyaset ve hususen de İran siyaseti takip etmesi gerektiğini ifade etti.
AVRUPA VE İRAN ARASINDA KÖPRÜLERİN ATILMASI
Diğer taraftan 2018 sonrasında her ne kadar E3 ülkeleri anlaşmaya kağıt üzerinde bağlı kalsalar da ABD’nin yaptırım gücünden dolayı fiilen anlaşmayı işletmediler. İran ile ekonomik ilişkilerini askıya aldılar. Dolayısıyla bugün Avrupa ile İran arasında riske atılmasından endişe edilecek bir ekonomik ilişkiden bahsedilemez. Ekonomik bağımlılığın zayıf olduğu bir düzlemde Avrupa’nın İran’ı gözden çıkarması daha kolay görünüyor. Son olarak ise AB’nin, artan Rusya tehdidi karşısında İran’ın Rusya ile askeri işbirliğinden son derece rahatsız olduğu görülüyor. Rusya-Ukrayna Savaşı süresince Rusya’ya silahlı insansız hava aracı (SİHA) tedariki sağlayan İran, Avrupa’nın güvenliğinin altını oyması sebebiyle AB açısından cezalandırılması gereken bir aktöre dönüştü. Bu şartlar altında AB’nin İran’ı ABD’nin hışmından kurtarmak için bir motivasyona sahip olmadığı söylenebilir.
ANLAŞMA İÇİN HALA BİR ŞANS VAR MI?
İsrail ile İran arasında yaşanan 12 Gün Savaşı, İran ile yapılacak müzakerelerin artık askeri müdahale gölgesinde yapılacağını haber vermişti. Çünkü bu savaş, iki ülke arasındaki askeri gerginliği çözüme ulaştırmadı. İki taraf da ikinci raunt için hazırlıklarına devam ediyor. E3 ülkelerinin snapback kararı da müzakerelerin yaptırım tehdidi altında yapılacağını gösterdi. Dolayısıyla İran, savaş ve yaptırım kıskacı altında diplomasiden medet ummaya devam etse de şu an için en olumlu gelişme, snapback süresinin 6 aylığına uzatılıp kapsamlı müzakereler ve anlaşmalar için fırsat yaratılması olacaktır. Ancak bu olsa bile 6 aylık sürede meselenin nihai çözümü olasılığı pek yüksek değil. Tıkanıklığın teknik detaylardan değil siyasi bağlamdan kaynaklandığı unutulmamalı. İsrail durdurulmadıkça İran nükleer dosyasının çözülme ihtimali bulunmuyor. İran ile müzakere yürüten taraflar da İsrail’in arkasında hizalanmış durumdalar. 12 Gün Savaşı, AB ülkelerinin saldırgan İsrail’i değil, kendini savunan İran’ı kınamaları gibi garip bir durum ortaya çıkardı. Söz konusu ülkelerin nükleer meselede diplomasiyi barış için kullanacaklarına dair bir emare bulunmuyor. Bu süreçte diplomatik temaslar, taraflar açısından top çevirme ve zaman kazanma fonksiyonundan öte bir anlama sahip değil.