1. ABDULKADİR SELVİ/Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağı neden pas geçti

MISIR’a hareket etmek üzere Esenboğa Havaalanı’nın şeref salonuna girdiğimde, televizyonların canlı yayınlarında Gazze’den rehine değişimi haberleri veriliyordu. Cumhurbaşkanı’nın uçağına bindiğimizde ise ABD Başkanı Trump’ın Air Force One uçağında yaptığı açıklamaları izledik. Trump, “Cumhurbaşkanı Erdoğan harikaydı, gerçekten çok yardımcı oldu. Çünkü kendisine çok saygı duyuluyor” derken uçağın camından Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın resmi törenle Mısır’a uğurlanışını izliyordum. Erdoğan, törenin ardından uçağın merdivenlerini tırmandı. Az sonra uçağın kapıları kapandı ve Cumhurbaşkanı’nı taşıyan uçak tarihi oturuma ev sahipliği yapacak olan Şarm El- Şeyh’e doğru havalandı.

TÜFAD seçmesine yoğun ilgi
TÜFAD seçmesine yoğun ilgi
İçeriği Görüntüle

KÜRESEL LİDER

Trump’ın son 1 ayda Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında yaptığı açıklamaları alt alta koydum. Herhangi bir Amerikan başkanının cumhurbaşkanlarımız ya da başbakanlarımız hakkında bu tür açıklamalar yaptığını hatırlamıyorum. Tarihin yeniden yazıldığı bir dönemde Erdoğan’ın küresel liderliği, Türkiye açısından bir şans. Kimse bunu Erdoğan’a bahşetmiyor. Cumhurbaşkanı, tarihin doğru zamanında doğru yerinde sergilediği güçlü liderlikle bunu hak ediyor. Uçak havalandıktan kısa bir süre sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan uçağın içinde bir tur atıp geziye katılanları selamladı. Erdoğan’a Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Özel Kalem Müdürü Hasan Doğan, MİT Başkanı İbrahim Kalın ve Dış Politika Başdanışmanı Akif Çağatay Kılıç eşlik etti.

NETANYAHU GELİYOR HABERİ

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçağında bir yandan da Trump’ın İsrail’deki temaslarını takip ediyorduk. Uçağımız Kahire üzerinden Şarm El-Şeyh’e doğru süzülürken Trump’ın Sisi’nin düzenlediği zirveye Netanyahu’yu davet ettiği haberi geldi. Uçakta moraller bozuldu. Gazeteciler olarak aramızda Netanyahu gelir mi gelmez mi, Erdoğan’ın tavrı ne olur, Trump, Netanyahu’yu uçağına alıp Şarm El-Şeyh’e getirir mi tartışması yaşandı. Ama aklımız uçağın ön kısmında Cumhurbaşkanı Erdoğan ve ekibinin yaptığı değerlendirmelerdeydi. Netanyahu gelecek mi gelmeyecek mi tartışmamız uzun sürmedi. Çünkü, Mısır’dan son dakika olarak Netanyahu’nun 4 zirveye katılacağı haberi geldi. Bu haber moralleri bozdu. Sisi yine yaptı yapacağını diye düşündük. Kriz geliyordu. Bu düşüncelerle Şarm El-Şeyh’e doğru uçmaya devam ettik. Tam 12.44’te uçağın tekerleri açıldı. Havaalanına doğru inmeye başladık. Tekerler piste değmek üzereyken tam saat 12.47’de uçak burnunu havaya kaldırıp havalandı. O anda Netanyahu’nun zirveye katılmasını protesto edip dönüyor algısı oluştu. O sırada arka kapı diplomasisinde neler yaşandı bilmiyoruz.

SON DAKİKA HABERİ

Uçağımız havada bir tur attı, saat 13.06’da tekrar inişe geçtik. Cumhurbaşkanının uçağının tekerleri piste değerken Netanyahu’nun zirveye katılmayacağı haberi geldi. Derin bir oh çektim. Uçağın pisti pas geçmesinin Netanyahu’nun zirveye katılıp katılmayacağı ile bir ilgisi olup olmadığını o sırada öğrenemedik O sırada saatler 13.09’u gösteriyordu ve Cumhurbaşkanı’nın uçağı havaalanına indi. Uçak havada 19 dakika tur attı. Erdoğan tam 13.36’da havaalanına indi.

İKİNCİ ONE MINUTE Mİ

Netanyahu’nun zirveye katılacağı haberi ile uçağın pisti pas geçmesi aynı zamana denk gelince, “İkinci one minute” olayı mı yaşandı havası oluştu. Ama uçağın pas geçmesi olayının teknik bir olay olduğu ortaya çıktı. Pistte uçak olduğu için pas geçilmiş. Ancak Netanyahu’nun zirveye katılması konusunda Cumhurbaşkanı Erdoğan başta tavrını koymuş ve engellemiş. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatı üzerine Dışişleri Bakanı Hakan Fidan başta ABD Dışişleri Bakanı Rubio olmak üzere muhataplarını arayıp, “Netanyahu’nun bu zirvede yeri yok. Netanyahu varsa biz yokuz” diye rest çekmiş. Irak, Endonezya ve Katar’ın da destek vermesi üzerine Trump geri adım atmak zorunda kaldı. Trump, Sisi üzerinden bir emrivaki yapmaya kalkıştı. Ama sert kayaya çarptı.

TRUMP’A PROTESTO

- Tarihi anlara tanıklık ettik. Trump İsrail Meclisi’nde protesto edilirken, bir yandan da Mısır Devlet Başkanı Sisi, konuklarını karşılıyordu. Diğer tarafta ise rehineler teslim ediliyordu.

TRUMP BEKLETTİ

- Trump, İsrail şovunu uzatınca Şarm El-Şeyh’e geç geldi. Trump kendi davet ettiği devlet başkanlarını bekletti. Ama Netanyahu’yu Şarm El-Şeyh’e getirmeyi göze alamadı.

LİDERLERİN UÇAKLARI

Şarm El-Şeyh, Gazze’de ateşkes anlaşmasıyla, tarihi bir anlaşma ile gündeme geldi. Zirve nedeniyle dünyanın gözü Şarm El-Şeyh’teydi. Havaalanına indiğimizde zirveye davetli devlet başkanlarının uçağı havaalanını doldurmuştu. İlk kez bu kadar çok devlet başkanının uçağını bir arada gördüm. Şarm El-Şeyh, deniz kenarında güzel bir turizm şehri. Türk firmaların burada önemli turistik yatırımları var. Deniz kenarından, yazlıkların arasından klasik Arap mimarisiyle yapılmış otellerin arasından zirvenin yapılacağı Uluslararası Fuar Alanı’na ulaştık.

2. AHMET HAKAN/ Erdoğan’dan Netanyahu’ya süper tumturaklı bir veto

Haber toplantısındaydık. “Netanyahu da Mısır’a gidiyor” haberi geldiğinde... Bütün haber merkezi, “Bu çok yanlış olur, böyle bir şey nasıl olur” falan dedi.Haber toplantısını tamamladık. Bir süre sonra “bomba” haber geldi: Flaş. Flaş. Flaş. Netanyahu Mısır’a gitmiyor. Peki nasıl oldu bu iş? Erdoğan, “Uçak geri dönsün” dedi mi? Pist bu yüzden pas geçildi mi? Mısır’da Erdoğan’ı izleyen Ankara Temsilcimiz Hande Fırat ve yazarımız Abdulkadir Selvi’den doğru ve teyit edilmiş bilgiler geldi. İki Hürriyet yazarının verdiği bilgilere göre olay şöyle olmuş: Cumhurbaşkanı Erdoğan, uçakta Netanyahu’nun da Mısır’a gideceği bilgisini almış. Erdoğan, buna net ve kesin biçimde karşı çıkıp itiraz etmiş. Derhal diplomatik temaslarda bulunulmuş. Bunun olmaması gerektiği söylenmiş.

- Diğer devletler de Erdoğan’ın bu yaklaşımını desteklemiş. Böylece Netanyahu’nun Mısır’daki zirveye katılımı engellenmiş. Erdoğan’ın uçağının pisti pas geçmesinin, havada manevra yapmasının konuyla ilgisi yokmuş. Nereden bakılırsa bakılsın bu Erdoğan açısından muazzam bir zaferdir.

- Bir soykırım suçlusuyla aynı mekânlarda bulunmayı reddetmiştir.

- Bir katille göz göze gelme ihtimaline bile geçit vermemiştir.

- Bir çocuk katiliyle aynı atmosferin içinde yer almak istememiştir.

- Bir okul, hastane bombalayıcısının zirvede yer almasını engellemiştir. 6 Sonuçta Hürriyet’in bugünkü manşeti, olup biteni en kısa biçimde şöyle özetledi:

EMRİVAKİYE ONE MINUTE! HASTAYMIŞ, ÖLECEKMİŞ SONRASI İÇİN KAVGA VARMIŞ FALAN

NE zaman Erdoğan’ı yenme konusunda umuda kapılsalar... “Devran dönünce görürsünüz size neler edeceğiz” türküsünü çığırıyorlar. Ne zaman Erdoğan’ı yenme konusunda umutsuzluğa düşseler... Hemen başlıyorlar fısıltıya:

- Hastaymış.

- Ölecekmiş.

- Doktorunun kuzeninin komşusundan işittim.

- Şimdiden sonrası için acayip kavga varmış.

- Parti içinde ekipler çatışıyormuş Son duruma şöyle bir bakalım: Trump gün aşırı Erdoğan’ı övgülere boğunca... Gazze barışında Erdoğan’ın payı tescillenince... Erdoğan’ın küresel liderliği bir kez daha görülünce... Ayrıca muhalefetin iktidarı yenebileceğine inanç hafiften azalmaya başlayınca... Karamsarlık alıp başını gitmiş olacak ki... Umutsuzluk döneminin meşhur iki argümanını yeniden dolaşıma soktular:

- BİR: Hastaymış, ölecekmiş.

- İKİ: Sonrası için kavga varmış. Muhalif kesimdeki umudu ya da umutsuzluğu anlamanın şaşmaz ölçütü şudur: “Devran dönünce size neler edeceğiz” diyorlarsa: Moralleri yerindedir, süper umutludurlar. “Hastaymış, sonrası için kavga varmış” diyorlarsa: Moral bozukluğu ve umutsuzluk söz konusudur.

SELAHATTİNCİ FİGENCİ DEM

Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’dan CHP’ye: “Siz ne zaman Selahattinci, Figenci oldunuz? Dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay vermeseydiniz eş başkanlarımız şimdi partinin başındaydı.” 7 Bakırhan’ın bu sözleriyle ilgili olarak şu üç şeyi kayda geçirmek isterim:

- BİR: Adam haklı. Kılıçdaroğlu döneminde dokunulmazlıkların kaldırılmasına onay vererek büyük hata yaptı CHP.

- İKİ: Siyasi mesajı şudur bu açıklamanın: CHP, DEM’i yanında görmek istese de... DEM, CHP’yi yanında görmek istemiyor.

- ÜÇ: CHP, Demirtaş’a güvenmese iyi eder. Çünkü Demirtaş, süreç konusunda Öcalan’dan bile daha sağlam duruyor.

ÖZGÜR ÖZEL ATTİLA İLHAN OKUMALI

Brüksel’de şöyle demiş Özgür Özel: “Batı sadece bir yön değildir, bir anlayış meselesidir. Batı’ya gidildikçe saraylar gider. Tarihi saraylar vardır ancak ülke daha mütevazı mekânlarda yönetilir. Ant olsun ki CHP iktidarında Avrupa Birliği’nde buluşacağız. Sınırları kaldıracağız.” Özgür Özel’e Batı konusunda 5 tavsiyem var:

- BİR: Batı’yla ilgili bu türden yaklaşımlar, artık batıda bile yok. Batı dışı toplumlarda ise en son 90’larda böylesi Batı övgüleri yapılıyordu.

- İKİ: Attila İlhan’ın “Hangi Batı” kitabı vardır. Özgür Özel, bu kitabı hemen okumalıdır. Batı konusunda sağlam bir altyapıyı o kitaptan edinebilir.

- ÜÇ: Batı’nın “insan hakları / demokrasi / özgürlük” gibi konulardaki tutumunun iki yüzlülüğü Gazze gündeminden sonra tüm dünya tarafından görüldü. Batı bu konularda sınıfta kaldı.

- DÖRT: Batı, şu anda ırkçılık ve faşizm girdabında. Yükselen sağ konusunda ne yapacaklarını bilmiyorlar. Aşırı sağ, Batı’yı domine etmeye başladı.

- BEŞ: Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yaptığı ayrımcılık, AK Parti iktidarıyla açıklanabilir bir durum değil. AB, en laik olduğu zamanlarda bile Türkiye’yi kapısında bekletmeyi tercih etti.

3. ZAFER ŞAHİN/Mansur Başkan iddianamede yok!

Gözün aydın Ankara… Gözün aydın Türkiye… Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın Ankara’daki konser skandalını tüm yönleriyle ortaya çıkaran iddianamesinde Mansur Yavaş’ın adı geçmiyor! Belediye medyası öyle diyor! Yani usulsüz konserlerle kamunun yüzlerce milyon lira zarara uğratılması, kamu zararı tespit edilen 32 konserden 31’inin aynı firmalara verilmesi, bu firmaların bankadan çektiği 365 milyon liranın izinin kaybolması gibi ufak detaylarla ilgilenmiyor belediye medyası! Mansur Yavaş’ın adı geçmiyormuş iddianamede! Bu onun suçsuz olduğunu gösterirmiş! Hatta ülkeyi daha iyi yöneteceği için hedef alınıyormuş! Belediye medyamız algıda pek bir mahirdir. Gerçeklerle pek ilgilenmez. O sebeple onların yıllardır kandırdıkları seçmene “Meselenin bir de bu boyutu var” deme görevi bize düşüyor. İddianamede Mansur Yavaş var. Başsavcılık Yavaş ve özel kalem müdürü hakkında soruşturma başlatılabilmesi için TCK’nın 251 ve 257.maddeleri uyarınca İçişleri Bakanlığından izin talebinde bulundu. Yani Başsavcılık iddianamesinde diyor ki: Yavaş’ın zimmet veya irtikap suçunun işlenmesine kasten göz yumduğu, denetim görevini yerine getirmediği, işlenen suçun müşterek faili olarak sorumlu tutulup tutulmayacağının incelenmesi gerekir. Eğer bakanlık izin verirse Yavaş soruşturulacak. Demek ki neymiş? İddianamede Yavaş varmış. Bu arada Ankara Büyükşehirle ilgili “Naylon faturalarla vergi kaçakçılığı” suçundan ayrı bir soruşturma daha var! Belediye medyası toz kondurmuyor ama Ankara’da onların bile üstünü örtemeyeceği işler bir bir ortaya çıkmaya devam edecek gibi. Panik lobisine Sındırgı tepkisi Aşağıdaki mesaj Sındırgı’da yaşayan bir okuyucudan geldi. Her depremde ortaya çıkan panik lobisini o kadar güzel anlatmış ki; hiç dokunmadan yayınlamak şart oldu. Bazıları depremi değil, etkileşimi hissediyor. Yine klavyeye sarılmışlar yok hat çöktü, çekmedi diye. Oysa 10 Ağustos’ta da 2 Ekim’de de çekti telefonlar. 9 Her depremde ortaya çıkan bir panik lobisi var. Yok telefonlar çekmiyormuş da, siteye girip telefonum çekmiyor diye ağlayacağınıza WhatsApp kullansanız mesela. Çok endişelisiniz ya tavsiye olarak düşünün mesela bunu da. Bakın korkularımızla artık dalga geçmeyin lütfen. Deprem olur olmaz şuraya operatörler çöktü yazıyorsunuz. Ben açık konuşayım, bu ülkede işini yapan çok az insan kaldı. Ama şu 6 Şubat’tan beri kaç tane deprem oldu 5’in 6’nın üzerinde. Bir kez bile hatlar çökmedi. Uraloğlu’na helal olsun operatörlerin hepsini hizaya getirmiş. Kalkmışlar hala deprem oldu, yok telefon çekmedi yok internete giremedim diyor. Ben Sındırgıda yaşıyorum. 6.1’lik depremi ben yaşadım. Aradım, konuştum, mesaj attım, tweet attım. Ne çekmedi, neye göre çekmedi? Yalan dolanla prim kasmayın. Depremde operatörler çökmedi, üstüne bir de daha çok konuşabilelim diye bedava dakika verdiler. Kahramanmaraş’ta yaşananlardan sonra belli ki herkes dersini almış. Marmara’nın göbeğinde deprem oluyor, milyonlarca kişi aynı anda arıyor ama sistem tık demiyor. Eskiden olsa 10 dakika ses gelmezdi. Ben 2019’daki Silivri depreminde kimseye ulaşamamıştım. Ama bu sene İstanbul’da Marmara’da olan depremlerin hepsinde aradığım anda hat düştü. Demek ki çalışan bir bakana ihtiyacımız varmış, isteyince oluyormuş. Bu yalanı yazanlar hiç kusura bakmasın, hiçbirinin iyi niyetli olduğuna inanmıyorum. Benim yaşadığımla senin gördüğün bir değil. Ben konuştum, sen tweet attın. Tek amacınız takipçi kazanmak. Depremde baraj yıkılmadı, şimdi de hat gitmedi. Ama bazıları için fark etmiyor, yeter ki ortalık karışsın.

4. MAHMUT ÖVÜR/Bir Millet Üç Devlet

Bütün gözler Gazze'de barışa giden gerçek bir ateşkesin hayata geçirilmesini beklerken, biz de TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş ve milletvekili grubuyla Pakistan'ın başkenti İslamabad'dayız... Dünyanın sorunları bitmiyor. Daha yola çıkmadan, Pakistan-Afganistan sınırında çatışma haberlerini duyduk. Gerçi o çatışma kısa sürede durduruldu ama Pakistan'da bir değil, birden fazla Hindistan, İran hatta Çin'le yaşadığı dış sorun var ve iç siyasi gerilimler de bitmek bilmiyor. İçeride bir yanda Tahrik-i Taliban Pakistan (TTP), diğer yanda Belucistan Kurtuluş Ordusu ile Pakistan yıllardır savaşıyor. Ağırlıkla Afganistan üzerinden Pakistan'a saldıran bu iki örgüte Hindistan ciddi destek veriyor. Tam da bu sorunlara karşı Pakistan'ın dirençli olması için Türkiye- Azerbaycan ve Pakistan arasında 2021'de başlatılan ama pandemi ve başka gerekçelerle ara verilen üçlü bir ittifak meselesi vardı. Üç dost ülkenin meclis başkanlarını 4 yıl aradan sonra İslamabad'da buluşturan da bu stratejik hedefti. Çünkü bu üç dost ülke, hem Avrasya enerji jeopolitiğinin merkezinde yer alıyor hem de Çin'in yeni "İpek Yolu" projesinin kilit ülkeleri... Böylesi önemli bir arka plana sahip ilişkilerin daha da gelişmesi gerektiğini belirten Meclis Başkanı Kurtulmuş, geleceğe dair umutlu olduğunu söylüyor ve şöyle diyordu: "2021'deki ilk adımdan sonra ara verilince çok konularımız birikti. Bunları paylaşmak, konuşmak için buradayız. Azerbaycan'la biz 'Bir millet iki devlet' diyoruz. Pakistan'la da bir millet iki devlet gibiyiz. Bunu Pakistan Meclisi'nde söyleyeceğim, şimdi üçümüz bir millet üç devlet oluruz ve inşallah her konuda mükemmel ilişkilerimizi parlamentolar düzeyinde en üst seviyeye çıkartırız. Toplantılarımız da olumlu bir ajandayla sonuçlanacaktır." Geziye katılan milletvekillerinden Ali Şahin'le de ayaküstü sohbet ediyoruz. Üniversiteyi Karaçi'de bitiren Şahin, hem Pakistan'ı iyi tanıyor hem de bölgeyi yakından takip eden bir milletvekili. Şahin, üç ülke arasındaki ilişkinin son dönemde özellikle de Karabağ Savaşı ile yeni bir boyut kazandığına dikkat çekti: "Türkiye ile Pakistan arasında kadim bir dostluk ve kültürel ilişki vardı. Azerbaycan'ın Karabağ Savaşı'na Pakistan'ın ciddi destek vermesi, üçlü mekanizmanın oluşmasına zemin oldu ve geliştirilmesi adımları atıldı. Aslında İran da bunun bir parçası olmak istiyor. En son yapılan toplantıda bunu söylediler ama bazı rezervler olduğu için bekleniyor." Pakistan kendi içinde siyasal gerilimler yaşasa da, bölgesel ve küresel meselelerde dik bir duruş sergiliyor. Pakistan'ın Türkiye'yle özel ilişkiye sahip olması, Hindistan saldırısını püskürtmesi, Gazze'deki İsrail soykırımına karşı Müslüman ülkelerle ortak hareket etmesi ve en son Suudi Arabistan'la stratejik güvenlik anlaşması yapması, bölgede yeni dengelerin kurulacağına işaret. Bu perspektiften bakınca Türkiye- Azerbaycan-Pakistan fotoğrafı, çok daha anlamlı ve önemli oluyor...

5. BERCAN TUTAR/ Knesset’teki sirk gösterisi

Biri Filistinli diğeri İsrailli iki cesur yürek, soykırımcıların bir sirk gösterisini aratmayan İsrail meclisi Knesset'teki siyonist ayinlerini attıkları slogan ve açtıkları pankartlarla tuzla buz etti. Knesset'te sergilenen 'ikiyüzlülüğün dayanılmaz bayağılığı'na isyan eden milletvekilleri Ayman Odeh ve Ofer Cassif, tam da Trump'ın tozpembe tablolar çizdiği sırada Gazze'deki İsrail soykırımını kınayan sloganlar atarak büyüyü bozdu. Öyle ki Trump'ı kutsal bir huşuyla dinleyen 'Gazze Kasabı' Netanyahu ile Filistinlilerin çocuk ve kadın ayırımı yapılmadan topyekûn imha edilmeleri talimatını veren Cumhurbaşkanı İzak Herzog, neye uğradığını şaşırdı. Suçluluk psikolojisiyle gayri ihtiyari irkildiler. Netanyahu uğradığı şoku yüzündeki meymenetsiz bir gülümsemeyle atlatmaya çalıştı. Afallayan Trump ise tepkisini dudaklarını büzerek belli etti. 'Oysa her şey ne kadar güzeldi. Nereden çıktı bu iki münasebetsiz' der gibi bir süre bekleyen Trump, vekiller apar topar çıkarıldıktan sonra "Bak şimdi iyi oldu" dedi pişkince. Tam adı 'Barış ve Eşitlik İçin Demokratik Cephe' olan sol görüşlü Arap-Yahudi partisi Hadash'ın lideri Odeh ile parti vekili Cassir, cesur çıkışlarıyla küresel vicdanın sesi oldu. Zaten sosyal medya başta olmak üzere her tür platformda da çıkışları büyük takdir topladı. Bu isyan bize, Trump'ın Gazzeli masum sivil halka karşı işlenen bir soykırımı 'savaş zaferle bitti' diyerek manipüle etmesine, meşrulaştırmasına ve soykırımcıları aklamasına dünyanın asla izin vermeyeceğini gösteriyor. Öfkesi burnunda ve acısı hâlâ yüreğinde tüten milyarlarca insanla alay ederek Knesset'te 'zafer kutlaması' yapanlara iyi bir ders verildi. Zira, Netanyahu başta olmak üzere soykırımcı çete öyle kolay kolay paçasını kurtaramayacak. Hunharca ve sadistçe katlettikleri Gazzeli bebek ve çocukların ahı yakalarını bırakmayacak. Zaten küresel vicdan bunun hesabını sormadan susmayacak. Şimdiden insanlar tepkilerini, "Gazze: Hiçbir zaman unutma, affetme, susma!" diyerek dile getiriyor. Odeh ve Cassif'in "Filistin'i tanı!" pankartı soykırımcıların ve destekçilerinin kâbusu olacak. Çünkü siyonistlerin en büyük düşmanı Hamas'tan çok Filistin'in devletleşmesidir. Fakat ne yapsalar da Filistin'i ve Filistinlileri haritalardan da hafızalardan da silmeyi başaramayacaklar. Trump'ın konuşmasında soykırımcı Netanyahu'ya istediği her tür silahı verdiğinden bahsetmesi aslında soykırıma yardım ve yataklık suçunun da itirafıydı. Çünkü Netanyahu bu verilen silahlarla iki buçuk milyon Gazzeliye iki yıldır cehennemi yaşattı. Knesset'teki sirkte bütün konuşmacılar yatıp kalkıp 20 İsrailli esirden dem vurdu. Dünya onlardan ve acılarından ibaretti sadece. Kimse öz vatanlarında 78 yıldır esir muamelesi gören milyonlarca Filistinliden bahsetmedi. Bir aile toplantısındaymışlar gibi rahattılar. Knesset'te Trump dışında Steve Witkoff, Ivanka ve Jared Kushner, Marco Rubio ile Peter Hegseth de ayakta alkışlandı. 'Gazze zaferini' kutladılar. Ailenin reisi konumundaki Trump herkese tatlı sert dokundurdu. İbrahim'e 'İbo' demekteki samimiyeti ve yakınlığı göstermek için Benyamin'i 'Bibi' yaptı. Herzog'dan 'savaş kahramanı' ilan ettiği 'Bibi'nin yolsuzluk suçlarını affetmesini istedi. 'Abraham Anlaşmaları'nı artık İbranice 'Avraham' olarak telaffuz edeceğinin müjdesini verdi. Kızı Ivanka'nın Yahudiliğe geçeceğini yeni öğrendiğini belirttikten sonra Netanyahu'ya dönerek "Ama bunu benden bekleme Bibi" diye takıldı. Görüldüğü üzere tam bir sirk ve ikiyüzlülük atmosferi hâkimdi Knesset'te. Bir de arlanmaz bir pişkinlikle 'savaş bitti artık kutlama zamanı' diyerek dünyanın da soykırımın üstüne bir bardak su içmesini istediler/istiyorlar. Oysa insanlar unutmayacak ve affetmeyecek. Herzog affedebilir ama dünya Trump'ın 'Bibi'sini asla bağışlamayacak. Vahşice katlettiği bebek, çocuk ve annelerin ahı yerde kalmayacak. İki cesur vekilin çıkışının da gösterdiği gibi Netanyahu'dan da soykırımcı çetesinden de suç ortaklarından da er veya geç teker teker hesap sorulacak. Eski dünya artık yok. Yeni bir dünya kuruluyor ve her şey daha yeni başlıyor.

6. YAHYA BOSTAN/ Suriye’de kara göründü

Bir önceki yazıma “İsrail ve SDG için deniz bitti” başlığı atmıştım. İması şuydu: Oluşan yeni durum, istikrar bozucu bu iki aktörü, bölgesel hedef ve hırslarından ricate, yani geri çekilmeye zorluyor. Bu kez “Suriye’de kara göründü” diyorum. Çünkü SDG’nin Şam’a entegrasyonu meselesinde çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Anlatacağım ama önce bazı hususları vurgulamam gerekiyor

İYİLER VE KÖTÜLER… KAOS YA DA İSTİKRAR…

7 Ekim’den bu yana hep şunu söyledim: Bölgede iki eksen var. Bir eksen, yaşamsal çıkarlarını korumak ve potansiyelini açığa çıkarmak için istikrar arıyor. Bu barış eksenidir. Türkiye burada yer alır. Bölgesel karmaşa ve kaos Ankara’nın omuzlarında büyük bir ekonomik yük oluşturdu, güvenlik sorunu doğurdu, savaş, çatışma ve göçe yol açtı. Bu bağlamda… Irak Kalkınma Yolu, Zengezur Koridoru, Suriye’nin istikrarı, Filistin’de iki devletli çözüm arayışı, Ukrayna barış girişimi… Hepsi istikrar arayışıdır. Bu eksenin karşıtı İsrail’dir. İsrail’in güvenliği, çevresindeki ülkelerin zayıflığına, kaosa dayanır. Kimi zaman ABD, kimi zaman İran, attıkları adımlarla bu ekseni beslemiştir. Son yıllarda yaşananlar da bu iki eksenin güç mücadelesidir. Derin çatışma burada yatar.

İSRAİL’İN RİCATİ

7 Ekim’den sonra maksimalist taleplerle karşımıza çıkan İsrail gelinen noktada Hamas’la masaya oturmak zorunda kalmıştır. “Büyük” hedeflerinden vaz geçmiş değil ama bu bir ricattir. Peki, ne oldu da rüzgar döndü? Bir. İsrail, küresel maşeri vicdanda, dünya sokaklarında soykırımcı olarak mahkum edilmiştir. Tarihinin en derin izolasyonudur. İki. Hamas’ın askeri yöntemlerle yok edilemeyeceği görülmüştür. Üç. İsrail‘in Doha’yı (ve Suriye’yi) hedef alması Körfez’de güven bunalımı yaratmış, ABD’nin üzerinde titrediği İbrahim Anlaşmaları’nı ve yeni bölgesel mimariyi tehlikeye atmıştır. Dört. Bölgenin bir “onurlu çıkışa” ihtiyacı vardı. Bu yolu hariciyesi ve istihbaratıyla Ankara açmıştır. 7 Ekim’den sonra Temas Grubu’nun kurulması, bölge ülkelerinin derlenip toplanarak aktörleştirilmesi, S. Arabistan gibi ülkelerin iki devletli çözüm perspektifinde sabitlenmesi, 23 Eylül’de BM’de sekiz ülke-ABD görüşmesinin kotarılması, Trump’ın “bir hat üzerinde tutulması”, istihbarat diplomasisi tüm ülkeleri Mısır’daki masaya taşımıştır.

CANLI BARIŞ PLANI VE KAZANILAN MEVZİ

Mısır’da imzalanan çok taraflı belge, -bazı yönleriyle içimize sinmese de- bölgede barışın korunmasına yönelik bir irade beyanıdır. Trump planının ilk maddesi, yani ateşkes ve esirlerin serbest bırakılması dün hayata geçti. Bu planı “canlı plan” olarak niteliyorum. Genel taslak hazır. Ancak maddeler üzerinde müzakereler hala sürüyor. Her an her şey değişebilir (Mesela; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı taşıyan uçak Mısır’a inerken pisti pas geçti, Netanyahu’nun zirveye katılmayacağı netleşince havaalanına indi. Süreç bu kadar hassas ve değişkendir.) Hamas’ın ve İsrail’in kabul etmediği maddeler var. İsrail’in tamamen çekilmesi, Gazze’nin geleceği, Hamas’ın silahsızlanması, Trump’ın uluslararası kurulu, uluslararası barış gücüyle ilgili tartışmalar sürüyor. 20 ülkenin imzaladığı irade beyanı ortadayken bu konularda bir orta yol bulunması gerekiyor. Ama şunu vurgulamalı: İsrail’in Hamas’la ateşkes yapması, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu dört ülkenin garantörlüğünü kabul etmesi tarihi bir eşiktir. Büyük bir mevzi kazanımıdır. İsrail ateşkesi yarın bozsa da yeni mücadele bu mevzi üzerinden yeniden başlar. Filistin meselesinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.

SURİYE’DE RÜZGAR DÖNDÜ

En başından beri söylüyorum… SDG, 10 Mart anlaşmasına uymak için bölgesel gerilimin hangi yöne gittiğini görmek istiyordu. İsrail’in Suriye’yi zayıflatmasını beklediler. Özellikle Süveyda kritikti. Ancak; Şam’ın Ankara’dan resmi askeri destek talebinde bulunması, Süveyda konusunda Ürdün-ABD-Suriye yol haritasının açıklanması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Trump’la Washington buluşması, İsrail’in Gazze’de tökezlemesiyle… Tablo netleşmeye başladı. Yaşanan trafiğin farkındasınız. Trump’ın Temsilcisi Barrack ve CENTCOM Komutanı Cooper önce Suriye’nin kuzeyine, sonra SDG elebaşı Mazlum Abdi’yle Şam’a gittiler. Daha sonra Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani Ankara’ya geldi, Bakan Fidan ile görüştü. Daha sonra pazar günü Ankara’da Dışişleri, Savunma Bakanları ile istihbarat başkanlarının katıldığı bir zirve yapıldı. Muhtemelen; Suriye’nin güvenliği, istikrarı ve toprak bütünlüğü, Ankara-Şam arasında yapılacak geniş kapsamlı güvenlik anlaşması, Suriye ordusunun (kitlesel) eğitimi, Suriye askeri kapasitesinin güçlendirilmesi masaya yatırıldı.

SDG’DEN ENTEGRASYON KARARI

Ankara’nın SDG’nin silah bırakarak Şam’a entegre olmasını istediği biliniyor. Şam da aynı pozisyonda. SDG ise ademi merkeziyetçilik talepleri ve anayasal beklentilerin yanı sıra Suriye ordusuna kolordu düzeyinde, bölgesel ve blok olarak katılmak istiyor. Yani kontrolü altındaki bölgede, silah bırakmadan. SDG elebaşı Mazlum Abdi, Şara ile görüşmesinden sonra dedi ki… “Suriye ordusuna entegre olacağız. Süreç yakında resmen başlayacak.” Şam tarafından yalanlanmayan ilginç bir bilgi de verdi: “SDG, Suriye’nin tamamında DEAŞ ile mücadele edecek.” Peki, Şam “Blok katılımı” reddederken ve bundan geri adım atmazken bu nasıl olacak? Abdi’nin “Suriye’nin tamamı” vurgusu bende, tarafların (Şam ve SDG) beklentilerini yüzde yüz karşılamasa da bir ara formülün oluştuğu düşüncesine yol açtı. Bu nasıl olacak? Bekleyip göreceğiz. Artısı nedir, eksisi nedir? Daha çok konuşacağız. Bu konuda yaşanacak pozitif bir gelişmenin Terörsüz Türkiye sürecini hızlandıracağını da vurgulayalım.

7. YUSUF DİNÇ/Yeni Türkler

Türkiye nasıl doğdu? Bağrına düşman hançeri yaslanmış vatan toprağının bir bölümünü kurtararak mı? Silahlı mücadele yeter miydi bir devlet kurmaya? Amenna, belki başka türlüsü de mümkündür ama tarih bize göstermiştir ki devletler savaşsız kurulamamıştır. Hatta devletler savaşın bir çocuğudur ve büyüyüp gelişine kadar savaşın tarafı ve nihayet savaşın annesi olurlar. Bu göstermektedir ki devlet için askerinin teknolojisi ve cesareti esastır. Ancak bir o kadar önemlisi de vatan mıntıkasının mukimlerinin dirayeti ve ferasetidir. Mimarlarının ve sanatçılarının hüneri ve özgünlüğüdür. Emekçilerinin gayreti ve himmetidir. Girişimcilerinin adanmışlığı ve vizyonerliğidir. İlmiyenin hocası ve öğrencisidir. Ve en önemlisi de hepsini birbirine ve bugünü tarihe ve geleceği bugüne bağlamak için münevverlerinin (entelektüellerinin) varlığı ve kapasitesidir. Türkiye’yi doğuran sadece cepheler değil, çok güçlü bir düşünce devinimi olmuştur. Eğer sadece cepheler olsaydı vatandan askerin ne anladığının sınırlarında mahpus bir millet olurduk. Türkiye kimi ince pınarlar kimi coşkun ırmaklar gibi akan düşünce nehirlerinin kaynağında kesiştiği bir göl olarak doğdu. Osmanlı asır süren bir ideolojik yön kaybı içine düşmüştü. Devlet durdurulamayan çöküşe ve yaklaşan çatışmaya karşı politik varlığını konsolide etmeye yahut ispat etmeye çalışıyordu. Hasta adam söylemine karşı biz daha ölmedik demenin yollarını arıyordu. Azınlıkların hamileri eliyle hükmeden değil, bölünmemek için kendini açıklayan bir konuma itilmişti. İlan ettiği fermanlarla dışında kaldığını düşündüğü medeniyet ailesinin arasına katılmaya çalışıyordu. Ne yapsa tek dişine kan değmiş medeniyet Osmanlı’ya bilenmişti. Abdülhamid Han için devletin kaybettiği meşruiyeti yeniden kazanmanın tek yolu olarak ümmetin merkezine yerleşmek kalmıştı. Hilafet bir sığınak oldu. Devletin varlığı artık bir mana idi. Osmanlı’nın kendini içine ittiği ideolojik boşluk entelektüellere sivil bir düşünce alanı oluşturuyordu. Henüz yeni tanışılan gazetelerde, cemiyetlerde, sürgünlerde yeni devlet tahayyülleri geliştiriliyordu. Entelektüeller şiiri, nesri, romanı, tiyatroyu ıslaha çalışılan bir devletin bekası için fevkalade bir derinlik ve genişlikte enstrümana çeviriyordu. Genç Osmanlılar (Jön Türkler) teolojik meşruiyete karşı daha önce tutmayan modernleşmenin ısrarcısı oldu. Rejim krizinin giderilmesi ve anayasal düzenle yeniden medeniyetin bir parçası olunabileceğini savundular. Yeni Osmanlılar ahlaki çöküntü ve özgürlükler üzerinde duruyordu. Ahlaki restorasyon ve hürriyeti Osmanlı’nın çaresi olarak görüyorlardı. İslamcılar ahlaki diriliş ile sistem kaygısını birleştiriyordu. Bir anlamda kendi modernliğini üretmeyi öneriyorlardı. Ne var ki devleti dönüştürmek ile toplumu dönüştürmek ekseninde sentezlenebilecek bu üç ana damar birbirini dışlıyordu. Kimse muradına eremedi. Cumhuriyet herkes yerine bir tercihte bulundu; Batıcılık… Doğuculuğun tercih edilecek durumu yoktu. Ve kendi medeniyetine düşman olmasa bile hayli mesafeli bir yaklaşım egemendi. Gene de Necip Fazıl’ın Namık Kemal hakkındaki ifadesinden esinle Osmanlı’da neşet eden düşünce akımları ferde nüfuz edemediyse de cemiyeti kapsadı. Fakat bağımsız düşünce alanı kapandı ve hatta kapatıldı. Oluşan siyasi yapı bir ideoloji doğurdu; Kemalizm. Düşüncenin ve düşünürün üstüne bulut gibi çöktü. Güncellenmek için değil, güncellenmemek için benimsendi. Geç de olsa gelen partileşme dinamiği de belirleyici oldu. Önce düşünce sonra hareket ikilisinden önce parti sonra düşünce ikilisine geçildi. Fikri olan siyasete girdi veya bazen zorlandı. Partiler farklılaşma iddiasında olsa da ideoloji tekilleşti. Son olaraksa devletin koruma refleksi belirleyici oldu. Entelektüel arayışlar bastırıldı. Yeri gelmişken Nur Serter’e teşekkür etmeliyim. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Cuma gününe ders konmamasını laikliğe bir tehdit olarak görmüş. Tatil anlayışımız yoktur ama Cuma gününe ders koyup koymamanın anlamını nasıl gördüğü gerçekten dirilticiydi. Ama daha önemlisi alt metinde onun dahi artık Kemalizmin çözüldüğünü görmesidir. Ve belki nihayet tepkisizlikten yasakçılığın ve baskıcılığın çağın gerisinde kaldığını idrak etmeye mecbur kalmasıdır. Cuma ders koymamak yasaktırın tasa edeni yok artık. Bugüne dair söylenecek asıl önemli şeylerse başkadır. Devlet ideolojisinin tekil yapısı sorgulanmaya başlamış doğu-batı ekseninde genişlemiştir. Entelektüel üretim için sivil alan yeniden açılmıştır. Yeterince doğru kullanılamasa da dijital mecralar düşünce için az beğenili bir hürriyet sağlamıştır. Trol çöplüğü arasından sesini duyurmak mümkündür. Bunların hepsini buluşturan unsursa yeni bir dünya düzeni ve Yeni Türkiye’nin doğuşudur. Türkiye için Osmanlı gibi aşağı yönlü değil, yukarı yönlü bir trend gelişmektedir. Ve anlaşılmaktadır ki Türk milleti kendini kuşatan her düşünceyi üzerindeki dumanın ağırlığına rağmen yaşatmıştır. Ve bugün bunları sentezleyebilecek entelektüel değerler kazanmıştır. Yeni Türkiye’nin ayak sesleriyle manevi ve sosyal buhranından çıkmayı arzulayan Yeni Türkler var olmuştur. Siyasi, iktisadi ve içtimai meşruiyetini kendi vücudunda (bulunuşunda) ve vicdanında (buluşunda) arayan ruhu genç bir nesil var. Hadi 1839’dan alalım. Bunalım dönemi nihayet sona eriyor. Düşünce kaynağı kabarıyor. Gölümüz bir ummana dönüşüyor. Geçmişin parametreleri yerine geleceğin parametreleri beliriyor. Bu Yeni Türkiye’ye ve yeni siyasete ekopolitik bir yönelim kazandıracak. Devletten topluma doğru işleyen mekanizmalar çift yönlü çalışmaya başlayacak. Siyaset ekopolitik tekillikten veya kimliksizlikten çıkmak zorunda kalacak. Neyi kastettiğimi örneklendireyim. Anahtar Parti Genel Başkanı Sn Yavuz Ağıralioğlu’na Zafer Partisi ile ittifak yapıp yapmayacakları soruluyor devamlı. Elbet bulanık bir cevap çıkıyor. Aslında sorunun maksadı Kemalizm testinden başka şey değil. Ve fakat yeni bir ekopolitik, bir yeni dünya okuması ve Yeni Türkiye önermesi ortaya koymadıklarından soruya cevap vermek mümkün olmuyor. Eski ideolojiler içinde milliyetçi seçmeni bölüşen bir partiler paketi zaafı bu. Anahtar Parti özelinde bir durum değil, geneli anlatıyor. Altı partinin bir araya gelebilmesi nasıl açıklanabilir ki? Partiler ilgi göremiyor çünkü Yeni Türkler Yeni Türkiye önermesini bekliyor ve şekillendiriyor. Medeniyetin refah değil, haklı (helal) refah olması gerektiğini işliyor entelektüel kapasite. Devletin yalnız korunması gereken bir yapı değil, üretmeye olanak veren bir imkân olduğunu anlatıyor. Varlığı için onay beklemektense varlığının anlamını yeniden kazanmayı öğütlüyor. Tarihin uzun çizgisini uzatmaktansa geleceğe bir patern çizmeyi hedefliyor. Yeni Türkiye ve yeni dünya ve yeni bölge için devletin kudreti ve adaletini, insanının dirayeti ve ferasetiyle birleştirmeyi bekliyor. Sanatıyla, fikriyatıyla, emeğiyle, vizyonuyla desteklenmek istiyor. Batının paslı aynasından değil, kendi suyumuzun yüzünden yüzümüze bakmayı öneriyor. Artık ispata değil, inşaya çalışmak istiyor. Bunu görmezden gelerek sorumluluğunu terk eden siyaset, ortak vizyonu yitiren sermaye, kendini güncelleyemeyen aydın yeni dünyada çağdışı kalacak.

8. HURİYE YILDIZ KANTAROĞLU /Bir insan hakları felaketi: Gazze'deki amputasyon gerçeği

İnsanlık tarihi sayısız katliam, soykırım ve insanlık dışı olaya şahit olmuştur. 21. yüzyıla gelindiğinde ise tüm bu edindiği tecrübelerle insan hakları kazanımları elde etmiş, bu kazanımları çeşitli kuruluş, belge ve sözleşmeyle garanti altına almaya çalışmıştır. Özellikle gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin bu belge ve sözleşmelere taraf olmalarıyla insan haklarının evrensel normlar olması hedeflenmiştir. Ekim 2023 tarihine gelindiğinde İsrail Gazze’de dünya tarihinin görmediği düzeyde bir katliama başlamış ve bu “haklar” ile ilgili büyük bir sorgulama sürecine girilmiştir. Yoksa bu haklar kağıt üzerinde midir? Ya da evrsensel mi değildir? Öyle ki, İsrail saldırının ilk dört gününde Amerikan ordusunun, Afganistan’da bir yılda kullandığı miktarda bombayı Gazze’ye atmıştır. [1] İki yıldır devam eden saldırılarda, her biri ayrı inceleme konusu olacak sayısız insan hakları ihlali yaşanmış, iki yılın sonunda 66 binden fazla kişi ölmüş, 168 binden fazla kişi yaralanmış, 4 bin 500’den fazla kişi ise uzuvlarını kaybetmiştir. Sonucu en yıkıcı olan ihlallerden biri ise yüksek amputasyon oranlarıdır. Tüm savaşlar ölen, yaralanan ve engelli kalan kişileri beraberinde getirir. Ancak Gazze’de iki yıldır devam eden sistemli soykırımda, ampute bireylerin sayısı oldukça fazladır. Sayıları net olarak bilinmese de Gazze Sağlık Bakanlığının verilerine göre, 7 Ekim 2023’ten 2025’e kadar olan dönemde, 4 bin 500 kişi üst ve alt uzuvlarını kapsayan amputasyon geçirmiştir. Üstelik bu kişilerin büyük çoğunluğunu kadın ve çocuklar oluşturmaktadır. Özellikle yüzde 18 gibi bir oranda çocukların kitlesel olarak amputasyon geçirmesi, gelecek neslin yok edilmesi anlamına gelmektedir. Birleşmiş Milletler Yakın Doğu’daki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı (UNRWA) Genel Komiseri Philippe Lazzarini, “Gazze’nin dünyada kişi başına en fazla ampute çocuk sayısına sahip olduğunu ve bu çocukların birçoğunun anestezi olmadan uzuvlarının kesildiğini” [2] belirtmektedir. Sağlık hizmetine erişim imkanı olmayan bu çocuklar, psikolojik travma, kalıcı engellilik, enfeksiyon, kronik ağrı, eğitimden dışlanma gibi birçok fiziksel ve psikososyal sorun yaşamaktadır.

YÜKSEK AMPUTASYON NEDENLERİ

Gazze’de amputasyon oranlarının olağanüstü yüksek olmasının birkaç nedeni bulunmaktadır; Bunlardan ilki, sağlık sisteminin işlevsiz hale getirilmesidir. İsrail 7 Ekim’den bu yana aralarında Şifa Hastanesi, El-Ehli Baptist Hastanesi gibi hastanelerin de bulunduğu 36 hastaneyi bombalayarak, 80’den fazla sağlık merkezini vurarak ve 140’dan fazla ambulansı kullanılamaz hale getirerek, [3] sağlık sistemini kasıtlı bir biçimde felç etmiştir. Sağlık personeli ve sağlık malzemelerindeki eksiklikler nedeniyle temel tıbbi bakım dahi mümkün değildir. Bu durum basit yaralanmaların bile kangrene dönüşmesine ve amputasyon sayısının artmasına yol açmaktadır. Çoğunlukla doktorlar tıbbi zorunluluktan ziyade, tıbbi yetersizlikten ötürü uzuvları kesmek zorunda kalmaktadır. Bir diğer önemli neden ise İsrail’in uluslararası hukuka da aykırı olan yüksek patlayıcı mühimmat ve şarapnel etkili ölümcül silahlar kullanmasıdır. Bu hasarı yüksek bombalar yumuşak doku ve kemiklerde geri dönüşü mümkün olmayan hasar bırakmaktadır. Oluşan çoklu uzuv kırıkları, derin yanıklar, enfeksiyon riski yüksek açık yaralar tam teşekküllü bir sağlık sistemi olsa dahi uzvun kurtarılmasını tıbben imkansız kılmaktadır. Gazze’de uzun yıllardır devam eden, son iki yıldır ise şiddeti artan abluka, amputasyon sayısının artmasının nedenlerinden biridir. İlaç, protez gibi tüm tıbbi malzemelerin girişinin kısıtlanması tedaviye olanak tanımamaktadır. Bununla beraber, tedavi olasılığı yüksek olan yaralıların Gazze’den çıkışı engellenmekte, bu ise basit vakaların dahi amputasyonla sonuçlanmasına yol açmaktadır. Bu durum, ampute kişiler için protez ve fizik tedavi rehabilitasyon gibi imkanların kullanılmasının önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Gazze’deki binlerce amputasyon vakası sağlık sistemini aşan bir insan hakları felaketidir. Çocukların ve kadınların sayıca fazla olması sivillerin hedef alındığının açık bir göstergesidir. Başta yaşama hakkının ihlali olmak üzere çocuk hakları, sağlık hakları, kadın hakları, engelli hakları gibi birçok insan hak ve hürriyeti çiğnenmektedir.

İNSAN HAKLARI İHLALLERİ

Yaşanan amputasyon vakaları beden bütünlüğüne verdiği zarar sebebiyle, öncelikle yaşam hakkının ihlali olarak değerlendirilmelidir. Yaşama hakkı ‘kişinin biyopsişik yani bedensel ve ruhsal bütünlüğünün dokunulmaz olması’ olarak tanımlanır. Bu hakkın ihlali için ölüm şart değil; işkence, yaralama ve her türlü insanlık dışı muamele de yaşam hakkının ihlali sayılmaktadır. Yani insanın yaşama hakkı bedensel varlığını sürdürebildiği sürece korunmuştur. Yalnız “hayatta kalmak” gibi dar bir kapsamda değerlendirilemez. Binlerce insanın engelli bırakılması, tedavi hakkına ulaşamaması, doğrudan yaşam hakkının ihlalidir. Gazze’de kesin olmayan verilere göre katledilen sivillerin yüzde 40 ila yüzde 45’i, ampute bireylerin ise yüzde 18’i çocuklardan oluşmaktadır. Bu rakamlar şüphesiz uluslararası çocuk hakları ihlalinin açık bir göstergesidir. En savunmasız grup sayılan çocukların, beslenme, barınma, eğitim gibi yaşamsal ihtiyaçlarının garanti altına alınması gerekir oysa Gazze'de çocuklar kitlesel olarak 20 öldürülmüş ve sakat bırakılmışlardır. Çocuk amputelerin tedavi süreçleri yetişkinlerden farklı seyretmekte, büyümeye bağlı olarak rehabilitasyon ve protez gereksinimi zamanla artmaktadır. Mevcut şartlar onlar için yaşamı daha zor kılmaktadır. Amputasyon vakalarının yüksekliği, şüphesiz sağlık hakkı ihlalinin de bir göstergesidir. Kasıtlı olarak sağlık altyapısının çökertilmesi, hastanelerin kullanılamaz hale getirilmesi, ilaç stoklarının yok edilmesi, bu hakkın yapısal olarak ortadan kaldırılması demektir. Cerrahi ve anestezi yetersizliği, anestezisiz yapılan ameliyatlar, protez eksikliği, fizik tedavi ve psikolojik destek gibi imkanların olmaması, özetle; tedavi edilme olanağının bulunmaması, durumu daha vahim bir hale sokmaktadır. Sonuç olarak, Gazze’de uzun yıllardır devam eden abluka, ambargo ve İsrail saldırıları 7 Ekim 2023’ten itibaren daha vahim bir hal almış, uluslararası hukuka aykırı sayısız suç işlenmiştir. Uluslararası mekanizmaların herhangi bir yaptırımda bulunmaması suçun şiddetinin ve devamının önemli bir nedenidir. Zira insanlık tarihi boyunca işkence, soykırım ve tüm sistematik insan hakları ihlalleri sessiz/seyirci kalanlarla büyümüştür. Gazze’deki amputasyon oranları aynı zamanda bir soykırım verisidir. Kadın ve çocukların sayıca fazla olması sivillerin hedef alındığının önemli bir göstergesidir. Saldırıların sona ermesi ablukanın kalkması gibi bir durumda dahi amputasyona uğramış kişiler ve yakınları için psikolojik ve toplumsal etkiler devam edecektir. İnsan hakları, telafi edici yöntemlerden ziyade koruyucu önlemlerdir. Gazze’de kalıcı engellilikle hayatları boyunca mücadele edecek kişiler için telafi edici bir yöntemden bahsetmek ise mümkün değildir.

Kaynak: GAMZE KARABULUT