1. ABDULKADİR SELVİ / ASGARİ ÜCRETLİLER VE EMEKLİLER ‘REİS BİZİ UNUTMASIN’ DİYOR (HÜRRİYET)

CUMHURBAŞKANI Erdoğan, asgari ücret için işverenlere, “Kefenin cebi yok. Elinizi taşın altına koyun” diye seslenmişti. Asgari ücreti sadece rakamlardan ibaret görenlere inat, bu Erdoğan’ın insani duruşunu ortaya koyuyor. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” Zaten asgari ücretlilerin, memur ve emeklilerin gözü de Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çevrilmiş durumda. “Reis bizi unutmasın” diyorlar. Devletin gücünü asgari ücretli ve emekliden yana kullanmasını istiyorlar.

Asgari ücret ile memur ve emekli maaşlarına yapılacak zam nedeniyle gözler hükümete çevrilmiş durumda. Enflasyonla mücadele programında mesafe alınıyor. Makro göstergeler olumlu. Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, enflasyonu kalıcı olarak düşürmezsek yapılacak zamlar enflasyon karşısında çare olmaz yaklaşımının da geçerli yanları var.

YÜZDE 25 ORANI

Asgari Ücret Komisyonu perşembe günü ikinci toplantısını yapacak. Ama teklifler önümüzdeki hafta yapılacak toplantıda alınacak. Asgari ücrete yüzde 25 oranında bir artış yapılması konuşuluyor. Asgari ücret, 27 bin liraya denk geliyor. Bu rakam yeter mi? Yetmez. 4 bin 500 liralık bir artış asgari ücretlinin hangi derdine çare olacak?

DAR GELİRLİNİN ENFLASYON SEPETİ

Asgari ücret belirlenirken tek veri olarak enflasyon oranı alınmıyor ama büyük ölçüde belirleyici oluyor. Ancak hayatın gerçekleri TÜİK’in enflasyon sepetine sığmayacak kadar zorlu. Bir TÜİK enflasyonu var; bir de asgari ücretlinin, emeklinin ve memurun enflasyonu var. Elbette ki modern devletler resmî kurumların verilerini esas alacaklar. Ama asgari ücretli, memur ve emeklinin geçim endeksindeki oranlar TÜİK’le aynı değil. TÜİK’in enflasyon sepeti ile asgari ücretlinin, memur ve emeklinin sepeti aynı verilerden oluşmuyor. Dar gelirlilerin enflasyon sepeti; temel gıda harcamaları, ulaşım, sağlık, giyim, kira, okul masrafları, elektrik, su, doğalgaz faturaları gibi temel ihtiyaçlardan oluşuyor. Bunların enflasyon oranı ise diğer verilere göre çok yüksek.

AÇLIK SINIRI

TÜRK-İŞ açlık sınırını 29.828 TL olarak ölçtü. Bekâr bir çalışanın aylık yaşama maliyeti 38.752 TL çıktı. Asgari ücret ise 22 bin 104 TL. Dünyanın en büyük matematikçilerinin dahi bu parayla nasıl geçinileceğini hesap edebileceklerini zannetmiyorum.

SİYASİ YÖNÜ

1 milyon çalışanın 6,8 milyonunun asgari ücretli olduğu tahmin ediliyor. Emeklilerin sayısı ise 16 milyon 950 bin. Bu, hiçbir siyasi partinin göz ardı edebileceği bir kitle değil. Asgari ücretliler, memurlar ve emekliler bu ülkenin sigortasıdır. Siyasi istikrarın teminatıdır. Dar gelirliler aynı zamanda AK Parti’nin oy tabanını oluşturur. Başka bir deyişle AK Parti en çok oyu asgari ücretliler, emekliler ve esnaftan alır. Seçkinler AK Parti’ye oy vermezler. Özal’ın tek başına iktidar olduğu 1983 seçimlerinden bu yana seçimleri izlerim. Halk ekonomiye, refaha oy verir. Düzenli olarak anketleri takip ediyorum. Ekonomi yine birinci sırada çıkıyor. AK Parti, 23 yıldır iktidarda olmasını dar gelirlilerin durumunu iyileştirmesine borçludur. Ama son yıllarda ekonomik istikrar programında yük bu kesimlerin omuzlarına bindi.

DUYGUSAL KOPUŞ

Yerel seçimlerde emeklilerin Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan bekledikleri bir müjde gelmeyince duygusal bir kopuş yaşandı. Yerel seçim sonuçları ortada. Bu yıl da “asgari ücreti ve emekli zamlarını düşük tutalım, gelecek yıl artırırız, böylece seçimlerde bize oy verir” diye düşünülüyorsa bu hesap yanlış bir hesaptır. Çünkü duygusal bir kopuş başladı mı onu tersine çeviremezsiniz. Bu kitleler yanınızdan uzaklaşmadan onları kazanmaya çalışacaksınız. Gitti mi gider. Bu kez muhalefetin yanına geçip iktidara ders vermeye kalkışır. 1989 seçimlerinde Özal’ı uyarmışlardı. 2024 yerel seçimlerinde de iktidara uyarıda bulundular.

ERDOĞAN’IN DOKUNUŞU BEKLENİYOR

Bu hafta değil, önümüzdeki hafta asgari ücretle ilgili teklifler alınacak. İşveren ve ekonomi yönetimi yüzde 25’i düşünüyor. Bu, 27 bin lira ediyor. Bu oran yüzde 30’a çıkıp 29 bin lira seviyesine yükseltilsin diye bir eğilim de söz konusu. Bu da yetmez. Psikolojik sınır olan 30 bin TL’yi aşması iyi olur. Bu veriler, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın insani bir dokunuş yapmasını gerekli kılıyor. Çünkü asgari ücretlilerin ve emeklilerin gözü Cumhurbaşkanı Erdoğan’a çevrilmiş durumda. “Reis bizi unutma” diyorlar.

SAHTE YEŞİL’DEN ÇIKARILACAK DERSLER VAR

Gazeteci Saygı Öztürk’ü arayarak “Ben Yeşil’im” diyen kişinin “sahte Yeşil” olduğu ortaya çıktı. Terörsüz Türkiye süreci önemli bir aşamaya gelince birileri mesaj vermek istemişler. Bula bula yarı açık cezaevindeki yaşlı bir meczubu buluyorlar. Bu işlerde hep bir meczup bulunur. İfadesini öğrenince “Bu tam bir meczupmuş” dedim. Bu işin gazetecilik açısından da çıkarılacak dersleri var. Şahıs ifadesinde, “Benim gözlerimi bağladılar. Beni bir yere götürdüler. Yılmaz Özdil, Emin Çölaşan ve Saygı Öztürk beni sorguladılar” demiş. Haber yaparken, yazı yazarken bu işleri iyi araştırmak gerekiyor.

Ama bu iş, bir meczuba havale edilemeyecek kadar önemli bir iş. Bu süreçlerde derin yapılar hep bu tür kullanışlı kişiler üzerinden mesajlarını verirler.

2. AHMET HAKAN / CUMHURBAŞKANI ERDOĞAN’IN EN KIYMETLİ DÖRT VARLIĞI (HÜRRİYET)

BİLAL ERDOĞAN: Muhteşem bir eğitim hayatı var. Henüz babası hapisteyken Indiana Üniversitesi’ne girip üstün başarıyla tamamladı. Henüz babası başbakan değilken Harvard’dan kabul aldı ve bu üniversitenin “Master of Public Policy” programından mezun oldu. Böylesi bir müktesebatla bambaşka işler yapabilecekken kendisini Türkiye’nin gençlerinin eğitimine vakfetmiş durumda. Bu alanda çok önemli bir boşluğu dolduruyor.

SELÇUK BAYRAKTAR: Anlatmaya bile gerek yok. Türkiye’nin savunma sanayisi alanında kaydettiği üstün başarıda onun payı büyük. Ülkemizin teknolojide atılım yapması için çırpınıyor. Takozları birer birer yıkarak ilerliyor bu alanda. Önce hayal kuruyor, sonra hedef belirliyor. Hayallerini gerçekleştirdikçe, hedeflerine ulaştıkça Türkiye’nin savunma alanında büyük bir hikâye yazıyor. Bunu yaparken de gençlere çok özel bir önem veriyor.

HAKAN FİDAN: Uzun süre istihbaratın başında görev yaptıktan sonra Dışişleri Bakanı olarak şimdi de dış politikada herkesin kabul ettiği başarılara imza atıyor. Akılla, stratejiyle, bilgiyle, birikimle bu alanda önemli işler yapıyor. Dur durak bilmeden büyük bir çaba içinde. Konulara hâkimiyetiyle, temkinli yaklaşımlarıyla, maceradan uzak duruşuyla dikkat çekiyor. Türkiye’nin çıkarları konusunda ödünsüz bir tutumu var.

İBRAHİM KALIN: Bir arka plan toparlayıcısı. İstihbaratın çok önemli olduğu bir süreçte MİT’in başında bulunması itimat telkin ediyor. Soğukkanlı bir yaklaşımı var. İkna gücü çok yüksek. Empati duygusu büyük. Bu özellikleriyle Terörsüz Türkiye sürecinin kazasız belasız başarıya ulaşmasının en büyük şansı. Saha hâkimiyetiyle stratejik bakış açısını muazzam biçimde harmanlamış durumda.

Bu dört isim de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikalarının, vizyonunun, iradesinin, kararlılığının gerçekleşmesi için canla başla çalışıyor. Bu dört ismin de Erdoğan’a bağlılığı tartışılmaz. Bu dört isim de yetişmiş insan eksikliğini büyük ölçüde tamamlayan dört büyük kıymet. Bu dört isim de tamamen işlerine odaklanmış durumda.

Bu isimler üzerinden yazılan hayali senaryoların, bu isimler üzerinden kaynatılan fitne kazanlarının, özellikle bu isimlere yönelik FETÖ’cülerin yaptıkları bin türlü alçaklığın tek bir nedeni var: Erdoğan’ı en güçlü, en kıymetli, en değerli yerlerinden vurarak yıpratmaya çalışmak.

YANAR İÇİM GÖYNÜR ÖZÜM

Yunus Emre şöyle diyor:

“Miskin Ademoğlunu benzetmişler ekinciye /

Kimi biter kimi yiter yere tohum saçmış gibi /

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm /

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi.”

37 yaşındaydı Gülşah Durbay. Belediye başkanı seçilmişti. Görev yapacaktı. Olmadı. Genç yaşta kaybettik kendisini. Yunus Emre’nin dediği gibi, gök ekini biçmiş gibi oldu.

O yüzden hepimizin yanar içi, göynür özü. Ama en çok da CHP Lideri Özgür Özel’in içi yanıyor. Cenazede gözyaşları içinde yaptığı konuşmanın samimiyetinden çok ama çok etkilendim. Ferdi Zeyrek’in ardından Gülşah Durbay’ı kaybetmek… Gözyaşları içinde şöyle dedi Özgür Özel:

“6 ayda bir tabut bayraklıyoruz. Yeter artık. Allah hepimize dayanma gücü versin. Bundan sonra da güzel bir gün görelim.”

Özgür Özel’in şahsında tüm CHP örgütlerine yürekten başsağlığı diliyorum.

CEMEVİNE KİM ÖYLE DEMİŞ

Özgür Özel şöyle demiş:

“AK Parti’nin mantığı ‘Cemevi, cümbüş evi’ dedikleri için Cemevlerini Kültür Bakanlığı’na bağladılar.”

Cemevine cümbüş evi demek:

Alevilere yönelik ahlaksızca bir saldırıdır.

İnanca yönelik devasa bir saygısızlıktır.

Çok ama çok büyük bir terbiyesizliktir.

AK Parti yönetiminden herhangi bir kimse böyle bir şey söyledi mi? Özgür Özel, bunun yanıtını vermelidir.

Eğer Özgür Özel, “Böyle söylemediler ama onların mantıkları böyle” diyorsa, kendisinin mantığı hakkında bin türlü söz işitmeye hazır olsun.

ŞİİRE GAZELE

Erdoğan’ın gençlerle buluşmasında en çok hoşuma giden bölüm: Ahmet Kaya’nın en sevdiğimiz şarkısı “Şiire Gazele”nin Erdoğan ve gençler tarafından söylenmesi.

Rahat uyu Ahmet Kaya. Sana çatal bıçak fırlatarak ayıp edenler utanç içinde saklanacak yer ararken, sen devletin en tepesindeki ismin şarkılarını söylediği bir sanatçısın artık.

YUSUF TEKİN YAMAN POLEMİKÇİ

Yer: Meclis

CHP’lilerden Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e:

“Okulların tuvaletlerinde sabun yok.”

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in yanıtı:

“İzmir’in okullarında tuvaletlerde sabun var ama çeşmelerden su akmıyor, önce onu çözün.”

Sonuç: Kabinenin açık ara en yaman polemikçisi Yusuf Tekin’dir.

NADİR ERSOY’UN VİDEOSU

Şair Nazım Hikmet, şair Mehmet Akif için şöyle der: “Bir inanmış adam.” Mehmet Akif Ersoy’un babası Nadir Ersoy için aynı şeyi söyleyebiliriz: “Bir inanmış adam.”

Nadir Ersoy’un son videosunu izledim. Videonun yüzde 90’ı Filistin’le ilgiliydi, yüzde 10’u ise oğlunun masumiyetine duyduğu inançla ilgiliydi.

Bir babanın evladını savunmasını, onun masumiyetine inanmasını tabii ki anlarım. Ancak Nadir Ersoy’un Filistin meselesi ile oğlunun meselesi arasında kurulabilecek en küçük bir irtibat bile yokken, Filistin ağırlıklı bir videoya oğlunu iliştirmesi hiç ama hiç yakışık almadı.

3. ZAFER ŞAHİN / ARADIĞINIZ YEŞİL’E ULAŞILAMIYOR (MİLLİYET)

Türkiye, iç cepheyi tahkim etmek, barış ve kardeşlik bağlarını kuvvetlendirmek için samimi bir adım attı ya...

Bu adımın toplumsal bir karşılığı olduğu, Tel Aviv başta olmak üzere bize karşı hasmane tutum içindeki bütün başkentlerde bu sebepten dolayı rahatsızlık yarattığı her geçen gün biraz daha belirginleşiyor ya...

Operasyon medyasını hemen sahaya sürdüler... Türkiye’nin açık ara en karanlık yılları olan 90’ları hatırlatan yöntemlerle “Terörsüz Türkiye’ye” engel olmaya çalışıyorlar.

90’lara damgasını vuran faili meçhul cinayetlerin kilit ismi Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın isminden bile medet umuyorlar. Akıllarınca Yeşil üzerinden Türk-Kürt arasına yeni nifak tohumları serpecekler.

Allah’tan devlet ayakta. Yalana, provokasyona teknolojiyi de kullanarak geçit verilmiyor. İçişleri Bakanlığının açıklamasına göre, kendisini Yeşil olarak tanıtarak bir gazeteciyi arayan kişi, açık cezaevindeki hükümlü C.A.

11 Aralık günü gazeteyi santral numarasından 3 kez aramış. Hükümlü C.A.’nın adam öldürme, kasten yaralama ve mala zarar vermekten suç kaydı var. Yani gazeteciyi arayanın, 90’ların akıbeti meçhul karanlık adamı Yeşil olmadığı ortaya çıktı.

Ama operasyon medyasında operasyon bitmez. Bu kez terör örgütünü feshetme kararı alan örgüt elebaşının, Gabar petrolü ve Güneydoğu’daki barajlardan üretilen elektrikten pay istediğini ileri sürdüler!!!

Bu yalanı da biz yalanlayalım. Böyle bir talep, istek söz konusu değil. Süreci tıkamaya yönelik bir algı çalışmasından başka bir şey değil bu iddia.

Kesin bilgi, yayalım... Opera opera olalı... Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğünün 2026 yılı bütçesi 5,2 milyar lira... Yurt dışında Türkiye’nin yumuşak gücü olarak kritik icraatlara imza atan TİKA’nın bütçesi ise 3,8 milyar lira! Yurtdışı Türkler Başkanlığı bütçesi de 3,2 milyar lira.

Yani TİKA ve YTB’nin toplam bütçesi, Opera ve Bale Genel Müdürlüğü bütçesi kadar bir şey!

Demek ki neymiş? Recep Tayyip Erdoğan ve bu hükümet sanata, operaya, baleye o kadar da mesafeli değilmiş... Sanat ve kültür meselesine gereken önemi gösteren bir anlayışa sahipmiş.

Algılar hiçbir şeyken, gerçekler her şeymiş.

4. MAHMUT ÖVÜR / AYSEVER-İMAMOĞLU KAYITLARI YAYINLANSIN (SABAH)

CHP’lilerin işi gerçekten zor. Eski yönetimi gönderdiler ama yenileri savunmak da hiç kolay değil.

Bir yanda iç ve dış politikayla ilgili siyasetsizlik örnekleri, öte yanda devasa yolsuzluk, rüşvet ve irtikâp iddiaları; zulalardan çıkan dolarlar artık taşınamaz noktaya geldi.

Önceki gün Silivri Cezaevi’nde yaşandığını yazdığım Enver Aysever tokadı, sadece İmamoğlu’nun değil, “sistem”den beslenen bütün aparatların yüzünde patladı. Harekete geçmeleri, yalanlamaları, hatta cezaevi içinde Aysever’i kuşatmaya almaları boşuna değil. Önce İmamoğlu ile Murat Ongun’un avukatlığını yapan Yiğit Akalın harekete geçti.

Sonra sahibi bile “yolsuzluktan” yurtdışına kaçan Halk TV hemen üzerine düşeni yaptı: “İmamoğlu–Enver Aysever haberi de yalan çıktı.”

Bunu söyleyen, belgeli, kanıtlı iddianameyi yarım saat içinde okuyup “içi boş” diyen aynı Halk TV...

Halk TV için doğru, sadece Ekrem İmamoğlu ve Özgür Özel’in ağzından çıkan laflar. Buna ters düşen her haber onlar için yalan. Sosyolojilerini de buna inandırmışlar. Suçüstü yakalansalar bile inanmıyorlar.

Oysa Silivri Cezaevi’nden gelen kulis haberi ağır olduğu kadar gerçek:

“Çek kirli elini, hırsızların elini sıkmam...” Sözün sarsıcılığı tam da bu gerçekliğinden geliyor.

Ama o sözü daha etkili kılan bir ayrıntı daha var: Söyleyenin siyasi kimliği... 2010’lu yıllarda SkyTürk televizyonunda birlikte program yaptığım gazeteci Enver Aysever, sıradan biri değil. Seversiniz sevmezsiniz, düşüncelerini beğenirsiniz beğenmezsiniz; kendisi sol cenahta karşılığı olan ve dik duruşuyla bilinen bir gazetecidir. Tanıyanlar onun sözünü esirgemediğini bilir.

Durum cezaevi içinde de aynı ki hiç de şaşırtmayan haberler geliyor. İmamoğlu ve “sistem”in elemanları, avukatları hemen harekete geçmişler ve Aysever’e, “Bu haberi yalanla” diye baskı yapıyorlar. Aysever’in böyle ucuz yöntemleri ciddiye almayacağı çok açık.

İşin daha garip tarafı, Aysever’i cezaevine götüren sürecin içinde de “İmamoğlu ailesi” var. Baba Hasan İmamoğlu’nun, “İstedikleri zaman malınıza el konuluyor; ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele ettiğim için çok pişmanım” sözlerini sert bir şekilde eleştirince hakkında soruşturma açıldı ve tutuklandı. Bu da kulis haberinin doğruluğuna işaret ediyor.

Bu durumda Aysever’e baskı yapılması tam da İmamoğlu’na yakışan bir hamle. Çünkü aynı şeyi içeride etkin pişmanlıktan yararlananlara da yaptı. Hatta Adem Soytekin’in bu konuda, “Bana milletvekilliği teklif edildi, İmamoğlu el yazısıyla notlar gönderdi” gibi sözleri iddianamede yer aldı.

İmamoğlu’nun sırdaşı ve avukatı Mehmet Pehlivan, tam da bu nedenle çok sayıda itirafçıya baskı yapması ve ifadelerini değiştirmelerini istemesi nedeniyle tutuklandı.

İmamoğlu’nun avukatı “yalan” diyor, içeriden not gönderen kaynağım da “Enver’e acayip baskı yapıyorlar” diyor. Hangisinin doğru olduğunu kanıtlamanın basit bir yolu var: Cezaevinde bu tür ortak mekânları izleyen onlarca kamera var. En iyisi savcılık o kayıtları yayınlasın, gerçek ortaya çıksın.

5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN / DERE TEPE DÜZ GİDERKEN.. (YENİŞAFAK)

Merhûm Teoman Duralı, sık sık Türkçenin bir soykırıma uğradığını yazar, söylerdi. Bu nitelendirme belki bâzıları açısından ağır kaçmış olabilir. Lâkin dil husûsunda içine düştüğümüz hâl-i perişânı çarpıcı bir şekilde hissettirdiğini unutmamak gerekir.

Bir dilin zenginliğini tartmak için çeşitli kıstaslar mevcuttur. Bunlardan birisi, daha çok eş anlamlı görünmekle berâber aralarında hassas farklılıkların olduğu kelimelerin sayılarının o dilde ne kadar yekûn tuttuğudur. Lâtince köklü bir kelime olan “sinonim” tam da bunu anlatır. Bir dilde derinleşmek isteyen herkes, bir safhada o dilin sinonim lûgatını elde etmek ister.

Kelimelerin, bilhassa sinonimlerin sayısı azaldıkça beşerî ilişkilerde pek çok tıkanıklık ortaya çıkması mukadder olur. Yâni dilde fakirleşme ilişkileri bozar. Hislerimizi, fikirlerimizi anlatmakta zorlanırız. İfâde imkânları daraldıkça meselelerin hâlledilmesi biraz daha müşkil bir hâle gelir. Buna ilâveten yeni meseleler de hâsıl olur. Pek araştırıldığına şâhit olmadım. Ama günlük hayatta, dil fakirleşmesiyle şiddetin tırmanması arasında bir yakınlık olduğunu zannediyorum. Fakir bir dil üzerinden meseleleri medenî yollardan hâlletmenin yerini, karşısındakini ezerek, hattâ yok ederek neticeye varmak kolaycılığı alır. Evet, dil kaybının mukadder kıldığı diğer ve daha mühim bir kayıp, medenî kayıplar olsa gerekir.

Elyevm hâkim olan küresel kültür, durumu belki de içinden çıkılmaz seviyelere taşıyıp ağırlaştırıyor. Narsisist bireylerden meydana gelen toplumlar, pek çoğu hastalıklı olan alevli hissiyatlarını en kısa yollardan en keskin eylemlere döküyor. Sistemler, rekâbetçiliğe dayalı başarı güzellemeleri üzerinden bireyleri mütemâdiyen günlük hayat mücâdelelerine sürüyor. Esâsen bu, sosyal Darvinciliğin en ileri safhası. Her yarışma rakipleri ezmeye, eksiltmeye dayanır. Bu gayrı insânî hâl, ilerleme için tabiî ve kaçınılmaz görülür ve güzellenerek yüceltilir. Kutsanmış rekâbet ve bunun neticesinde elde edilmiş başarıların, kaybedenleri nasıl bir yıkıma sürüklediği, arkasında nasıl bir enkâz bıraktığına ise hiç bakılmaz. Başarı, ister tekil ister takım seviyesinde olsun, her zamân için tekil bir durumdur. Başarının tekilliği, çokluğun kaybını anlatır. 1960’larda Anglosakson dünyâda başlayan ve daha sonra, bilhassa Sovyetlerin çöküşünden sonra iyice şımararak azgınlaşan rekâbetçi kültür ideoloji ve pratikleri, tekmil dünyâya yayılarak hegemonik bir nitelik kazandı. Bu, vahşî rekâbetçiliğin doğurduğu veyâ doğuracağı muhtemel dengesizlikler önünde, şöyle böyle de olsa târihî bir direnç vazifesi gören mevcut kamusal blokları dağıttı. O günlerde çok az sayıda insan bu gidişâtın çok kötü neticeler doğuracağını söylüyor; köhnemiş kamusalcı modellerin yerine yeni modeller üretilmesi gerektiğini yazıp çiziyordu. Ama bunlara revâ görülen muamele, alaycı bir küçümseme ve dinazorluk suçlamasıydı.

Kritik olan hususlardan birisi de başarının kıstaslarının yozlaşmasıydı. Aydınlanmadan başlayan ve asırların kraliçesi olan 19. asırda burjuva değerleriyle sulanan, zihnî ve ruhî zenginleşme kıstaslarına yerleştirilen başarı modelleri hızla gözden düşüyor; başarının kıstasları en kaba mânâda ekonomikleşiyor ve materyalistleşiyordu. Bunun yegâne karşılığı tüketimde olabilirdi. Tüketim kapitalizmi tam da bunu karşılar. Artık modası geçmiş olan başarı kıstasının toplumsallığa tahvili, kendisini başarmak temelinde tamamlamış olan bireysel başarı birikimlerinin orkestrasyonundan ibâretti. Hâlbuki yeni başarı modelindeki kıstas, doğrudan ve daha bidâyette rekâbete açılıyor ve pozitif mânasından arındırılarak negatifleşiyor; doğrudan başkalarını eksiltmek istikâmetine taşınıyordu. Tam tüketici–eksik tüketici arasındaki fark, başarının yegâne göstergesiydi. Kendisine hiçbir zihnî ve rûhî yatırım yapmamış bireylerin vahşî bir rekâbet neticesinde varlık kazandırmasının tüketimdeki karşılığı ne olabilirdi ki? Bunun da en az hazırlık ve birikim safhalarının nitelikleriyle uyumlu olması şaşırtıcı olmayacaktır. Vahşî yollardan elde edilen servetlerin tüketimi de en az o kadar vahşî olacaktır. Her vahşî tüketim, kendisinden sonra gelecek olan tüketim evresini en az bir kat daha vahşîleştirmesi mukadderdir. Tüketim bir tarz-ı hayât hâline geldiğinde bunun bir doyum noktası yakalaması da mümkün olmaktan çıkar. Her bir tüketim safhası bizi doyurmak için değil, açlığımızı daha derinden hissettirmeye hasredilmiştir. Her bir tüketim safhası, kendi marjinalitesini doğurmak için yaşanır.

Vahşî bir arena olan tüketim kamusallıkları (!) dili ve onun inceliklerini fazlalık olarak görür. Burada dillerin inceliklerine olan ihtiyaç hızla erir. Sahicilik saplantısı ve onun erdemlerine katıksız sadâkat mutlaktır. Sahicilik ve doğrudanlığın erdemi(1) dili devre dışı bırakır. Çığlık atmak, bağırmak, çağırmak, tehdit etmek, hakaret etmek, katıla katıla gülmek ve hıçkıra hıçkıra ağlamak gibi doğrudan boşalım yolları varken dile fazlaca ihtiyaç duymazsınız. (Siz, o tekmil dünyâda seyredilen Türk TV dizilerinde tek bir sahnenin, oyuncuların birbirine tuhaf tuhaf bakmadığı, bağırıp çağırmadan ve kavga etmeden sona erdiğini gördünüz mü?)

Bunun bir noktadan sonra taşınabilir olmaktan çıkıp bir insanlık cinnetine yol açmasının mukadder olduğunu düşünmek için çok sebep var. Küresel ekonomik sistemin (!) ve onun hâkim kültürünün insan fıtratına mugayir bir târihî pratik olduğunu artık yavaş yavaş idrâk ediyoruz. Küresel rakamlar, târihin en aşırı eşitsizlik ve fakirleşme evresini idrâk etmekte olduğumuzu gösteriyor. Akılcılık, işbilirlik, fırsatçılık gibi kavramlarla güzellenen çarpık ekonomizmin bize hediyesi bu oldu. Ne tuhaf; artık kazanmaya alışmış olanlar da kaybetmeye başladı. Kendi kurdukları ve oradan beslendikleri “sistemin” dişlilerine onlar da birçok şeylerini kaptırmaya başladıklarını görüyorlar. Ama hâlâ akıllandıkları söylenemez. Tam aksine, ekonomizmin dilini daha da aşırılaştırıyor ve en çıplak hâle büründürüyorlar. 90’ların dünyâsı ile 2000’lerin ilk çeyreğini idrâk ettiğimiz bugün arasındaki fark, aynı akımın ilkinde kablolu, diğerinde ise çıplak tellerle verilmesidir. Trump, sürecin aykırı figürü değil, bizzat neticesidir. Çok dramatik bir gelişme olarak diplomasi dilinin tasfiyesi ve meselâ ABD’li iş adamlarının diplomatlığa soyunması, durumu kavratıcı olsa gerekir.

Hâsılı, dilsiz, vahşî bir târihin içinden geçiyoruz. Masallar haklı mıymış acaba? Hani dere tepe düz giderken, aslında bir arpa boyu bile gidemedik mi yoksa? Kanibalist genlerimiz hâlâ diri mi kaldı?

6. AYDIN ÜNAL / SAĞCILAR MI AHLÂKSIZ YOKSA SOLCULAR MI? (YENİ ŞAFAK)

Ekrem İmamoğlu’nun babası Hasan İmamoğlu, Sözcü Gazetesi’nden Saygı Öztürk’e konuşmuş ve şu ifadeleri kullanmış: “Ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele de ettim. Komünizm gelmesin diye mücadele ettiğim için çok pişmanım. Çünkü komünizme gerek yok. İstedikleri zaman komünizm ilan ediliyor. Malınıza mülkünüze el konuluyor.”

Gazeteci Enver Aysever, Hasan İmamoğlu’nun bu ifadelerinden dolayı küplere binmiş, öfke nöbetine tutulmuş ve zehir zemberek sözler sarf etmiş: “Sağcı olduğunuz zaman ahlâksız olursunuz ya da ahlâkınız ahlâksızlık olur. Cumhuriyet’in ahlâkını bozan, Menderes’ten bu tarafa gelen bütün sağcılardır. Sağcılık suçtur… Sağcılığın herhangi bir kriteri yoktur, vicdanı yoktur, din tacirliği yapar, milliyetçilik tacirliği yapar… Solcu olmak insan olmanın birinci koşuludur… Solcu olduğunuz zaman ancak paraya, pula itimat etmezsiniz.”

Yenilir yutulur cinsten sözler değil. Ayık kafayla söylenebilecek sözler de değil. Hakaret, kışkırtma, kutuplaştırma, ayrıştırma, kin ve nefrete teşvik; ne ararsanız var.

Enver Aysever geçen hafta tutuklandı. Bu ifadelerinden dolayı mı tutuklandı yoksa başka gerekçeler de mi var bilmiyorum ama açıkçası sadece bu ifadelerden dolayı ise tutuklanmasını doğru bulmadım; kendi hâline bırakılması, kendi karanlığına, kendi bataklığına mahkûm edilmesi sanki daha doğru olurdu.

Türkiye’de “modern-muhafazakâr” gibi, “Türk-Kürt”, “Alevi-Sünni” gibi keskin fay hatları var ancak keskin bir “sağ-sol” ayrımına gitmek mümkün değil. Vatandaş seviyesinden örgüt, siyasi parti seviyesine kadar her yerde ve her tutumda bu belirsizlik görülebilir. AK Parti örneğin kendisini “sağcı” olarak tanımlamaz; CHP ise konjonktüre göre faşist de olmuştur, ırkçı da olmuştur, milliyetçi, kapitalist de olmuştur, kendisini “solcu” olarak da tanımlamıştır.

Mesela AK Parti’nin emek, emekçi, emek hareketi, emek örgütlenmesi için yaptıklarını hiçbir solcu parti yapamamıştır. Asgari ücretten sendikal örgütlenmeye, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesinden iş güvenliğine kadar yaptıklarına bakıldığında AK Parti’nin eline hiçbir solcu su dökemez. Öbür taraftan, 2023 seçimlerinin ikinci turu öncesinde “solcu” CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun “Göndereceğiz” pankartları altında sergilediği ultra ırkçı tutuma da hiçbir faşist parti yaklaşamaz.

Mesela Türkiye’de solun belki de en belirgin özelliği din ve dindarlık karşıtı olmasıdır. Ama öte taraftan Türkiye’nin dindarlık, daha doğrusu mezhepçilik bakımından en yobaz, en tutucu, en hoşgörüsüz kesimi de kendisini “solcu” olarak tanımlar. Türkiye’de solun dini yoktur ama mezhebi vardır. Hatta o kadar ki Türkiye’de “solculuk” çok büyük oranda mezhepçiliğin maskesi olmuştur.

Kapitalizme, emperyalizme, ABD yayılmacılığına, sömürüye karşı tavırlarında da solculuk sürekli yalpalarken; örneğin İngiltere’den, Almanya’dan, ABD’den, NATO’dan destek isterken, sokaklara çıkıp eylemleriyle ülkeyi istikrarsızlaştırıp ABD-İsrail lehine darbelere zemin hazırlarken, Gezi’de olduğu gibi Fetullahçıların kullanışlı aparatı olurken, PKK/YPG örneğinde olduğu gibi “sol” maskeyle siyonizmin, kapitalizmin lejyonerliğini yaparken; sağ olarak tanımlayıp bir çuvala doldurdukları karşı cenah Türkiye ekonomisini büyütmüş, refahı artırmış, ayrımcılığı bitirmiş, özgürlükleri genişletmiş, millî sanayisiyle emperyalizmin oyunlarını bozacak, oyun kuracak seviyeye ulaşmıştır.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama şu “ahlâk” ve “dürüstlük” bahsinin üzerinde özellikle duralım. Gerçi, dediğimiz gibi, sağ ile solu hiçbir konuda birbirinden ayırmak, ayrıştırmak mümkün değil ama sağı ahlâksızlık ve dürüst olmamakla suçlayıp kendi cenahındaki her türlü yolsuzluğu, hırsızlığı, ahlâksızlığı görmezden gelmek asıl ahlâksızlık olsa gerek.

Enver Aysever örneğin… 2021 yılında CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden “yazar okulu” adı altında 238 bin liralık ihaleyi sessizce kapmıştı (2021 yılında asgari ücret 2.826 TL). Normal şartlarda bir daha insan içine çıkmaması, hele hele “dürüstlükten” bahsetmemesi gerekiyordu ama…

Gazze’deki soykırıma sırf Gazzeliler dindar olduğu için sessiz kalmak, hatta içten içe İsrail barbarlığını desteklemek ya da mezhepdaşlık üzerinden Esed vahşetine on yıllarca göz yumup Suriye’de bir halk devrimi yapılınca burun kıvırmak ve hatta Esed’e methiyeler, ağıtlar düzmek de bir “sol” karakter olmakla beraber “ahlâklı” bir tavır olmasa gerek.

Milletimiz sağı da, solu da, sağcılık çuvalına girmeyecek düşünce ve hareketleri de çok iyi biliyor, tanıyor ve gereken tavrı da zaten ortaya koyuyor. Onun için Enver Aysever eğer sırf bu sözlerinden tutuklandıysa iyi olmamış; bırakın konuşsun ki komedi izler gibi kahkahayla izleyelim.

7. SELÇUK TÜRKYILMAZ / İNGİLTERE’NİN ZİHİNLERİMİZDEKİ YERİ VE BUGÜNKÜ İNGİLTERE

İngiltere’nin İsrail’le ilgili politikasında 7 Ekim 2023’ten sonra herhangi bir değişim olmuş mudur sorusunun cevabını, bazı gelişmeler ışığında ele almak gerekiyor. Keir Starmer hükûmetinin aldığı kararları ve bu kararların devamı olarak fiilî tutumu ortaya çıkarmak, en azından Doğu Akdeniz eksenli gelişmeleri daha iyi yorumlamaya imkân sağlayacaktır. Aslında iki yılı aşan sürede İngiltere Kraliyet ailesi ile İşçi Partisi arasında da İsrail konusunda herhangi bir farklılaşma olmadı. İngiltere devlet aklı, Almanya örneğinde olduğu gibi İsrail kolonisi için neredeyse bütün dünyadan ayrışmayı göze aldı. Kraliyet ailesiyle İngiltere hükûmeti arasında herhangi bir ayrışma ya da zıtlaşma yaşanmadığı gibi, İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti de uyum içinde hareket etti. Bu uyumu göstermesi açısından iki ayrı siyasî figürün adı öne çıktı. Bunlar İşçi Partisi eski başbakanı Tony Blair ve Muhafazakâr Parti eski başbakanı David Cameron’dur. İkisi de 7 Ekim sonrasında İngiltere’nin İsrail kolonisi adına öne atılmaktan çekinmedi. Daha önceki bir yazıda, bu iki siyasetçinin Keir Starmer’ın İşçi Partisi hükûmetinde görev üstlenmemelerine rağmen militanca bir tutum takınmaktan geri durmamasının, İngiltere’nin yüz yıllık politikalarında bir devamlılık anlamına geldiğini ifade etmiştik. Arthur Balfour kuşkusuz yeni bir dönemin ilk önemli siyasî figürü idi.

İsrail kolonisi ile ilişkilerin geliştirilmesi bağlamında İngiltere siyasîlerini yeni bir gözle değerlendirmek artık kaçınılmaz bir görevdir. Örneğin Arthur Balfour, antisemitik bir şahsiyetti. Buna rağmen kolonyal bir yapı olarak İsrail’in ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli siyasî kişiliklerdendi. Bu önemli ayrıntıyı, Yahudilerin Avrupa’dan uzaklaştırılması düşüncesine bağlamak herhâlde kolay bir çıkarım olurdu. Aynı şekilde İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudi sermayesi ile ilişkisine de aşırı anlamlar yüklemek muhakkak yanıltıcıdır. Aradan yüz yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Tony Blair ve David Cameron gibi temsil kabiliyeti yüksek şahısların İsrail kolonisi için öne atılması, antisemitizm ve Yahudi sermayesi faktörlerinin tek belirleyici olarak düşünülemeyeceğini kanıtlayacaktır. Yüz yıllık devamlılık, farklı bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. İngiltere devlet aklının, İsrail’in suçlarıyla geçmişte olduğu gibi bugün de ilgilenmediği çok açıktır. Bu suçların, daha çok, Türkiye’de geleneksel Batıcı elitleri ve milliyetçi-muhafazakâr self-oryantalistleri ilgilendirdiğini düşünebiliriz.

Tony Blair, 7 Ekim’den sonra bir koloni valisi olarak kendini öne attı. Blair’in, eski Hindistan ya da Mısır koloni valileri gibi görülmekten çekinmediği, tam aksine epeyce istekli olduğu anlaşıldı. Şu son günlerde üstünün çizildiğine dair haberlerin, bu isteklilik hâlinden kaynaklandığını düşünmemizde de bir sakınca yok. Donald Trump tarafından atanması da İngiltere etkisine gölge düşürmez. Blair’in ilişki ağlarındaki kirliliğe odaklanmamız, bazı gelişmeleri anlamlandırmak için elbette önemlidir; fakat koloni valiliği gibi mühim bir pozisyon, kişisel geçmişin karanlıkta kalan yönleriyle izah edilemez. İngiltere devlet aklını, Keir Starmer hükûmetini, ABD başkanlığını, İsrail’i ve Siyonist lobileri bir araya getiren faktörlere odaklanmak gerekir. İdeolojik ortaklığı göz önünde bulundurmadan bu kadar mühim hadiseleri yorumlamak kolay olmayacaktır. Elbette asıl bağlam kolonyal yayılmacılıktır.

David Cameron da Tony Blair gibi aşırı derecede öne çıkan siyasetçilerden biridir. Middle East Eye gazetesi, Cameron’ın İsrail kolonisini koruma heyecanı ile Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcısı Kerim Han’ı tehdit ettiğini ortaya çıkarmıştı. Cameron bir İngiliz lordudur. İngiltere devlet aklını temsil etmek bakımından herhangi bir kimse değildir. Savcı Kerim Han konuştu ve The Guardian da haber yapmak zorunda kaldı. Cameron’un Kerim Han’ı tehdit etmesi de kişisel bir mesele değildir. Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumların İngiltere tarafından işlevsizleştirilmek istenmesi üzerinde çokça durulmalıdır. Zira Türkiye’de yıllarca Batı sistemine övgüler yağdırılırken kurumlar dayanak olarak gösterilirdi. Daron Acemoğlu gibi Anglosakson kurumlarının kapsayıcılığı üzerine kitaplar yazanlar da vardı. Dolayısıyla bugün Cameron gibi adamların bütün bir hikâyeyi berbat etmesiyle ortaya çıkan durumun ne olduğuna dair sorular sorulmalıdır. Birileri Batı sistemi adına yalan mı söyledi, yoksa bugün arızî bir durum mu yaşanıyor? Ya da bizim gördüklerimiz doğru değil mi?

İngiltere’nin zihin dünyamızdaki yeri ile bugünün İngilteresi arasındaki uçurumu tartışmak kaçınılmaz bir sorumluluktur.

8.MUSTAFA KARTOĞLU / AB ARTIK KENDİSİ İÇİN KAYGILI (AKŞAM)

AB liderleri, Almanya'nın başkenti Berlin'de ABD ile “Rusya-Ukrayna arasında ateşkes” için formül arıyor. Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenski de Berlin'de hem ikili hem ortak toplantılara katılıyor. Katılımcılardan biri de NATO Genel Sekreteri Mark Rutte; bir tür arabulucu ya da “iş doğrudan NATO konusu olmasın” diye orada.

ABD Başkanı Trump'ın “savaşları bitirme” temsilcileri Ortadoğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff ve bir tür “baş müzakereci” olarak konumlandırdığı damadı Jared Kushner. Son 10 yılın kısa özeti şu: Rusya'nın Ukrayna'yı işgaliyle başlayan süreç aslında bir ABD-Rusya savaşı. Avrupa, ABD'nin güvenlik garantileri altında “ABD tarafında” sürecin içindeydi. Yani taraflar ABD+Avrupa ve Rusya, konu ise Ukrayna idi. Rusya'nın Ukrayna'yı işgal girişimi, 24 Şubat 2022 sabahı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in “özel askerî operasyon” emriyle başlamıştı.

Hemen ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın arabuluculuk girişimi gelmiş, İstanbul'da buluşan Rusya ve Ukrayna heyetleri 29 Mart 2022'de “mutabakat metni” oluşturmayı başarmıştı. Yani işgalin başlangıcından sadece 35 gün sonra...

(New York Times (NYT) gazetesi, 17 Haziran 2024'te mutabakatların metinlerini yayımladı.)

Zelenski ve Putin aynı yıl bir araya gelecek ve mutabakatı bir barış anlaşmasına yükseltecekti. Olmadı. Anlaşmayı engellemekle, dönemin ABD Başkanı Joe Biden ve İngiltere Başbakanı Boris Johnson suçlandı; AB liderleri ise bu iki liderin gölgesinde suçlamaların hedefi olmaktan bir ölçüde kurtuldu.

Bedelini ülkeleri ve kurumsal olarak AB ödedi.

Trump Amerikası, savaşın sorumluluğunu Biden ve Avrupa'ya, en çok da AB ve liderlerine yükledi. Düne kadar ABD'nin yanında “taraf” olan Avrupa, bugün Ukrayna ile birlikte “savaşın konusu” hâline geldi.

Avrupa artık, sadece Ukrayna için “güvenlik garantileri” istemiyor, kendisi için de istiyor. Dün Berlin'de de bu konuşuldu.

AB liderleri, Rusya'nın ABD ile anlaşarak “avantajlı bir barış” elde edebileceğini kabul etmiş görünüyor ve “Ukrayna'da zafer kazandığını düşünen Rusya bize de yürür mü” korkusuyla ABD'den “bir kez daha” güvenlik garantileri talep ediyor!.. AB liderleri, Ukrayna'yı “vekil/proxy” olarak Rusya ile savaştırdığını zannederken, kendilerinin de ABD vekili/proxy'si olduğunu fark etmiş midir? Etmiştir. AB'nin ABD'ye karşı “stratejik özerklik” çabaları bunun sonucu.

Asgari Ücrette İkinci Toplantı Tarihi Belli Oldu
Asgari Ücrette İkinci Toplantı Tarihi Belli Oldu
İçeriği Görüntüle

AB, stratejik özerkliği 2016'da “AB politikası” hâline getirdi ama 10 yıldır somut bir ilerleme sağlayamadı.

Trump, Avrupa'nın ABD'ye “stratejik bağımlılığını” istismar etti; öfkelendiler, NATO'nun beyin ölümünden, Avrupa ordusundan, savunma bağımsızlığından filan söz ettiler ama sadece “laf” üretebildiler.

Şimdi, o büyük laflara rağmen, dönüp yeniden ABD'den “güvenlik garantileri” talep ediyorlar.

ABD ile birlikte girdikleri Rusya ile savaşta, Trump gerçeğiyle karşılaştılar.

Son 10 yılda Rusya'da bekledikleri zaafiyet olmadı; aksine Rusya, Avrupa'yı “yanlışlıkla düşen” füzelerle, kimliği belirsiz İHA'larla, havaalanlarını kilitleyen dronelar ile tehdit etti.

AB liderleri, kendilerini geleneksel “son çare” ile karşı karşıya buldu: Üzerinde “Rusya tehdidine karşı zile basınız” yazan tuşa basmak.

Zil Washington'daki “Beyaz Saray”da çalıyor ama ev sahibi “çocuklar, biriniz baksın” modunda...

Trajik...

9. PROF. DR. ERMAN AKILLI / YAPAY ZEKÂ ÇAĞINDA VERİ GÜVENLİĞİ: FLOCK SAFETY ÖRNEĞİ (AA ANALİZ)

Yapay zekâ teknolojileri, kamu güvenliği ve suçla mücadele alanlarında devletlere önemli imkânlar sunarken, beraberinde yeni ve çoğu zaman göz ardı edilen stratejik riskleri de gündeme getirmektedir. Son dönemde ABD merkezli otomatik plaka tanıma ve yapay zekâ destekli kamera sistemleri geliştiren Flock Safety şirketine yönelik kamuoyuna yansıyan iddialar, bu risklerin mahiyetini somut biçimde ortaya koymuştur. Tartışma, yalnızca bir teknoloji şirketinin operasyonel tercihleriyle sınırlı olmayıp, yapay zekâ çağında veri egemenliği, kişisel mahremiyet ve ulusal güvenliğin nasıl korunacağına dair daha geniş bir sorgulamayı zorunlu kılmaktadır.

GÜVENLİK İLE ÖZGÜRLÜK ARASINDAKİ HASSAS DENGE

Flock Safety, ABD genelinde yerel yönetimler, kolluk kuvvetleri ve özel sektör tarafından yaygın biçimde kullanılan yapay zekâ destekli kamera ağları aracılığıyla araçların, plakaların ve çevresel görüntülerin otomatik olarak tespit edilmesi, depolanması ve analiz edilmesi gibi süreçlerin toplandığı sistemleri sağlayan bir teknoloji şirketidir. Kamu güvenliği ve suçun önlenmesi amacıyla devreye alınan bu sistemler, pratikte binlerce insanın günlük hareketliliğini sürekli olarak kaydeden bir gözetim altyapısına dönüşmektedir.

Basına yansıyan bilgilere göre, Flock Safety’nin yapay zekâ algoritmalarını eğitme sürecinde ABD dışındaki taşeron firmalardan yararlandığı, bu firmaların ABD sınırları içinde toplanmış araç, plaka ve çevresel görüntüleri insan eliyle etiketlediği ve sınıflandırdığı ifade edilmektedir. Teknik açıdan bakıldığında bu durum, yapay zekâ geliştirme süreçlerinde yaygın kullanılan bir yöntem gibi değerlendirilebilir; ancak asıl mesele, kullanılan yöntemin kendisinden ziyade işlenen verinin niteliğidir.

Zira söz konusu veriler, yalnızca anonim teknik görüntülerden ibaret değildir. Belirli bir zaman ve mekân bilgisiyle ilişkilendirildiğinde bireylerin ve araçların hareket kalıplarını ortaya koyan, dolaylı biçimde hassas nitelik kazanan veri setlerine dönüşmektedir. Bu tür verilerin ülke dışındaki taşeron şirket çalışanlarının erişimine açılması, yapay zekâ çağında veri egemenliği ve ulusal güvenlik kavramlarının yeniden düşünülmesini zorunlu kılmaktadır.

Öncelikle şu hususu net biçimde vurgulamak gerekir: Yapay zekâ modelleri büyük ölçüde veriye dayanır. Veri olmadan bu modellerin eğitimi mümkün olmayacağı gibi, başarılı sonuçlar ancak kaliteli, yani etiketlenmiş ve temizlenmiş veriler ile eğitilen modeller tarafından sunulmaktadır. Görüntü tanıma ve otomatik plaka okuma teknolojileri, milyonlarca görselin insanlar tarafından etiketlenmesi suretiyle eğitilmektedir. Düşük maliyet ve hız avantajı nedeniyle küresel teknoloji şirketleri bu süreci sıklıkla yurt dışındaki taşeronlara devretmektedir. Flock Safety vakası, istisnai bir uygulama örneği değil, yapay zekâ endüstrisinde giderek yaygınlaşan bir pratiği yansıtmaktadır; ancak bu uygulamanın güvenlik boyutu yeterince sorgulanmadığında ne tür stratejik riskler doğurabileceğini de açık biçimde göstermektedir.

VERİLERİN PAYLAŞILMASI HANGİ RİSKLERİ BARINDIRIYOR?

ABD sınırları içinde toplanan konum, plaka ve hareketlilik verilerinin ülke dışında işlenmesi, yalnızca kişisel mahremiyet açısından değil, istihbarata konu bilgi güvenliği bakımından da ciddi bir risk alanı oluşturmaktadır. Plaka verileri, zaman ve mekân bilgileriyle birleştirildiğinde bireylerin günlük rutinleri, sosyal ilişkileri ve hatta “kritik altyapılarla” temasları hakkında anlamlı çıkarımlar üretilebilmektedir. Bu verilerin yabancı ülke vatandaşlarının erişimine açılması ihtimali, verinin doğrudan sızdırılmasından bağımsız olarak, uzun vadeli analitik değerlendirmeler yoluyla da istihbarat üretimine imkân tanımaktadır.

Daha da önemlisi, bu risk yalnızca taşeron çalışanların bireysel niyetleriyle sınırlı değildir. Bu kişilerin tabi olduğu hukuki rejimler, yabancı devletlerin veri erişim talepleri ve istihbarat servislerinin olası baskı kapasitesi, sorunu yapısal bir güvenlik meselesine dönüştürmektedir. Diğer taraftan ABD’de federal düzeyde kapsamlı bir kişisel verileri koruma yasasının bulunmaması, bu tür hassas verilerin işlenmesi faaliyetlerini daha da karmaşık hâle getirmektedir. Bu tablo, yapay zekâ temelli gözetim sistemlerinin mevcut kişisel verilerin korunması rejimleriyle arasındaki derin yapısal gerilimi açık biçimde ortaya koymaktadır. Zira güvenlik ile özgürlük arasındaki en hassas denge, günümüzde büyük ölçüde bu tür teknolojiler üzerinden sınanmaktadır.

Bununla birlikte, özel hayatın gizliliği açısından sorun çok daha derin bir boyut taşımaktadır. Kamusal alanlarda bireylerin açık rızası olmaksızın sürekli veri toplanması ve bu verilerin yapay zekâ aracılığıyla analiz edilmesi, klasik mahremiyet anlayışının ötesine geçen bir gözetim kapasitesi oluşturmaktadır. Bu durum, bireylerin davranışsal olarak profillenmesine ve sürekli izlenmesine imkân tanırken, demokratik denetim ve hesap verebilirlik mekanizmalarını da zayıflatma potansiyeli taşımaktadır.

Sonuç itibarıyla Flock Safety vakası, münferit bir şirket pratiğinden ziyade yapay zekâ ekosisteminin yapısal bir sorununa işaret etmektedir. Yapay zekâ çağında veri, devletler için stratejik bir kaynak hâline gelmiştir. Bu nedenle fiziksel sınırların korunması ne kadar önemliyse, sınır aşan veri akışlarının denetimi de o kadar hayati bir nitelik kazanmıştır.

Uluslararası hukuk normlarının sınırlı bağlayıcılığı ve küresel ölçekte örgütlenen veri işleme teamülleri, hem bireysel mahremiyet hem de ulusal güvenlik açısından ciddi riskler üretmektedir. Bu bağlamda yapay zekânın sunduğu imkânlardan faydalanılırken, hassas verilerin ülke sınırları içerisinde, yerli ve millî altyapılarla depolanması ve işlenmesi stratejik bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksi hâlde kamu güvenliği üretmesi beklenen teknolojiler, uzun vadede yeni ve derin güvenlik açıklarının kaynağına dönüşme riskini taşımaktadır.

Kaynak: ODAK HABER MERKEZİ