1. ABDULKADİR SELVİ/CHP memnun Kılıçdaroğlu üzgün
Günlerdir merakla beklenen mahkeme kararı çıktı. Mahkeme mutlak butlan kararı vermedi. Kılıçdaroğlu’nu CHP’nin başına getirmedi. Özgür Özel yönetimini görevden almadı. Ama kesin kararını da vermedi. CHP davası 24 Ekim’e ertelendi. Mahkemenin kararını tek bir cümle ile özetle deselerdi, “CHP’de memnuniyete, Kılıçdaroğlu’nda ise hayal kırıklığına yol açtı” derdim. Kılıçdaroğlu belli ki büyük bir beklenti içine girmiş. Mahkemenin kararından sonra yüzünden düşen bin parçaydı. Mahkemeden ya da YSK’dan CHP’yi memnun eden bir karar çıkarsa, CHP yönetimi “direndik, kazandık” diyor. Memnun olmadıkları bir karar çıktığı taktirde ise “siyasi karar” diyorlar. “AKP yargısı” diye konuşuyorlar.
ANKARA’DA HÂKİMLER VARMIŞ
Demek ki Ankara’da hâkimler varmış. Demek ki siyasi karar değilmiş. CHP’lilerin açtığı, CHP’nin yargılandığı bir dava. Lütfü Savaş’ın avukatı tedbir kararı alınmasını istedi. CHP yönetiminin görevden uzaklaştırılmasını istedi. 21 Eylül’de yapılacak olan olağanüstü kurultayın iptal edilmesini talep etti. Mahkeme bu taleplerin tümünü reddetti. Böylece 21 Eylül’deki olağanüstü kurultayın önünde hiçbir engel kalmadı. Mahkeme, dosyanın henüz tamamlanmadığı kanaatine vardı. Usul ve esas açısından bir eksikliğe meydan vermek istemedi. Titiz çalıştı. Ankara 3. Asliye Hukuk Mahkemesi ve Ankara 26. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki dosyaların istenmesine karar verdi. 21 Eylül’deki olağanüstü kurultaya katılacak olan delegelerin listesini talep etti. CHP aleyhine dava açanların halen CHP üyesi olup olmadıklarının tespit edilmesini istedi.
SİYASİ SAVUNMA
CHP yönetimi şimdi hâkimi alkışlıyor. Mahkemeler demek ki CHP’nin lehine karar verebiliyormuş. CHP mahkemeleri suçlamak yerine, siyasi savunmalar yapmak yerine hukuki yönü güçlü savunmalar yapsa daha iyi olmaz mı? 24 Ekim’de eğer aleyhlerinde bir karar çıkarsa o zaman ne söyleyecekleri belli. “AKP’nin hâkimi” diyecekler. “İktidar yargısı diyecekler” huylu huyundan vazgeçmez.
MAKARNA STOKLARINA NE OLDU
CHP’liler mutlak butlan kararı çıkarsa partiyi Kılıçdaroğlu’na teslim etmemek için Genel Merkez’i boşaltmama kararı almışlardı. Bir direniş örgütlemişlerdi. Bunun için makarna, limon ve maske 4 siparişi verdikleri söylenmişti. Mahkemeden CHP’nin istediği yönde bir karar çıkınca, ‘acaba’ dedim, CHP’liler stokladıkları makarnaları ne yapacaklar? İktidarı, millete makarna dağıtmakla suçlayan, milleti makarna kafalılar olarak aşağılayanlar döndü dolaştı makarnacıların partisi haline geldi.
MAHKEME ŞOVU İMAMOĞLU’NU KURTARABİLECEK Mİ?
Ekrem İmamoğlu sahte diploma davasında kelimenin tam anlamıyla şov yaptı. Ceketini çıkardı, gömleğinin kollarını sıvadı, kravatını çıkarıp Özgür Çelik’e attı. Peki sahte diploma konusunda ne dedi? Amerikan Girne Üniversitesi’nden yatay geçiş hakkı olmadığı halde İstanbul Üniversitesi’ne nasıl geçiş yaptığını izah etti mi? Ortaya delil koydu mu?
ÜNİVERSİTE GERÇEĞİ AÇIKLADI
İstanbul Üniversitesi’ne geçiş yaparken referans gösterdiği Amerikan Girne Üniversitesi’nin kurucu ortağı Özalp Tozan mahkemedeki ifadesinde “Benim yöneticilik yaptığım 1986-1992 yılları arasında üniversiteye kaydolan herkes bilir ki bu üniversitenin Türkiye’de denkliği yoktur. Girne Amerikan Üniversitesi’nin o dönemlerde kesinlikle denkliği yoktur” demişti. Bunu bile bile nasıl yatay geçiş işlemini yaptırdılar? O dönem yatay geçişteki şaibeli işlemlerini üniversite ortaya çıkardı. 3 kişinin isimleri silinmiş yerlerine başkaları yazılmış. Bu üç isim tespit edildi. Sadece Ekrem İmamoğlu değil 28 kişinin diploması iptal edildi.
KAYIT BAŞKA ÜNİVERSİTEDEN
Bir şaibeli işlem daha; Ekrem İmamoğlu, Amerikan Girne Üniversitesi’nde okuduğu halde okumadığı Kıbrıs Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden kayıt yaptırmış. Ekrem İmamoğlu, “Ben Amerikan Girne Üniversitesi’nde okurken Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden kayıt yaptırmadım” demedi. “Amerikan Girne Üniversitesi’nin denkliği YÖK tarafından kabul edilmişti” demedi. Hiçbir maddi delil sunmadı, tek bir kanıt ortaya koyamadı. Ya ne yaptı? Şov yaptı. Hem de çok güzel bir şov yaptı. Bakalım şovu onu kurtaracak mı?
ALEVİLER SİZE NE YAPTI
CHP’de ne zaman parti içi bir mücadele yaşansa laf dönüp dolaşıp Alevilere geliyor. CHP’de kim Kemal Kılıçdaroğlu ile mücadeleye girişse onun Alevi kimliği üzerinden saldırılıyor. CHP’nin büyük kurultay davasında Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden partinin başına dönme ihtimali ortaya çıkınca gazeteci Merdan Yanardağ, “Alevilerin haini çoktur” diyerek Alevileri hedef aldı. Bu Merdan Yanardağ ki Suriye’de Doğu Guta’da bebekler kimyasal gazla katledilirken Esad’ı destekliyordu.
Bu Merdan Yanardağ ki Muharrem İnce tarafından adı “Mangır Yanardağ” konulmuş bir adamdır. Ancak Merdan Yanardağ yalnız değil. Zaman zaman CHP’den Alevilere yönelik “nefret suçu” eksik olmuyor.
FİKRİ SAĞLAR AYIP ETTİ
Fikri Sağlar da bu kervana katılanlardan oldu. “13 yıl Alevi Bektaşileri sömürerek işbaşında kaldı Kemal Kılıçdaroğlu” dedi. Benim için tam bir hayal kırıklığıdır Fikri Sağlar. Bir dönemler özgürlük mücadelesinin önde gelen isimlerinden biriydi Fikri Sağlar. Şimdi yasakçı oldu. “Türbanlı hâkimin adil olacağından kuşkuluyum” dedi. Alevileri hedef aldı. Nefret suçu işleyenlerden biri oldu.
EY CHP’LİLER
Ey CHP’liler, ey CHP’ye yakın medya. Mangırcılar, tıngırcılar. Bu Aleviler size ne yaptı? Alevilerin yüzde 85’i CHP’yi destekler. Alevilerin oylarıyla milletvekili seçilir, belediye başkanı olursunuz. CHP teşkilatlarını Aleviler ayakta tutar. Kendi içinizdeki kavganız ne olursa olsun Alevileri neden aşağılıyorsunuz? İçinizdeki kini, nefreti her defasında neden kusuyorsunuz? Baykal bu hatayı yaptı. Alevileri CHP’den uzaklaştırdı. CHP o zaman barajın altında kaldı. Bu Aleviler size ne yaptı, ne bu düşmanlık?
2. AHMET HAKAN/ Hikmet Abi sosis yapar gibi siyaset yapıyor
HİKMET Çetin şöyle demiş: “Ben CHP - MHP koalisyonunun çok başarılı olacağına inanıyorum.” İngilizler, “Siyaset ve sosis imalatı halkın gözü önünde yapılmaz” derler. Hikmet Abi, bu söze inanmıyor olacak ki... Siyaseti sosis yapar gibi halkın gözü önünde yapıyor.
HİKMET ÇETİN / ÖNDER SAV ARASINDAKİ FARKLAR
HİKMET ÇETİN: Bir esneme ve uzlaşma dehası.
ÖNDER SAV: Alengirli çözüm yolları bulma konusunda mahir.
HİKMET ÇETİN: Tamam, yürürken zorlanıyor ama kafası zehir gibi.
ÖNDER SAV: Maşallah benden daha dinamik.
HİKMET ÇETİN: İtimat telkin eden bir yapısı var.
ÖNDER SAV: Perde arkasından yönetme deneyimi eşsiz.
HİKMET ÇETİN: Devlet denilen yapıyı iyi tanıyor.
ÖNDER SAV: Yargı denilen yapıyı iyi tanıyor.
HİKMET ÇETİN: İdeolojik açıdan hiç de sekter değil.
ÖNDER SAV: İdeolojik sekterliklerini törpülemiş gibi.
HİKMET ÇETİN: Babacan ve tatlı zaafları var.
ÖNDER SAV: Çatık kaş, hükümet gibi adam.
HASAN CEMAL’İN TRAJEDİSİ
Hasan Cemal’in yazdığı yazı şöyle: “Özgür Özel Tandoğan’dan haykırıyor. Tam bir heyecan fırtınası. Gözlerim yaşarıyor. Özgür Başkan’ın sesi patlıyor...” Bu yazının altına yapılan yorumlara şöyle bir baktım. Aman Allah’ım! Yazanların hepsi CHP’li ve Hasan Cemal’e öfke kusuyorlar Küfürler, kıyametler. El değmemiş hakaretler. “Bizden uzak dur be adam” haykırışları. “Yetmez ama evet” üzerinden bin türlü giydirme. Allah için bir tane bile olumlu yorum olmaz mı? Yok. Basbayağı yok. Bir tarafta... Özgür Özel’i dinlerken gözleri yaşaran Hasan Cemal. Öbür tarafta... “Git başka yerde ağla” diyen CHP taraftarları. Bakın, bu bir trajedidir. Ki Allah düşmanlarımızın başına vermesin.
ERTELEMENİN ANLAMI
Ertelemenin ne anlama geldiğini ve kime yaradığını anlamak için benim yöntemim şu: Özgür Özel ve İmamoğlu yanlılarına bakıyorum. Karara seviniyorlar. Karardan memnunlar. Barış Yarkadaş ve onunla aynı dalga boyunda olanlara bakıyorum. Karara öfkeliler. Kararı eleştiriyorlar. Uzun, karmaşık ve çetrefilli hukuki süreçleri anlamaya çalışmak için kafa patlamaya hiç gerek yok. İki kesime bak ve sonucu anla. Lüküs hayat / Oh ne rahat!
BU SEFER DE FİKRİ SAĞLAR
Yeter yahu yeter diyoruz söz dinletemiyoruz. Kemal Kılıçdaroğlu’na söylenecek tonla laf varken... Alevilik üzerinden laf söylemeye kalkışmak ayıptır, günahtır, yazıktır. Orhan Bursalı, Merdan Yanardağ falan derken şimdi de Fikri Sağlar yapmış aynı ayıbı. Yeter! Siyasi kapışmalarınıza Alevileri alet etmekten vazgeçin.
ÜSKÜDAR UNCULAR’IN ESNAFINA HELAL OLSUN
Üsküdar Uncular Caddesi’nin esnafı, muhteşem bir iş yaptı. Geçen cuma günü, bir günlük kazancını Gazze’ye yollama kararı aldı. Bu kararın ardından cadde o gün doldu taştı. Vatandaş, alışveriş için koştu. Bu insani duyarlılık için Uncular esnafına ayrı, o gün oraya koşan vatandaşlara ayrı teşekkürler. Benim en kısa zamanda yolumu Üsküdar Uncular’dan geçirmem ve bu yüce gönüllü esnaftan alışveriş yapmam lazım.
İSRAİL SORUNU
Eskiden sorunlar şöyle adlandırıldı:
- Filistin sorunu.
- Ortadoğu sorunu.
Sorunları böyle adlandırmanın devri çoktan geçti. Artık temel sorunun şöyle adlandırılması gerekiyor: İSRAİL SORUNU.
Bu sorun çözülmeden Filistin ve Ortadoğu sorununun çözülmesi mümkün değil.
DİLLERDEKİ YENİ KELİME: ROLLENMEK
Geçen gün kafede otururken yan taraftaki masalardan birindeki tartışmaya kulak misafiri oldum. Masadakilerden biri, öbürüne şöyle diyordu: “Hayrola? Sen niye rollendin ki?” Rollenmek mi? Sözlüklerde yer almayan bu yeni nesil sözcüğün anlamı ne acaba? Yaptığım araştırmalardan ve akıl yürütmelerden sonra çıkardığım sonuca göre... Şu tür durumlar için kullanılıyor “rollenmek” sözcüğü: Aslında kendisine bir şey denmediği halde sanki kendisine bir şey denmiş gibi kişinin mübalağalı kabarması. Genelde bu tür yeni sözcüklere burun kıvırırım ama ne yalan söyleyeyim ben bu “rollenmek” sözcüğünü sevdim. Hatta sık sık kullanmak için fırsat kollamaya başladım bile.
3. ZAFER ŞAHİN/Ankara’da hakimler var şekerim
CHP’nin 38’inci Olağan Kurultayı’nın iptali davasında Özgür Özel yönetiminin tedbiren görevden uzaklaştırılması talebi reddedildi. Dava 24 Ekim’e ertelendi. Mahallede bir bayram havası... “Özgür iyi direndi, iktidara geri adım attırdı” diyen de var! “Ankara’da hakimler var, yargı ne diyorsa o” diyen de! Eğer iptal kararı çıksaydı aynı isimler şu an koro halinde “Erdoğan yargısı... İktidar yargı eliyle CHP’yi dizayn ediyor” türküsünü çağırıyor olacaktı. 8 İşlerine gelen yargı kararlarını düğün-bayram modunda karşılayıp, beğenmedikleri her karara “Darbe” yaftasını yapıştırmalarına alıştık. Cumhuriyeti kurmakla övünen bir partinin kişiye özel, partiye özel hukuk istemesine de. Ama bu dava da CHP’nin bitmek bilmeyen parti içi iktidar kavgası da Türkiye’yi yordu. İnkar etseler de CHP’yi de yordu. Mitinglere katılan kişi sayısına bakın, ne demek istediğimi anlarsınız. CHP süratle normalleşmeli. Türkiye’yi germekten artık vazgeçmeli. Bu ülkenin içeride ve dışarıda daha önemli gündemleri var. Bir yolsuzluk operasyonunu etkisiz hale getirmek için izledikleri yol da sergiledikleri tavırlar da artık kabak tadı verdi. 24 Ekim’de davadan çıkacak karara herkes saygı göstermeli. Bu ülkenin birilerinin kişisel kariyer hesaplarıyla kaybedecek vakti de enerjisi de yok. Hukuk önünde herkes eşit. Ve herkes suçu ispatlandığında yaptıklarının bedelini ödemek zorunda. Bu gerçeği kabul ederek siyaset yapmak CHP’yi de Türkiye’yi de rahatlatır. Boğaziçi’ne sırtını dönenler kaybetti Boğaziçi Üniversite’sinde Prof. Dr. Naci İnci ikinci kez rektör olarak atandı. Yurtdışından fonlanan bir haber sitesi gelişmeyi okuyucularına “Erdoğan, Naci İnci’yi yeniden atadı. Akademisyenler sırtını döndü, öğrenciler protesto etti” başlığıyla duyurdu! Site bu haberin altında “İnci görev süresi boyunca ne yaptı?” ara başlığıyla rektörün icraatlarını topa tutmuş. Merak ettim, tek tek okudum... Ve hak verdim bu fondaş siteye... İnci’nin kabahatleri sahiden de çokmuş. Bir kere İnci’yi ülkenin Cumhurbaşkanı atamış! Bundan büyük kusur olur mu? Rektör olarak atamasından sonra kendisini pek çok AK Partili milletvekili, bakan yardımcısı ziyaret etmiş! Olacak şey mi bu? O akademisyenler rektörlüğe sırtını dönmeyip ne yapacaktı? Bununla da yetinmemiş, kampüs alanı içinde alkol tüketilmesin, öğrencilerin güvenliği tehlikeye girmesin diye kamera sistemi kurmuş. Ne büyük bir hata! 4 yıl içinde üniversitenin bilimsel anlamda nereden nereye geldiğine dair haberde hiçbir detay yok. Onun yerine rektörlüğe sırtını dönen akademisyenlerin “İyi bir kamu üniversitesi hayalinden vazgeçmedik. Bu da onlara ders olsun” dedikleri protestolarına yer verilmiş.
Ve Naci İnci... O da yeni döneme dair bir mesaj paylaşmış. Ve geride kalan 4 yılda neler yaptıklarını anlatmış. İsteyen Hoca’nın sosyal medyasından okuyabilir. Ben sadece şu detayı aktarayım: Son 4 yılda dünyanın önde gelen üniversitelerinde eğitim almış 140’ın üzerinde akademisyen Boğaziçi kadrosuna katılmış. Ve Boğaziçi bu yıl QS Dünya Üniversiteler Sıralamasında tarihindeki en yüksek başarıya ulaşmış. Sizi bilmem ama ben bu bilgiyi “Sırtını rektörlüğe dönenler kaybetmiş, üniversite ve Türkiye kazanmış” diye yorumladım. Yanılıyor muyum?
4. BERCAN TUTAR/Türkiye’nin İsrail’i felç eden hamleleri
Son zamanlarda Avrupa ve ABD başta olmak üzere dünya medyasında ülkemizin milli savunma teknolojisindeki ataklarına dair hemen her gün bir rapor, analiz veya haber yayımlanıyor. Türkiye'nin göz kamaştırıcı başarılarının neden ve sonuçları irdeleniyor. Dostlarımız sevinirken düşmanımız Rum ve Yahudi lobilerini ise hafakanlar basıyor. Çünkü İsrail'in muharebeleri kazansa da bu savaşı Türkiye faktörü nedeniyle kaybedeceğinin farkındalar. Siyonistler ilk kez büyük bir yenilgiye doğru ilerliyor. Doha'daki fiyasko bunun göstergelerinden biri. Doha ile birlikte İslam dünyasının siyasi ve askeri açıdan Türkiye liderliğinde harekete geçmesi İsrail ve destekçisi Batı için tarihin en büyük jeopolitik kırılmasına yol açabilir. Batılı siyonazistler için tehlike çok çok büyük. Bu nedenle ya İsrail'i frenleyecekler ya da iplerini tamamen çözüp yıkımına neden olacaklar. Ne var ki her iki yol da Batı ve soykırım aparatı İsrail için felaketle sonuçlanacak. Zira Türkiye aldığı önlemlerle İsrail'i adeta felç edecek bir donanıma sahip olduğunu ispatlamış durumda. Tamamen kuşatılmış İran'a karşı bile ancak 13 gün direnebilen İsrail'in Türkiye karşısında hiçbir şansı yok. Zaten kendi askeri uzmanları da diplomat ve siyasetçileri de hatta en şahin ve fanatik kalemşorları dahi bunu itiraf ediyor. Türkiye'nin sahaya inmesi İsrail ve Batı için çok daha ciddi ve sistemik bir yıkımı tetikleyecektir. Temmuz ayının sonlarında "KKTC sadece Rumların değil bizim de sorunumuzdur" diyordu İsrail uzay araştırmaları direktör yardımcısı ve askeri stratejist Shay Gal. Türkiye'nin Kıbrıs'taki üslere yerleştirdiği S/İHA ve füzelerle İsrail'in bütün askeri ve ekonomik varlıklarının istihbaratına sahip olduğunu ve olası bir kriz anında bütün hedefleri çökertecek kapasiteye sahip olduğunu yazmıştı. 2 Eylül'de yine Israel Hayom'da yayımlanan yazısında ise "Erdoğan, Akdeniz'den Babülmendeb'e kadar kesintisiz bir kontrol istiyor. Nakliye rotalarına ve bölgesel stratejiye hâkim olmak istiyor" demiş. Siyonist medya, Libya ve Suriye ile imzalanan deniz anlaşmalarıyla İsrail'in ticaretinin yüzde 98'inin bağlı olduğu Akdeniz'in hem üstünün hem de fiber optik kablolarla İsrail'i Avrupa'ya bağlanan denizaltındaki hâkimiyetin tamamen Türkiye'ye geçtiğini yazıyor. Doğrudur. Bizim muhalefetin şimdi neden "Akdeniz'de sondaj gemileriyle ne arıyoruz? Petrol ve gaz yoksa neden hâlâ araştırmalar sürüyor? Füze denemeleri balıkları ürkütüyor!" dediği daha iyi anlaşılıyor. Sismik araştırma gemilerimizin dokuz ay boyunca Doğu Akdeniz'de 10 bin kilometrelik deniz tabanında yaptığı araştırma bizim muhalefetimiz gibi İsrail'de de büyük bir alarma yol açmış durumda. Çünkü İsrail ve Yunan medyasına göre Türkiye bu araştırmasıyla petrol ve gaz sahaları yanında İsrail'in küresel bağlantısını sağlayan denizaltı kablolarının, elektrik ve diğer kritik önemdeki şebekelerinin de röntgenini çekti. Avrupa ile bağlantılı denizaltı kablo rotalarını haritalandırdı. Bir bakıma İsrail'in şahdamarı konumundaki kırılgan ağırlık merkezini tespit ederek daire içine aldı. Hâsılı kelam, ülkemiz her şeye hazır. Gereken bütün önlemleri almış ve alıyor. Sadece havada, karada ve denizde değil siber, uzay ve denizaltında da gereken her tür hazırlığı yapıyor. Türkiye'nin Suriye dışında özellikle Kıbrıs ve Libya eksenleri üzerinden Akdeniz'in üstü ve altından giriştiği hamleler de İsrail'i kötürümleştirecek nitelikte. Nitekim ABD Başkanı Donald Trump bile 'Gazze kasabı' Netanyahu'yu "Türkiye'ye karşı makul ol" diye boşuna uyarmadı. Çünkü eğer 'makul olmazsa' İsrail'i Türkiye'nin gazabından ABD'nin kendisi dahi kurtaramaz.
5. YUSUF DİNÇ/ Butlan veya şutlan kararının ekopolitiği
Belki teori, biraz da anlayamadığımız meseleleri (durum, fenomen) genelleme kolaycılığıdır. Geri dönüp baktığımda Türk siyasetinde jenerasyonlar görüyorum. Liderler birlikte gelip birlikte gidiyorlar. Seçim sonuçları değil, olursa seçim sonucu dışındaki faktörler bu döngüde bir farklılaşma yapabiliyor. Güven gemini elinden bırakmak istemeyen seçmenle siyaset arasındaki iki yönlü bir ilişkinin sonucu... Yenileşmenin riskini almak toplum için her zaman kaçınılası bir tehdittir. Üstelik temsiliyetçi mekanizmalar kuşkuculuğa muhtaçtır. Halkın konforunu değiştirmek isteyen bir siyasi hareket, tecrübesi, söylemi, eylemi ve siyaset matematiğiyle ikna edici olmalıdır. Hatta deneyimi fiilen incelersek Cumhurbaşkanı Erdoğan kadar ikna edici olmalıdır. Yahut küresel pratikten bir taşıma yapacaksak; halk her şeyden vazgeçecek kadar bunalmış olup hasbelkader değişim gerçekleşecektir. Bozulacak bir konforun kalmadığı değerlendirildiğinde…
Yahut da gene Türkiye’ye dönersek meşru yollarla değil, gayrimeşru eylem ve darbelerle değişim topluma dayatılacaktır. Başka türlüsü ve dünya pratiğinin rastgeleliği dahil Türk siyasi tarihinde olası değil. Türk siyasi tarihinin bize perdenin arasından sunduğu ihtimaller bunlar. Perde tam açılsa milenyum öncesi dönemde bambaşka bir fotoğraf çıkabilir tabii. Şimdi eğer burada oluşturduğum teori doğruysa Sn Kılıçdaroğlu’nun olağan yollarla gitmemesi gerekiyordu. Zaten seçim sonucuyla değil, başka faktörlerle gitti. Anlaşılan o ki halk partisi parti içi demokrasi bakımından Türkiye’nin en demokrat partisi ve fakat demokrasinin yol ve yöntemlerini en yanlış yorumlamış da partisi. Gönderme faktörü doğru seçilemedi ise lider jenerasyonuna Kılıçdaroğlu’nun geri dönmesi güçlü bir olasılıktır. Ben köşemde içinde bulunduğumuz dönemi ele alan geçmiş yıllardaki kapsamlı ekopolitik okumalarımda medyada büyük değişimlerin olabileceğini ve siyasetin soldan bir partiye gebe olduğunu yazmıştım. Bunları yazarken medyadaki değişimin MASAK eliyle olacağını öngörememiştim. Soldan çıkacak partinin bizatihi halk partisi olacağını ise hiç beklemiyordum. Eğer Kılıçdaroğlu eliyle halk partisi yeniden kurulacaksa ekopolitik olarak değerlendirme yapmak gerekir. Türkiye’de ekopolitik hep Batı yönlüydü. Bunun Osmanlı’dan varisi, mimarı ve ısrarcısı halk partisiydi. İçeride imkanların böyle gövereceğine inanıp balta olduğunu göremediler. İlk defa Cumhur İttifakı ekopolitği yıktı veya hâlâ yıkmayı deniyor. Batı yanlı yönelimin ülkenin menfaatlerine zarar verdiğini gördü. Ve özellikle savunma sanayi ile içeride imkanları yeşertmenin doğru yolunun başka olduğunu da gösterdi. Türkiye nükleer reaktör projesi çağrısına çıkıyor yahu…
Erdoğan Gürmen hocadan Türkiye’nin nükleer tecrübesini dinlemenizi öneririm. Daha birkaç yıl oldu 80’lerde kopan nükleer uzmanlığını yeniden kazanalı. İlk defa 35 öğrenci nükleer uzmanı olarak 2018’de Rusya’da bir programla Rusya Ulusal Nükleer Araştırma Üniversitesinden (MEPhl) mezun edildi. Bugün sayıları 100’ü aşmış olmalı. Cumhur İttifakı, Batı yanlı ekopolitikten çıkma girişimini ilk başlattığında Doğu-Batı dengesinde yerli-milli bir ekopolitik belirledi. Ancak halk partisinden meşruiyetini alan sistem, aleyhine gidince ısrarını sürdüremedi. 2023 Haziran’ından sonra yerli-milli ekopolitiği Doğu-Batı dengesinden biraz uzaklaşıp Batı yanlı ekopolitikle uyumlayıp uyumlayamayacağını denedi. Az kalsın kopuyordu. Rusya ve Türk devletleri dahil Doğu ve Körfez’le bunu nasıl çeşitlendirebileceğinin arayışını dahi sergilemişti. Sergilemişti ama ya tam hakkını veremedi yahut tam karşılığını alamadı. İki faktör bunda etkili oldu. Birincisi, üçüncü tarafların bunu benimsememesiydi. Örneğin Türk Devletleri Teşkilatı üyesi ülkeler uyumlanmaya çalıştıkları Türkiye’nin pozisyonuna dair kafa karışıklığı yaşadı. İkincisi ise seçtiği yol Batı ekseni ağırlıklı olduğundan halk partisi ön plana çıktı ve siyasetin dengesi bozuldu. Batı’ya biraz meyl halk partisini adeta sıçratıyor. Sıçrama özrüne rağmen. Gelinen noktadan ekonomik olarak ne denli tatmin olundu bilmiyorum. Mesele enflasyonsa; sadece baz etkisi nisan-mayısta enflasyonu %24’lere düşürecek. Fakat şunu biliyorum; Cumhur İttifakı yeni ekopolitik ayarı kurmayı başarabilirse, Türkiye, önümüzdeki en az 10 yıl bunun üzerinde ilerleyecek. Olası bir mutlak butlan veya mutlak şutlan kararı da Türkiye’nin bu anlamda yönünü tayin eden belirleyicilerden olacak. Ertelenen mutlak butlan kararı çıkar, Kılıçdaroğlu dönerse halk partisi, Özgür Özel’in de gereksiz ısrar ettiğini bildiği Batı yanlı ekopolitikten ilk defa uzaklaşabilecek. Aslında Özel, Batı ile teslimiyet değil, denge ilişkisi kursa daha başarılı olabilecekti. Yerel seçimi kazanmadı, kazandırıldı. Yerel seçim sonuçlarına halk partisinin de şaşırmasından biliyoruz… Hükümetin ekopolitik yönelimi ona servis yaptı. Kendi özgün bir ekopolitik yönelim benimsese kendi kazanmış olacak, sonuçlar da şaşırtıcı olmayacaktı. Butlan kararının çıkması halinde halk partisinin yeni dengesinde Batı’nın en uzak temsilcisi ABD olmayabilir. Teorik olarak demokratlar yoksa halk partisi ABD ile iletişim kuramamaktadır. Butlan sonrası Washington kayyumu rolündeki Namık Tan’ın rolü küçülebilir. Mezar arasında harman olmaz. Almanya kendi derdine düşmüş ve Kılıçdaroğlu’nu sırtından hançerlemiş idi. O da derman olmaz. Kılıçdaroğlu başkanlık seçimi propagandası döneminde yanlış hatırlamıyorsam tam 10 gün mahsur tutulduğu İngiltere ile de yeniden dostluk kuramaz. Rusya dahil, Doğu’ya dönmesi mümkün olmadığı gibi Körfez’de olmayan karşılığını arayacak da değildir. Türkiye’ye verilen seçimsiz 4 yıl vaadi ilk defa karşılık bulacağından yerli-milli olmanın faydasını da göremeyecektir. Diğer taraftan cuma günü hisse satanların pazartesi günü açığa düşmesi halk partisi yanlı piyasa regülasyonunun da sonu anlamına gelir. Bu şartlarda risk Kılıçdaroğlu’nun yüzünü bölge ekopolitiğinin yeni aktörü olmaya çalışan İsrail’e dönmesi olur. Böyle bir hataya şimdiki ekipten daha fazla düşmeyeceğini söyleyemeyiz. Halk partisi bölge ekopolitiğinin yeni aktörü rolünün İsrail’e değil, Türkiye’ye geçirilmeye çalışıldığını göremiyor. IMEC ile Kalkınma Yolu mücadelesinin anlamını okuyamıyor sonuçta. Ya butlan kararı çıkmaz Kılıçdaroğlu’nu devre dışı bırakacak bir şutlan kararı çıkarsa? İşte o zaman Sn Özel’in eline, gözünü karartıp kullanabilecekse, esirlikten ve genellikten özgür ve özel olmak imkânı sayısız kere geçtiği gibi tekrar geçer. Yaşanan dağınıklık ve paniğe bakılırsa böylesi bir kurtuluş çok düşük bir ihtimal. Amma gerçekten Türkiye’nin derdiyle dertlenecekse arayışın tam ortasında yeni bir ekopolitiğin önereni olur. Yapacağı çözümleme ile arayışın asıl tarafı olan Cumhur İttifakı’na yaklaşmış gibi görünebilir. Hatta hakkında Kılıçdaroğlu gelseydi daha iyi olurdu da denebilir. Ama başarabilirse halk partisi ikinci kez karar sürecinin bir parçası olur ve yüzyıl içinde yerini korur. Keşke daha önce bunu yapsaydı diyecekseniz yalnız, gene yapamayacağını da değerlendirmiş olursunuz. Yapamayacaksa Batıcı bir ekopolitiği sürdürür gider. Ki halk partisi 1923’ten 1938’e kadar çok farklı ekopolitik pozisyonlar alabilmiş olmasına rağmen sonrasında kendini güncellemediğinden ve başka bir ihtimale inanmadığından ağırlıklı olasılık budur. Türkiye’nin kaderine etki etme fırsatı kimseye Özgür Özel’e sunulduğu gibi sunulmadı. Hiçbir somut katkı vermeden… Tekrar gelecekse ve gene de bu imkânı geri çevirecekse içinde bulunduğu durum hakkında tedirgin olmalıyız.
6. YAHYA BOSTAN/Ankara Suriye’de makas mı değiştirecek?
İsrail’in Doha saldırısı bölge jeopolitiğinde ciddi kırılmalara yol açıyor. Bunun hem Körfez ülkelerini hem İsrail’i hem de Türkiye’yi yakından ilgilendiren sonuçları olacak. Somut yansımalarını (Arap NATO’su tartışmaları, Doha’da gerçekleşen İİT-Arap Ligi Zirvesi vs) görmeye başladık. Bu tablo ışığında Türkiye’nin de Suriye’de makas değiştirmeye hazırlandığını hissediyorum. Devam etmeden önce Doha ile ilgili bazı hususları vurgulamam gerekiyor.
KATAR’DA DERİN ŞÜPHE
İsrail’in o saldırıyı nasıl gerçekleştirdiğine ilişkin bir çok tartışma yapılıyor. İsrail basını, saldırının gerçekleşme şeklini anlatırken “İsrail’in yüksek teknolojisini” bilhassa vurguladı. Görünmez uçaklardan, hassas mühimmatlardan bahsedildi. Ancak Hamas müzakere heyetinin saldırıdan kurtulduğu anlaşılınca rüzgâr tersine döndü. İsrail ısrarla bu saldırıyı “uçaklarla” yaptığı izlenimi oluşturuyor. Saldırıyla ilgili ilk açıklama “S. Arabistan ve BAE hava sahasını ihlal etmedik” şeklindeydi. Bu konuda en net haber Wall Street Journal’dan geldi. Gazeteye göre İsrail’e ait 12 savaş uçağı, Doha’yı Kızıldeniz’den uzun menzilli hassas balistik füze ateşleyerek hedef aldı. Ancak bazı şüpheler var. Bu şüpheleri dile getirenler diyor ki… “Radarlarda uçak tespiti yok. Uçak olsaydı Katar, S. Arabistan -en azından füzeler ateşlendiğinde- görürdü. Bu kadar uzun mesafeden füze kullanımı da bir risktir, füze başka binaları vurabilir. Katar Başbakanı dedi ki… ‘Tespit edemediğimiz bir silah kullanıldı.’ O halde Doha saldırısı içeriden, sabotaj yoluyla mı yapıldı? MOSSAD ajanlarının İran’a saldırıları dikkate alınırsa hayatın olağan akışına aykırı değil.” Bu şüphelerin üzerinde durulmalı.
TÜRKİYE’NİN ÇIKARMASI GEREKEN DERSLER
İsrail Başbakanı Netanyahu “Katar ve bazı ülkeler” derken isim veremiyor ama Türkiye’yi işaret ettiği ortada. Türkiye’yi askeri yöntemlerle hedef almak İsrail’in boyunu aşar. Ancak dikkatli olmak gerekiyor. Uzmanlar diyor ki… “Farklı alanlarda çalışmamız lazım: Siber güvenlik, 5‘inci kol faaliyetleri, sabotaj ve suikast girişimleri, fay hatlarını tetikleyecek gelişmeler, SDG/PKK, Yunanistan-Kıbrıs… İsrail, bazıları üzerinde zaten çalışıyor ama hamle dozu mutlaka artacaktır.”
ANKARA’YA ARAP NATO’SU TEKLİFİ GELİR Mİ?
Doha saldırısının Körfez ülkelerine öğrettiği şey ABD’nin İsrail saldırganlığına karşı koymaması, koymak istememesidir. Bu, bölgede yeni ittifaklar ve yeni bir güvenlik mimarisine yol açacak. Deniyor ki… “Körfez ülkeleri Çin ve Rusya’ya yaklaşarak ABD’yi ürkütmek istemez. Bu yüzden Türkiye, Pakistan gibi ülkelerle işbirliği derinleşecek.” Bir önceki yazımda Arap Birliği Konseyi’nin aldığı “Ortak bölgesel güvenlik vizyonu” kararına işaret etmiş, Arap NATO’su mu geliyor diye sormuştum. Bu yazıdan bir gün sonra bölge medyası, Mısır’ın müşterek savunma gücü oluşturmak için arayışta olduğunu yazdı. Bölge ülkelerinin farklı çıkarları ve düşük askeri kapasiteleri düşünüldüğünde -Gazze hariç- uygulanabilirliği zor bir proje bu. Ama uygulanırsa bu gelişmeyi çok kutuplu dünyanın yeni bir tezahürü olarak okuyacağız. Yine de Mısır’ın konuyu muhataplarıyla istişare ettiği anlaşılıyor. Peki, konu Ankara’nın gündemine getirildi mi? Kaynaklarıma sordum, bir dönüş olmadı. Ne olursa olsun, Körfez ülkeleri güvenliklerini sağlamak için Ankara ile yakın temas kurmak zorunda. Gelişen savunma sanayisi ile Avrupa’nın güvenlik mimarisine katkı sunan Ankara’nın benzer bir rolü Körfez’de oynaması etki alanını genişletecek, nüfuzunu artıracaktır. İsrail, Türkiye’yi Suriye ve Doğu Akdeniz’de sıkıştırmaya çalışırken, Türk nüfuzunu arka bahçesinde görebilir.
TERÖRSÜZ TÜRKİYE’DE BİR İYİ BİR DE KÖTÜ HABER
Terörsüz Türkiye süreci tüm bu gelişmelerle etkileşimde. Bu konuda bir iyi bir de kötü haberim var. İyi haberle başlayalım: PKK’nın Kandil dışında, Sincar ve Mahmur Kampı’ndaki varlığı da yakından izleniyor. Sincar önemli. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Bizim için Kandil neyse Sincar da odur” demişti. Burada yaşanacak gelişmeler Terörsüz Türkiye sürecinin gidişatıyla ilgili de fikir verecekti. Bölgeden gelen haberlere göre… Irak güvenlik birimleri (yaklaşık 11 bin kişi) Sincar’a konuşlandı. Suriye-Irak sınırındaki tüm PKK kontrol noktaları Irak güçlerine devredildi. Bu çok önemli ve pozitif bir gelişmedir. Kötü haber ise şudur: SDG, 10 Mart’ta Şam’la yaptığı anlaşmaya uymuyordu. Daha ileri gitti. Suriye hükümet müfredatının kısmen kullanımı anlaşmasını iptal etti. Deyrizor ve Halep bölgesinde başlayan düşük yoğunluklu çatışmalar göz önüne alınırsa, SDG’nin Şam’la köprüleri atmaya hazırlandığı söylenebilir. Suriye lideri Şara’nın “Bir karış toprağımızdan vazgeçmeyiz” vurgusunu bu kapsamda okuyun. Anlaşılıyor ki… Trump’ın Doha saldırısına dur dememesi SDG’yi biraz daha cesaretlendirdi. Trump yönetimi İsrail’in suyuna girdiğine göre SDG meselesini Washington’la konuşmanın bir anlamı kaldı mı? Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’nda yapması muhtemel görüşmeler gidişatı belirleyecektir. Ankara’nın Suriye’de diplomasiye öncelik tanıyan makası değiştirme noktasına geldiğini düşünüyorum. Arka planda işaretleri gelmeye başladı.
7. MUSTAFA KARTOĞLU/ Güvenlik satın alınmaz, anlamışlardır!
Hani, iki büyük savaştan sonra bütün devletler şapkasını önüne alıp düşünmüştü ya... Gücü elde edenin saldırganlaşmasına, dünyaya kral kesilmesine karşı bir uluslararası mekanizma kurulmuştu. 'İnsan hakları, uluslararası hukuk ve bunlara dayalı kurumlar' dünya barışını sağlayacaktı. Ama durum hiç de öyle göründüğü gibi değil. Aslında dünya savaşı denilen savaşlar 'Batı' ülkelerinin saldırganlıklarıyla başladı. Her iki savaştan 20'şer yıl önce 1894'te ve 1931'de Japonya'nın Çin ve Kore'ye saldırmasıyla başlayan savaşlara kimse dünya savaşı demedi. Birinci Avrupa Büyük Savaşı, Avrupa'nın 'dünyanın kalan kısmını paylaşım' savaşıydı. İkincisi, bu paydan payına düşeni alamayanın histeri krizi...
Konumuza dönersek; Her iki savaştan sonra da "ülkeler arasındaki sorunları barışçıl yollarla çözmek" için insan hakları ve uluslararası hukuka dayalı bir kurallar düzeni ile bu düzeni yürütecek uluslararası mekanizma girişimi oldu. I. Dünya Savaşı'nın ardından 10 Ocak 1920'de Cemiyet-i Akvam (Milletler Örgütü) kuruldu. Ama Almanya'nın güçlenmesine ve gücü kafasına göre kullanmasına mani olamadı. İkinci savaş, Hitler'le birlikte milyonlarca insanın da canına mal oldu. Bu kez 24 Ekim 1945'te de 'daha kapsamlı bir tanımla' Birleşmiş Milletler Örgütü kuruldu. Amacı "dünya barışını, güvenliğini korumak ve uluslararasında ekonomik, toplumsal ve kültürel bir iş birliği oluşturmak" diye tanımlandı. Yanına bir güvence daha eklendi: Güvenlik Konseyi. Amacı, "dünya genelindeki çatışmaları önlemek, barışı korumak ve uluslararası güvenliği sağlamak" diye tanımlandı. 1945'ten beri dünya savaşı çıkmadı. Ama dünyanın her yerinde savaş çıktı. Afrika'nın ortasında Ruanda'da da soykırım yaşandı, Avrupa'nın ortasında Bosna'da da... Irak da işgal edildi, Afganistan da...
Afrika'da da insanlar açlıktan öldü, Myanmar'da da... Bugün de Gazze'de ölüyor, öldürülüyor. Dün Hitler, uluslararası hukuku, Cemiyet-i Akvam'ı takmıyordu, bugün de ABD ve İsrail Birleşmiş Milletler'i takmıyor. Avrupa'nın ihraç ürünü olan "insan hakları, eşitlik ve adalete dayalı liberal demokrasi" Gazze'ye bomba olarak yağıyor! İddia ettikleri 'tarihsel ilerlemenin son aşaması' enkaza gömülüyor. Refah bölgesi Avrupa Birliği, artık refaha değil savaşa yatırım yapıyor. Dünya, ilkeler, kurallar ve kurumlar dünyası olmaktan çıktı. Aslında hiç öyle olmamıştı. Dünyanın geri kalanı için... Bugün; Birinci Paylaşım Savaşı'nı kazanan Avrupa devletleri, paylaştıkları alanda kurdukları devletlerin kaynaklarından yararlanırken, 'güvenlik' sağladılar. İkinci Paylaşımdan Pay Alamayanların Savaşı'nda, Avrupa'yı kurtaran ABD, onlarla birlikte paylaştıkları devletlerin güvenlik garantilerini de üzerine aldı. Tabii aslan payını da... Ama bugün anlaşıldı ki; hiçbir devlet, güvenlik garantisini başkasına bırakmakla güvence altında olamaz. Avrupa, Rusya'ya karşı ABD güvencesini kaybedince bunu anladı. Belki de, Avrupa ABD'den bağımsızlık fikrine kapıldığı için Washington Rusya'yı kışkırttı, kim bilir! Arap ülkeleri de, Avrupa'nın büyük ölçüde ABD'ye devrettiği güvenlik garantilerinin İsrail'e karşı güvenlik sağlamadığını anladı. Gücün yozlaştırma potansiyeli vardır. Sovyetler'in dengeleyici gücü ortadan kalkınca, 'tek güç' olarak kalan ABD ilkesiz, hukuksuz, kuralsız davranmaya başladı. Buna başlangıçta Avrupa da ortaktı. Irak'a, Afganistan'a birlikte işgal gücü kullandılar. Ama ABD artık Avrupa'ya da 'patron' olarak davranıyor. Bunu sadece Trump'a bağlamak cehalet olur. Batı için yine iyi ve kötü güçler var. Kötü güçler, Rusya ve Çin. İyi güçler ise 'sözde' kendileri ve ABD... Ama dünyanın buna karnı tok görünüyor. Artık 'çok kutuplu dünya' tartışılıyor ve bu tartışma Afrika'nın en küçük ülkesinde de var. Kimse kendi güvenliğini bir başkasına emanet etme havasında değil. Küçükler 'orta boy' oluşturacak ittifaklara, oradan da diğer orta boylarla işbirliklerine gidecek yollar arıyorlar. Büyükler de onları nasıl kendi yakınlarında tutarız diye kafa yoruyor. Gelecek dönem, bölgesel güvenlik ittifakları ve onların küresel işbirlikleri ile oluşacak yeni kutupların dönemi olacak. Bize düşen kısım; Tarihi, kültürel, dini, siyasi ve coğrafi bağların desteklediği geniş alanda bir güvenlik ittifakı ve onu destekleyecek ekonomik işbirliklerini hayata geçirmek. Türkiye, Asya, Ortadoğu, Afrika ve Balkanlar'da farklı ittifaklarda 'ortak müttefik' olma potansiyeline sahip. Bu çok büyük bir avantaj. 18 Daha büyük avantaj, Türklerin, bu coğrafyalarda tarih boyunca 'tanınıyor' olması. Bu tanınmanın 'güvenlik, adalet ve refah' beklentisini desteklemesi bu bölgelerin ve tarihin seyrini değiştirebilir. Hafta başında Kudüs Rum Ortodoks Patriği Giannopoulos'un Cumhurbaşkanı Erdoğan'a sunduğu, Hazreti Ömer'in Kudüs'ün fethinin ardından Hristiyanlara tanıdığı hakları ve güvenceleri içeren 'emanname'nin (güvence belgesi) anlamı budur. Ortadoğu, Müslümanların güvencesi altında, bütün halklarıyla birlikte güvendeydi. Ne zaman Müslümanlar güvence olma gücünü kaybetti, kendileri dışında güvence aradı, hem kendileri hem bölge halkları güvencelerini kaybetti. Benzer durum Türk dünyası ve Balkanlar için de geçerli. ABD ve Avrupa şirketlerinin 'fon kaynağı' olmak güvenlik sağlamıyor. Aynı şekilde ABD ve Avrupa ülkelerinin 'işgücü kaynağı' olmak da güvenlik sağlamıyor. Güvenlik ve refah satın alınmaz, kurulur, inşa edilir... Son gelişmeler gösterdi ki, bu işbirliğinin adresi de Türkiye.
8. DİREN DOĞAN/AUKUS Paktı: Atlantik’ten Pasifik’e uzanan güvenlik mimarisinin geleceği
Küresel güç dağılımının yeniden şekillendiği 21. yüzyılda, uluslararası sistemin odağının giderek Asya kıtasına kayması pek çok gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Ekonomik kalkınmanın sağladığı ivme kıtanın yükselişini belirginleştirirken, bu sürecin yalnızca büyüme ve refah hikayeleriyle sınırlı olmadığı açıktır. Zira Asya’nın bünyesinde barındırdığı jeopolitik gerilim noktaları, büyük güçlerin çakışan çıkarlarıyla birleştiğinde, potansiyel çatışma sahalarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Özellikle Asya-Pasifik Bölgesi’nin büyük güç rekabetinde adeta bir “dans pistine” dönüşmesi, bir taraftan uyuşmazlıkların çözümünde uzlaşmacı rol üstlenen minilateral ve multilateral oluşumların önemini artırırken, diğer taraftan çeşitli güvenlik düzeneklerinin doğuşunu mümkün kılmıştır. Bunların en dikkat çekici örneklerinden biri olan ve 15 Eylül 2021’de ilan edilen AUKUS Paktı, geçen dört yılın ardından halâ uluslararası politikanın en merak ettiği mekanizmalardan biri olmaya devam etmektedir. Avustralya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) arasında kurulan bu ittifak, ilk bakışta yalnızca nükleer enerjili denizaltıların transferi ve ortak savunma teknolojilerinin paylaşımıyla sınırlı bir girişim gibi görünse de bugün artık çok daha kapsamlı bir stratejik mimariyi temsil etmektedir. Bu açıdan AUKUS’un hem Çin’in artan askeri ve teknolojik kapasitesine karşı uzun vadeli bir denge unsuru yaratma arayışı taşıdığını hem de Atlantik ötesi ilişkiler ile Asya-Pasifik güvenliğinin yeniden tanımlanması açısından dönüştürücü bir işlev üstlendiğini söylemek mümkündür. AUKUS’un aşamalı yol haritası 19 Temelde iki sütun üzerinden planlanan AUKUS’ta ortaklığın en önemli unsuru olarak görülen ve “Birinci Sütun” olarak tanımlanan süreç, Avustralya'nın konvansiyonel silahlı ve nükleer enerjili bir denizaltı kabiliyeti edinmesini desteklemeye odaklanmıştır. Birinci sütunun yol haritası 2023 yılındaki San Diego görüşmelerinin ardından “Optimum Yol” olarak tanımlanan üç aşamayla netleştirilmiştir. İlk aşamada ABD ve Birleşik Krallık denizaltılarının Avustralya limanlarında konuşlanması ve ortak tatbikatlarla Avustralyalı personelin eğitiminin sağlanması planlanmaktadır. “Egemen hazır” olarak tanımlanan bu sürecin ardından orta vadede, Avustralya’nın Virginia sınıfı denizaltıları ABD’den almasıyla operasyonel kapasitenin arttırılması amaçlanmaktadır. Nihai aşamada ise üç ülkenin ortak tasarımı ve üretimiyle geliştirilecek olan SSN-AUKUS sınıfı denizaltıların, paktın uzun vadeli stratejik vizyonunun somut bir çıktısı olarak teslim edilmesi öngörülmektedir. Birinci sütunun amacına ulaşması için planlanan yol haritasının yanı sıra ikinci sütun ise bu üç ülke arasındaki savunma işbirliğinin önündeki engelleri azaltmayı, savunma sanayilerinin, bilim insanlarının işbirliği yapmasını ve kritik teknolojileri paylaşmasını vadeden daha geniş ölçekli bir aşamadır. Burada AUKUS’un yalnızca denizaltı programı değil aynı zamanda yapay zekâ, otonom sistemler, siber güvenlik ve kuantum teknolojileri gibi “gelecek savaş alanlarını” şekillendiren alanlarda işbirliğini kurumsallaştıran bir platform haline gelmesi amaçlanmaktadır. Bu amaçlar doğrultusunda AUKUS, üç üye ülkeye de farklı avantajlar sağlayarak ittifakın stratejik değerini pekiştiren bir oluşum olarak öne çıkmaktadır. Avustralya açısından, Collins sınıfı denizaltıların envanterden çıkarılmasıyla oluşacak boşluğun önce Virginia sınıfı denizaltılarla, ardından ise SSN-AUKUS’larla doldurulacak olması, yalnızca önemli bir operasyonel üstünlük yaratmakla kalmayıp aynı zamanda ülkenin 2024 Ulusal Savunma Stratejisi’nde vurgulanan AsyaPasifik’te inkâr yoluyla caydırıcılık yaklaşımında kritik bir aşamayı temsil etmektedir. Nükleer denizaltılar, Canberra’ya geniş coğrafyalarda güç projeksiyonu yapabilme imkânı sunarak ülkenin bölgesel güvenlik mimarisinde daha merkezi bir aktör konumuna yükselmesini sağlamaktadır. Birleşik Krallık açısından pakt, uzun süredir zayıflama eğilimi gösteren savunma sanayi ekosistemini yeniden canlandırma ve böylelikle hem Avrupa’daki caydırıcılığa katkı sağlama hem de küresel angajman kabiliyetini güçlendirme potansiyeli taşımaktadır. ABD içinse AUKUS, yük paylaşımında daha adil bir denge kurarak Asya-Pasifik’te sorumluluğu müttefiklerle paylaşma imkânı yaratmaktadır. Avustralya’daki konuşlanma, Washington’a Güney Çin Denizi (GÇD) ve Hint Okyanusu gibi kritik bölgelerde hızlı, esnek ve düşük görünürlüklü erişim kapasitesi kazandırmakta; böylece Çin için daha karmaşık bir operasyonel ortam oluştururken, ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisinde elini güçlendirmektedir. AUKUS’taki sınamalar 20 Her ne kadar kağıt üzerinde kusursuz işleyen ve her üye için stratejik avantajlar sağlayan bir planlama gibi görünse de gelinen noktada AUKUS’un önünde çeşitli sınamalar bulunduğunu söylemek mümkündür. Öncelikle, devasa maliyetler ve teknolojik zorluklar dikkate alındığında paktın somut askeri çıktılarının sahaya yansımasının planlanan takvimin ötesine taşacağı öngörülmektedir. Nitekim Avustralya’nın geçtiğimiz günlerde Henderson tersanesine sekiz milyar dolarlık yatırım yapacağını duyurması kayda değer bir adım olsa da ikinci aşamanın gerçekleşebilmesi için ABD’nin Avustralya’ya teslim etmesi planlanan Virginia sınıfı denizaltılarla ilgili üretim hızı kaynaklı ciddi sıkıntılar olduğu görülmektedir. Bununla birlikte, teslim edilecek denizaltıların Asya-Pasifik’te ABD çıkarlarını ilgilendiren olası bir gerilimde Avustralya tarafından sahaya sürülüp sürülmeyeceği de Washington açısından bir soru işaretidir. Örneğin Tayvan merkezli bir çatışma senaryosunda bu denizaltıların ABD saflarında kullanılması beklenirken, Canberra’nın iç siyasetindeki ayrışmalar bu konuda belirsizlikler yaratmaktadır. Buna ek olarak lider değişimleri de AUKUS için periyodik sınamalar anlamına gelmektedir. Avustralya ve Birleşik Krallık’taki hükümet değişikliklerine rağmen sürekliliğini koruyan pakt, ABD Başkanı Donald Trump döneminde adeta fetret devrini yaşamaktadır. Haziran ayında Pentagon’un AUKUS’un gözden geçirileceğini açıklaması, hem paktın geleceği üzerindeki belirsizlikleri artırmış hem de Asya-Pasifik dengelerine dair yeni soru işaretlerini doğurmuştur. Diğer yandan ABD Savunma Bakanı Pete Hegseth’in Canberra’yı savunma harcamalarını Gayri Safi Yurt İçi Hasıla'nın (GSYH) yüzde 2’sinden yüzde 3,5’e çıkarmaya çağırmasının ardından yaşanan gerilim, Washington’un AUKUS’u incelemeye almasıyla birleşince paktı eleştiren çevrelerin seslerini daha güçlü şekilde duyurmalarına zemin hazırlamıştır. Bu noktada ittifakın üç üye ülke dışındaki bölgesel aktörlerce ne ölçüde desteklendiği de tartışmalıdır. Japonya, Güney Kore ve Hindistan açısından AUKUS, Çin’e karşı dengeleyici bir platform olarak görülürken, Güneydoğu Asya Uluslar Birliği (ASEAN) ülkeleri için ekseriyetle bölgesel güvenlik mimarisinde kutuplaştırıcı bir unsur olarak etiketlenmektedir. Bu durum, Çin’in AUKUS karşıtı söylemlerinin bölgede yankı bulmasına imkân tanımaktadır. Çin açısındansa tüm bu gelişmeler, GÇD’de inşa edilen yapay adalar, sahil güvenlik unsurları ve deniz milisleriyle desteklenen fiilî kontrol politikalarıyla doğrudan bağlantılıdır. Pekin, hibrit araçlarla desteklenen askeri kapasitesini kalıcı alan hâkimiyetine dönüştürmeye çalışırken, AUKUS’un nükleer denizaltı kabiliyeti ve yeni nesil savunma teknolojileri bu sürece doğrudan bir yanıt niteliği taşımaktadır. Bununla birlikte, paktın yalnızca caydırıcılık değil, aynı zamanda psikolojik ve stratejik bir mesaj verme işlevi de bulunmaktadır. Washington, Londra ve Canberra’nın oluşturduğu bu ağ, Çin’e karşı “yalnız olmadıklarını” göstermek isteyen bölge ülkeleri için bir güvence aracı olarak değerlendirilmektedir. 21 Netice olarak AUKUS, günümüzde Batı’nın Pasifik’teki stratejik alanını genişletme çabasının en kurumsal ifadesi haline gelmiştir. Ancak başarısı yalnızca denizaltıların inşasıyla değil, müttefikler arası uyumun korunması, bölgesel aktörlerin kaygılarının gözetilmesi ve ekonomik sürdürülebilirliğin sağlanmasıyla mümkün olacaktır. Dördüncü yıl dönümünde ortaya çıkan tablo, ittifakın belirsizliklerle çevrili bir yolda ilerlediğini göstermektedir. AUKUS, Çin’in artan etkisine karşı hem bölgesel hem de küresel bir denge unsuru yaratma niyetini teyit etmektedir; lakin bunun sürdürülebilir bir başarıya dönüşmesi, uzun vadeli stratejik sabır, içsel dayanıklılık ve bölgesel kapsayıcılığa bağlıdır. Bu çerçevede AUKUS’un esas gücü, yalnızca askeri platformlarda değil, yarattığı stratejik mesajın niteliğinde ve ittifak dayanıklılığının kurumsallaşma kapasitesinde yatmaktadır.