1. ABDULKADİR SELVİ / AK PARTİ’YE KURULAN YENİ TUZAK, YENİ OYUN PLANI (HÜRRİYET)
AK Parti iktidarına karşı Cumhuriyet mitinglerinin yapıldığı, 27 Nisan e-Muhtırası’nın verildiği günlerdi.
Cumhuriyet Gazetesi, Mustafa Balbay’ın “Genç Subaylar Tedirgin” manşetiyle çıkmıştı.
Cumhuriyet Gazetesi’nin geçmiş darbe dönemlerindeki sicili dikkate alındığında bu manşet, doğrudan cuntalara selam çakıyor, siyasete ayar vermeyi amaçlıyordu.
ERDOĞAN’IN LİDERLİĞİ
AK Parti iktidar olmuştu ama Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Çankaya Köşkü’nde rejimin bekçisi gibi hareket ediyor, AK Parti’nin elini kolunu bağlıyordu. AK Parti iktidar olmuştu ama muktedir olamamıştı. Sezer sonrasında sıra cumhurbaşkanlığı seçimine gelmişti. AK Parti’nin Cumhurbaşkanı’nı seçtirip siyasi rüştünü ispat etmesi gerekiyordu. Abdullah Gül cumhurbaşkanı adayıydı. Cumhuriyet mitingleri, 27 Nisan e-Muhtırası, Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı ile cumhurbaşkanlığı seçimi engellenmişti. Her cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi Ankara’da siyasi kriz yaşanıyordu. Eğer iyi yönetemezse bu kriz AK Parti’yi devirebilirdi. 71 Muhtırası’nda Demirel, şapkasını alıp gitmek zorunda kalmıştı. Ama AK Parti direndi. Mücadeleyi seçti. Erdoğan liderliğini konuşturdu. Ülkeyi seçime götürdü. AK Parti, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden yüzde 47 oy alarak güçlenerek çıktı. Millet, darbe heveslilerine sandıkta ders vermişti.
GEZİ SÜRECİNDE AHMET ŞIK
Gezi süreci bir kalkışma girişimiydi. Gezi süreciyle birlikte 15 Temmuz darbe girişimine giden yolun yapı taşları döşenmeye başlamıştı. Ahmet Şık, o süreçte Savcı Mehmet Selim Kiraz’ı şehit eden teröristlerle röportaj yaptı. Ahmet Şık’ın teröristleri aklayan röportajı Cumhuriyet Gazetesi’nde, “Bu eylem mecbur bırakıldığımız yöntem” başlığıyla çıktı.
Bunları neden hatırlattım…
SİYASET MÜHENDİSLİĞİ YAPIYORLAR
Karışık dönemlerin aktörleri olan Ahmet Şık ile Mustafa Balbay, bugünlerde yeni bir görev üstlendiler. Mehmet Akif Ersoy’a yönelik operasyon üzerinden AK Parti’nin içine fitne sokmaya çalışıyorlar. Ergenekon sürecinin Mustafa Balbay’ı, Gezi sürecinin Ahmet Şık’ı, kulis adı altında siyaset mühendisliğine soyunmuş durumdalar. Ömürleri AK Parti’ye düşmanlıkla geçmiştir ama AK Parti kulisi yazıyorlar. Mustafa Balbay ve Ahmet Şık’ın yazıları ile bu yazıların Batılılar tarafından fonlanan internet siteleri tarafından bir kampanyaya dönüştürülmesi, bize bunların yeni planlarının da ne olduğunu gösteriyor. Yeni planın adı, AK Parti içine fitne sokmak. AK Parti’nin önemli değerlerini birbiriyle vuruşturmak.
ERDOĞAN SONRASI YİNE ERDOĞAN
Bu oyunu, Özal sonrası diye ANAP’ta; Demirel sonrası diye DYP’de oynadılar ve başarılı oldular. Şimdi de Erdoğan sonrası adı altında AK Parti’ye oynuyorlar. Erdoğan sonrası yine Erdoğan. AK Parti, kurulduğu günden bu yana kendisini iktidara taşıyan bir lideri varken başka bir arayışa girer mi? AK Parti, 23 yıldır iktidarda. İçinden iki cumhurbaşkanı, dört başbakan çıkardı. Darbeyi savuşturdu. Erdoğan inşallah önümüzdeki seçimi de kazanıp Cumhurbaşkanı olarak ülkeyi yönetmeye devam edecek. Üçüncü dünya savaşının konuşulduğu bir dönemde Erdoğan gibi deneyimli bir siyaset ve devlet adamına sahip olmak Türkiye için bir şanstır. Ülkemizi Batılılara şikâyet eden Özgür Özel’e mi, yerli Zelenski olan Ekrem İmamoğlu’na mı teslim edeceğiz?
AK Parti’yi dışarıdan yıkamayanlar, şimdi içine fitne sokmak suretiyle “kardeş kavgası” çıkarmak istiyorlar. Bunun adı “fitne siyaseti”dir. Bu, AK Parti’ye yapılacak en büyük kötülüktür. Bu, AK Parti’ye kurulmuş bir tuzaktır.
HAKAN FİDAN
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “sır küpüm” dediği Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı hedef alıyorlar. Hakan Fidan, MİT Başkanlığı’ndan sonra Dışişleri Bakanı olarak da başarılı bir performans ortaya koyuyor. Dış politikada ülkemizin çıkarlarını temsil etmek için yoğun bir mesai yürütüyor. Bir gün Gazze, diğer gün Rusya-Ukrayna Savaşı’nın müzakerelerinde ter döküyor. Dünyada neredeyse bir kriz varsa orada Türkiye’nin söyleyeceği bir söz var. Bunun liderliğini Erdoğan yapıyor, diplomasisini ise Hakan Fidan yürütüyor.
MİT BAŞKANI KALIN
MİT Başkanı İbrahim Kalın ise arka kapı diplomasisi ile önemli işlere imza atıyor. Entelektüel kişiliğiyle diplomasinin istihbarati boyutunda önemli katkılar sağlıyor. Türkiye’nin beka meselesi olan “Terörsüz Türkiye” sürecini yönetiyor.
Bunlar Türkiye’nin yetiştirdiği değerlerdir.
Hakan Fidan da İbrahim Kalın da güçlerini devletimizden, etkilerini Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinden, başarılarını ise devlet adamı kumaşlarından alıyorlar.
BİLAL ERDOĞAN
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan ise Türkiye’nin dertleriyle dertlenen birisidir. Kendisini eğitim hizmetlerine, erdemli ve ahlaklı insan yetiştirmeye adamış biridir. Türkiye’nin sorunlarına kafa yormak ne zamandan beri suç oldu?
SELÇUK BAYRAKTAR
Selçuk Bayraktar da başlı başına bir başarı hikâyesidir. İHA-SİHA teknolojileri ile yeni nesil savaş konseptinin yazılmasına neden olan dünyanın sayılı isimlerinden biridir. Türkiye’nin ilk insansız savaş uçağı KIZILELMA’nın göklerde yerini alması için çaba gösteren, millî uydu ve millî haberleşme sistemi için yaptığı çalışmalar ilgiyle takip edilen biridir.
Bunların hepsi birer değerdir. Bu değerleri çarpıştırmak için sinsi oyunlar tezgâhlıyorlar.
OYUN AYNI OYUN
ANAP’ı bitiren, Özal sonrası ANAP’ın başına kim geçecek kavgası oldu. “18 Türk büyüğü” diye bir şey ortaya çıktı. ANAP, Özal’cılar ve Mesut’çular diye ikiye bölündü. Sonra bir de baktık ki ortada ANAP diye bir parti kalmamış. DYP’yi Demirel’ciler-Çiller’ciler diye böldüler. Sonra ortada DYP kalmadı. Benzer bir oyunu AK Parti için oynamaya çalışıyorlar.
Oyun aynı oyun. Aktörler aynı aktörler. Bu kez de AK Parti’nin değerlerini birbirleriyle çarpıştırmak istiyorlar. AK Parti’nin bu tuzağa düşmemesi lazım. Bu oyuna gelmemesi gerekiyor. Çünkü sonuç ortada. ANAP ve DYP’nin kaderi, AK Parti için ibretlik bir ders oluşturuyor.
2. AHMET HAKAN / AVRUPA ŞİKÂYET EDİLECEK BİR YER Mİ (HÜRRİYET)
CHP Lideri Özgür Özel, hükümeti Avrupa’ya şikâyet ediyor.
Bundan da asla vazgeçmeyeceğini söylüyor.
İyi ama şikâyet ettiği Avrupa’nın hiç mi şikâyet edilecek tarafları yok?
O Avrupa ki…
İşine geldiğinde ifade özgürlüğünü rafa kaldırır.
İsrail söz konusu olduğunda insan haklarını unutur.
Aşırı sağ gelmesin diye aşırı sağcılaşır.
Siyonizm söz konusu olduğunda adaleti hiç takmaz.
Türkiye söz konusu olduğunda asla adil olmaz.
Özgür Özel biraz da işin şu kısmına odaklanabilir mi:
Ben hükümeti Avrupa’ya şikâyet ediyorum da…
Avrupa’yı kim, kime şikâyet etsin?
BÜTÇE MARATONUNDA DİKKATİMİ ÇEKENLER
GÖKHAN GÜNAYDIN: Konuşmasında acıklı bir tını var. En incitici olduğu anlarda bile acıklı olabiliyor. Ses tonuna ve vurgularına yansıyan o acıklı tını, konuşmalarının etkisini en az on misli yükseltiyor.
CEVDET YILMAZ: Adı geçtiğinde hep şunları söylerim: “Çok halim selim biri, polemiklerden özenle kaçınır.” Fakat son bütçe görüşmelerinde fark ettim ki istediğinde muazzam bir polemikçi olabiliyormuş.
ALİ MAHİR BAŞARIR: Aşırı atak, aşırı heyecanlı, aşırı enerjik, aşırı dinamik. Saldırılarda gayet iyi ama defansa geçtiğinde azıcık bocalıyor. Bakınız: Mezarlıkta rakı savunması. Tribünleri fazla dikkate almasa çok daha samimi görünecek.
LEYLA ŞAHİN USTA: “Mezarlıkta rakı” ile “kokain çeken gazeteci” konusunda… Mantığı sağlam, kurgusu kusursuz, sistematiği düzgün bir polemik çıkarmasıyla dikkatimi çekti.
VELİ AĞBABA: Biraz hızlı konuşuyor. Bu nedenle kelimeleri yutuyor. Ne dediğini anlamak için uğraşıyorsun. Ancak şunu da söyleyeyim: Samimiyet açısından on numara beş yıldız.
OSMAN GÖKÇEK: Bütçe görüşmelerinde bazı CHP’lilerin düzeyli olmak gibi bir kaygısı olmayabiliyor. İşte tam bu noktada devreye giren isim Osman Gökçek oluyor. Devreye girdiği anda da düzeyli olmak gibi bir kaygısı olmayan CHP’lilere Meclis’i dar ediyor.
YUSUF TEKİN: Polemiklerdeki başarısının sırrı şurada: Pek bağırmıyor, asla sinirlenmiyor, sinir bozucu biçimde gülümsüyor; yeri geldiğinde kafa buluyor, sırası geldiğinde matrak geçiyor.
HULKİ CEVİZOĞLU: Pek kürsüye çıkmıyordu. Bir çıktı, pir çıktı. Meclis’in en karıştığı anlar, onun konuştuğu anlar oldu. Attilâ İlhan’ın deyişiyle “tahrip gücü yüksek saatli bomba” gibi bir adamdır Hulki Cevizoğlu.
SADETTİN SARAN’IN SAVUNMASI
Konuyu hiç sulandırmadı, olayı hiç başka taraflara çekmedi.
Asla “Ben Fenerbahçe’nin başkanıyım. Bana bunu yapamazsınız” demedi.
Somut sorulara somut cevaplar verdi.
Hiçbir soruya “Bana böyle bir soru soramazsınız” diye yanıt vermedi.
Kendisine yönelik operasyonun arkasında başka şeyler aramaya tenezzül etmedi.
Yurtdışındaydı, koşa koşa geldi.
Sonucunun ne çıkacağını tabii ki bilmem ama Sadettin Saran’ın bu savunma çizgisi, herkese örnek olması gereken bir savunma çizgisidir.
FİTNE ZAMANI NE YAPMALI
Konuyla ilgili hadisten aldığım ilhamla yazıyorum:
Yürüyorsan dur. / Ayaktaysan otur. / Konuşuyorsan sus. / Koşuyorsan yürü. / Bağırıyorsan sesini alçalt. / Çok geziyorsan evine dön.
KÜFRE GAZOZLA DESTEK VERENLER
Bursa’dan çıkan bir gazoz markası var.
O markanın gazozlarıyla poz veriyorlar.
Amaç?
Leyla Zana’ya Bursaspor tribünlerinden edilen aşağılık küfürlere destek çıkmak.
IRKÇILIK: Aşağılık bir şeydir.
AHLAKSIZLIK: Haysiyetsizlik gibi bir şeydir.
Hem ahlaksızlık hem ırkçılık ise…
Aşağılık ve haysiyetsiz olmakta sınır tanımamak gibi bir şeydir.
MİSS TÜRKİYE VE ANNESİ
Önce olaya bakalım:
Bir güzellik yarışmasında birinci olan Sıla’yı ilk kutlayan annesi olmuş.
Aaaa! Bir de bakıyoruz ki Sıla’nın annesi başörtülü.
Fakat o da ne? Annesinin boynunun azıcık açıkta kaldığını fark eden Sıla, hemen o kısmı örtmeye çalışıyor.
Bu örnek olaydan çıkarılması gereken üç önemli sonuç:
BİR: Türkiye, belirli şablonlara sığmayan, kalıplarla açıklanamayacak türde bir ülke.
İKİ: Yaşam tarzları üzerinden genellemelere gidenler fazlasıyla yanılabilirler burada.
ÜÇ: Sınıfsal, kültürel analizler yaparken bir anda hiç olmayacak bir realiteye toslamak mümkündür.
Kısacası zordur bu coğrafyada sosyoloji falan yapmak.
3. NEDİM ŞENER / MERVE’NİN SUÇU NE? (HÜRRİYET)
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın ünlülere yönelik uyuşturucu operasyonu iş insanı Sadettin Saran’a dayaninca ortalık karıştı. Çünkü Saran, aynı zamanda milyonlarca taraftarı olan Fenerbahçe Spor Kulübü’nün de başkanı.
Uyuşturucu operasyonu kapsamında ifadesi alınan Habertürk spikeri Ela Rümeysa Cebeci’nin telefonundaki mesajlaşmalardan yola çıkılarak Sadettin Saran’ın da ifadeye çağrıldığı duyulur duyulmaz, tüm gazete ve televizyonlar canlı yayında gerekçesini öğrenmeye çalıştı.
Cuma akşamı ilerleyen saatlerde hemen hemen her TV kanalının muhabiri, eş zamanlı olarak yurt dışında olan Saran’ın neden ifadeye çağrıldığını aktarmaya başladı.
Bir yandan Saran’ın Türkiye’ye dönerek ifade vereceği bilgisi paylaşılırken, diğer yandan uyuşturucu soruşturması kapsamında ifadesinin alınacağı kesinleşti. İstanbul’daki evinde ve Çanakkale’deki villasında arama yapılması ise herkesin kafasındaki şüpheyi daha da büyüttü.
Herkes, “Saran hakkındaki iddia tam olarak ne?” sorusunun peşine düştü. Haber merkezleri, muhabirlerinden daha net detaylar istiyordu. Çünkü adı geçen kişi sadece bir iş insanı değil, milyonlarca taraftarı olan bir kulübün başkanıydı.
CNN Türk’ün başarılı saha muhabiri Merve Tokaz da savcılık kaynaklarından aldığı şu bilgiyi saat 20.54’te canlı yayında izleyicilerle paylaştı:
“Bizzat resmî kaynaklardan edindiğim bir bilgidir. Bunun da altını çizeyim. Sadettin Saran’a yöneltilen iki ayrı suçlama var. Birincisi; Türk Ceza Kanunu’nun 188’inci maddesi, yani uyuşturucu veya uyarıcı madde imalatı ve ticareti. İkincisi ise uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanılmasına kolaylaştırmak için özel yer, donanım ve imkân sağlamak.”
Kısa süre sonra olayın ana konusu Sadettin Saran ve ilişkisi olan spiker Ela Rümeysa Cebeci olmaktan çıktı, Merve Tokaz’a dönüştü. Sabah erken saatlerde işinin başına giden, depremden kazalara, cinayetten pazarlara kadar haber neredeyse heyecanla koşturan Merve Tokaz, bir anda linç edilmeye başlandı. Yaptığı, resmî bir bilgiyi paylaşmaktan başka bir şey değilken, sanki suç işlemiş gibi dava açılmaktan ölüm tehdidine varan hakaretlere uğradı.
Cumartesi sabah saatlerinde Saran savcılığa gitti ve kısa süre içinde basına yansıyan ifadesinde şu üç fiille suçlandığı ortaya çıktı:
TCK 188/3 uyuşturucu madde temin etmek,
TCK 191 uyuşturucu madde kullanmak,
TCK 190 uyuşturucu madde kullanımına yer ve imkân sağlamak, kolaylaştırmak.
SAVCILIK: UYUŞTURUCU BULUNDU
Saran’ın evinde yapılan aramaların sonucu da basına yansıdı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın soruşturma dosyasına istinaden Sadettin Saran’ın (Fenerbahçe SK Başkanı ve Saran Holding Yönetim Kurulu Başkanı) hâkimlik kararları gereğince adreslerinde yapılan aramalar sonucunda:
1- Çanakkale ilinde yapılan aramada; ikametin veranda kısmında bulunan şöminenin sol tarafında, içerisinde yeşil renkli bitki parçası kalıntıları bulunan (1) adet buruşturulmuş alüminyum folyo (narkotik test kiti ile yapılan testte THC (esrar) değerinin pozitif verdiği görülmüştür) ve yine veranda kısmındaki duvar üzerinde (1) adet içerisinde yanmış alüminyum folyo atıkları bulunan kulplu bakır bardak tespit edilmiştir (narkotik test kiti ile yapılan testte THC (esrar) değerinin pozitif verdiği görülmüştür). İkametin zemin katında bulunan mutfak içerisinde (2) adet kullanılmış bardağa ve ikametin bahçe kısmında bostan olarak kullanılan alandan (2) adet toprak numunesine kriminal inceleme için el konulmuştur.
2- İstanbul’daki adresinde yapılan aramada ise şeffaf siyah kapaklı cam kavanoz içerisinde uyuşturucu ve uyarıcı madde olduğu değerlendirilen (kokain) kalıntıları bulunan cam kavanoza kriminal inceleme için el konulmuştur.
ÇİFTLİK BEKÇİSİ GÖZALTINDA
Saç ve kan örneği alınmak üzere Adli Tıp’a sevk edilen Saran, uyuşturucu madde temin etme, kullanma ve kullanımını kolaylaştırma suçlamaları kapsamında yurt dışı çıkış yasağı talebiyle mahkemeye sevk edildi. Mahkemenin adli kontrolle serbest bıraktığı Saran’ın, toprak numunesi alınan Çanakkale’deki çiftliğinin bekçisinin gözaltına alınması ise dikkat çekici bir ayrıntı oldu.
Ela Rümeysa Cebeci’nin savcılıkla paylaştığı WhatsApp yazışmaları, bekçinin gözaltına alınmasıyla ilgili fikir veriyor:
31 Mayıs 2025
Saran: Nice senelere koca g…lüm, güzel g…lüm diyemeyeceğim, hatırlamıyorum nasıldı; kaç oldun, 47 mi 48 mi?
Cebeci: Kutlaman yeter, görüşelim bayramda. Nerelerdesin?
Saran: Bilmiyorum, kızımdan haber bekliyorum. İstiyorsan belki yarın akşam seninle benim evde, İstanbul’da buluşuruz.
Cebeci: Olabilir, doğum günümü kutlayalım. Çok yalnızım.
Saran: Tamam, teyitleşiriz. Sende var mı ondan? Olma ihtimali yüzde 70. Asos’a gideceğim birazdan, geç dönmem herhalde, tamam? Konuşuruz, hadi bye bye.
Cebeci: Ben Escobar mıyım? Nereden bulayım, sen yetiştiriyordun ya başkanım; yol birkaç dal, takılalım.
Saran: Tamam, bulurum.
Cebeci: Akşam kaçta aldırırsın beni, 21.00 iyi mi? Arabayla gelmeyeyim, onu içince dağılıyorum.
Saran: Çok geç, daha erken.
Cebeci: Kaç?
Saran: 19.00
Cebeci: İş yerinde kızlarla minik bir doğum günü kutlaması yapacağız, ayarlarım kendimi.
Saran: Onları da getir, hepinize yeterim.
Cebeci: G…leri güzel değil, yoksa ben de düşündüm getirmeyi; kuru g…lüler. Yine bir incelerim, gideri olanı getiririm.
Saran: :)
02.06.2025
Saran: Gel git Ela, nasılsın?
Cebeci: Kafam hâlâ güzel, o nasıl bir şeydi!
Saran: Kızım laf dinlemiyorsun ki. Yavaş yavaş diyorum; böyle agresif insanlar gibi yapıyorsun. Ayarında bırak, her şeyi abartıyorsun. Neyse.
06.07.2025
Cebeci: E hani ekmiştin? Artık serbest oluyor, yasa tasarısı hazır demiştim sana.
SARAN’IN SAVUNMASI
Saran ifadesinde mesajları doğruladı. Mesaj içeriklerinin daha önce izledikleri bir film nedeniyle kendi aralarında yaptıkları espriler olduğunu, birlikte olduklarında ise Ela Rümeysa Cebeci’nin şarap, kendisinin ise puro içtiğini söyledi. Asos’taki evinde bulunan ve ilk testte uyuşturucu olduğu tespit edilen maddelerle ilgili kriminal sonucun beklenmesini talep etti.
Fenerbahçe başkanlık seçimlerinde iftiraya uğradığı için pek çok kişi tarafından kendisine organik sakinleştiriciler verildiğini, bunların içerisinde uyuşturucu etken maddesi olmadığını savunan Saran, Asos’taki çiftlikte bulunan uyuşturucu maddelerin başkaları tarafından kullanılıp atıldığını ileri sürdü. İstanbul’daki evinde kokain artığı bulunan kavanozun ise kızının ilaç kutusu olduğunu söyledi.
Ancak hiçbir şey gizli kalmıyor. Ela Rümeysa Cebeci uyuşturucu kullanmadığını söylese de Adli Tıp, hem esrar hem kokain kullandığını tespit etti. Saran’ın da sözlerinin doğru olup olmadığı kısa sürede anlaşılacaktır.
Benim anlamadığım ise her şeyi yapan ve yaşayan onlar iken, hakarete uğrayan, dava ve ölüm tehditleri alanın CNN Türk muhabiri Merve Tokaz olması. Gerçekten Merve’nin suçu ne?
4. DİDEM ÖZEL TÜMER / ŞARA’NIN GÖZETECEĞİ İKİ FAKTÖR (MİLLİYET)
Benim anlamadığım ise her şeyi yapan ve yaşayan onların kendisi; hakarete uğrayan, dava ve ölüm tehditleri alan ise CNN Türk muhabiri Merve Tokaz. Gerçekten Merve’nin suçu ne?
Cumartesi günü Milliyet’te, Şam merkezli Ümran Stratejik Araştırmalar Merkezi Türkçe Araştırmaları Direktörü Ömer Özkızılcık’ın, Suriye’deki Arap aşiretlerinin pozisyonlarına dair kapsamlı değerlendirmesine yer verdik. Özkızılcık, söyleşinin ilk bölümünde SDG’nin orduya entegrasyon konusunda kendisine sunulan 13 maddelik son teklife olumlu bir yanıt vermemesi hâlinde —ki beklentinin bu yönde olduğunu söyledi— Ahmed Şara yönetiminin baskıyı artıracağını ve askerî bir gerilim yaşanırsa bunun çok hızlı olacağını düşündüğünü vurguladı.
Bugün ise Özkızılcık’ın diğer değerlendirmelerini aktarmak istiyorum. Araştırmacı, SDG’nin entegrasyonu konusuna Suriye’de değişen güç dengesi üzerinden yaklaşıyor.
ŞARA’NIN GÖZETECEĞİ İKİ FAKTÖR
SDG, Şara ile 10 Mart Mutabakatı’nı imzaladığı dönemdeki güç dengesini; “Esed’in devrildiği, YPG’yi koruyan bir Rusya’nın olmadığı, İran’ın çıktığı ve askerî varlığını azaltan bir Amerika” olarak tarif etti. Hatta o dönemde SDG ile yapılan görüşmelerde, onun ilk güven artırıcı adım olarak Deyrizor’u tamamen devretmesinin gündemde olduğunu söyledi. Ancak Özkızılcık’a göre İsrail’in haziran-temmuz aylarından itibaren Suriye’ye müdahalesi güç dengesini değiştirdi. Suveyda’da İsrail’in hava saldırılarına rağmen ilerleyen Suriye ordusunun, Şam’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve Savunma Bakanlığı vurulduktan sonra geri çekilmesinin, deyim yerindeyse SDG’yi cesaretlendirdiğini anlattı. Özkızılcık, bunu şöyle ifade etti:
“Bu şu demek: Yarın öbür gün bu anlaşma sekteye uğrar ve bir askerî gerilim yaşanırsa, İsrail gidip Şam’ı tekrar bombalar ve Suriye ordusu geri çekilmek durumunda kalır. SDG, Suriye ordusundan hissettiği askerî tehdidi artık hissetmemeye başladı. Güç dengesi değişmiş oldu. Ondan sonra SDG’nin değiştiğini; adımların, taleplerin değiştiğini ve hiçbir şekilde taviz vermediğini gördük. Hatta müzakerelerde kendi bölgelerinin geleceğini tartışmak yerine tüm Suriyelilerin geleceğini tartışmak istediler. Eskiden ‘Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerdeki yerel yönetim nasıl olacak, YPG’li unsurlar nasıl dâhil edilecek, polis gücü mü olacak, orduya nasıl katılacak’ gibi konuları konuşuyorlardı. Yeni dönemde ise ‘Biz her şeyi muhafaza edeceğiz. Size ismen bağlanacağız, formalite icabı. Bunun karşılığında siz tüm Suriye’yi bizim istediğimiz gibi dizayn edeceksiniz. Anayasayı bizim istediğimiz gibi yeniden şekillendireceksiniz’ demeye başladılar. Yani Suriye’ye dayatıcı bir tavır içerisine girdiler.”
ŞAM’A KARŞI KOALİSYON ARAYIŞI
Güç dengesi değiştiğinden bu yana SDG ile ilerleme kaydedilemediğini belirten araştırmacı Özkızılcık, SDG’nin aynı zamanda Şam karşıtı bir koalisyon kurmaya çalıştığını ifade etti. SDG’nin, Lazkiye–Tartus hattında Nusayrilerin yeni öne çıkan dinî figürü Şeyh Gazal Gazal ve Dürziler arasında İsrail’e çalışan Şeyh Hikmet Haceri ile irtibat kurmaya çalıştığını belirten Özkızılcık; ancak Hristiyanların, İsmaililerin, Türkmenlerin ve hatta küçük bir azınlık olmalarına rağmen Suriye Yahudilerinin bu koalisyona çekilemediğini söyledi.
SDG’nin Şam ile uzlaşmaması hâlinde, tıpkı Şara’nın İdlib’den çıkışı gibi hızlı bir operasyon olabileceğini bekleyen Özkızılcık, Şara’nın olası bir askerî gerilimde dikkate alması gereken iki faktör olacağını düşünüyor:
“Ahmed Şara açısından İsrail riski bir soru işareti. ‘Ben bu operasyonu yaptığımda İsrail ne tür bir delilik yapabilir? Güneyden ne tür bir tehdit gelebilir?’ Çünkü İsrail tehdidi hâlâ devam ediyor. İkincisi; Amerika ile ilişkiler ve uluslararası alandaki imaj meselesi. O yüzden Suriye yönetimi, müzakerelerde her zaman yapıcı tarafta olmaya çalışmıştır.”
SDG’nin Şam’a entegrasyonu için tanınan sürenin bitimine bir buçuk hafta kaldı. Ve şimdilik gerilimin düşeceğine dair bir belirti yok.
5. NEBİ MİŞ / TERÖRÜN SONLANDIRILMASI İÇİN RAPORLAR NE SÖYLÜYOR? (SABAH)
Süreç Komisyonu’nda bulunan partiler, raporlarını tek tek sundular. Komisyonun bu raporlardan tek bir rapor çıkarıp bunu Genel Kurul’a sunması kolay olmayacak. Nedeni belli. Muhalefet partileri, terörü sonlandırmaya dönük geçiş süreci ve sonrasına ilişkin somut bir çerçevede önerilerini maalesef ortaya koymadılar.
CHP’nin raporunun “terörsüz Türkiye” ile pek alakası yok. Raporu okuyanlar, CHP’nin terörü sonlandırmaya dönük bir politikasının gerçekten olmadığını kolayca görürler. Üzerinde çalışılmış bir politikası olmadığı için raporun odağını, CHP’li belediyeler üzerinden yürüyen yolsuzluk ve rüşvet iddialarından nasıl kurtulunacağına indirgemiş. Demokrasi, hukuk devleti ve yargı süreçleriyle ilgili taleplerinin özü, CHP’nin kendi sorunlarına çözüm bulmaya yönelik bir mahiyette kurgulanmış.
CHP bugüne kadar, terörü sonlandırmaya dönük atılan adımlarda hep TBMM’yi adres göstermişti. Meclis’te bu konuda söyleyeceklerinin olduğunu belirtmişti. Terörsüz Türkiye hedefine ulaşmak için, CHP’nin de talebini karşılayan bir mahiyette Meclis sorumluluk üstlendi. Ancak raporundan anladığımıza göre CHP’nin bu konuda aslında bir hazırlığı yokmuş. En genel anlamda CHP’nin kurumsal yaklaşımı, iktidarın önerilerine verilecek tepki üzerine şekilleniyor.
DEM Parti’nin raporunu okuyunca, süreci zora sokacak bir minvalde yazıldığı hissine kapılmamak mümkün değil. DEM Parti, Türkiye’nin bütün meseleleriyle ilgili söylediklerini örgüt jargonunu kullanarak bir kez daha ifade etmiş. DEM, “uzayda hayat var mı” diye bir konuda rapor hazırlasa yine benzer şeyleri söyleyeceğini kestirmek zor değil. Neredeyse her konu İmralı’ya indirgenmiş ve her sayfada birkaç kez Öcalan’a atıf yapılmış. Yazdığı raporda DEM, kendini bir aktör olarak konumlandıramadığı gibi, konuyla ilgili olsun olmasın ne kadar maksimalist talep varsa sıralamış.
Cumhur İttifakı partilerinin raporlarının önerileri birbirine yakın. Özellikle silah bırakma, geçiş süreci ve sonrasına dair her iki rapor, yol haritasını somutlaştırmış ve neyin ne zaman yapılacağını söyleyen ilkesel ve kurumsal eşikleri şümullü bir şekilde izah etmiş. Her iki parti de sürecin bütüncül bir devlet politikası olarak yürütüldüğünü vurgulamış, süreçte bugüne kadar sözlü olarak ifade edilen kırmızı çizgilerin altı yazılı olarak bir kez daha çizilmiş.
Terörsüz Türkiye hedefinin yeniden ortaya konulmasından itibaren, iktidara yönelik eleştirilerin başında planlamanın, yol haritasının ve kırmızı çizgilerin tam olarak topluma açıklanmadığı yer alıyordu. Bu bağlamda AK Parti’nin raporunda üç kritik mesele somutlaştırılmış.
İlki, siyasi ve hukuki konularda atılacak adımlarda tespit ve teyit mekanizmasının ilkesel bir ön şart olarak belirtilmiş olmasıdır. Terör örgütünün silah bırakması ve kendini feshetmesi; objektif, ölçülebilir, somut delillere dayalı ve yargısal denetime açık biçimde devlet tarafından tespit edilmesi, olmazsa olmaz şart olarak ifade edilmiş.
İkinci olarak, “terörsüz Türkiye”nin tamamlayıcı cüzü olan “terörsüz bölge” hedefinin ne olduğu açıkça izah edilmiş. Türkiye’nin güvenliğinin yalnızca sınır içi dinamiklerle sağlanamayacağı ortaya konmuş; Suriye ve Irak’ın da PKK teröründen arındırılmasına yönelik kararlılık ayrıca vurgulanmış.
Son olarak, sürecin hukuki zemininin “müstakil ve geçici bir kanun” ile kurulması önerilmiş. Bu yaklaşımın önemi, olağan hukuk düzenini zorlamadan, tasfiye sürecine özgü olmasıdır. Kanunun süreli ve sınırlı olması, sürecin istisnai niteliğinin kalıcı olmaması açısından önem arz etmektedir.
Cumhur İttifakı’nın raporlarında Türkiye ve dünya tecrübelerine atıf yapılması ve geçmişte yapılan hatalara düşülmemesine yönelik ihtiyatlı yaklaşım, sürecin selameti açısından kayda değerdir. Bu bağlamda, eğer “terörsüz Türkiye” hedefine ulaşılırsa, bu özgün bir modelle başarılmış olacaktır.
Bu hafta içinde Komisyon genel raporunu yazacak. Başta da belirttiğim gibi, tek bir rapor üzerinde Komisyon’un ittifak etmesi kolay olmayacak. Ancak zorlukları ve yaklaşım farklılıklarını aşabilmek için genel raporun kısa, ilkelere odaklanan ve doğrudan terörün sonlandırılmasına yönelik geçiş sürecine yoğunlaşması faydalı olacaktır.
6. SELÇUK TÜRKYILMAZ / “KUSURSUZ TAHRİK” YÖNTEMİNİN KUSURLARI (YENİ ŞAFAK)
Önce köşe yazısında üzerinde durduğumuz “kusursuz tahrik” yöntemi, sadece Filistin’de ve Filistin’e komşu ülkelerde uygulanmadı. En genel bir tasnifle bu metodun, aynı anda İslam coğrafyasına ve Batı dünyasına bakan iki ayrı yüzü vardı. Yöntemi hayata geçirenler, Filistin’de ve Filistin’e komşu ülkelerde yaşayan Arapları, Müslümanları ve diğer unsurları zayıf oldukları bir anda savaşa zorlamıştır. Siyonistler, karşı tarafı mağlup edecek mutlak bir üstünlüğe sahip oldukları inancıyla hareket etmişlerdi. Bunun yanında Siyonistler, İngiltere, ABD ve Almanya’nın Doğu Akdeniz’de kurdukları bir yapı içinde hareket ettikleri için Batı kamuoyları nezdinde İsrail’in düşman bir çevre içinde varlığını korumaya çalıştığı inancını canlı tutmak istemişlerdir. Filistinlilere ve komşu devletlere karşı ezici bir güce sahip oldukları inancıyla hareket ederken, Batı kamuoylarında “gadre uğrayan” Yahudi imajını canlı tutmuşlardır. Dolayısıyla “kusursuz tahrik” yöntemiyle her iki yüze hitap etmeyi başarmışlardır. Her iki yüzde de İsrail’in ürünlerini satın almaya hazır bir kitle zaten medya aracılığıyla meydana getirilmişti. İngiltere, ABD ve Almanya’nın nüfuz alanlarında hareket ettikleri müddetçe Siyonistlere daima zemin hazırlanmıştır.
Siyonist İsrail, Türkiye’de özellikle doksanlı yıllarda “kusursuz tahrik” yöntemiyle çok başarılı sonuçlara ulaşmıştır. Türkiye üzerinde İngiltere, ABD ve Almanya’nın fiilî tahakkümü yoktu; fakat bu ülkelerin nüfuz alanına giren gruplar içeride geniş bir manevra alanına sahipti. Bu dönemde “İslamcı” kavramının kapsamı son derece daraltılmıştı ve o kapsamda faaliyet yürütenlere terörist damgası vurulmuştu. Bu dönemde Siyonistlerin İslam coğrafyasında faaliyet sahası oldukça genişti ve nokta operasyonlarla Batı karşısında durabilecek bütün figürler birer birer ortadan kaldırılmıştı. Buna mukabil FETÖ gibi Batı nüfuz alanında kendini yeniden tanımlayan örgütler, devlet dışı aktörler olarak güçlenmeye başladı. Devlet dışı aktörlerin “kusursuz tahrik” yöntemiyle açılan alanda serpilip büyümesi oldukça önemliydi. “İyi Müslüman” ve “Kötü Müslüman” arasında kıyasıya bir mücadele vardı. “İslamcı” kategorisine girmediklerine dair çok güçlü beyanlarla varlık kazanan gruplar güç devşirmiştir. İngiltere ve ABD ekseninde hareket eden İsrail, “kusursuz tahrik” yöntemiyle Batı’yı ve Doğu’yu aynı anda yeniden biçimlendirdi. Doksanların ikinci yarısında Türkiye’de siyasi alan da bu durumdan etkilendi. “Kusursuz tahrik” yöntemiyle Erbakan dönemi sona erdirildi. Atılan her adımı “şeriat” kategorisine dâhil ederek kamuoyunu Erbakan aleyhine harekete geçirdiler. İngiltere, ABD ve Almanya’nın nüfuz alanında faaliyet yürüten gruplar mücadeleden galip çıktı.
Bizden sonrakiler de geriye dönüp baktıklarında büyük bir ihtimalle 7 Ekim 2023’ü İsrail’in “kusursuz tahrik” yöntemi çerçevesinde değerlendireceklerdir. İsrail’in Gazze’ye uyguladığı kesintisiz abluka Filistinlilere hayatı zindan ediyordu. Ilan Pappe’nin Gazze için yazdığı bir kitaba “Yeryüzünün En Büyük Hapishanesi” unvanını (!) başlık olarak seçmesi boşuna değildir. Gazzeliler “kusursuz tahrik” içinde yaşıyordu. Çevre ülkeler artık Filistin’i tamamen yalnız bırakmıştı. Arap komşular İngiltere ve ABD ile anlaşacak, Filistin sorunu ise Siyonizm lehine nihai çözüme kavuşturulacaktı. Filistinlilerin Gazze’yi Batı Şeria ve Doğu Kudüs’tekilerle birlikte boşaltacakları bir ortam kurulmuştu. Yahya Sinvar ve arkadaşları bunu gördü ve hiç beklenilmeyen bir cevap verdi, daha ileri bir adım attı. “Kusursuz tahrik” yöntemiyle istenilen hareketi yaptı; fakat hiç tahmin edilmeyen bir ölçüye ulaşarak karşı tarafın oyun sahasının dışına çıkmayı başardı. Kanaatimce Siyonist projenin çöküşü de burada başladı. Yöntem ilk defa başarısızlığa uğruyordu. İsrail’in bu kadar kontrolden çıkacağını herhâlde kimse düşünmemişti. Böylelikle hem yöntemin hem de Batı sisteminin bütün zaafları ortaya döküldü.
Suriye’de meydana gelen 8 Aralık devrimini de aynı sürece dâhil etmek gerekir. Siyonistler, 7 Ekim 2023’ten sonra ilan ettikleri herhangi bir hedefe ulaşamadı. Bu dönemde Suriye devriminin gelişimini de fark edemediler. Aralık’tan sonra bütün dünyanın gözü önünde, “kusursuz tahrik” çerçevesinde Suriye’yi günlerce vurmaları, kontrolden çıktıklarının göstergesidir. En zayıf anlarında Suriye yönetimini savaşa çekmek istemişlerdi. Bu da “kusursuz bir tahrik”ti. Fakat yeni yönetim de İsrail’in istediğini yapmadı. Muhtemelen onlar da belirledikleri bir anda harekete geçecektir. Böylelikle Siyonistler bir kez daha gadre uğramanın haklılığına ulaşamadı.
7. SELÇUK TÜRKYILMAZ / SİYONİSTLERİN “KUSURSUZ TAHRİK” YÖNTEMİ (YENİ ŞAFAK)
İsrail, Filistin’in tarihî topraklarında kurulan İngiliz manda yönetimi döneminde “kusursuz tahrik” yöntemi ile hedeflerine ulaşmaya çalışmıştı. İngiltere himayesinden bir İsrail koloni devleti olarak çıktıktan sonra aynı yöntemi Filistin’i çevreleyen ülkelere yönelik olarak da kullandılar. Bu yöntemin detaylarını merak edenler özellikle “Altı Gün Savaşı” ile ilgili kaynaklara bakabilir. Ancak Siyonizm’in tarihine ilgi duyanlar, “kusursuz tahrik” yönteminin önemini ortaya koyabilmek için daha farklı olaylara da yöneleceklerdir. Özellikle Doğu Avrupa’da yaşayan Yahudilerin İsrail’e yönlendirilmesinde bu yöntemin ne kadar başarılı olduğu bilinmektedir. Aynı yöntem Irak Yahudilerinin İsrail’e yönlendirilmesinde de sonuç vermiştir. Merak edenler Avi Shlaim’in Üç Dünya adlı kitabına bakabilir.
“Kusursuz tahrik” yönteminin en önemli bileşeni, karşı tarafın güçsüz yakalanmasıydı. Siyonistler ve Siyonist İsrail, Filistin’in tarihî topraklarında kurulan manda yönetiminden aşırı derecede güç devşirmiştir. Ne yazık ki İngiltere manda yönetimiyle ilgili çok yönlü araştırmalar hâlâ eksiktir. Özellikle Yahudi gücü efsanesini yaratmak için İngiliz etkisi daima geri planda bırakılmıştır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İsrail efsanesi için ne gerekiyorsa yapıldı. Kusursuz tahrik yönteminin başarıya ulaşmasında Filistinlilerin ve komşu devletlerin zayıflığı, Siyonistlerin başarısı açısından son derece önemliydi. Ürdün’ün her adımda İsrail’e zemin hazırlamasını da İngiltere ile ilişki kurarak gündeme getirmek gerekir.
“Siyonistlerin inanmışlığı” gibi bir ifadeyi özellikle kurmak istemiyorum. Bunun yanıltıcı olacağını geçmişteki örneklerden biliyoruz. Onların davalarına inanmışlığını kanıtladığı düşünülen örneklere, özellikle muhafazakâr camiada aşırı derecede önem atfedilmiştir. Hatta en son şu meşhur yerleşimci katil Daniella Weiss’in inanmışlığı dahi gündeme getirilmişti. 7 Ekim 2023’ten sonra bu tür ifadelerin ve örneklerin propaganda amacına matuf olduğu ortaya çıktı. Siyonistlerin savaş kabiliyetinin olmadığını Gazze Şeridi’nde görmüş olduk. Bunun ne anlama geldiği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Aslında 7 Ekim’den sonra, geçmişte olduğu gibi düşman bir çevre imajı yeniden hayat buldu ve çıkardıkları bütün savaşlarda haklı olduklarına dair inanç yeniden canlandı. Bu da onlar için büyük bir kazanım gibi göründü. Ancak bu da çok önemli bir şarta bağlıydı: Zaferi birkaç günde kazanmalıydılar. Eğer Gazze’de birkaç gün içinde hedeflerine ulaşabilselerdi kimse onlara laf söyleyemeyecekti. Dolayısıyla bahsi geçen inanmışlık yine hayranlık uyandıracaktı. Filistinliler inanılmaz bir direnişle Siyonist İsrail’in karşısına çıkınca bütün kurgu altüst oldu. Bugün hiç kimse Siyonistlerin hayranlık uyandıran inanmışlığından söz etmiyor. Bütün dünya onlardan nefret ediyor. Çünkü Almanya gibi bir ülke için dahi kirli işler yaptıkları ortaya çıktı. Ortada ne inanmışlık ne de adanmışlık vardı.
7 Ekim’den sonra Siyonistlerin İngiltere, ABD, Almanya ve diğer devletlerin kolonyal himayesine bağlı ve bağımlı olduğu iyice anlaşıldı. Bu durum, “kusursuz tahrik” yönteminin çok daha karmaşık bir bağlamda incelenmesi gerektiğini gösterir. Siyonistler, her zaman Avrupa kamuoyunu kendi lehlerine harekete geçirmek için düşman bir çevrede ya da siper hattında Avrupa medeniyeti adına mücadele ettikleri izlenimini vermiştir. Bunun için de Müslümanlarla ilgili imajlar üretmişlerdir. Onlar için terör ve teröristler, oldukça kullanışlı bir imaj üretim aracıydı. 90’lı yıllardan itibaren Müslümanlarla ilgili imaj üretmek aslında çok da zor değildi. Çünkü Filistin örneğinde olduğu gibi, zayıf bir durumda yakaladıklarını biliyorlardı. İslam dünyasına yönelik topyekûn bir karalama kampanyası vardı. Selman Rüştü hadisesine de bu çerçeveden bakmak gerekir. Bu lanet sarmal kırılmadığı müddetçe Müslümanlarla ilgili imaj üretiminde bir sorunla karşılaşmayacaklardı. Ancak sistem bir yerlerde çalışmamaya başladı. Yeni Zelanda’da bir katilin dünyanın gözü önünde silahlarıyla camiye girip namaz kılan insanları katletmesi, terör ve terörist yaftalarının artık işe yaramayacağının bir göstergesiydi.
Yıllar sonra bu kez Avustralya’da Yahudilere yönelik, kusursuz tahrik anlamına gelen bir eylemin organize edilmesi son derece dikkate değer bir hadisedir. Yeniden eski yöntemlere başvurduklarını söyleyebiliriz. Ancak artık bu yöntemin de işe yaramayacağını kabul etmek durumunda kalacaklar. Çünkü geçmişte olduğu gibi yine zayıf bir durumda yakalamadıkları çok açıktır. Yüz yılda “düvel-i muazzama” sayesinde ulaştıkları her şeyi iki yılda kaybettiler. Bunu tersine çeviremeyecekler.
8. OĞUZHAN BİLGİN / İSRAİL’İN TÜRKİYE KARŞITI ŞER CEPHESİ (AKŞAM)
Terör devleti İsrail’in bölgede kendisine esas düşman olarak Türkiye’yi belirlediğini, Türkiye’yi “yeni İran” olarak tanımlayarak şeytanlaştırma ve düşmanlaştırma faaliyetlerini sürdürdüğünü görüyoruz. Bu çerçevede, kendince birkaç cepheden Türkiye’yi muhasara altına almaya çalıştığını da görmek gerekiyor.
İsrail’in Türkiye karşıtı planlarının ve Türkiye’ye karşı açtığı cephelerin başında Suriye geliyor. Daha önce bu köşede detaylı bir şekilde tartıştığım üzere, İsrail Suriye coğrafyasında Türkiye ile büyük bir stratejik mücadele yürütüyor.
Suriye Devrimi sonrası Türkiye’nin etki alanının kendi sınırlarına dayanmasından dolayı büyük bir panik yaşayan İsrail, derhal Suriye’nin askerî altyapısını yok etmeye ve Suriye’deki alt kimlikleri teşvik ederek Suriye’yi parçalama politikasını devreye sokmaya başladı.
İsrail; Dürzileri, Nusayrileri ve Suriye PKK’sını teşvik ederek Suriye’yi parçalama senaryosunu hayata geçirmeye çalıştı. Yetmedi, Şeyh Dağı bölgesini de işgal etti. Geçtiğimiz haftalarda Netanyahu’nun işgal ettiği Suriye topraklarına giderek Şam’ı ve Türkiye’yi tehdit etmesi, meselenin önemli bir boyutunu teşkil ediyor.
Benzer bir şekilde hâlâ silah bırakmayan, Suriye’ye entegre olmayan Suriye PKK’sı, hortlatılan DAEŞ ve son dönemde Kuzey Irak’ta yaşanan bazı tuhaflıklar da kuşkusuz İsrail’in Türkiye’yi güneyden kuşatma teşebbüsü olarak okunabilir.
Geçtiğimiz hafta bu köşede “Yunanistan’ın Aşağılık Kompleksi ve İsrail” başlıklı yazımda tartıştığım üzere, İsrail sadece vekil terör örgütlerini ve vekil alt kimlik gruplarını değil, vekil devletleri de kullanıyor. Bunların başında da Yunanistan geliyor. Yunanistan’ın adalara füze bataryaları koyma girişimi ve Kıbrıs Rum Kesimi’ne yaptığı askerî yığınak da Türkiye’nin enerjisini başka yerlerde tüketmeye ve Türkiye’yi Batı ve Güney’den tamamen kuşatma stratejisinin bir parçası olarak görünüyor.
Tam da İsrail’in tüm bu Türkiye düşmanı hamlelerine ve kuşatma girişimlerine dair gündem son bir ayda bu kadar yoğunlaşmışken, Karadeniz üzerinden önce gemilerin vurulması, sonra da İHA’ların Türk hava sahasını ihlal etmeye başlamaları “tuhaf” bir durum oluşturuyor. Ne Ukrayna’nın ne de Rusya’nın Türkiye’ye böyle İHA’lar göndermesinin pek bir mantığı yokken, bu durumu izah etmek zor hâle gelebiliyor.
Bu “tuhaf” dönemlerde de İsrail’in tek başına çok bir anlam ifade etmese de İsrail’i, hem arkasındaki ABD desteği hem de kurduğu bu şer ittifaklarıyla birlikte düşünmeye mecbur olduğumuzu ve İsrail’in en başta bir istihbarat devleti olduğunu hatırda tutmak gerekiyor.
Tam da bu noktada ABD’de yayımlanan son Epstein belgelerinin, Epstein’in kendisinin de bir Mossad operasyonu olduğunu; İsrail’in başta Trump olmak üzere Batı’nın elitlerini şantaj mekanizmasıyla kendi politikalarına karşı mecbur bıraktığını göstermesi önem kazanıyor. Zira yukarıda bahsedilen PKK, Suriye, Yunanistan ve ayrıca Gazze, İran gibi konularda Trump’ın Türkiye ile belli oranda kurmak istediği olumlu süreçleri İsrail’in bu tür şantajlar ve Amerikan müesses nizamı etkisiyle engelleyebileceğini unutmamak gerekiyor. Trump, bazı şeyleri yapmak istese de gücü yetmeyebiliyor.
9. OĞUZ BAYAT / MİLLİ TEKNOLOJİ HAMLESİ: TÜRKİYE DİJİTAL ALTYAPISINI NASIL GÜÇLENDİRİYOR? (AA ANALİZ)
Dünya, 2025 itibarıyla tarihin en yoğun teknoloji rekabetlerinden birine sahne oluyor. Günümüzde, uluslararası sektör analizlerine göre dünya genelinde yaklaşık 12 bin civarında veri merkezi faaliyet gösteriyor. Bu veri merkezlerinin 11 bin 800’ü merkezi aktif tesis niteliğindedir. Bunların 1.136’sı hiper ölçekli tesislerdir. İlgili veri analizlerinin binin üzerinde olan bölümü, yalnızca teknik değil aynı zamanda stratejik nitelik taşıyan hiper ölçekli teknolojik tesislerden oluşuyor. Uluslararası pazar araştırmalarıyla bilinen Synergy Research Group, bu tesislerin sayısının ve ortalama büyüklüğünün her yıl hızla arttığını ortaya koyuyor.
VERİ MERKEZİ VE YAPAY ZEKA ALTYAPILARINA YATIRIM ÇAĞI
Uluslararası pazarda teknoloji kullanımının altyapısını oluşturan yapay zeka uygulamalarındaki artış, otonom sistemlerin gelişimi ve bulut bilişimin ekonominin merkezine yerleşmesini sağlamıştır. Bugün veri merkezleri, yalnızca bilgi işlem altyapılarını oluşturmakla kalmayıp; ekonomik güç üretiminin, teknolojik rekabetin ve stratejik bağımsızlığın temel unsurları hâline gelmiştir.
Bu noktada, uluslararası yatırımların hızlı dönüşümü gözle görülür biçimde belirginleşmiştir. Uluslararası basın ve sektör raporlarına bakıldığında; Kanada’nın yaklaşık 70 milyar dolar, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) 40 milyar dolar ve Güney Kore’nin 35 milyar dolar tutarında projelere yatırım yaptığı görülmektedir. Bu örnekler, dünya genelinde veri merkezi ve yapay zeka altyapılarına milyarlarca dolarlık yatırımların hedeflendiğini ortaya koymaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) ise durum, 11 hiper ölçekli tesisi aynı anda inşa etmesiyle diğer ülkelere kıyasla daha farklı ilerlemektedir. ABD, büyük teknoloji şirketlerine sahip ülke konumunu korumak istemektedir. Bu nedenle devletin yatırım fonları aracılığıyla çok sayıda hiper veri merkezi projesini hayata geçirmesi beklenmektedir. Avrupa Birliği (AB) ise sanayileşmede uluslararası alandaki konumunu korumak amacıyla “egemen hesaplama kapasitesi” politikasıyla teknolojik alanda dışa bağımlılığı azaltmayı hedeflemektedir.
Uluslararası ölçekte Kuzey Amerika, Avrupa ve Asya-Pasifik ülkelerinin yatırımlarının veri merkezlerine yoğunlaştığı görülmektedir. Bu durum, teknolojik kapasitenin yapay zeka modelleriyle nasıl geliştirildiğini ve veri ekonomisinin hangi eksenler etrafında şekillendiğini açık biçimde ortaya koymaktadır.
TÜRKİYE’NİN ADIMLARI
Türkiye açısından bakıldığında ise bu süreç, Milli Teknoloji Hamlesi ile birlikte tarihî bir kırılma noktasına işaret etmektedir. Savunma sanayisinde yerli ve millî üretimle elde edilen kazanımların, dijital altyapı ve veri egemenliği alanına taşınması artık stratejik bir zorunluluk hâline gelmiştir.
Günümüzde veri merkezleri, devletler için yalnızca teknolojik yatırımlar değil; ekonomik bağımsızlık ve ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirilmektedir. Türkiye, jeopolitik konumu itibarıyla Avrupa, Orta Doğu ve Kafkasya hattının kesişim noktasında yer almaktadır. Bu nedenle Türkiye; düşük gecikme süresi, iyi kurgulanmış telekomünikasyon altyapısı ve enerji arz çeşitliliği olanaklarıyla, uluslararası veri akışının stratejik geçiş noktalarından biri olma potansiyeline sahip bir ülke konumundadır. Türkiye, yeni nesil veri merkezi yatırımları açısından önemli bir odak noktasıdır.
Bu perspektiften bakıldığında, Turkcell ile Google Cloud arasında kurulan iş birliği sayesinde Türkiye’nin Milli Teknoloji Hamlesi kapsamında hiper veri merkezi tasarımlarının ilk adımları atılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Yatırım Ofisi ve Google Cloud’un resmî açıklamalarına göre, söz konusu iş birliği kapsamında Türkiye’de yeni bir bulut bölgesinin kurulması hedeflenmektedir. Bu altyapı üzerinden sunulacak yapay zeka ve büyük veri hizmetlerinin; finans, lojistik ve sağlık teknolojileri alanlarında önemli verimlilik artışları sağlaması beklenmektedir.
Devlet ve özel sektör iş birlikleri, uluslararası pazarda teknolojik ürünlerin gelişimi ve kalitesi açısından önemli katkılar sunmaktadır. Bu sürecin, girişimcilik alanlarında yeni şirketlerin hızla uluslararası ölçekte gelişmesine zemin hazırlaması öngörülmektedir.
Sonuç olarak, veri merkezleri artık yalnızca dijital altyapının bir parçası değil; ekonomik bağımsızlığın, stratejik özerkliğin ve küresel etki gücünün en somut göstergelerinden biri hâline gelmiştir. Bu nedenle Türkiye’nin dijital kapasite yarışında aktif ve yön verici bir rol üstlenmesi, Milli Teknoloji Hamlesi’nin tamamlayıcı bir adımıdır.
Dijital çağda söz sahibi olmanın yolu; veriyi yöneten, işleyen ve değer üreten bir altyapının ülke sınırları içinde inşa edilmesinden geçmektedir. Bu yapı, doğru yatırım ölçeği ve uzun vadeli bir stratejiyle desteklendiğinde Türkiye’yi yalnızca veri tüketen bir ülke olmaktan çıkararak; bölgesel teknolojiyi yönlendiren ve yapay zeka altyapısının merkezlerinden biri hâline getirebilir. Bu bakımdan söz konusu süreç, önümüzdeki 20 yılın ekonomik, teknolojik ve jeopolitik dengelerinde Türkiye’nin yerini belirleyecek stratejik bir tercihtir. Milli Teknoloji Hamlesi vizyonu ve millî aktörlerin öncülüğünde atılacak sağlam adımlar, Türkiye’yi dijital çağın kurallarını belirleyen ülkelerden biri hâline getirecektir.




