1. ABDULKADİR SELVİ/ Erdoğan’ın İmralı ziyareti stratejisi
CUMHURBAŞKANI Erdoğan’ın Güney Afrika ziyareti sırasında iç siyasette de milletvekillerinin İmralı ziyareti gündemdeydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sorduk. Erdoğan’ın verdiği cevapta beni şaşırtan bir nokta vardı. Önce Erdoğan’ın yanıtından bir bölümü aktarmak istiyorum. Yazının sonunda ise beni şaşırtan noktaya açıklık getireceğim. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Komisyonun aldığı en son kararı (İmralı ziyareti) sürecin önünü açan, sürece katkı sunacak, terörün tasfiyesini hızlandıracak bir karar olarak değerlendiriyor uz” dedi.
İMRALI ZİYARETİNE DEĞİNMİYOR
AK Parti MKYK toplantısına bakınca bu kanaatim iyice pekişti. AK Parti MKYK toplantısının başında Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Terörsüz Türkiye hedefine kararlı adımlarla yürümeye devam edeceğiz” diyor. Ama İmralı ziyaretine değinmiyor. Bu konu MKYK’da ele alınmıyor. Şimdi gelelim Erdoğan’ın uçakt a verdiği cevaptaki şaşırdığım noktaya ve İmr alı ziyaretiyle ilgili analize.
CHP’Yİ ELEŞTİRMEDİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan, İmralı ziyaretini değerlendirirken Meclis’te komisyon kurulmasını öneren CHP’nin İmralı heyetine karşı çıkmasını eleştirmesini bekliyordum. En azından bunu bir çelişki olarak yorumlar diye düşünüyordum. Erdoğan, CHP’ye değinmedi. CHP’nin kararına ilişkin en ufak bir değerlendirme yapmadı. Sadece kendi pozisyonlarını belirledi.“Cumhur İttifakı olarak Terörsüz Türkiye çalışmalarını eşgüdüm içinde yürütüyoruz” dedi. DEM heyetini belirli periyotlarla kabul ettiğini anlattı. Meclis komisyonunun sürece çok önemli hizmetlerde bulunduğunu teyit etti. Ama manşet çıkarma merakıyla gazetecilerin beklediği CHP’ye yönelik bir değerlendirme yapmadı, en ufak bir eleştiride bulunmadı. Erdoğan’ın bu tavrı dikkatimi çekti. Beni şaşırtan nokta burasıydı.
BU BİR STRATEJİ
Ancak daha sonra uçak içinde yaptığım diğer sohbetlerde bunun bir strateji olduğunu anladım. Komisyon çalışmalarını tamamlayana kadar CHP’nin devam etmesi önemseniyor. Sürece ilişkin yapılacak yasal düzenlemelerde CHP’nin desteği bekleniyor. O nedenle Cumh urbaşkanı Erdoğan, sadece kendi pozisyonlarını tarif etmekle yetindi ama CHP’yi eleştirmedi. Çünkü Terörsüz Türkiye sürecinde daha yürünecek çok yol, yapılacak çok düzenleme var. CHP’nin varlığı bu açıdan önemli. Ayrıca Erdoğan’ın açıklamasının içindeki “T erörsüz Türkiye sürecini gündelik siyasetin yıpratıcı tartışmalarının uzağında tutmaya özen gösterdik” cümlesi de önemli. Erdoğan bu süreci siyasi bir proje olarak değil, bir devlet politikası olarak görüyor. O nedenle sürece güç verecek açıklamaların ötesinde gündelik siyasetin tartışma konusu yapılmamasına özen gösteriyor.
MÜZAKEREYE AÇILMADI
Güney Afrika gezisine dönüp bu hatırlatmayı yapmamın nedeni ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın aynı tavrı partisinin MKYK toplantısında da sürdürmesiydi. Milletvekillerinin İmralı ziyaretinden 24 saat sonra AK Parti MKYK toplantısı yapıldı. Normalde orada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuya değinmesi beklenirdi. Hatta İmralı’ya giden AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Yayman’d an bilgi vermesi istenebilirdi. MKYK toplantısının girişinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, her zaman olduğu gibi genel bir değerlendirme yapıyor. “Terörsüz Türkiye hedefine kararlı adımlarla yürümeye devam edeceğiz. Önce Terörsüz Türkiye ardından Terörsüz Bölge hedefimize ulaşarak şehitlerimizin ruhlarını şad edecek, fedakârlıklarının boşa gitmediğini göstereceğiz” diyor. Ama İmralı görüşmesine değinilmiyor. Ben burada bir mahcubiyetin olduğu kanaatinde değilim. Terörsüz Türkiye sürecinin gündelik siyasetin konusu olmamasına özen gösteriliyor.
DEMİRTAŞ’LA İLGİLİ AİHM KARARI İNCELENİYOR
Selahattin Demirtaş’la ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin hak ihlali kararı Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 22.Ceza Dairesi tarafından inceleniyor. 192 sayfadan oluşan AİHM kararının tercümesinin İstinaf Mahkemesi’ne ulaştığı ve Demirtaş’ın avukatlarının tahliye başvurusunda bulunduğu 4 Kasım tarihinden itibaren incelemeye alındığı ifade ediliyor. İstinaf Mahkemesi’nin vereceği karara göre Selahattin Demirtaş’ın tahliyesi netlik kazanacak. Ankara Bölge Adliye Mahkemesi’nden olumlu yönde karar çıktığı takdirde Selaha ttin Demirtaş tahliye edilecek.
KAVALA DAVASI
Demirtaş’ın tahliyesi yönünde çıkarsa bunun AİHM tarafından tahliye kararı verilen Osman Kavala davasına da yansıması bekleniyor. TİP’ten milletvekili seçilen Can Atalay için ise Anayasa Mahkemesi milletvekilliğinin düşmesinin yok hükmünde olduğuna karar vermişti. Can Atalay davası AİHM’ne taşındı. Mahkeme, 2024 yılında Türkiye’den savunma istedi. AİHM’den Can Atalay kararının çıkması bekleniyor.
2. BERCAN TUTAR/ Ukrayna flörtü
Rusya ve ABD arasındaki 28 maddelik Ukrayna barış taslağı her açıdan Avrupa için sonun başlangıcını simgeliyor. Avrupa ülkeleriyle Ukrayna, Cenevre'de ABD ile buluşarak yeni bir tasla k hazırladı. ABD Başkanı Donald Trump, kendi barış taslağını kabul etmesi için Kiev'e 27 Kasım'ı işaret etmişti. Cenevre'deki görüşmelerden sonra "Bizim için son bir tarih yok" diyerek Volodimir Zelenski'ye tanıdığı süreyi kaldırdı.
Trump'ın danışm anı Steve Witkoff gelecek hafta Moskova'da Rus lider Vladimir Putin ile görüşecek. Zelenski cephesi, Rusya ile savaşı sonlandırmayı amaçlayan kalıcı barış anlaşması için ABD ile 'ortak bir anlayışa' varıldığını söylüyor. Rusya ise ilk plandan yana. Boş dur mayan Avrupa ülkeleri Witkoff'un Ukrayna savaşını bitirmeyi amaçlayan 28 maddelik barış planını Kremlin ile koordinasyon içinde hazırladığına dair 5 dakikalık ses kaydını sızdırdı. Ses kaydında, Witkoff'un anlaşma metnini ve bazı toprak taleplerini ABD Baş kanı Trump ile nasıl gündeme getirmesi gerektiği konusunda Rus lider Putin'e 'taktiksel rehberl ikler' sunduğu ileri sürülüyor.
Aslında ses kaydı bumerang gibi ters tepti. Avrupa'nın lehine değil aleyhine işleyen bir faktöre dönüştü. Avrupa'nın çaresi zliğini ve güçsüzlüğünü ortaya koyan ses kayıtları barış masasında Avrupa'nın ve Kiev'in taleplerinin yok sayıldığının ve sayılacağının en somut kanıtı niteliğinde.
Nitekim alarma geçen Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İngiltere, ABD ve Türkiye'nin katılımıyla Ukrayna için güvenlik garantileri hazırlamak üzere bir çalışma grubunun kurulmasını
istiyor. Hatta kararın alındığını ve grubun şimdiden çalışmalara başlayacağı belirtiliyor. Paris'in bu hamlesi kendi hezimetlerine Türkiye'yi de ortak etme gayretinden başka bir anlama gelmiyor elbet.
Ancak Türkiye, ABD ve Avrupa'nın bu dezavantajını yaptığı rasyonel karşı hamlelerle kritik kazanımlara dönüştürüyor. Zira Avrupa ve ABD'nin Ukrayna'daki sıkışmışlığı, Türkiye'ye olan ihtiyacı had safhaya çıkarmış duru mda. Bu da ülkemizin jeopolitik değerini daha da artırıyor. Ayrıca ABD ve Avrupa ülkeleriyle yaşadığımız bazı sorunların çözümünde Ukrayna krizi bize yeni fırsatlar da sunuyor. Ve bu yeni konjonktürün sağladığı imkânları Ankara birer reel -politik kazanca dönüştürerek göz kamaştırıyor.
Avrupa'nın Türkiye'ye artan teveccühü her alanda elimizi güçlendiren bir manivela işlevi görüyor. Avrupa ülkelerinde, bölgemizde ve Ortadoğu'da Türkiye karşıtı veya aleyhinde gelişmeler ve tavırlar teker teker ortadan kalkıyor. Daha önce ertelenen ve kulak ardı edilen birçok talebimiz hızla karşılanıyor. Ekonomik ve siyasi ambargolar aniden buharlaşıyor. Türkiye ile eşgüdüm halinde çalışmanın kendi açılarından yüksek maliyetlerini hiç itiraz etmeden kolaylıkla karşılamaya başlayan bir Avrupa ve ABD tablosu var karşımızda artık. Eski Batı giderek yok oluyor. Eskiden kartlarımız zayıftı. Şimdi Suriye'den Kıbrıs'a, Libya'dan Gazze'ye kadar iç ve dış düşmanlarımızdan oluşan cephelere karşı her alanda elinde güçlü kozları olan bir Türkiye var. Bu gerçek de Avrupa'dan ABD'ye, Asya'dan Afrika'ya kadar uzanan bütün jeopolitik dengelerde
Türkiye'yi vazgeçilmez bir küresel aktör ve cazibe merkezi haline getiriyor. Sudan'dan Suriye'ye Gazze'den Keşmir'e bütün kriz alanlarında Türkiye'n in çözümün kilidi olarak görülmesi de bunun bir kanıtı zaten. En büyük kanıt ise paniğe kapılan Batılı liderlerin Türkiye ile yoğun bir Ukrayna flörtü içinde olması...
3. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Rusya -Ukrayna barışı üzerine
Rusya -Ukrayna savaşının sonuna mı geliyoruz? Trump tarafından ortaya konulan Barış Plânı neyi ifâde ediyor? Eğer hayâta geçirilirse bunun küresel neticeleri neler olabilir? Bu yazıda ele almak istediğim hususlar bunlardır. Kendisini uluslararası hukûk ve diplomasi ile kayıtlı hissetmediğini defâlarca ıspat etmiş olan Trump’ın hukûkî ve diplomatik bir işçi lik icâb ettiren böyle bir plânı tasarlamaktan ve işletmekten çok uzak bir şahsiyet olduğunu biliyoruz. Zâten plânı sâhiplenmekte yaşanan aksaklıklar bunu ortaya koyuyor. Rubio, Senato’da birilerine plânın kendilerine âit olmadığını beyân etmiş. Bu açığa çıkınca düzeltmeler yapma ihtiyâcı duydular. Anlaşılıyor ki plân başta Alaska Zirvesi olmak üzere Rusya ile ABD arasındaki müzâkerelerin mahsûlü. Esas olarak Uşakov -Witkoff arasındaki kapalı devre toplantılarda bu metnin son şeklini aldığı anlaşılıyor. Hâsı lı bu plâna, bir ABD -Rusya müşterek imâli olarak bakmak en doğrusu olmalıdır. Eski yazılarımda sık sık Rusya -Ukrayna savaşının bir NATO -Rusya hesaplaşmasına kadar genişlemesinin pek de muhtemel olmadığına işâret ettim. Putin böyle bir genişlemenin kaçınılmaz olarak nükleer bir hesaplaşmaya varacağını; eğer bu olursa Rusya’nın gözünü karartmaya hazır olduğunu defâlarca ifâde etti. ABD’nin, Ukrayna, hattâ Trump’ın nazarında çürümüş Demokratlarca idâre edilen Avrupa belâsına, toplu bir yıkıma gitmesi mukadder olan böyle bir ihtimâli tırmandırmayacağı âşikârdır. O zaman geride tek bir ihtimâl kalıyor. En muhtemel sayılabilecek genişleme senaryosunun, ABD’nin dâhil olmayacağı kısmî bir Avrupa -Rusya savaşı olacağı üzerinde durulabilir. Doğrusu bu ihtimâli, anti -Rus bir hisleri ve histeriyi diri tutan Avrupa söyleminden çıkarmak da mümkündür. Avrupa’nın basiretsiz, garadosu düşük siyâsî elitlerinin hesâbının, Avrupa -Rusya gerilimini tırmandırmak ve ABD’yi bu kaosa ortak olmak yolunda kışkırtmak olduğunu söyleyebili riz. Ama bu nihâyetinde bir kapasite meselesi. Avrupa’nın bu kapasiyi sağlaması zamân itibârıyla en az bir on seneyi icâp ettiriyor. O zamana kadar neyin ne olacağı ise belli değil. Avrupalı liderlerin bunun için çırpındıkları, yeni bütçeler oluşturmak yolunda büyük bir gayret sarfettikleri ortada. Ama bu dönüşümün başarılması tek cümlede, Avrupa halklarının alışageldikleri refah toplumu olmaktan vazgeçmeleri gerekiyor. Yâni sosyal temelli
harcamalardan vazgeçilerek fonların askerî harcamalara aktarılması şart. Toplumları buna iknâ etmek ise son derecede zor. Buradan büyük toplumsal çalkantıların doğacağı muhakkak. Zâten hâli hazırda ekonomileri ağır kan kaybına uğramış olan Avrupa devletlerinin büyük bir fedâkârlık icap ettiren böyle bir dönüşümü halklarına kabûl ettirmelerinin önünde büyük mânialar var. Rus tehlikesine işâret eden içe dönük korku pompalamalarının bu halklarda bir karşılığı yok. Refah toplumlarının iki temel riski var. İlki, doğurganlığın düşmesi ve nüfusun erimesi, ikincisi bununla da bir şekilde bağlantılı olarak askerleşmeyi sağlayacak bâzı temel hislerin yok olması. Almanya’da yapılan araştırmalarda anavatan için ölür müsünüz sorusuna “evet” diyenlerin oranının %25 çıkması bunun en büyük göstergelerinden birisi sayılmalıdır. Benzer oranl arın başka Avrupa toplumlarında da çıkacağını hesapta tutm ak şâyan -ı hayret olmayacaktır.
Yukarıda işâret ettiğimiz hususlar, Rusya -Ukrayna savaşının yayılma ihtimâlinin en azından orta vâdede pek de mümkün olmadığını düşündürüyor. Barış plânının hayâta g eçmesini sağlayabilecek zemini anlamamızı sağlıyor. Rusya zamânın kendi lehine işlediğini çok iyi görüyor. Sâhaya baktığımızda şartların hızla Rusya lehine işlediğini görüyoruz. Bunun avantajını kullanarak Rusya’nın talepkârlığını maksimum bir seviyede direttiğini görüyoruz. Taslak plânı ihtiyatlı bir iyimserlikle desteklediklerini ifâde eden Rus tarafı masada istediklerini daha baskın bir şekilde ortaya koyabileceği bi r fırsatı yakaladığını görüyor.
Aslında bu barış plânı hayâta geçerse bu açıkça Rusya’nı n zaferi olacak. Muhtemelen Ukrayna parçalanacak ve doğusu tamâmen Rusya’ya dâhil olacaktır. Zelenski ve ona destek veren kadroları ise hiç de hayırlı bir âkıbet beklemiyor. Ukrayna’da büyük iç hesaplaşmaların yaşanacağı muhakkak. Bu aynı zamanda Avrupa’nı n içine düşeceği büyük bir boşluğa işâret ediyor. Plânın küresel neticelerinden ilkinin buraya isâbet edeceğini düşünmek için derin düşünmeye çok da ihtiyaç yok. Neticede Trump’ın nefret ettiği Demokratların Avrupa’daki uzantısı olarak gördüğü mevcut Avrupalı siyâsî elitlerin tasfiye olacağını öngörmek zor olmaz. Onların yerini yabancı düşmanı dar görüşlü aşırı sağ elitlerin alacağına muhakkak nazarı ile bakabiliriz. Eğer yeniden bir ABD -Avrupa yakınlaşması sağlanacaksa, bu Trumpizmin Avrupa’daki uzantıları nın işbaşına gelmesi mârifetiyle olabilecek görünüyor. Bu kompozisyon Putin’in de arzu ettiği bir kompozisyondur. Çünkü Avrupa aşırı sağını temsil eden partilerin büyük bir kısmı daha başından Rusya -Ukrayna savaşına karşı çıkan bir yaklaşıma sâhip olduğunu o da biliyor. Trump’ın arzu ettiği bu kümelenme, aşırı sağ bir eksende ABD -Avrupa -Rusya denklemini ihtiva ediyor. Bu kümenin blok hâlinde bir Çin karşıtlığında billûrlaşması çok ayrı bir tartışmayı başlatmaya namzet olduğunu kaydedelim. Elbette ABD’nin m evcût iktidârı dikkate alındığında arzuladığının da bu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Lâkin bunun o kadar da kolay olmadığını, burada yine Rusya’nın kilit bir rol oynayacağını ifâde edebiliriz. Rusya, Çin’in ABD ile giriştiği rekâbette tek başına gâli p çıkarsa bunun Rusya’nın, başta Sibirya olmak üzere ağır kayıplara uğrayacağı bir zemin doğuracağını çok iyi biliyor. Diğer taraftan Çin ile geliştirmiş olduğu hâl -i hazırdaki ilişkilerin “güvenilmez “ olduğunu çok acı tecrübe etmiş olduğu Batı karşısında yegâne sigorta olduğunu da görüyor. Dolayısıyla bâzılarının iddia ettiği gibi Rusya’nın Çin’den kopması ve derhâl Batı çizgisine gireceğini beklememek gerekir. Eğer bu olursa bunun karşılığının, icâp ettiğinde Rusya’nın Çin karşısında tek başına direnmesi ni sağlayacak kadar büyük olduğunu düşünmeye başlarız. Bu da ABD’nin kendi pastasından çok büyük dilimleri Rusya’ya aktarmayı kabûl etmesine bağlıdır. Bunun o kadar da kolay olmayacağını düşünüyorum. Hâsılı ,eğer bu senaryo işlerse Rusya’nın Çin ve ABD arasında tesirli bir denge siyâsetini yürüteceğini tahmin ediyorum. Ama bu meseleler daha ileri günlerin meseleleri. Şimdilik burada bırakalım ve Ukrayna’da olup bitenleri tâkip edelim. Meselenin Türkiye açısından nasıl evrilebileceğine dâir mesele ise başka bir yazıyı hâk ediyor..
4. SELÇUK TÜRKYILMAZ /Siyonistlerin Batı sistemine yönelik intihar saldırıları
Geçmişte yaşanılan hadiselere atıfta bulunarak karşı taraftan intikam alma hissiyle hareket etmediğimi söyl eyebilirim. Başlığın böyle bir zanna yol açacağını fark etmemek mümkün değil. Fakat hadiseler benim kişisel hislerimin çok ötesindedir. Siyonistler imzaladıkları bütün anlaşmaları bilerek ve isteyerek çiğniyor. Başlıkta ifadesini bulduğu gibi bu durumu int ihar saldırısı olarak tanımlamak gerekir. Fakat Siyonistlerin bu saldırılarını çok daha çarpıcı kavramlarla tanımlayabiliriz. Çünkü İsrail’in eylemleri çok daha geniş bir tutumun yansımasıdır. İsrail, açıkça Batı Avrupa ülkelerini peşinden sürükleyerek Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Uluslararası Adalet Divanı gibi hakikatte Batı sisteminin parçası olan kurumları hükümsüz kılmaktadır. Bu kurumlar son dönemde İngiltere, ABD ve İsrail’in tehditlerinden büyük yara aldı. İngiliz elitleri ABD’lilerle birlikte ulu slararası kurumları yıpratmak için ellerinden geleni yapıyor. Bu çerçevede uluslararası kurumları kendi menfaatleri için ihdas ettiklerini ilan edecek kadar da ileriye gidebildiler. Hatta bu kurumlar Batı medeniyetinin ürünü olduğu için Batılıların yargıla namayacağını ifade etmekten de çekinmediler . Bu, anarşizmin bir çeşididir. İsrail için kurulduğu dönemden itibaren taraf olduğu bütün anlaşmalar kazanımlarının meşrulaşması anlamını geldi. Bu, tutum 1920’lerden itibaren hiç değişmedi. Hem İngiltere manda rejiminde hem de bu rejimi devraldıktan sonra uluslararası arenada Siyonistler savaş hâlini sürdürdüler ve kazanımları meşrulaştırmak istediler, anlaşma metinlerini de yayılmacı adımlar için zemin olarak gördüler. Anlaşma metinlerinin mürekkebi kurumadan yayılmacı hedefler doğrultusunda adım atmaktan çekinmemişlerdir. Kuşkusuz bu yayılmacı saldırganlığı emperyalist devletlerin himayesine borçluydular. Bugün de Gazze’de ateşkese varılmasına rağmen İsrail, eski alışkanlıkla tekrar saldırılara başladı. Bu sefer de ateşkes anlaşmasını yüzlerce defa ihlal ettiler. Çünkü hem İngiltere’nin hem de ABD’nin himayesinde olduklarını biliyorlar. İngiltere ve ABD’nin de Batı sisteminin temel kurumlarını yıpratmaktan yana oldukları çok açıktır. Siyonist İsrail’in yayılmacı saldırganlığının Batı sistemine zarar verdiğini görmemeleri mümkün değil. İsrail, Gazze’de olduğu gibi Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te de yerleşimci terörü ile neredeyse bütün dünyaya meydan okuyor. Bunun Gazze ile doğrudan ilişkisin olmadığı çok açıktır. Lübnan ve Suriye’de de aynı yayılmacı hedeflerinden vaz geçmediler. 7 Ekim’den önce Siyonistlerin bu anarşist tutumu Batı sistemine açıktan zarar vermiyordu. Sistem içinde kaldıklarını onlar da görüyordu. Fakat 7 Ekim’den sonra bu da değişti.
Ekim’den sonr a Siyonistler, Doğu Akdeniz’deki yayılmacı saldırganlığı küresel alana da taşımaya başladı. Bunun da bir ilk olduğunu söyleyebiliriz. Elbette Siyonistler 7 Ekim’den önce de küresel alanda terör estirebiliyordu. Fakat bugünkü durum geçmişten farklıdır. Geçm işte küresel ölçekte MOSSAD’ın gizli operasyonları deniliyordu. Aynı şekilde küresel şirketler de benzer bir işleve sahipti. Onlar da terör estiriyorlardı fakat hem MOSSAD hem de diğer Siyonist kuruluşların eylemleri Batı sistemi içinde meşrulaştırıldı. 7 Ekim’den sonra Batı sisteminin çöktüğünün söylenmesi bu çerçevede oldukça anlamlıdır.
İsrail’in Batı sistemini hükümsüz kılan eylemelerinin aynı anda İngiltere, Almanya ve Fransa gibi Avrupa devletleriyle ABD tarafından desteklenmesi çok önemli sonuçlar d oğuruyor. Bu devletlerin İsrail’i destekleme amaçları da birbirinden farklıdır. Bu, İngiltere ve ABD için de geçerlidir. İngiliz kolonyalizmi ve ABD emperyalizmi arasındaki farkların bugünkü ayrışmayı belirlediğini söyleyebiliriz. ABD, 1945’ten sonra İngil tere’nin kolonyal mirasını farklı bir bağlamda sürdürdü.
İsrail’in varlığı 19. yüzyıl İngiltere kolonyalizminin 20. yüzyılda devam ettiğini göstermiştir. Fakat Filistinliler her ne pahasına olursa olsun vatanlarını terk etmediler ve yayılmacı sisteme boyun eğmediler. 7 Ekim’den sonraki muazzam direniş bütün dünyaya Batı sistemine karşı durulabileceğini gösterdi. Uluslararası sistemin ilk defa İngiltere ve ABD hegemonyasına karşı harekete geçmesi bu çerçevede oldukça anlamlıdır. İngiltere ve Almanya’nın ulus lararası sisteme meydan okuması tam da bu çerçevede bir sonuçtur. Avrupalılar ne pahasına olursa olsun merkezde kalmak istiyor. Siyonistlerin a narşizmini onlar da benimsiyor. Siyonistlerin Batı sisteminin temellerine yönelik saldırılarının durmayacağını v e daha da genişleyebileceğini söyleyebiliriz.
5. OĞUZHAN BİLGİN / Türk düşmanlığı ile nasıl mücadele edeceğiz?
Son aylarda Türk düşmanlığının gözle görülür örnekleri arka arkaya sergilenmeye başladı. Üstelik bu sadece siyasette değil, spor müsabakalarında açılan pankartlarla da peş peşe karşımıza çıkmaya başladı. Yunan takımının Galatasaray ile oynadığı maçta tribünlerde Türk bayrağı yakıldı, "Anadolu Yunan'dır" pankartı açıldı. Başka bir Yunan takımı oynayacağı maç öncesi Samsunspor amblemindeki Atatürk'e karşı çıkıp UEFA'ya şikayette bulundu. Geçtiğimiz yıllardaki bir Yunanistan- Türkiye maçında Atatürk'e açıkça hakaret eden bir pankart daha açılmıştı. Zaten bugün Yunanların ke ndi millî marşı bile Türkleri katletmek ten bahseden bir pespaye metin. Örnekler Yunanlarla da sınırlı değil. Çek takımının Fenerbahçe ile oynadığı maçta Prag'da dev bir "Türklerle savaşılmalı" pankartı açıldı. Bulgar tribünlerinde "Türkiye'nin saldırganlığını durdurun", "Türkler Asya'ya geri dönsün" pankartları açılırken Makedonya'da tribünlerde "Tür klere ölüm" pankartları açıldı.
En son Sırp takımının Fenerbahçe basketbol takımı ile oynadığı maçta da 1. Kosova Muharebesi'nde büyük Türk hakanı Sultan Mura d'ın Sırp Obiliç tarafından şehit edilişinin sözde s ahnelendiği bir pankart açıldı.
Bu Türk düşmanlığı yeni değil, kuşkusuz. Başta Batılılar olmak üzere Çin ve Hindistan'a kadar Türk düşmanlığının örneklerini fazlasıyla görüyoruz. Dahası bunu sadece spor sahalarında da görmüyoruz. Sinemadan dizilere, siyasetten sokak olaylarına kadar dünyada yaygın ve sistematik bir Türkofobi ile karşı karşıya kalıyoruz. Almanya'da diri diri yakılan Türkleri, Hollanda'da evleri taşlanan Türkleri, geçtiniz haftalarda Karad ağ'da Türklere yapılan saldırıları, İngiltere'de "Türk kellesi" adıyla her şehirde açılan pubları, son yıllarda giderek sayısı artan Hollywood'un ve dijital platformların Türk düşmanı sinema filmleri ve dizilerini, Hindistan'da son dönemde Türklere hakaret eden medyayı ve siyasetçileri, sözde soykırım ithamlarıyla Türklere nefret kus an Ermeni lobilerini biliyoruz. Hatta Türk ülkesi Türkiye'de bile Türklere nefret kusanları, aşağılayanları, hakaret edenleri, Türk olmay ı olumsuzlayanları biliyoruz...
Peki, belki de bin yıldır Batılıların ve diğer bazı milletlerin kültürel ve tarihsel genetiğinde olan Türk düşmanlığının son zamanlarda daha da açıkça gösterilmeye başlanmasının ardında ne var?
Biraz da dünyada özellikle son 25 yılda artmış olan İslam düşmanlığına paralel olarak da yükselmiş olan ama çoğu zaman İslam düşmanlığını da gölgede bırakan ve ayrıca değerlendirilmesi gerek bir kategori olan bu Türk düşmanlığı üzerine basit, anlık tepkilerin ötesine geçerek düşünmenin , konuşmanın zamanı gelmedi mi?
Daha da önemlisi bizim milletimizin birçok ferdinin (maalesef) yabancılara karşı bu kadar yaranmacı, hayran, şirin görünmeye çalışan ezik hallerinden artık midemiz bulanmıyor mu? Türk düşmanlarına karşı hem milletçe hem de devl etçe yapabileceklerimiz yok mu?
Mesela İsrail gibi bir katil devlet bile anti- semitizm meselesini bir uluslararası insanlık meselesi olarak dünya çapında gündeme dayatırken, bizim Türk düşmanlığı ile mücadele etmek için sistematik bir politikamız var mı? Bu politikayı müstakil olarak olu şturup uygulayacak bir kurumun kurulmasını neden tartışmıyoruz?
Bu sorular üzerine cevaplar aramaya, tartışmalar yapmaya, bu meseleyi tek başıma da olsa gündeme getirmeye devam edeceğim.
6. DR. TOLGA SAKMAN/ Avrupa olası bir savaşa mı hazırlanıyor?
Almanya’da koalisyon hükümetinin yeni askerlik yasası üzerinde uzlaşmaya varması, Avrupa güvenlik mimarisinin yavaş fakat istikrarlı bir biçimde “savaş ekonomisi” ve “toplumsal mobilizasyon” dönemine girdiğine dair güçlü işaretlerden biri. Berlin’in, Rusya tehdidine karşı NATO’nun yeni savunma planlarını uygulamak amacıyla ordu mevcudunu 80 bin artırarak 260 bine çıkarmak istemesi ve kadınlara isteğe bağlı askerlik seçeneğini sunması kıtanın savunma anlayışında kritik bir dönüşümü temsil ediyor. Anca k asıl soru şu: Bu değişim sadece Almanya’ya özgü bir güvenlik revizyonu mu, yoksa tüm Avrupa savaş eşiğinde yeni bir zihni yet dönüşümüne mi hazırlanıyor?
AVRUPA’NIN STRATEJİK UYANIŞI
Rusya’nın 2022’de Ukrayna’ya yönelik saldırısı, Avrupa'nın Soğuk Savaş sonrası rahatlama döneminin kesin şekilde sona erdiğini gösterdi. AB ve NATO üyeleri için tehdit algısı neredeyse tamamen yeniden tanımlandı. Bu bağlamda Almanya’nın attığı adımlar, tekil bir ulusal politikanın değil, daha geniş bir Avrupa dönüşümünün parç ası. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde askeri kapasiteyi artırma tartışmaları, siyasi gündemin üst sıralarında yer alıyor. Estonya, Finlandiya, Norveç, İsviçre ve Yunanistan gibi ülkeler zaten zorunlu askerliği sürdüren devletler arasında Norveç'te zoru nlu askerlik zaten yürürlükteyken 2013'te kadınların da askerlik hizmetine girmesine izin veren bir düzenleme yapıldı. Böylece Norveç hem erkek hem de kadın askerlik hizmeti veren ilk NATO ülkesi oldu. Litvanya 2008'de kaldırdığı zorunlu askerlik uygulamas ını 2015'te yeniden yürürlüğe koydu. İsveç 2017'de bu uygulamayı 8 yıl aradan sonra yeniden başlattı. Letonya 2006'da zorunluğu askerliği kaldırmıştı ancak 2023’te geri getirdi, kadınlar ise gönüllü olabiliyor. Danimarka, Temmuz 2025'ten itibaren kadınlar dahil olmak üzere zorunlu askerliği genişletti.
Hırvatistan Parlamentosu ekim ayında 17 yıllık bir aradan sonra zorunlu askerlik hiz metini yeniden yürürlüğe koydu. Diğer yandan asker sayısını artırmak ve orduyu daha hazır hale getirmek için adımlar atan ülkeler de mevcut. Polonya, 2008'de zorunlu askerliği kaldırdı ve henüz tekrar bu hizmeti zorunlu hale getirmedi. Halihazırda NATO’nun en büyük üçüncü ordusu olan Polonya ordusu, 2035'e kadar 300 bin askere ulaşmayı hedefliyor. Polonya ayrıca 14- 16 yaş aras ı çocuklara devlet güvenliği, kaza ve afetlerde kurtarma çalışmaları yanında haftada yaklaşık bir saat süren sil ah kullanma eğitimi de veriyor.
Fransa’da 1997’de kaldırılan zorunlu askerlik yerine uygulanmaya çalışılan son plan Cumhurbaşkanı Emmanuel Macr on yönetiminin getirdiği Evrensel Ulusal Hizmet (SNU) 15 -17 yaş arası gençlere yönelik, kısmen Fransız ordusu tarafından düzenlenen ancak aynı zamanda sosyal ve sivil içeriği de olan bir aylık bir program. Macron yönetimi tarafından güçlendirilmeye ve askeri kapasitesi artırılmaya çalışılıyor. Bununla birlikte, yedek asker sayısının 2035'e kadar iki katından fazla artarak 46 bind en 105 bine çıkması bekleniyor.
Dolayısıyla Almanya’nın aldığı karar, Avrupa’nın geneline yayılan daha büyük bir stratejik uyanışın bir halkası niteliğinde. Almanya, 2011'de zorunlu askerlik hizmetini sona erdirerek yalnızca gönüllülerden oluşan bir orduya geçti. Ayrıca gittikçe azalan a sker sayısını artırmak için gönüllü askerlere ödemeyi ciddi oranda artırmaya karar verdi. Yeni plana göre, 18 yaşındaki tüm erkeklerin askerlik hizmetinde uygunlukları hakkında bir anket doldurmaları ve sağlık muayenesinden geçmeleri zorunlu olacak. Kadınl ar için de aynı yöntem isteğe bağlı olarak kullanılacak. Yeni kurallara göre askerlik hizmeti zorunlu değil ancak bu model zorunlu askerlik hizmetini de beraberinde getiriyor. Yani güvenlik durumu değişirse veya yeterli gönüllü olmazsa Alman hükümeti zorunlu askerlik hizmetini emredebilir.
