1. ABDULKADİR SELVİ/İmamoğlu’nun hırsı CHP’yi yaktı
CHP İstanbul İl yönetiminin görevden alınması kararının verilmesine neden olan şikâyet sahibi CHP’li Özlem Erkan. İstanbul il delegesi ve kurultay delegesi olacak kadar güçlü bir CHP’li. Oğuz Kaan Salıcı’nın listesinden PM’ye aday gösterilmiş. Şikâyette bulunan CHP’li. CHP İstanbul İl yönetimiyle ilgili iddiaların sahipleri ise yine CHP’liler. CHP İstanbul İl Kurultayı’nda delege olarak görev yapanlar, ses kayıtlarını savcılığa iletmişler. Savcılıkta verdikleri ifadelerde para karşılığında İstanbul seçimlerinde Özgür Çelik, kurultayda ise Özgür Özel’e oy vermelerinin istendiğini söylemişler.
TEDBİR İSTEDİ
Özlem Erkan, 24. Asliye Hukuku Mahkemesi’ne yaptığı şikâyette delegelerin oylarının 150-350 bin TL arasındaki para karşılığı, telefon, tablet hediyeleri ve iş vaadi ile yönlendirildiğini, kongrede kullanılan oy sayısının 600’ü aştığını iddia ederek “tedbir kararı” alınması talebinde bulunuyor. Mahkeme de sunulan delilleri dikkate alarak tedbir kararı veriyor. İstanbul İl Kurultayla ilgili olarak İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan iddianame kabul edildi. İstanbul 72. Asliye Ceza Mahkemesi tarafından dava açıldı.
AT PAZARLIĞI DEĞİL DELEGE PAZARLIĞI
İddianamede Beşiktaş Belediye Meclis üyesi Fahrettin Çırak, Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney ve Beykoz il delegesi olan 2 kişinin ses kayıtlarının dökümü yer alıyor. -Abi şöyle yapalım, yedi yüz elli az Fahrettin abi. Bunu yedi yüz elli yapalım Fahrettin - İki kişi yedi yüz elli bir kere çok o zaman üç kişi -Onun sözünü veremem -Fahrettin- İki kişi yedi yüz elli bin lira böyle bir şeye giremeyiz yani -Düz beş yüzle mi girersiniz Fahrettin- Yüz elli bin liradan iki kişi üç yüz bin lir -Beş yüze bağla o zaman Bu nedir at pazarlığı mı? Adamlar at pazarlığı yapar gibi delege pazarlığı yapmışlar. Para karşılığında İstanbul’da Özgür Çelik’e, büyük kurultayda Özgür Özel’e oy vermelerini istemişler.
4 SES KAYDINI İLETMİŞLER
Ses kaydındaki kişilerin CHP’nin Beykoz ilçesinde il delegesi olan Veli Gümüş ile Uğur Gökdemir oldukları tespit edilmiş. Veli Gümüş bu ses kaydını CHP Beykoz İlçe Başkanı Mahir Taştan aracılığıyla il başkanı olan Canan Kaftancıoğlu’na iletmiş. Kaftancıoğlu’nun da Kemal Kılıçdaroğlu’na dinlettiğini düşünüyorlar. Yani bu bir sır değilmiş. CHP’nin ilçe başkanı, il başkanı ve genel başkanı olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilgisi olmuş.
100 BİN LİRA ALDI
Veli Gümüş, Uğur Gökdemir’in il kongresinde Özgür Çelik’e oy verdiğini; bunu video kaydı ile ispatladığını, bunun karşılığında Fahrettin Çırak’ın Beşiktaş Belediyesi’ndeki makamına giderek beyaz Apple poşeti içinde 100 bin TL aldığını anlatıyor. “Hatta bende bu durum kanıt olsun diye kendisinden 20 bin TL borç para aldım” diyor.
İLÇE BAŞKANININ KARDEŞİ
Veli Gümüş bir isim daha veriyor. Özgür Çelik’i desteklemesi karşılığında CHP Çekmeköy İlçe Başkanı Melda Tanışman Tutan’ın kardeşi Mehmet Ali Tanışman’ın Beşiktaş Belediyesi’nde inşaat mühendisi olarak işe alındığını söylüyor. Savcılık, SGK kayıtlarından bu işlemi doğruluyor.
LİSTE VERİLMİŞ
Tolgahan Erdoğan ise ifadesinde Özgür Çelik’e oy vermeleri karşılığında yakınları işe alınan delegelerin listesini veriyor. Bu kişilerin Kartal, Beşiktaş ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde işe alındığını söylüyor. Savcılık SGK kayıtlarından kontrol ediyor ve liste doğrulanıyor. Tolgahan Erdoğan, ayrıca Baki Aydöner, Özgen Nama ve Ozan Işık tarafından 15-20 bin TL’lik gıda kartları verildiğini söylüyor.
KİPTAŞ’TAN 2 EV
Müslüm Aytaç ise Pendik ilçesindeki kongrede Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklemek ve il başkanlığı seçiminde Cemal Canbolat’ın yanında yer almak için Özgür Çelik’in listesine karşı liste çıkardıklarını, adayları olan Niyazi Güneri’nin seçimi kazandığını ancak İstanbul İl seçiminde ve büyük kurultayda tavır değiştirip, Özgür Çelik ve Özgür Özel’i desteklediğini, bu değişimin nedeni olarak Kiptaş’tan 2 ev verildiğini iddia ediyor. Niyazi Güner’in Kiptaş’tan ev aldığını kabul ettiğini, ancak ‘paramla aldım’ dediğini söylüyor. Tabii burada para hareketleri tespit edilir. Tüm bunları ayrıntılı olarak neden yazdım? 5 Rüşvet aldım diyen CHP’li, rüşvet veren CHP’li, şikâyet eden CHP’li, görevden alınan CHP’li, göreve getirilen CHP’li. CHP, Atatürk’ün partisini nasıl bu durumlara düşürdüklerinin hesabını vermeli. Tüm bunlar niye yapılıyor?
EKO SİSTEM
Bir dönemler Ekrem İmamoğlu’nun sağ kolu olan Adem Soytekin ve Sarp Yalçınkaya itirafçı olup bunu anlatmışlardı. Adem Soytekin, “Ekrem İmamoğlu tarafından Beylikdüzü Belediye Başkanlığı süresince başlayan öncelik hedef olarak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sonrasında da cumhurbaşkanlığı için gerekli sermayeyi toplamak amacıyla kurulan, Beylikdüzü’nde temelleri atılıp İstanbul’un tamamına yayılan çıkar amaçlı yapı” olarak tanımlıyor. “MUSLUKLAR BİZE AKACAK” Sarp Yalçınkaya ise ifadesinde sistemi şöyle anlatıyor: “Fatih Keleş’in kendisine, (Murat Gülibrahimoğlu) ‘Muratçığım az kaldı, Ekrem baba cumhurbaşkanı oluyor. Memleketin bütün muslukları bize akacak.” Sistemin adı “Eko Sistem”di. Yani Ekrem İmamoğlu’nu cumhurbaşkanı yapmak için kurulmuş sistem. Parayla CHP’yi satın aldılar, parayla cumhurbaşkanlığını satın almaya gözlerini dikmişlerdi. Hesapları bozuldu ama CHP’yi kirlettiler.
ADALETİNLE BİN YAŞA
Özgür Özel, Gürsel Tekin’i ihraç ettiklerini açıkladı. Gürsel Tekin ise “AK Parti yargısı diye bağırıyorsunuz ama ondan daha beter durumdasınız. En azından benden savunma alınmaz mı?” diye tepki gösterdi. Savunma en kutsal değerdir. İdam edilecek kişiye dahi son sözü sorulur. Hak, hukuk, adalet diyen CHP, Gürsel Tekin’e bu hakkı dahi tanımadı. Bu durumda ne denir? Özgür Özel adaletinle bin yaşa.
2. AHMET HAKAN/ Mahkeme kararının CHP’ye etkisi ne olur
ÖRGÜTÜYLE, taraftarıyla bütünleşerek yola çıkmış bir siyasi parti... Mahkeme kararıyla yolundan dönmez. Mahkemenin atadığı kişiler tarafından yönetilmeyi içine sindirmez. Mahkemenin verdiği bir kararla dağılmaz, karışmaz, kopmaz. Mahkeme kararıyla güç kaybetmez, gerilemez. Mahkeme kararı CHP’yi... Tabii ki uğraştıracak, tabii ki oyalayacak, tabii ki çıkış yolu aratacak, tabii ki vakit kaybettirecek. Ama aynı zamanda... Mahkeme kararı CHP’yi...Zinde tutacak, dikkat merkezi yapacak, enerjik kılacak, mağdur gösterecek. Kısacası...Mahkeme kararından CHP’nin gerilemesini bekleyenlerin umdukları sonucu almaları mümkün olmayabilir.
GÜRSEL TEKİN’İN TRAJEDİSİ GÜRSEL
Tekin tabii ki CHP’li. Parti içinde gelmediği makam kalmamış. Ancak Gürsel Tekin’in bugünkü durumuna bakalım: “Ha” deyince on binleri toplayacak biri değil. Peşinden kitleleri sürükleyecek biri değil.- Bir taban hareketi örgütleyebilecek çapta biri değil. Yani bir tabana, bir kitleye, bir örgüte yaslanmıyor. Peki neye yaslanıyor? Mahkeme kararına. Siyasi hırsını taban hareketiyle değil de mahkeme kararıyla tatmin etmeye çalışan bir siyasinin... Gök kubbede hoş olmayan bir seda bırakmaktan başka şansı yoktur.
KAFAMIN KARIŞTIĞI YER
YUNUS Emre Erdölen şöyle yazmış: “Bir parti yönetiminin sadece ilk derece mahkemesi kararıyla değişmesi, tüm siyasi partiler ve siyasetçiler için endişe verici bir olasılık. Devlet iktidarının ve bürokrasinin, demokratik siyaseti yutmasıdır bu.” Okuduğumda sonsuz hak verdiğim bir görüş bu. Sadece ilk derece mahkemesinin verdiği kararla bir siyasi parti yönetimi değişmemeli. Ancak şu soruya da bir yanıt bulmamız şart: Parti içinden birileri, “bu kurultayda delegeler parayla satın alındı” diye mahkemeye başvurursa... Duruşmalarda “evet, para aldım” diyenler çıkarsa... Somut bazı deliller ortaya dökülürse... Mahkeme, “benim verdiğim kararla siyasi parti yönetiminin değişmesi demokratik siyaseti yaralar” diyerek... İddiaları görmezden mi gelecek? Ya da diyelim ki... İlk derece mahkemesi, bu konulara bakmaz. O zaman kim bakar? Ne yani? Şaibenin, parayla delege satın almanın, finans gücüyle partiyi ele geçirmenin cezası olmayacak mı? Olacaksa bu cezayı hangi mahkeme kesecek KILIÇDAROĞLU KAYYUM OLARAK GELİRSE İSTANBUL kararından sonra... Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’ye kayyum olarak gelme ihtimali arttı. Peki ne olur Kılıçdaroğlu gelirse? CHP’nin örgütleri ve tabanı, Kılıçdaroğlu’nun arkasında hizaya dizilir mi? Herkes tıpış tıpış yeni genel başkanın arkasından gider mi? Hiçbir şey olmamış gibi Kılıçdaroğlu partiye hükmedebilir mi? Bunların hiçbiri olmaz. Yasal zorunluluk dayatırsa... Sonuçta şu olur: Özgür Özel ve ekibi, yeni bir parti kurar... Kemal Kılıçdaroğlu da marjinalin marjinali bir partinin genel başkanı olarak kalır. Kılıçdaroğlu, “mahkeme beni kayyum olarak atar, eski günlere döneriz, kaldığımız yerden devam ederiz” diye hiç ümitlenmesin yani. Ne CHP kendisine yar olur ne de Özgür Özel ve ekibinin yolunu kesebilir.
HİKMET ÇETİN’İN ROLÜ VE İŞLEVİ HİKMET
Çetin’in son iki teması: Önce MHP Lideri Devlet Bahçeli ile görüştü. Sonra Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum’a nezaket ziyareti yaptı. CHP’ye tam bir abilik yapıyor Hikmet Çetin. CHP’nin diyaloğa açık yüzünü temsil ediyor. Mesaj alıp getirdiğine zerre kadar inanmam Sadece diyalog kapısını açık tutmaya çalışıyor olabilir. Zaten Hikmet Çetin’in kişisel siyasi tarihine bakın: O tarih... Diyaloğa açıklığın, uzlaşmaya yakın durmanın, her kesimle konuşmanın, itidalli tutumların tarihidir.
TUHAF ZAMANLARDA YAŞAYASIN CUMHURBAŞKANI
Erdoğan, bir Çin atasözüne atıfta bulunarak “Tuhaf zamanlardan geçerken...” demişti. Benim bildiğim şudur: Çinliler, birine beddua ederken “İlginç zamanlarda yaşayasın” derlermiş. Peki ama hangisi: İlginç zamanlar mı? Tuhaf zamanlar mı? İlginç, “ilgi çekici, ilgi uyandıran” demek. Tuhaf, “şaşırtan, garip” demek. Çinlilerin birine beddua ederken “tuhaf zamanlarda yaşayasın” demeleri akla daha yatkın.
3. BERCAN TUTAR/ İsrail’in ‘Kara Eylül’ü
İsrail'in Gazze'ye yönelik barbar soykırımı devam ettikçe siyonizmi stratejik anlamda nefessiz bırakan diplomatik kuşatma da giderek artıyor. İsrail medyası 9 Eylül'de başlayacak olan Birleşmiş Milletler'in (BM) 80. kuruluş yıldönümü toplantılarında Filistin Devleti'nin tanınma furyasını daha şimdiden 'Kara Eylül' diye niteliyor. Times of Israel, Yedioth Ahronot, Haaretz ve Israel Hayom gibi ana akım medya organları, ABD ve Almanya gibi İsrail'in en sadık destekçilerinin bile artık rota değiştirmeye başladığını hatırlatıyor. Genel olarak İsrail kamuoyu ve medyasında "Batı'da artan Filistin devletini tanıma eğiliminin askeri ve siyasi açıdan bir ağırlığa sahip olmasa da sonuçları bakımından 'utanç verici bir stratejik başarısızlığı' temsil ettiği" şeklinde bir ortak kanı oluşmuş durumda. İsrail medyası artık "ABD'deki Demokrat ve Cumhuriyetçi partideki genç seçmenlerin daha fazla Filistinlilerin yanında yer alacağını kim hayal edebilirdi? Ya da Batı dünyasının büyük bir kısmı Filistin devletini tanır mıydı?" şeklindeki afallatıcı sorularla karşı karşıya. Yeni süreçte serzenişleri daha da artacak. 8 Zira tarihsel olarak İsrail'in en yakın müttefiklerinden Almanya'nın İsrail'e silah ambargosu çıkışının yol açtığı şaşkınlık hâlâ aşılabilmiş değil. Kuşku yok ki İsrail medyasının da artık açık açık yazdığı gibi Gazze'nin topyekûn işgali, İsrail'in bekası içinciddi bir stratejik tehdit oluşturan eğilimleri daha da hızlandıracaktır. Buna ek olarak siyonizmin ABD'deki gücünün en kritik ayağı olan Amerikan Yahudileri arasında da bölünmeler yaşanıyor. Soykırımcı İsrail'in ABD'deki bağı kaybetmesinin ciddi bedelleri olacak. Ayrıca Gazze'yi işgalin hiç konuşulmayan bir de ekonomik yükü var. Gazze'nin tamamen askeri olarak ele geçirilmesi doğrudan İsrail yönetimini gerektirecek. Bu işgalin askeri, siyasi ve stratejik dezavantajları yanında İsrail'e getireceği astronomik mali meblağlar da siyonist medya tarafından mercek altına alınıyor. Çünkü işgalci hırsızlar mallarına el koydukları Filistinlileri katletmeye alışmışlar. Hayatta kalmaları onlar için hiç 'ekonomik' değil. Bir de İsrail kamuoyundan ziyade ordu arasında büyüyen bir çatlak var. O da siyasi yönetimin ulusal güvenliği değil koalisyondaki partilerin dar çıkarlarına ve politikacıların şahsi ikballerine göre hareket ettiği düşüncesi. En çok da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un başlattığı Filistin Devleti'ni tanıma açılımına Almanya şansölyesi hariç bir dizi Avrupalı liderin destek vermesi siyonistlerin kimyasını bozuyor. Ne kadar umursamaz görünseler de korkularını gizleyemiyorlar. Derin bir stratejik felç geçiren İsrail muhalefeti, medyası ve ordu içindeki bazı kesimler Başbakan Netanyahu ve radikal ortaklarının Gazze'deki 'mesihçi vizyon'unun Macron gibi liderlerin 'içi boş girişimlerine' alan açtığından yakınıyor. Hâsılı kelam, BM Genel Kurul toplantıları daha başlamadan esen Filistin rüzgârı, İsrail'e hafakanlar yaşatıyor. Yaklaşan fırtınayı 'Kara Eylül' diye niteliyorlar. Çünkü onlar da iyi biliyor ki 150 yıllık İsrail-Filistin çatışması kontrollerinden çıkıyor. Haliyle siyonistlerin Filistin'i sömürge ve işgal stratejisinin seyri değişiyor. Uyanan küresel vicdanı artık susturamıyorlar. Hem ulusal hem uluslararası kamuoylarına karşı koyamayan ABD ve Almanya dâhil Batı'nın siyonistlere verdiği açık çekin vadesi artık doluyor. Bölgemizde ve dünyada post-siyonist bir dönem başlayacak. Gidişat bunu gösteriyor.
4. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Ayı, ejderhâ, fil ve bozkurtun dansına dâir
Sovyetler Birliği’nin çöküşü Amerika Birleşik Devletleri açısından mutlak bir zafer olarak algılandı. ABD’nin dünyâ hegemonyasının önünde hiçbir mâni kalmamıştı. II.Umûmî Harp sonrası ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği tarafından kurulan bir dünyâ dengesinin devâm ettirilmesi artık gerekmiyordu. ABD tek taraflı olarak, inşâsında kendi harcının da olduğu bir sistemi azgın bir şekilde yıkmaya başladı. Aslında bu azgınlaşma, ABD’de daha 1970’lerin sonlarından itibâren dengeci elitlerin yerini almaya başlamış olan Neocon yeni elitlerin senelerdir aklına koyduğu mutlak ABD hegemonyası idealinin hayâta geçirilmesinden başka bir şey değildi. Para, silâh ve kültürel/ideolojik üstünlük ABD’deydi. O hâlde ne için durulsundu ki? Uluslararası düzlemde ,şöyle böyle işleyen her çeşit norm ABD postalları altında ezildi. Dünyâ hızla önü alınmaz kaoslara sürüklendi. Bu dar görüşlü bir bakıştı. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılması esâsen komünist modelin iç çelişkilerinden kaynaklandığı kadar; belki de ondan daha fazla olarak küresel sistemik bir krizin neticesiydi. II.Umûmî Harp sonrasında inşâ edilen Dünyâ Sistemi temelde kuvvetli ortak paydalara sâhipti. Aslında ortada bir kapitalizm-sosyalizm çatışması çatışması yoktu. Sovyetler Birliği ,sistemin en kuvvetli müşterek paydası olan yeniden bölüşümü esas alan devletli kapitalizmin en katı formuydu. Bu katılık, devletli kapitalizmin devletçi kapitalizme dönüştürülmesinden kaynaklanıyordu. Komünist blok yeniden bölüşümü bürokrasinin insâfına bırakmıştı. Buna mukâbil , meselâ 1960’larda Batı Avrupa, adına Ren kapitalizmi denilen devletli kapitalizmin görece daha yumuşak bir formunu temsil ediyordu. Burada yeniden bölüşüm sınıflar arasındaki pazarlığa bırakılmıştı. Batı’yı Doğu karşısında demokratik kılan da buydu. ABD’de de durum farklı değildi. New Deal, devletli kapitalizmin bir başka örüntüsünü temsil ediyordu. Yeni ABD elitleri , Sovyetler’in yıkılışını devletli ve sosyal /kamusal önceliklere dayanan sistemin tasfiyesi için bir fırsat saydılar. Neocon azgınlaşmaya yapışan neoliberal tezler ortamı daha da köpürttü.Hâsılı ABD elitleri ,Sovyetleri çökerten sürecin üç vakte kadar kendisini de vuracak olan sistemik bir kriz olduğunu kabûl etmediler. Bugün yaşadıklarımız ABD’ye bu ihmâlinin nelere patladığını acı acı gösteriyor. Nasıl seyrettiğine dâir çok yazdığım için tekrâr etmeyeceğim. 1970’lerde başlayan Çin’in yükselişi ve önlenemez bir büyüme göstermesi, ABD’nin hesaplarını boşa çıkardı. Evet, bugün elinde muazzam bir askerî güç var. Ama bunu mutlak olarak dünyâya dayatması mümkün değil. Sovyetler’in yerini alan Rusya , nükleer dengeyi yeniden kurdu. Üstelik balistik füze teknolojisi ve 10 kapasitesiyle ABD’nin üzerine çıktı. Çin her geçen gün askerî kapasitesini ABD’ye yakınlaştırıyor. Arada bir Kuzey Kore gerçeği de var. Buradan bakınca ABD’nin elinde kalan iki üstünlükten birisi olan askerî kapasite üstünlüğü büyük ölçüde ortadan kalkıyor. Diğer üstünlüğü olan finansal üstünlüğü de artık çok kuvvetli bir şekilde sorgulanıyor ve bilhassa palazlanmış yarı merkez dünyâda, kolay değil. Ama Dolar’dan kaçış refleksleri ve arayışları keskinleşiyor. ŞİÖ, BRICS gibi oluşumlar bunu teşvik eden târihsel pratikler olarak temâyüz ediyor. Doğrusu artık adım adım ABD Hegemonyasının sonuna doğru gidiyoruz. ABD ,Çin’in yükselişine ekonomik ve siyâsî olarak cevap veremiyor. Trump’ın uyguladığı gümrük tedbirleri nâfile gayretlerden ibâret kalıyor ve ABD’yi daha da zora sokan çıktılar veriyor. ABD’nin akıl almaz bir sûrette Hindistan’a karşı yürürlüğe soktuğu gümrük târifeleri bunun son misâli. Kaş yapayım derken göz çıkarmak gibi bir şey oldu bu. Pekiyi ABD açısından durumu kabûl etmek kolay mı? Elbette değil. Elinde ,ya herro ya merro diyerek Çin ile askerî olarak kozunu paylaşmaktan başka bir çâre kalmıyor. Yâni hızla III.Umûmî Harbe doğru yol alıyoruz. Gelelim madalyonun arka yüzüne..ŞİÖ’nün, dünyâyı yıldırmış olan ABD mezâliminden kurtuluş için bir umut olduğunu iddia eden bir bakışın giderek daha baskın hâle geldiğine şâhit oluyorum. “Ayı”, “Ejderha” ve “Fil”in dansı daha âdil bir dünyâyı mümkün kılabilir mi? Maddî olarak bu güçler arasında daha pekişmiş olanı “Ayı” ile “Fil”in ilişkisi. Bu iki güç ile “Ejderha” arasında derin çelişkiler var. Bunların aşılması ve “Kartal” a karşı tutarlı bir ittifâka dönüşmesi asla kolay değil. Nihâî tahlilde unutmayalım ki ne “Ayı” ne de “Fil” Batı’dan kopmak niyetinde. Arada, “Ayı” ile derin târihsel bağları olan ; ama eş anlı olarak “Ejderha” ve “Kartal” ile dans eden bir “Bozkurt” gerçekliliği var. (Türkiye’yi sürece yakın tutan âmil de bu). Pakistan ile flört eden ve “Fil”e mesâfeli bir Âzerbaycan var. Ama aynı Âzerbaycan ,İsrâil noktasında “Fil” ile aynı safta..Hâsılı, çok katmanlı ve çelişkili bir ilişkiler yumağıyla karşı karşıyayız. Dönemsel yakınlıklar istikbâli garanti etmiyor. Onun için heyecâna kapılıp aşırı beklentiler geliştirmemek gerekiyor. Ama en vahimi, ŞİÖ bağlamında pivot gücün Ejderha olduğunu unutmamak gerekiyor. ŞİÖ’ne hâkim olan söylemin çok kutupluluk, karşılıklı faydaya dayalı, daha eşitlikçi, hakkâniyetli , daha âdil bir dünyâ olduğuna şâhit oluyoruz. Bunun Çin’in bugüne kadar sergilediği küresel siyâsetlerle uzaktan yakından bir alâkası olmadığını akıldan çıkarmamak gerekiyor. Çin ‘in târihsel pratiği dünyâya set çekmekten başka bir şey olmadığını ve Çin ve Çinlilik hâricinde başka bir dünyâya asla inanmadıklarını ortaya koyuyor. Bugüne kadar nereye girdiyse, oraya en acımasız sûrette çökmediği tek bir istisna yok. İsmiyle müsemmâ; bir ejderha’dan bahsediyoruz. Aklı başında bir ekonomistin, Çin ile kurulacak bir ilişkinin ekonomik soykırımdan başka bir şey olmadığını söylediğini hatırlıyorum. 11 Şu aralar Çin, Türkiye’ye de yakınlaşma yolunda adımlar atıyor. Çok dikkat etmek gerekiyor… Yağmurdan kaçarken doluya tutulmayalım…
5. SELÇUK TÜRKYILMAZ/İsrail denilince bu, mutlaka İngiltere’dir
7 Ekim 2023’ten sonra başta Güney Afrika Cumhuriyeti olmak üzere farklı kıtalardan birçok ülke Filistin bağımsızlık mücadelesine destek verdi. Bu ülkeleri Filistin’e destekleri itibarıyla bir kategoriye dâhil edebiliriz fakat birbirinden farklı bağlamları göz önünde bulundurmak gerekir. Örneğin İspanya gibi ülkeler İngiltere’nin kolonisi değildir ve aralarında tarihî bir rekabet vardır. Güney Afrika Cumhuriyeti ise İngiltere’nin eski kolonilerindendi. Daha 90’ların başına kadar Güney Afrika’da İngiltere kolonyal yönetim biçimleri tatbik edildi. Bu sistem, Hindistan kolonisinden biraz farklı olarak yerleşimci kolonyalizminin bütün özelliklerini barındırmıştır. Yerleşimci kolonyalizmi ırk üstünlüğüne dayalı aprtheid rejimi olarak yerlilerin sistem dışına çıkarılarak yok edilmesini gerektirmektedir. Apartheid bu sistemin ayırıcı vasfıydı ve yönetim beyaz Avrupalı yerleşimcilerin tekelindeydi. Güney Afrika’da geçerli olan ve beyaz Avrupalıların üstünlüğüne dayanan apartheid rejimi İngiltere tarafından kurulmuştur. Daha eski dönemlerde Kuzey Amerika’da da İngiltere’nin kolonileri vardı ve bunlar da beyaz Avrupalı yerleşimcilerin üstünlüğüne dayanıyordu. İngiltere’nin kolonilerinde Yahudi yerleşimcilerin varlığı ise bilinmeyen bir durum değildir. İngiltere Kuzey Amerika kolonilerinde ve Güney Afrika’da geliştirdiği yerleşimci kolonyal sistemi Filistin’de de tatbik etti. Filistin manda yönetimi neokolonyalist bir yapıydı. Bizde neokolonyalizm farklı bağlamlarda gündeme geldiği için Filistin’de kurulan yeni yönetimin ayırıcı vasfı üzerinde durulmadı. Beyaz Avrupalı yerleşimcilerin ırk üstünlüğüne dayalı bu yeni rejim, İngiltere’nin 19. yüzyıldan kalma mirasını yansıtmasına rağmen İngiltere daima geri planda kaldı. Hatta Siyonist Yahudi terör gruplarının İngiliz manda yönetimine karşı giriştiği birtakım eylemler öne çıkarılarak kolonyal mirasın üzerinin örtüldüğünü bile söyleyebiliriz. “Çağdaş Küreselleştirilen İngiliz-Yahudi Medeniyeti” gibi çok çarpıcı kitap başlıklarının dahi geniş kitleler üzerinde bir tesiri olmadı. Kuzey Amerika kolonilerinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan ABD’de ve daha yakın zamanlara kadar Güney Afrika kolonisinde Siyonist Yahudiler, beyaz Avrupalı yerleşimcilerle birlikteydi. Yahudiler de koloniciydi. Bu birliktelik Filistin’de de vardı. Filistin kolonileştirilmiş ve Siyonist Yahudiler bu koloninin hâkim beyaz Avrupalı unsuru olarak öne çıkmıştır. Siyonist Yahudi yerleşimciler ABD’de ve Güney Afrika’da olduğu gibi Filistin’de de İngilizlerle birlikte hareket etti. Fakat bu tarihî hakikat farklı propaganda yöntemleriyle görünmez kılındı. Dünyanın dört bir yanında Avrupa medeniyeti ve değerleri adı altında yapılan propaganda çalışmaları amacına ulaştı İngiltere’nin kolonyal mirası unutulmaya terk edildi. İngiltere’nin 12 yerleşimci kolonyal mirasının yerine Avrupa medeniyeti ve değerleri konuldu. Böylelikle Avrupa dışında kalan milletler bu medeniyet ve değerleri ekseninde yargılandı. Üçüncü dünya ülkeleri ve az gelişmişlik gibi kavramların çağrışımlarını bugünkü gençliğin hatırladığını zannetmiyorum. Ne yazık ki okullarımızda bu gibi konular karşılaştırmalı olarak gündeme getirilmediği için İngiltere ve ABD tarihi hâlâ İngiliz muhafazakârlarının bakış açısına göre anlatılmaktadır. Onlar da Rudyard Kipling gibi İngiliz kolonyal mirasına övgü düzmektedirler. Aynı görüş doğrultusunda yazılan kitaplar bizde sarsılmaz bir itibara sahiptir. “Ulusların Düşüşü” gibi yakın zamanlarda yayımlanan bir kitaba övgü düzme yarışına girenleri bir daha düşünmek gerekir. Gazze’den sonra İngiltere ve Almanya’nın aşırı İsrail taraftarlığının anlaşılmamasına şaşırdığımı ifade etmeliyim. 7 Ekim’den hemen sonra Almanya, İsrail taraftarlığında ne kadar hevesli olduğunu gösterdi fakat bu, Holokost utancı ile açıklandı. Hâlbuki Almanya’nın mevcut yönetimi ve daha öncekiler açıkça Alman ırkının üstünlüğü fikrine yeniden hayat vermekteydi. İngiltere ise eskinin kolonyal mirasına göre hareket ettiğini bütün dünyaya gösterdi. İngilizler belki de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Siyonist İsrail’i korumak için ilk defa risk almaya başladılar. Keir Starmer hükûmeti İsrail’in yanında yer alırken İngiltere’nin Siyonist ideolojinin banisi olma özelliğini de göstermiş oldu. Bu çerçevede üçüncü dünya ülkelerini baskılamaya yarayan medenî değerler ideolojisini bir tarafa bırakarak yerleşimci kolonyal şiddeti kutsamaya giriştiler. Buna rağmen İngiltere ve Almanya’nın soykırım ortaklığı üzerinde durulmadığını görmemiz gerekir. İsrail denilince bu, mutlaka İngiltere’dir.
6. OĞUZHAN BİLGİN/ Kader ânı
Akşam’ın diğer yazıları Her insan bir kadere sahip olduğu gibi milletler de bir kadere sahiptir. Tıpkı yine insanlar için olduğu gibi, milletlerin kader çizgisindeki istikametin ne olacağını da bazı kader ânlarındaki tavırlar, tercihler ve stratejiler belirlemektedir. Alınan veya alınmayan tavırlar, verilen veya verilmeyen kararlar önemli olduğu kadar bunun zamanlaması da önemlidir. Tereddütler, stratejik hatalar, ikili oynamalar, oyalamalar ve dengeyi fazla gözetmeler bu kader çizgisinde kırılmalara, kopuşlara sebep olacağı gibi bir daha gelmeyecek tarihi fırsatların kaçmasına da neden olabilir. Kuşkusuz bu kader çizgisini belirleyen çok fazla dış etken de vardır ve burada en çok dikkat edilmesi gereken husus ihanettir. İçinden geçtiğimiz zamanlar da Türkiye'nin kaderinin nasıl yazılacağını belirleyecek bir kader ânına doğru ilerliyor. Türkiye geçtiğimiz yüzyıl boyunca Batı vesayetinden çıkmakta zorlanan, Batı vesayetine meydan okuduğunda da içerideki vesayet unsurlarının tekrar Türkiye'yi Batı vesayetine soktuğu bir dış 13 politika çizgisi izlemek zorunda kalmıştı. Lâkin Türkiye gibi imparatorluk tarih-politiğine sahip bir ülkenin herhangi bir üçüncü dünya ülkesi olarak kalması Türkiye'nin de Türk milletinin de kaderinde olmamalıydı. Büyük mücadeleler vererek, bedeller ödeyerek, Türkiye nihayetinde vesayet kabuğunu çatlattı. 15 Temmuz 2016'da FETÖ'nün ABD / İsrail talimatıyla yaptığı darbe girişiminin püskürtülmesi burada önemli bir kader ânıydı. Çünkü bu darbe girişiminin iki hedefi vardı: Birincisi her darbede olduğu gibi Türkiye üzerindeki Batı vesayetini tekrar tesis etmek. Çünkü 2010'lar birlikte Türkiye Batı'ya meydan okuyordu. İkinci ve bugün pek konuşulmayan hedefi de Suriye'nin kuzeyinde ABD / İsrail'in kurmak istediği ve her türlü desteği verdiği PKK/YPG/SDG terör devletine Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın engel olmasından dolayı Erdoğan'ı devirmek ve FETÖ'cü darbeciler eliyle Suriye'deki PKK teröristanına yolu açmaktı. İşte 15 Temmuz gecesi tanklar, F-16'lar karşısında mücadele edip şehit ve gazi olan kahramanlar hem Türkiye'nin bağımsızlığı hem de aslında PKK'ya devlet kurdurulmaması için bir vatan mücadelesi veriyorlardı. O kader ânından Türkiye alnının akıyla çıktı ve kendi kaderini kendisi yazabilecek bir devlete dönüştü. İşte şimdi de benzer bir kader ânına doğru gidiyoruz. Suriye Devrimi'nden sonra (Rusya, Esad ve İran'ın kovulmasıyla) bölgede çok büyük bir stratejik, politik, askeri üstünlük yakalayan Türkiye hem Şam'la hem de Bağdat'la kurduğu güçlü koordinasyonla PKK / YPG / SDG'yi rahatlıkla boğabilirdi. Üstelik İsrail daha ne İran'ı ne Suriye'yi vurabilmiş, ne de Suriye'de Dürziler, Nusayriler ve PKK / SDG üzerinden bu kadar faal hale gelebilmişti. Türkiye o dönem başlattığı Terörsüz Türkiye süreciyle aslında böylesine sıkışmış bir PKK/ SDG'ye güzellikle silahlarını bırakıp yüzlerine Tel Aviv yerine Ankara'ya ve Şam'a dönmeleri için fırsat da zaman da verdi. Bu süreçte Ahmed Şara, Mazlum Abdi ile görüşerek bir protokol de imzaladı. Ama ne imzaladıkları protokolün herhangi bir maddesine bile uyan ne de silah bırakmaya dönük en ufak bir işaret veren PKK / SDG ile karşı karşıya kaldık. Bırakın silah bırakmayı, fırsat buldukça Suriye güçlerine saldıran, Türkiye'ye ve Suriye'ye tehditler savuran, Dürzilerle arasına Davut Koridoru kurma hayalleri gören ve hâlâ tünel kazan PKK/SDG'nin silah bırakmasına dair beklentiler sonuçsuz kalmış gibi görünüyor. Hem Sn. Erdoğan hem de Sn. Bahçeli'nin son ifadeleri bunun Türk Devleti tarafından da böyle anlaşıldığını gösteriyor. Çünkü belli ki PKK, terörsüz Türkiye sürecini âdeta Türkiye'nin zaafıymış gibi gören, Türkiye sanki buna muhtaçmış gibi anlayan ve devrimden sonra geçen 10 ay boyunca da İsrail'in Suriye'de boşluk bulup hakimiyet ve güç kazanması için Türkiye'yi oyalayıp zaman kaybettiren bir anlayışa sahip. 14 Bu bakımdan Türkiye'nin daha fazla zaman kaybedip, İsrail'in Suriye'de daha fazla güç kazanmasına artık tahammül etmeyeceği anlaşılıyor.
7. DR. MAKBULE YALIN/Modern yaptırımlar: Politika aracı mı ekonomik tehdit mi?
Uluslararası sistemde son dönemde sıklıkla ifade edilen yaptırım uygulama ihtimalleri küresel ekonominin kırılgan dengelerini doğrudan etkilemektedir. ABD'de Başkan Donald Trump yönetiminin "gaslighting" politikası kapsamında öngörülemez nitelikte atılan tarife ve kısıtlama adımları, geleneksel ittifak ilişkilerinde dahi belirsizlik yaratırken, Rusya'ya yönelik enerji ve finans kısıtları, İran’a dönük ikincil yaptırım tehditleri ve Çin teknoloji sektörüne getirilen engeller ekonomik ilişkilerin yönünü yeniden belirlemektedir. Bu gelişmeler, yaptırımların yalnızca diplomatik ve siyasi bir baskı aracı değil, aynı zamanda küresel ekonomi politiğinin merkezinde yer alan stratejik bir enstrüman haline geldiğini ve büyük güçler ile müttefikler arasındaki dengeyi doğrudan etkilediğini göstermektedir. İnsan hakları ihlali gibi uluslararası sistemi ilgilendiren önemli konularda bir ülke ile diplomatik anlaşma yolları tıkandığında ve savaşın da maliyetlerinden kaçınıldığında devreye alınan ekonomik yaptırımlar, hedef alınan ülkenin davranışını gerçekten değiştirebiliyor mu yoksa sadece uluslararası kamuoyuna verilen bir mesaj mı? En önemlisi verilen bu mesajların bedeli nedir? Diğer önemli bir nokta da siyasi açıdan uluslararası sistemde güç dengelerini test eden bir araç haline dönüşen yaptırımların hangi mekanizmalar üzerinden işletildiğidir.
YAPTIRIMLARIN ETKİNLİĞİ
Yaptırımların etkinliği tarih boyunca sabit bir başarıyla ölçülememiştir. Sonuçları her zaman uygulamanın kapsamı, uluslararası destek, hedef ülkenin ekonomik gücü ve siyasi yapısı gibi faktörlerin birleşimine bağlı olarak şekillenmiştir. Örneğin, 1990'larda Irak'a uygulanan ambargolar Saddam Hüseyin'in bazı temel mallara erişimini kısmen engellerken, komşu ülkeler ve kaçakçılık ağları aracılığıyla etkisi sınırlı kaldı. Koalisyon ülkeleri ise düşük maliyetle hedeflerine ulaşabildi. Aynı dönemde Yugoslavya'ya karşı uygulanan yaptırımlar, güçlü koalisyon desteği sayesinde belirli ölçüde etkili oldu. 2006 sonrası Kuzey Kore'ye uygulanan BM yaptırımları çok taraflı hareket sayesinde nükleer programda kısmi baskı oluşturabildi. 2012'de İran’a uygulanan SWIFT kısıtlamaları kısa vadede müzakereleri etkilerken, Pyongyang alternatif finansal kanallar sayesinde benzer baskılardan kaçtı. 15 Yaptırımların uygulanmasında süreklilik ve kararlılık da kritik bir eşiği temsil etmektedir. Örneğin, kısa süreli veya sık esnetilen yaptırımlar caydırıcılığını kaybederken, uzun soluklu uygulamalar hedefi stratejik kararlarını gözden geçirmeye zorlayabilir. Güncel örneklerde ise Rusya, 2022 sonrası Asya pazarlarına yönelerek Avrupa yaptırımlarını kısmen bertaraf etti. İran ise geçtiğimiz aylarda Hürmüz Boğazı üzerinden petrol fiyatlarıyla küresel maliyetleri dağıtacaktı. Tüm bu örnekler gösteriyor ki yaptırımların başarısı yalnızca uygulamaya değil, uluslararası destek, alternatif kanallar, ekonomik güç, siyasi yapı, süreklilik ve insani sonuçlar gibi çok katmanlı faktörlere bağlıdır.
YAPTIRIMLARIN UYGULANMASINDAKİ SAMİMİYET KARİNESİ
Ayrıca, yaptırımların amacına uygunluğu, çözümü kolaylaştırıcı nitelikte olması, samimi uygulanması ve birden fazla ülkeye uygulanırken belirli standartların gözetilmesi kritik önemdedir. Ancak uygulamada bu ilkeler çoğu zaman ihmal edilmektedir. Örneğin, insan hakları ihlalleri söz konusu olduğunda ABD, Orta Doğu ülkelerine tereddütsüz yaptırımlar uygularken, İsrail’e karşı bugüne kadar gerçekçi bir yaptırım devreye girmemiştir. Benzer biçimde, geçtiğimiz haftalarda ABD, Rusya-Ukrayna savaşı bağlamında Rusya'dan enerji ithalatı yapan ülkelere ek gümrük vergisi uygulayarak savaşın finansmanını durduracağını iddia etmiş, ancak bu karar yalnızca Hindistan'a uygulanmış ve Hindistan Başbakanı Narendra Modi'nin haklı tepkisine yol açmıştır. Modi, ABD'nin doğrudan Rusya'ya yaptırım uygulamama gerekçesini sorgulamıştır. Öte yandan, Rusya'dan enerji ithal eden ülkelere yönelik yaptırım açıklamaları belirsiz ve sınırlı kalırken, geçtiğimiz günlerde Putin ile Alaska'da düzenlenen zirve öncesinde, ABD'nin Rus buz kırıcı gemilerinin kullanımına dair bir anlaşmaya vardığına ilişkin iddia Reuters tarafından gündeme taşındı. Benzer şekilde Norveç Devlet Varlık Fonunun Gazze'de savaşın başladığı hafta İsrail savunma şirketi hisselerine yatırım yapması ve daha sonra hisselerin düşüş eğilimine girmesiyle İsrail'e destek vermeyeceğini açıklaması, ülkelerin yaptırımlarda çözüm odaklı samimiyetinden çok kendi çıkarlarını öncelediklerini göstermektedir. Benzer şekilde Avrupa Birliği (AB) de Rusya ile iş yapan Çin bankalarına yönelik yaptırımlar uygulayacağını açıklamıştır. Tüm bu örnekler, yaptırımların hedefe ulaşabilmesi için şeffaf, tutarlı ve evrensel standartlarda uygulanmasının ne denli hayati olduğunu ortaya koymaktadır.
TEHDİT EKONOMİSİ
Devletler tarafından uygulanan yaptırımlar günümüzde kendilerine çoğunlukla devletlerin denetimi dışında kalan alanlarda geliştirici bir zemin ve kaçış yolları bulmakta ve devlet dışı aktörlerin çıkarlarına hizmet etmektedir. Ekonomik yaptırımlar geleneksel olarak hedef ülkeleri belirli bir politika değişikliğine zorlamak amacıyla uygulanırdı. Bu sayede etkisi ölçülebilir, sınırlıydı. Ancak günümüzde yaptırımların doğası değişti ve amaçlarından saparak klasik nedensellik ilişkileri tersine çevrildi. Artık yaptırımlar, yalnızca hedef ülkenin ekonomik faaliyetlerini sınırlamakla kalmıyor aynı zamanda finansal piyasalar ve sermaye akışları üzerinden sessiz ama yaygın bir kontrol mekanizmasına dönüşerek, öngörülemez dalgalanmalar yaratıyor ve küresel risk primlerini yükseltiyor. Hedef ülkeler, doğrudan müdahale veya enerji ambargosu olmadan baskı altına alınırken, yaptırım uygulayan ülkeler dahil tüm piyasalarda da kırılganlık artıyor Bu yeni yaklaşım, ekonomik güvenlik kavramını kökten yeniden tanımlayarak, yaptırımları sadece diplomatik bir baskı aracı olmaktan çıkarıp finansal sistemin kırılganlıklarını tetikleyen spekülatif bir mekanizmaya dönüştürmektedir. SİYASİ
SÖYLEMLERİN EKONOMİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ
Siyasi yaptırımlar ülke ekonomilerini ciddi manada olumsuz etkiliyor. Mayıs 2018'de İran'a yönelik "tarihin en ağır yaptırımları" ifadesi, riyalin birkaç hafta içinde serbest piyasada yarı yarıya değer kaybetmesine neden oldu. İran'ın doğrudan yabancı yatırım girişi 2017'de 5 milyar dolar seviyesindeyken 2019'da 1,5 milyar doların altına geriledi. [2] 2019'da Çin ile tırmanan ticaret savaşında Trump'ın attığı tweetler dahi, Şanghay Bileşik Endeksi’nde iki gün içinde yüzde 5 kayıp yaratırken, aynı dönemde ABD Hazine tahvillerine güçlü girişler gözlendi. [3] Bu eğilim günümüzde de farklı biçimlerde devam ediyor. 2024 başkanlık seçimleri sürecinde Trump, Çin ve Meksika'ya yönelik olası yeni yaptırımları gündeme getirdi. Bu açıklamalar, Trump'ın göreve gelmesi ile birlikte Çin para birimi yuanın 2025 yılı ilk çeyrekte dolar karşısında yaklaşık yüzde 7, Meksika pesosunun ise bir haftada yaklaşık yüzde 4 değer kaybetmesine yol açtı. Institute of International Finance (IIF) verilerine göre aynı dönemde gelişmekte olan ülkelere yönelik portföy akışları 12 milyar dolar azaldı; buna karşılık ABD'nin kısa vadeli tahvillerine net girişler 15 milyar doları aştı.
EKONOMİK HEGEMONYA
Devletler artık klasik savaş ve sömürü düzeniyle fakirleştirilmiyor aynı zamanda finansal piyasalar üzerinden sessiz bir kuşatma altında tutuluyor. Bankacılık, uluslararası ödeme sistemleri ve sermaye hareketleri ekonomik güvenliği doğrudan hedef alan yeni bir silah haline gelmiş durumda. Bu "finansal sömürgecilik” karşısında Birleşmiş Milletler (BM), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve G20 gibi ulus-üstü kurumlar derhal harekete geçmeli, yaptırımların spekülatif etkilerini sınırlayacak ortak kurallar ve öngörülebilir mekanizmalar geliştirmelidir. IMF bugün bu alanı doğrudan ele almasa da küresel finansal istikrarı sağlamakla yükümlü kurumların, sessiz ama etkili bu kuşatmaya karşı somut politika araçları üretmesi artık kaçınılmazdır. Aksi takdirde, finansal piyasalardaki bu yeni savaş biçimi yalnızca hedef ülkeleri değil, tüm dünya ekonomisini kırılgan bir yapıya mahkum edecektir. Yaptırım silahının sıklıkla kullanılması neden olduğu yapısal zararlar ile birlikte küresel sistemi daha da kutuplaştıracaktır.