1.ABDULKADİR SELVİ / SÜRECİ SABOTE ETMEYE ÇALIŞIYORLAR (HÜRRİYET)
PKK’nın silah bırakması ve tasfiye süreci yüzyılın projesi. Madem yüzyılın projesi, o zaman yüzyılın özenini ve hassasiyetini göstermek gerekiyor. Bazen büyük yangınlar küçük kıvılcımlardan çıkıyor. Geçmiş dönemlerde bunları çok yaşadık. Çoğu zaman da planlı sabotajlar yapıldı.
2013-2014’teki çözüm sürecinde bir sahne yaşanıyor.
GAZETECİ–CIA İŞBİRLİĞİ
PKK’nın başındaki Murat Karayılan, Kandil’e giden HDP Heyeti’ne, “Size iki faks göstereceğim” diyor. “Bunlardan biri Türkiye’deki bir gazeteciden geldi. Diğeri ise CIA’nın bizimle ilgili birimin başındaki şahıstan. Ama ikisi de aynı merkezden çıkmış, her ikisi de kelime kelime aynı şeyi söylüyor. Türkiye’deki gazeteciden gelen faksta, ‘Siz Türkiye ile bir süreç yürütüyorsunuz. ABD de devrede olsun. ABD sizin haklarınızı korur. ABD devrede olmazsa Türkiye sizi aldatır’ diyor. CIA’da bizden sorumlu olan şahsın faksı da kelime kelime aynı” diyor. Faks metni aynı, sadece imzalar farklı.
Çözüm süreçlerini büyük güçler sabote etti. Ama kimi zaman süreç yönetiminde yaşanan küçük krizler, süreci sabote etmek isteyenlerin eline fırsat verdi. Habur rezaletinde yaşandığı gibi.
BAHÇELİ’YE HAKARET
Barzani’nin korumalarının Cizre’de uzun namlulu silahlarla bulunmaları, Bahçeli’nin tepkisi üzerine Barzani’nin ofisinden yapılan densiz açıklama sürece zarar verdi. Daha sonra yapılan açıklama ile durum toparlanmaya çalışıldı. Bahçeli’nin olgun tavrı ile kıvılcım bir yangına dönüşmeden söndürüldü. Ama hasar verdi.
Aman ha dikkat. Bu tür ufak yol kazaları sürece olan güveni sarsıyor, süreci enfekte ediyor, süreci sabote etmek isteyenlerin eline fırsat veriyor.
BESE HOZAT VE GÜLİSTAN KOÇYİĞİT
Terörsüz Türkiye sürecine yönelik iki sabotaj girişimine tanıklık ettik. Biri Kandil’den Bese Hozat’tan geldi. Diğeri ise DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit’ten. Bese Hozat, Öcalan’ın çağrısına uyarak silahlarını ateşe atan ilk grubun başında yer almıştı. Belli ki silahlarını ateşe vermiş ama kafasındaki silah duruyor.
Bese Hozat, sürece yönelik ciddi soru işaretlerinin oluşmasına yol açan açıklamalar yaptı.
Bese Hozat, henüz yasal düzenlemeler belli olmadan, “Af değil, özgürlük yasaları istiyoruz” dedi. “Eğer Türk devleti adım atmaz, Kürt sorununu demokratik temelde çözmez, Kürtlerin varlığını ve kimliğini tanımazsa Türkiye’nin geleceği çok karanlıktır” diye konuştu.
Öcalan’ın çağrı yaptığı, Erdoğan ve Bahçeli’nin bedenini taşın altına koyduğu bir süreçte bu çıkış neye hizmet eder? Bir: Süreci sabote etmek isteyenlere hizmet eder. Terörsüz Türkiye sürecini sabote etmek için Kandil’i su yoluna çeviren İsrail’e yarar. İlk süreci İngiliz istihbaratı, ikinci süreci CIA–FETÖ işbirliği sonucunda sabote ettiniz, üçüncü süreci de İsrail’in etkisiyle bozmaya mı çalışıyorsunuz? Geçmişte iki süreci sabote ettiniz, ne kazandınız ki üçüncü süreci sabote etmeye çalışıyorsunuz?
Türkiye’nin size İsrail’in ikinci uydu devletini kurduracağını mı zannediyorsunuz? Bu ülke, size dağlarda teröristlik yapacağınıza demokratik siyaset yapın diye imkânlar sunuyor. Öcalan bu yönde çağrılar yapıyor. Hani siz Öcalan’cıydınız? Artık uluslararası konjonktür değişti. Türkiye, yükselen güç. ABD ile Türkiye’nin bölgesel vizyonu büyük ölçüde örtüşüyor.
SÜRECİ SABOTE EDİYOR
DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Kılıç Koçyiğit ise İmralı ziyaretinin ardından süreci sabote eden açıklamalar yapmaya devam ediyor. Sanki bu sürecin dibine dinamit koymak için İmralı’ya gitmiş. Özellikle de YPG’nin silah bırakmaması için olağanüstü bir çaba gösteriyor. Darbe mekaniğini gündeme getiriyor. Cumhurbaşkanı’nın Kürt sorununun demokratik yöntemlerle çözümü konusundaki tarihi duruşunu bilmesine rağmen Erdoğan’a büyük haksızlık ediyor.
YAKIŞIKSIZ İFADE
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan söz ederken, “O’nun iradesine” gibi yakışıksız bir ifade kullanıyor. Eğer bugün televizyonlarda 24 saat Kürtçe yayın varsa, istediğin yerde rahatça Kürtçe olarak konuşabiliyorsan, çözüm süreci yeniden gündeme gelebildiyse, “O’nun” dediğin şahsın yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sayesinde bunları yapabiliyorsun.
ANLAMAMIŞ
Gülistan Koçyiğit, “Ben iktidarın, iktidarda kalıp kalmamaktan bağımsız olarak bu süreci yürüttüğünü hiç düşünmedim. Hâlâ da düşünmüyorum” diyor. Belli ki Erdoğan’ı hiç anlamamış. Erdoğan oy kaygısıyla bunu yapsa tam tersini yapardı. 2023 seçimlerini ve 1 Kasım 2015 seçimlerini böyle kazandı. Bu süreç AK Parti’ye oy kazandırmaz. Tam tersine siyasi olarak riskli. Çözüm sürecinin arkasından girilen 7 Haziran 2015 seçimlerinde bu yaşandı.
CELLADINA ÂŞIK OLMAK
Bu aşamada tarihi gerçekleri hatırlatmak istiyorum. CHP’nin tek parti yönetimi zamanında 17 Kürt isyanı oldu. Nasıl bastırıldığını biliyorsunuz. ‘Beyaz Toros’ların gezdiği, faili meçhul cinayetlerin yaşandığı 90’lı yıllarda ise CHP, iktidar ortağıydı. Ama HDP–DEM çizgisi hep CHP ile işbirliği yapmayı tercih etti. Cumhurbaşkanlığı seçiminde CHP’nin adayı olan Kemal Kılıçdaroğlu’nu desteklediler. Yerel seçimlerde “Kent Uzlaşısı” yapıp CHP’nin İstanbul, Adana, Mersin ve Antalya’yı kazanmasını sağladılar. Peki CHP size ne yaptı? Celladına âşık olmakla suçladı.
ERDOĞAN YAPTI
Erdoğan, 2005 yılında Diyarbakır meydanında “Kürt sorunu benim sorunumdur” derken PKK kepenkleri kapattırdı. 2013–2015 sürecinde “Baldıran zehiri içmeye hazırım” derken hendek savaşlarını başlattı. Buna rağmen Erdoğan, üçüncü kez çözüm sürecini başlattı.
AK Parti iktidar olduğunda Kürt sorunu adına 32 başlık vardı. Anadilde eğitim başlığı dışındaki sorunların tümü çözüldü. Siyasi olarak bedel ödedi. Erdoğan, oy kaygısıyla değil, din kardeşliği ve eşit yurttaşlık inancı nedeniyle bunları yaptı. Kafalarından silahı atamayanlara rağmen Erdoğan, bir kez daha elini değil, bedenini taşın altına koydu.
2. AHMET HAKAN / ANLAŞILMASI GEREKEN BİR REFLEKSMİŞ (HÜRRİYET)
ESKİŞEHİR’de süreç karşıtı nutuk atan üniformalı polis memuruyla ilgili olarak CHP’li Murat Bakan şöyle demiş: “Bu polis memuru, toplumun evlatlarının hassasiyetini dile getirmiştir. Bu anlaşılması gereken bir reflekstir.”
Ne kadar da şefkatli, korumacı, anlayışlı bir yaklaşım. Ama duralım burada bir dakika. Bir an şöyle bir tabloyu gözümüzün önüne getirelim:
Dönem: Kent uzlaşısı dönemi. Üniformalı bir polis memuru, Osmanbey Metro Durağı’nda toplanan ahaliye karşı bir nutuk atıyor.
Şöyle bir nutuk:
Askerimiz dağda teröristlerle çarpışıyor, şehitler veriyoruz.
CHP denilen parti ise bu teröristlerin siyasi uzantılarıyla birlikte hareket ediyor.
Türk milleti bunu kabul etmez.
İçim yanıyor, uyuyamıyorum, olmaz böyle şey.
Bu ihanetin hesabını verecekler.
Acaba CHP’li Murat Bakan böyle bir olay karşısında... “Bu anlaşılması gereken bir reflekstir, toplumun evlatlarının duygularını dile getirmiştir” falan diyerek o polis memurunu sarıp sarmalar mıydı?
HACIOSMANOĞLU SAPTAMALARI
Performansı: Ne yalan söyleyeyim, beklenenin epey üzerinde.
Yönetim tarzı: Şöyle uzaktan baktığımda adaletli bir yöntemi var diyebiliyorum.
Üslup ve yaklaşımı: Söylenmesi gerekeni söylemekten asla kaçınmıyor.
Başarısı: En azından başında bulunduğu yapıyı tartışmaların dışına çıkarabildi.
İradesi: Sağa sola bakmıyor. Bir güce yaslanmıyor. İradesine sahip çıkıyor.
Şansı: ABD’de çektiği kuranın sonuçlarına baktığımızda... Bayağı iyi.
KEŞKE GÜZELLİKLE ÖĞRENEBİLSELER
Sokak röportajı adı altında Cumhurbaşkanı’nın eşine saygısızlık yapmamayı.
Heykel adı altında kan kusan o çirkin emellerini açığa vurmamayı.
Siyasi analiz adı altında “Darbe olur, asılırsınız” falan dememeyi.
İslami değerler söz konusu olduğunda alçakça saldırılarda bulunmamayı.
Atatürk’le en çirkin, en pis şekilde uğraşmaktan bıkmamayı.
Sırf başörtülü diye Gain’in Genel Müdürü Aliye Ertuğrul’u aşağılamamayı.
En rezil manipülasyonlara, en adi dezenformasyonlara başvurmamayı.
Bir türlü öğrenemediler. Son dönemde hapse atarak, tutuklayarak bunların öğretilmeye çalışıldığını görüyoruz.
Keşke hukuk böyle bir terbiyenin aracısı olmasa... Ama acı gerçek de şu:
Hukuk da devreye girmese... Bunlar adiliklerini arşa çıkaracaklar.
SÜRECİN BAŞARILI GİTTİĞİNİN GÖSTERGELERİ
Kışkırtmalar artıyorsa.
Terörden nemalananlar ortamı zehirliyorsa.
Örgütün şahin kanadı kafayı kaldırıyorsa.
İsrail’in telaşı artıyorsa.
“Bu süreç asla başarılı olmayacak” diyenler ekranları dolduruyorsa.
Suriye’de arıza çıkması beklentisi alevlendiriliyorsa.
En küçük bir olumsuzluğun üzerine telaşla atlanıyorsa.
Bilin ki: Süreç başarılı gidiyordur ve olumlu sonuca yaklaşılmıştır.
MADURO’YU ARAMAK
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Maduro’yu arayacağından adım gibi emindim. Çünkü Erdoğan’ın vefa duygusu hayli güçlüdür. Önceki akşam Maduro’yu aradı Erdoğan. “Sorunların diyalog yoluyla çözülmesini istiyoruz” mesajını verdi.
Maduro ile arasında bir hukuk vardı Erdoğan’ın. O hukukun gereğini yerine getirmesinden çok memnun oldum. Her ne kadar Maduro’nun direnişini dansla, şarkıyla sulandırmasından memnun olmasam da.
3.NEDİM ŞENER / ABD’NİN GÖZDEN ÇIKARDIĞI PKK/SDG ARTIK SİYONİST İSRAİL’İN KUCAĞINDA
Siyonist, soykırımcı İsrail’in Suriye’yi bir kısım Dürzi ve Aleviler üzerinden bölüp parçalama senaryosunun son parçasının PKK terör örgütü ve Suriye uzantısı SDG olduğu tamamen ortaya çıktı. ABD’nin Suriye’de Şara yönetimini desteklemesi ve Büyükelçisi Tom Barrack’ın Katar’ın başkenti Doha’da son yaptığı açıklama sonrası, Siyonist İsrail PKK/SDG’nin tek umudu hâline geldi.
Tom Barrack, Suriye’de üniter yapının gerekliliğine vurgu yaparken ABD’nin Kürt bölgesi stratejisinin Ortadoğu’yu “Balkanlaştırdığı” özeleştirisinde bulundu. ABD’nin 2003 yılında işgal ettiği Irak’ta kurduğu düzen sonrası durum için “3 trilyon civarında yatırım, 20 yıllık felaket dolu bir tarih, hayatını kaybeden birkaç yüz bin kişi… Elde hiçbir şey kalmadı” değerlendirmesini yaptı.
‘ORTADOĞU’YU BALKANLAŞTIRDIK’ İTİRAFI
Irak’ta kuzeydeki Kürtlerin yeni devlet yapılanmasına dâhil olmak istememeleri nedeniyle federal sistem getirildiğini kaydeden Barrack, şunları söyledi:
“Aynı şeyi Suriye’de de yaptık. Yani SDG bir tür YPG ya da PKK… Bırakalım birbirleriyle baş etsinler. Neden? Çünkü daha kolay ve iyi görünüyor. Özerk olabilirler. Kendi kültürleri var, kendi dilleri olabilir, kendi okulları olabilir, hatta kendi yerel orduları bile olabilir. Sorun şu ki bu durum Yugoslavya’da olduğu gibi Balkanlaşıyor. Orada da aynı şeyi yaptık. ‘Tek bir federal model üzerinde anlaşamıyoruz, o hâlde yediye bölelim’ dedik. Bu da yaklaşık bir nanosaniye sürüyor ve birbirleriyle savaşmaya başlıyorlar. Irak’ta olan buydu.”
Sürecin Yugoslavya örneğindeki gibi işlediğini belirten Barrack, “Bu durum çok kısa sürer, ardından birbirleriyle savaşmaya başlarlar. Doğal kaynaklar açısından zengin Kürt bölgelerini merkezi hükûmetlerden koparma politikasının bölgesel gerilimi derinleştirdiğini; petrolün olduğu taraftaki Kürtlerin bu federal yapının parçası olmak istemediğini” söyledi. Barrack, ABD’nin bölge ülkelerini federatif yapılar olarak bölme stratejisinin Irak’ta da Libya’da da işe yaramadığını itiraf etti.
İSRAİL’İN SURİYE’Yİ PARÇALAMA PLANI
Şu çok açık ki İsrail’in Suriye’yi “bölme ve parçalama” stratejisi ile ABD’nin üniter yapıyı koruma stratejisi birbiriyle çelişiyor. ABD Başkanı Trump’ın Suriye Cumhurbaşkanı Şara’ya verdiği destek ve Tom Barrack’ın açıklamaları bunu gösteriyor. Elbette İsrail, buna karşı adımlar atarak Dürziler ve Aleviler gibi unsurları ve PKK/SDG’yi kullanarak Suriye’yi bölmeyi amaçlayan stratejisine her alanda devam ediyor.
Nitekim İsrail’in Suriye stratejisi, 21 Kasım 2025 günü Jerusalem Post gazetesinde PKK/PYD-SDG’li terörist Mazlum Abdi’nin fotoğrafı ve “Suriye parçalanırken İsrail, Kürtlerle ittifakını derinleştirmeli…” başlıklı yazıyla bir kez daha ortaya konmuştu. Yazıda Şara yönetimindeki Suriye’nin merkezi bir devlet olmayacağı ve parçalanacağı öne sürülürken, IKBY Başbakanı Mesrur Barzani’nin bu konudaki rolü ve görüşleri paylaşıldı.
Yazıda İsrail’in Suriye’ye bakışı ve parçalamaya yönelik stratejisi şöyle özetlendi:
“İsrail, güneydeki ‘Suriye tampon bölgesinden’ çekilmemeli ve Suriye’deki Dürzilere destek ve koruma sağlamaya devam etmelidir. İsrail’in Rojava’daki Kürtlerle ve Irak’taki özerk Kürt bölgesiyle bağlarını güçlendirmesi gerekiyor. ABD yönetimine, SDG’ye desteğini geri çekmemesi ve Irak’taki, özellikle Kürt bölgesindeki askerî varlığını sürdürmesi için daha fazla baskı yapılmalı. Kürtler, Yahudilerin doğal müttefikleridir…”
Her ne kadar metinde “Kürtler” ifadesi geçse de yazı şu cümleyle bitiyordu:
“Şimdi, İsrail’in SDG’ye destek verme zamanı.”
Başlıkta “Kürtler” denilmesine rağmen sonucun PKK/SDG üzerinden verilmesi, kullanılacak yapının kim olduğunun da açık göstergesiydi.
PKK/SDG’Lİ ABDİ İSRAİL MEDYASINDA
Bu yazıdan iki hafta sonra, 7 Aralık 2025 günü PKK/SDG’li terörist Mazlum Abdi ilk kez İsrail medyasında boy gösterdi. Aynı gazeteye röportaj veren Abdi, İsrail’in maşası olduğunu herkesin göreceği şekilde ifşa etti. DEAŞ terör örgütünü bahane ederek ABD yönetimini üstü kapalı biçimde tehdit etti:
“Suriye’nin istikrarı ve DEAŞ’ın yeniden canlanmasını önlemedeki başarısı, ABD’nin sürekli siyasi destek vermesine bağlıdır. Başkan Trump, Suriye’yi yeniden harika yapmak istiyor. Bunu yaparken SDG’yi desteklemeli. SDG’nin alternatifi yok. SDG, Suriye’nin yeni hükûmetine dâhil edilmeli. Suriye’de gücün merkezden uzaklaştırılması konusunda ABD’nin yardımına büyük ihtiyaç var…”
Abdi, ABD ordusunun ve Kongre’nin daha fazla siyasi desteğine ihtiyaç duyduklarını belirterek Sezar yaptırımlarının genişletilmesini istedi. Desteklerin “koşullu” olması gerektiğini söyleyerek ABD yönetimine dolaylı baskı yapmayı sürdürdü.
PKK/SDG’NİN UMUDU İSRAİL LOBİSİ
Mazlum Abdi’yi İsrail medyasına konuşmaya iten sebebin, İsrail’in ABD üzerindeki gücünü kendi lehlerine kullanma isteği olduğu açık. Sözlerinden, ABD’de CENTCOM dışında PKK/SDG’yi destekleyen bir gücün kalmadığı da anlaşılıyor. Bu nedenle Trump yönetimine karşı Kongre’de etkili olan İsrail lobisini harekete geçirmeye çalıştığı görülüyor.
ABD Başkanı Trump’ın Suriye yönetimini DEAŞ’a karşı mücadele koalisyonuna dahil etmesinden sonra dengelerin değiştiği biliniyor. PKK/SDG’nin önünde şimdi sadece 10 Mart 2024’te imzalanan mutabakat kaldı. Buna uymaması hâlinde gözden çıkarılacağını kendileri de biliyor.
İsrail’in güdümündeki Barzani yönetiminin son anda verdiği desteğin de onları kurtarmaya yetmeyeceğini anlayan PKK/SDG, bu nedenle İsrail ile açık işbirliğine girerek ABD üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyor.
Sonuç olarak PKK/SDG’nin önünde iki seçenek kalmış durumda:
— 10 Mart mutabakatına uyarak Suriye yönetimine entegre olmak,
— Ya da Reuters’ın son hatırlatmasıyla yüzleşmek:
“Türkiye, PKK/YPG’ye 10 Mart 2025 entegrasyon anlaşmasına tam uyum sağlanmazsa yıl sonuna kadar askerî müdahale başlatırız mesajını verdi.”
4. DİDEM ÖZEL TÜMER / 3.5 HAFTALIK GERİ SAYIM (MİLLİYET)
2026 yılına bugünden itibaren 3.5 hafta kaldı. Bu süre, Suriye’de SDG’nin yeni yönetime entegrasyonu için kalan zaman dilimine de işaret ediyor. “10 Mart Mutabakatı” olarak anılan ve Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile SDG Komutanı Mazlum Abdi’nin imza attığı sekiz maddelik anlaşma da bu takvim doğrultusunda şekillendi. SDG, şimdiye kadar birkaç zorlamadan sonra mutabakata bağlı olduğunu açıklayarak zaman kazanmaya çalıştı.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, hafta sonunda yabancı bir haber ajansına verdiği röportajda, SDG’den gelen sinyallerin anlaşmaya uyma niyetinde olmadığını, aksine bunu aşmaya çalıştıklarını gösterdiğini belirtti. Fidan, “Bence onlar (SDG) komuta ve kontrolün tek bir yerden gelmesi gerektiğini anlamalı. Hiçbir ülkede iki ordu olamaz. Dolayısıyla yalnızca bir ordu, tek bir komuta yapısı olabilir. Ancak yerel yönetimlerde farklı bir uzlaşıya veya farklı anlayışlara varabilirler.” dedi.
KIŞKIRTMALAR ŞAŞIRTMAZ
Türkiye’de yürüyen “Terörsüz Türkiye” sürecinin akıbetini belirleyecek bir unsur haline gelmesi nedeniyle geri sayım sürecindeki ve süre sonundaki gelişmeler büyük önem taşıyor. Bu noktada ilk olarak Şara yönetiminin süre sonunda entegrasyona dirence vereceği tepki belirleyici olacak. Daha önce Lazkiye ve Suveyda’da yaşanan gerilimlerle “karşılık verme kapasitesi” tartılan Şara yönetimi açısından SDG meselesi aynı zamanda bir “egemenlik testi” niteliği taşıyor.
Bugün Suriye’nin yeni yönetiminin birinci yılı doldu. Ülkenin her bir santimetrekaresinde “henüz” egemen olabildiğini kanıtlayamayan, zorlandığında taviz koparılabilen bir yönetim, özellikle güneyindeki ve uzak doğusundaki ülkeler açısından tercih edilir bir görüntü sunuyor. Bu nedenle Şara yönetimi bir yandan “kışkırtmalara” karşı tetikte olmak, diğer yandan da vereceği “tepkinin dozunu” dikkatle yönetmek zorunda. Çünkü Şara’yı “Suriye’nin yeni diktatörü” olarak tanımlamaya hizmet edecek argüman ihtiyacının sürdüğü, bazı röportajlardan da okunabiliyor.
Türkiye’nin ise ne yapacağını Şara yönetiminin yaklaşımı belirleyecek. Türkiye’nin tehditleri karşılıksız bırakmama politikasında bir değişiklik beklenmiyor. Ancak artık “egemenliğine” vurgu yapılan ve bu egemenliği pekiştirmesi yönünde destek verilen bir Şam yönetimi bulunuyor. Dolayısıyla Şam’a rağmen bir tavır beklemek bugünün koşullarında gerçekçi görünmüyor. Büyük olasılıkla Türkiye, gerekmesi halinde, Şam’ın davetiyle ve onun belirlediği çerçevede askeri destek sunacaktır. Bu arada Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’nun, Genelkurmay İkinci Başkanı Levent Ergün ile davet üzerine gerçekleştirdiği ziyaret, zamanlaması ve içeriği açısından özellikle dikkat çekiyor.
YENİ FORMAT İHTİYACI
İçeride ise Meclis Komisyonu artık partilerin önerileri üzerinden rapor oluşturma aşamasına geçiyor. Komisyonun da önünde yaklaşık 3.5 haftalık süre bulunuyor. Raporun bir yol haritası içermesi öngörülüyor. Ancak bu haritanın partileri ne kadar tatmin edeceğini ve ne ölçüde hayata geçirilebileceğini şimdiden kestirmek zor.
Birincisi; partilerin önerileri arasında, komisyona yüklenen anlam kadar derin farklar bulunuyor. Tartışmanın alevi sanki daha yeni yükseliyormuş gibi görünüyor. İkincisi; rapor hazırlanırken gözler bir yandan da SDG’ye ilişkin gelişmelerde olacak. İçeride Cizre’deki konferansa yönelik tartışmalar ile süreç karşıtlarına can suyu olan Eskişehir’deki polis memuru hadisesi hatırlandığında, süreç için yeni bir format gereksinimi olduğu anlaşılıyor. Bu yeni formatın, beklentilerin yönetilmesine dönük bir takvimlendirmeyi de içermesi, sürecin selameti için “ihtiyaç listesine” eklenmesi gereken bir madde olarak öne çıkıyor. Böyle bir düzenleme, bugüne kadar sarf edilen çabayı ve alınan riskleri geriye düşürmemek açısından faydalı olabilir.
5. MELİH ALTINOK / ŞARA BAŞARDI SURİYE KEFENİ YIRTTI (SABAH)
Geçen yıl bugün Suriyeliler, 13 yıldır devam eden iç savaşın keşmekeşinde bir sabaha uyandılar.
Sıradan bir gündü; korku, belirsizlik, umutsuzluk havaya hâkimdi. Gazze’de süren soykırıma yoğunlaşan dünya kamuoyunun gündeminden hepten düşmüşlerdi. Saatler sonra Şam muhaliflerin eline geçti. Diktatör Esad Moskova’ya kaçtı. Yalnızca iç savaş değil, 61 yıllık Baas rejimi de son bulmuştu. Tıpkı Orhan Veli’nin şiirinde dediği gibi, her şey birden bire olmuştu.
MESELE DEVİRMEKLE BİTMİYOR
Dünya şaşkındı ama elbette hazırlığı olanlar vardı. Bu işi planlayanlar, destekleyenler, geri çekilenler...
Podyumdaysa sadece uzun boylu, sakallı, kamuflajlı, çekingen görünen genç bir adam vardı. İsmi Ahmet Şara’ydı. Nam-ı diğer: Colani. HTŞ isimli radikal İslamcı bir örgütün lideri olduğu söyleniyordu. Peki nasıl olacaktı bu iş? Bozulan statükoyu arayacak mıydık? Zira ABD Esad gitsin istiyordu ama Şam’ı alan, başına ödül koydukları bir adamdı. Nasıl tavır alacaklardı? Esad’la “gül gibi” geçinen İsrail, Suriye’nin Akdeniz kıyısında yerleşmiş Ruslar ve ülkenin güneyinde etkin olan İran nasıl reaksiyon gösterecekti? Tabii asıl soru: Ankara bu işin neresindeydi?
ADAM BAŞARDI
Dün Doha’daki Forum’da Christiane Amanpour’un “Size terörist diyorlar” şeklinde başlayan sığ sorusuna özgüvenli şekilde, şık bir manifestoyla cevap veren Suriye Cumhurbaşkanı Şara’yı dinlerken tüm bunları, geçen bir yılı düşündüm. Adam başarmıştı. ABD’yle, Avrupa’yla, Rusya’yla, Türkiye’yle ve komşularıyla devrimin meşruiyeti konusunda bir konsensüse vardı. İçerideki geçiş sürecini de bir devrim sonrasından beklenmeyecek kadar yumuşak şekilde idare etmeyi başardı.
Arkasında şu devlet varmış, bilmem kimden destek alıyormuş... Olabilir. Sonuç ortada; Suriye, 1 yıl öncesiyle kıyaslanamayacak kadar iyi durumda. İnsanlar umutlu. Dünya üzerine yayılmış aileler, geleceklerini Suriye’de görüp geri dönüyorlar.
YPG’ymiş, İsrail’le iş tutan gruplarmış... Hepsini aşarlar. Dünyada dertsiz, dikensiz gül bahçesi ülke mi var?
6. NEBİ MİŞ / ÇOK MAKSATLI VE BULANIKLAŞTIRILMIŞ AÇIKLAMALAR (SABAH)
PYD-YPG/SDG, yeni Şam yönetimine entegre olmamak için bahane üretmeye devam ediyor. 10 Mart Mutabakatı'nın süresi doluyor. Söz konusu mutabakatta, 2025 sonuna kadar 8 maddelik şartların taraflarca yerine getirilmesi öngörülüyordu. Yıl sonuna yaklaşılmasına rağmen SDG, mutabakata uymaya ve Şam’a entegrasyona yanaşmıyor.
Son günlerde terör örgütü elebaşı Öcalan’ın açıklamaları üzerinden DEM Partililer, SDG’nin entegrasyon konusundaki ayak diremesine ilişkin yeni bir bahane üretti. Özellikle Öcalan ile görüşmenin içeriği çok maksatlı olarak bulanıklaştırılmaya çalışılıyor. Süreç, bu bulanıklaştırma siyasetiyle zora sokuluyor.
DEM Parti’nin, İmralı’da Öcalan’la görüşen milletvekili, medyaya verdiği röportajda “Suriye’de sistem yine bir diktatörlüğe dönüşecekse Kürt güçleri bunun bir parçası olmayacaktır; Öcalan’ın demek istediği bu” minvalinde açıklamalar yaptı.
“Kişi kendinden bilir işi” diye bir özlü söz vardır. Bir insanın başkalarını değerlendirirken kendi karakterini, düşünce tarzını ve niyetlerini ölçü olarak almasını ifade eder.
PYD-YPG terör örgütü ve destekçilerinin “ya Şara diktatörlüğe giderse” açıklamalarına karşı, savaş sonrası Suriye’nin kuzeyinde yaşananları hatırlatmak gerekir. PYD-YPG, iç savaş başlayınca fırsattan istifade önce Baas rejimiyle iş birliğine gitti. Ardından kendisinden olmayan tüm Kürt partilerini ve oluşumlarını etkisizleştirdi. Batı’dan elde ettiği silah desteğini, yine kendisinden olmayan tüm etnik ve dini yapıları yerinden etmek için kullandı. Baskı ve silahla sözde kantonlar kurarak demografiyi değiştirdi. Suriye halkının tümüne ait olan petrol işletmelerini ve varlıklarını kendi hâkimiyetine aldı; gelirleriyle halka baskı yaptı.
Yani PYD ve türevlerinin bu konudaki sicili kabarıktır. Bugün kapsayıcılık, demokrasi, haklar gibi sözcükleri bolca kullansa da SDG'nin kontrol ettiği sözde kantonlarda bunların hiçbiri yoktur.
Bunları yapan ve yapmaya devam eden bir örgütün, başkalarının da Suriye’de gücü ele geçirince kendisi gibi davranacağını düşünmesi normaldir. Gerçekten de Suriye’nin tamamını SDG ele geçirse, kuzeyde yaptıklarının daha fazlasını yapar; bir an önce yeni bir Baas diktatörlüğü kurmak için eyleme başlar.
Türkiye, eski rejim döneminde Suriyeli Kürtlerin haklarının verilmesi için Esad’a ne söylediyse, yeni yönetime de aynı telkini yapmaktadır. Suriye’de yönetim değişikliğinin ilk gününden itibaren Türkiye, yeni yönetime eşit vatandaşlık temelinde; tüm etnik ve dini unsurların yönetime katıldığı, haklarının korunduğu bir devlet düzeni önermekte ve bu konuda üzerine düşeni yapmaktadır.
Suriye’de “Şara diktatörlüğe gidebilir, dolayısıyla silah bırakmayalım” demek, sahanın gerçekliğiyle uyumlu değildir. Suriye’de güvenlik ve istikrarın bir an önce sağlanmasıyla kapsayıcı bir yönetim talebinin daha da derinleşmesi ve somutlaşması beklenir. İstikrarın sağlanmasıyla yeni yönetime demokrasiye geçmesi için baskılar meşru hâle gelir.
İsrail’in Suriye’deki “istikrarsızlaştırma politikalarını” destekleyerek Suriye’ye demokrasi geleceğini zannetmek zaten baştan sakattır. SDG, yeni yönetimin birlik sağlama çabalarına engel oluşturarak aslında eşit vatandaşlık temelinde, tüm etnik ve dini unsurların yönetime katıldığı; haklarının korunduğu bir yönetime geçiş sürecini kendisi sabote etmektedir. Aynı zamanda Türkiye’nin “terörsüz Türkiye” ve “terörsüz bölge” hedefinin de önünde engel olmaya devam etmektedir.
7. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN / ABD STRATEJİK PLANI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
Artık elimizde derli toplu bir metin, bir vesika var. Trump ve kadrolarının sağda solda verdiği savruk, tutarsız beyanatların sağlamasını yapabileceğimiz bir metin bu. ABD’nin önümüzdeki on seneler itibarıyla nerede, neyin peşinde olduğunu şöyle böyle kestirebiliyorduk. Lâkin bu değerlendirmelerin hepsinde müphem kalan bir şeyler oluyordu. 33 sayfalık ABD Strateji Planı bunu ortadan kaldırıyor. Artık önümüzü daha iyi görebileceğiz.
Trump’ın işbaşına geldikten sonra saldırgan neoconlara inat, ABD’yi dünyadan tecrit edeceği ve içine kapatacağı; bir şekilde Monroe Doktrini’ne döneceğini söyleyenler vardı. Daha o günlerde çeşitli vesilelerle bu yaklaşımı aşırı bir yorum olarak değerlendirdiğimizi; bunun maddî olarak imkânsız olduğunu ifade ediyorduk. Monroe Doktrini’nin hayata geçirildiği 1820’lerin dünya şartları ve o zamanki ABD’nin konumu bambaşkaydı. 2020’lerde ise bambaşka bir dünya ile karşı karşıyayız. O tarihlerde ABD henüz hegemonik bir güç değildi. Büyük bir kalkınma hızı sağlamıştı ve bu doktrinin gayesi, sağlanan kalkınmayı Avrupa rekabetine kapatarak emniyet altına almakla sınırlıydı. Doktrin, Amerikalar’daki — bilhassa Güney Amerika’daki — ABD hâkimiyetini artırmayı esas alıyordu. Yani Monroe Doktrini, Amerikalar kıtasını kapatıyordu.
Şimdi bahsi geçen stratejik vesikada Monroe Doktrini’ne yapılan bir atıf var. Bu da ABD’nin, arka bahçesi olarak gördüğü Güney Amerika’dan asla vazgeçmeyeceğine işaret ediyor. Bu bir kapanma değil; Latin Amerika’yı çok daha sıkı bir kontrole tabi tutmakla alakalı görünüyor. Daha teferruatlı ifade edecek olursak, söz konusu Stratejik Plan, ABD’nin son zamanlarda Güney Amerika’da ortaya çıkan sosyalizan temayüllü popülist iktidarları devirmek için — doğrudan askerî operasyonlar dâhil — hiçbir şeyden kaçınmayacağını gösteriyor. Buna da şaşırmamak gerekiyor. İster dengeci ABD siyaseti, ister onun yerini alan neocon saldırganlıklar, isterse de onun yerini aldığını iddia eden MAGA’cı siyasetler Latin Amerika hususunda tam bir örtüşme gösteriyor. Venezuela bunun ilk açığa çıktığı yer. Bunu Nikaragua, Meksika, Brezilya, Kolombiya ve diğerlerinin takip edeceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır. Önümüzdeki zaman zarfında bu bölgelerde çok kanlı günler yaşanması beklenebilir.
Stratejik metin ikinci olarak ABD-AB ilişkilerini merkeze koyuyor. Metne, bugünkü AB siyasi elitlerinin çoğunluğunu ABD’deki Demokratların uzantısı olarak gören bir bakış hâkim. Bu haliyle AB, ABD’nin kabulüne nail olmuyor. Trump, ABD-Avrupa bağının yeniden kurulması için mevcut elitlerin tasfiye edilmesini şart görüyor. Bu nedenle Rusya-Ukrayna savaşında Avrupa’nın yanında durmuyor ve adeta onları Rusya’nın kucağına atıyor. Gözü, onların yerini almaya namzet olan aşırı sağcı, yabancı ve göçmen karşıtı kadroların işbaşına gelmesinde. Orban, Trump’ın gözünde ideal bir ortak. Orban zihniyetinin tüm kıtada iktidarı devralmasını istiyor. Gidişatın bu yönde olduğunu da çok sayıda saha araştırması gösteriyor.
Peki, bu durumda temin edilebilecek yeni ABD-Avrupa yakınlaşmasının odağında ne olacak? Elbette alışılageldik şekilde Rusya olmayacak. Tam aksine Kuzey Kutbu yatırımlarının önü açılacak ve ABD-Rusya-Avrupa “barışı” çok sayıda işbirliğini mümkün kılacak. Sadece Kutup sahasında değil, Asya derinliklerinde — bilhassa Çin’i yalnızlaştırarak devre dışı bırakacak, hatta boğacak — bir açılım sağlanmış olacak.
Tabii ki plandaki en kritik havza Ortadoğu. Bizi de yakından ilgilendiriyor. Ben bunu Afrika ile de bağlantılı görüyorum. Barrack’ın Akdeniz’i Hazar’a bağlayan planını biraz daha büyütürsek, bir ucu Libya’da, diğer ucu Kızıldeniz’de olan başka bir hat ile karşılaşırız. Etiyopya, Sudan, Somali ve Yemen’i içine alan bir alt saha ile Körfez’den — yani Suudi Arabistan ve BAE’den — başlayan; Irak, Suriye, Ürdün, Lübnan, Türkiye üzerinden Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a uzanan dev bir coğrafya bu. Bir enerji, ticaret ve teknoloji merkezi olarak Trump ve kadrolarının dikkatini celbediyor. Bunları Türkistan ile birleştirdiğiniz zaman ABD’nin yeniden “Büyük ABD” olmaması için hiçbir şey eksik kalmamış olur. Bu başarıldığında İpek Yolu tam manasıyla kontrol altına alınmış olur ve yaşanacak nihai bir hesaplaşmada kolu kanadı kırılmış Çin’in hiçbir şansı kalmaz.
Peki bu planın başarı şansı nedir? Bu soruyu alt sorularla genişletelim:
Latin Amerika’nın göstereceği mukavemet, ABD’ye kolay bir zafer sağlayacak mı?
Avrupa’da Trump’ın istediği siyasal dönüşüm sağlanabilir; fakat bunun kendiliğinden bir ABD-Avrupa-Rusya sinerjisi doğuracağını kim garanti edebilir? Batı’ya güvenme konusunda Kırım Savaşı’ndan beri tecrübeli olan Rusya, saflık gösterip Çin ile kurduğu bağları hemen kopartır mı?
Aynı Rusya, arka bahçesi olarak gördüğü Kafkasya ve Türkistan coğrafyasına Batı’nın bu şekilde destursuz girişine nereye kadar müsaade eder?
Ortadoğu özelinde:
a) İsrail’in güvenliğini esas alan ve Doğu Akdeniz ile Hazar akışının sinir merkezlerini İsrail’de toplayan bu planın işlemesi için Lübnan’da Hizbullah’ın silahsızlandırılması, iç savaşa dönüşmeden sağlanabilecek mi?
b) Suriye-İsrail barışı yakın zamanda mümkün mü?
c) Türkiye-İsrail normalleşmesi, Gazze’deki soykırım ve Netanyahu’nun halkının yüzde 70’inin desteğini alan saldırgan politikaları sürerken gerçekleşebilir mi?
d) HAMAS silahsızlandırılabilecek mi?
e) Federal yapıya evrileceği artık kesin olan Suriye’de bu şekilde varlık kazanan ve CENTCOM’un kesin desteğini alan PKK devlet taslağını Türkiye’ye nasıl “yutturacaklar”?
f) İsrail merkezli bir Ortadoğu’nun Yunanistan ayağı olduğu ve bunun Türkiye’yi devre dışı bırakmak anlamına geldiği gerçeği nasıl kabul ettirilecek? Barrack’ın “apse” olarak nitelediği KKTC’nin akıbeti ne olacak?
g) Suudi Arabistan’ı bu plana dahil etmek için aşmaları gereken mayınlı araziyi nasıl geçecekler?
h) Plan işlerse, yeni çatışmalara sürüklenmesi muhtemel Irak nasıl çözülecek? Böyle bir Irak bölgeye hangi dengesizlikleri taşıyabilir?
Hâsılı, alfabenin bütün harflerini tüketsek de yeni sorular üremeye devam edecek gibi görünüyor. Kâğıt üzerindeki barışların tarihsel pratiklerde çoğu zaman yeni savaşları tetiklediğini hatırlamakta fayda var.
8.AYDIN ÜNAL / BİRİNCİ YILINDA SURİYE DEVRİMİ (YENİ ŞAFAK)
Her şey 15 Mart 2011’de Suriye’nin güneyindeki Dera kentinde bir grup öğrencinin okul duvarına “Ey Doktor (Beşşar Esed), sıra sende” yazmasıyla başladı.
1918’de Osmanlı Ordusu çekilince Suriye’yi Fransızlar işgal etmiş, 1946’ya kadar yönetmişlerdi. Fransızlar çekilirken arkalarında kuklalarını bıraktılar; ülke 1970’e kadar çeşitli diktatörler tarafından baskıyla yönetildi. 1970 yılında Hafız Esed darbe ile işbaşına geldi, kendinden öncekiler gibi Suriye’yi baskı, zulüm ve katliamlarla yönetti. 2000 yılında ölünce yerine oğlu Beşşar Esed geçti. Suriye’de manzara değişmedi.
2011’de Dera’da başlayan ayaklanma, arkasına aldığı büyük halk desteğiyle Esed diktatörlüğünü sarstı. Esed, kanlı saldırılarla ayaklanmayı bastırmak istedi ama üzerine gelen seli durdurması mümkün değildi. O esnada devreye Rusya, İran ve İsrail girdi. Rejimin 13 yıl devam eden katliamlarında 600 bin Suriyeli hayatını kaybetti; 10 milyona yakın Suriyeli vatanlarını terk etmek zorunda kaldı, ülke baştanbaşa yıkıldı, enkaza döndü.
Türkiye, güneyinde terör devletçiklerinin kurulmasını önlemek, sivilleri korumak ve direnişi himaye etmek için 13 yıl sabırlı ve istikrarlı bir politika izledi. Türkiye’nin cesur ve kararlı politikası Suriye direnişinin ayakta kalmasını sağladı.
27 Kasım 2024 sabahı İdlib’deki mücahitler harekete geçtiler. 30 Kasım’da Halep, 5 Aralık’ta Hama, 7 Aralık’ta Humus mücahitlerin eline geçti.
Bir yıl önce bugün, 8 Aralık’ta, mücahitler Şam’a girdiler. Rusya, Ukrayna savaşı nedeniyle Suriye’de direnmedi. İran destekli milisler ve Hizbullah, arkalarında unutulmayacak katliamlar bıraktıktan sonra Suriye’den kaçmak zorunda kaldılar. Esed, kimseye haber vermeden Şam’dan bir uçakla Rusya’ya kaçtı. 1918’den bu yana yabancı işgal güçleri ve onların kuklası diktatörler tarafından yönetilen; son 54 yıldır Esed diktatörlüğü altında inleyen Suriye nihayet tam bağımsızlığına kavuştu.
8 Aralık Devrimi, sadece Suriye içindeki mazlumlar için, sadece komşu ülkelere sığınmış 10 milyon mülteci için değil; tüm dünyada zulme direnen halklar, özellikle de özgüveni sarsılmış Müslümanlar için heyecanlandıran, yüreklendiren, ilham veren bir devrim oldu. Sabrın, kararlılığın, cesaretin ve umudun bütün imkânsızlıklara rağmen zafere ulaşabileceği dünyada büyük bir hayranlıkla görülmüş oldu.
Bugün devrim birinci yılını doldurdu. Suriye’de hâlâ devrimin ulaşmadığı topraklar var; kırılganlık, riskler ve tehditler devam ediyor. Ancak devrimin lideri Ahmet el-Şara dirayetli bir yol ve yöntem izleyerek 1 yılda önemli mesafe kat etti. Suriye üzerindeki yaptırımlar, kısıtlamalar kalkıyor; ABD ve Rusya devrimi kabullendiler. Başta Türkiye olmak üzere komşu ülkeler devrimin ayakta kalması için hassasiyet içindeler. Mülteciler ülkelerine geri dönüyor. Çok yavaş da olsa Suriye toparlanıyor.
Bir yıl bize gösterdi ki devrimin önündeki en büyük ve en öncelikli sorun İsrail’dir. Dünyanın en büyük ve en kanlı terör örgütü olan İsrail, sahilde Nusayrî azınlığı, güneyde Dürzî azınlığı kışkırtarak, kuzeybatıda PKK/PYD terörünü himaye ederek sınırında bölünmüş, istikrarsız, zayıf bir Suriye’nin oluşması için yoğun faaliyet içinde. Şam’ın önünde, öncelikle İsrail terörünü durdurmak ve İsrail’in Suriye’yi bölme planlarını boşa çıkarmak gibi önemli bir ajanda var. Türkiye’nin himayesinde, inşallah bunu da başaracak.
Yine 1 yıl bize gösterdi ki bölgede bağımsız, bağlantısız bir ülke inşa etmek kolay değil. Suriye Devrimi’nin ilham verici dinamiği bölgedeki diktatörlükleri tehdit ediyor; 1918’de bölgeyi işgal eden Batılı güçlerin, bağımsız ve bağlantısız bir ülkenin varlığına tahammüllerinin olmayacağı açık. Bu anlamda Ahmet el-Şara’nın hızlı değişimini, uyumunu, siyasetini ve diplomasisini bir dereceye kadar anlayışla karşılamaktan başka seçeneğimiz yok. Suriye önce var olsun, ayakta kalsın; oradaki devrim nüvesi er ya da geç yine harekete geçecektir.
Suriye’de enkazın kaldırılmasını ve yeniden inşayı başlatacak asıl kritik eşik, kuzeyde İsrail himayesinde varlığını anlamsızca sürdüren PKK/YPG yapısının çökmesi olacaktır. Geride kalan 1 yıla rağmen bu pürüz giderilmiş değil. Zamanın uzaması, terör yapılanmasına imkân ve fırsat sağlıyor. Suriye kadar Türkiye için de tehdit olan bu sorunun artık acilen giderilmesi gerekiyor.
İşin gerçeği, son 1 yılda Şam’ın yeniden fethedilmesinin üzerine çıkacak bir sevince, bir heyecana, bir zafere şahit olmadık. Yine de devrimin, o kadar iç ve dış düşmana rağmen 1 yıldır ayakta olması, kendisini tahkim edebilmesi başarıdır. Suriye’nin önünde daha uzun bir yol var; dualarımızla ve desteklerimizle o yol inşallah nihai zafere ulaşacaktır.
8 Aralık Suriye Devrimi kutlu, mübarek olsun. Devrimin mücahitlerine ve Suriye halkına selam olsun.
9. SELÇUK TÜRKYILMAZ / KESİN İNANÇLI BATILI SEÇKİNLER (YENİ ŞAFAK)
Oryantalist külliyata yönelik eleştiri ilk defa Edward Said ile sistemli bir hâle geldi. Oryantalist araştırmaları yakından takip edenlerin bildiği gibi, bizde de çok erken bir dönemden itibaren Avrupalıların Şark hakkında önyargı ile malul olduğu ifade edilmişti. Fakat bizde sistemli bir eleştiri yoktu. Zaten Avrupalının Şark’a bakışıyla ilgili asıl sorun önyargı değildi. Hâlâ çok yaygın kanaatlere göre biz, Şark araştırmalarına çok şey borçluyuz. Aslında bu ifade, Şarkiyat sahasına yönelik sistemli bir eleştirinin olmadığı dönemlerin ürünüdür. Çünkü bu söz, önyargı ve bilimsel yaklaşım arasındaki fark üzerinden dillendirilmiştir. Edward Said ise önyargı ve bilimsel bakış farklılığını bir kenara bırakarak hegemonya üzerinde durmuştu. Said’in eserlerinde hegemonya kavramının ne anlama geldiği sorusunun cevabı, iki yaklaşım arasındaki farkın daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Hegemonya kavramının tam olarak ne anlama geldiği sorusunu da yine Said’in eserlerinden hareketle cevaplandırmak gerekiyor. Çünkü hegemonya ve otorite yalnızca siyasî boyutlarıyla anlaşılabilecek bir olgu değildir. Vahim olan ise, otorite denildiğinde bakışlarımızın hemen dâhildeki meselelere çevrilmesidir. Oryantalist hegemonya ve otoriterlik gibi kavramlara dikkat kesilmemiş olmamız, ciddi bir entelektüel sapmaya yol açmıştır.
Edward Said’in kitap ve makalelerini referans olarak vermemin birçok sebebi var. Said’in metinlerinden hareketle otorite kavramı üzerine de gidilebilir. Hatta daha da ileriye gidilerek onun eserlerinden hareketle oldukça sağlam kaynaklara ve verilere ulaşmak mümkündür. Doğrusunu söylemek gerekirse totaliterlik olgusunu da Said’in eserlerinden hareketle tartışmak mümkündür. Söylediğim gibi, totaliterlik denildiğinde bakışlar yine dâhildeki meselelere çevrilecektir. Üzülerek ifade etmek isterim ki bu da psikolojik bir şartlanmaya işaret eder. Batı basınının Filistin meselesine yaklaşımını otoriterlik ve totaliterlik bağlamında incelemek, herhâlde bu kavramlarla ilgili şartlı reflekslerimizi daha iyi tespit etmemize imkân verecektir. Birkaç yazımda ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin fikir hayatına yön veren etkili kişilerin bağnazlıklarına dikkat çekmeye çalıştım. Kuşkusuz bu bağnazlık, otorite ve totaliterlik kavramlarına da açıklık kazandıracaktır. Oryantalist araştırmalarda ortaya çıkan yargılar sarsılmaz inançlara dönüşmüştür ve değiştirilmesi dahi teklif edilemez.
İngiltere ve Fransa’nın ardından modern oryantalist çalışmalarda ABD’nin öncülüğü herhâlde tartışılmaz. “İngiliz kibri” veya “Batılı kibir” kavramları da aslında oryantalist çalışmalarla ortaya çıkan sarsılmaz inançları işaret eder. İngilizler, bu kibirli yaklaşımın en uç örneğini teşkil eder. İngiliz muhafazakârlığı hâlâ Rudyard Kipling’in meşhur şiirinde dile getirilen boş inanç üzerine kuruludur. Kipling, İngiltere’nin ve diğer Batı Avrupa ülkelerinin kolonilerinde yaşayan insanların Beyaz Adam’a borçlu olduğunu söyler. Çünkü Beyaz Adam onları kolonize ettiğinde aslında medenileştirmiştir. Bugün İngiltere’de bu görüşün şu veya bu biçimini kabul etmeyen çok az kişi vardır. Kipling ve benzeri otoritelerin sözleri sarsılmaz inançlara dönüşmüş ve bağnazlık sıradan insanların kanaatlerini de belirlemiştir. Siyaset de bu kanaatlerden beslenmektedir. Buna rağmen seçkin sınıfların çok daha kesin inançlı oldukları anlaşılıyor.
Bir zamanlar bize atfedilen bazı olumsuz yargıların doğruluğu ve yanlışlığı bir tarafa, bunların zararı bize dokunmuştu. Fakat bugün İngiliz, Alman, Fransız ve ABD’lilerin boş inançlardan beslenen bağnazlıkları bütün dünyayı dehşete düşürmektedir. Habermas gibi bir filozofun Kipling ile aynı düşünce ve duyguları paylaşması, aslında bütün bir dünyayı tehdit anlamını taşır. Bugünkü filozofların da belirli bir fikirden hareketle gerçekliği dönüştürmeye çalıştıkları anlaşılmaktadır. Batılı otoriteler tarafından belirlenmiş fikirler doğrultusunda dünyayı yeniden biçimlendirmek istiyorlar. Doğrular ve yanlışlar bu otoriteler tarafından belirlenir. Filistinlilerin insan-hayvan olarak görülmesi de otoriteye itaatin bir yansımasıdır.
7 Ekim’den sonraki herhangi bir fiilî durum, kabul edilmiş ve inanca dönüşmüş yargıları değiştirmedi. Batı dünyasına hâkim olan otoritelerin fikirlerinde herhangi bir değişim görülmedi. Batılı seçkinler hâlâ medenileştirme misyonunda olduğu gibi belirli inançlardan hareket ediyor. Onların bu bağnazlıkları ne yazık ki bütün dünyayı tehdit ediyor. Türk ve İslam dünyasının da bu gerçekliğe göre hareket etmesi gerekiyor.
10. OĞUZHAN BİLGİN / KÜRESELCİLİK–MİLLİYETÇİLİK ÇATIŞMASI (AKŞAM)
Modern dünya siyasetinin geçirdiği dönüşümleri anlamaya çalışırken, ekonomi-politik yapılar ile ideolojik ve siyasal formasyonlar arasındaki ilişkiden bağımsız bir okuma yapmak mümkün değildir.
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan güçlü refah rejimlerine dayanan, temel aktörün millî devletler olduğu dünya düzeninin; 1970’lerin sonunda hâkim hâle gelen neoliberal ekonomi-politik ve küreselcilikle nasıl ideolojik olarak hedef alındığını daha önce bu köşede tartışmıştım. 1980 sonrası fazlasıyla gündeme gelen bir olgu olan küreselleşme ile onu araçsallaştırıp bir ideolojik projeye dönüştüren küreselciliği bu noktada ayırmak gerekmektedir.
Küreselleşme süreci; teknolojik dönüşümler, iletişim ağlarının genişlemesi, sermaye akışının hızlanması, bilginin yayılmasının ve kültürel dolaşımın artması gibi unsurlarla açıklanabilecek karmaşık bir olgudur. Ancak belirli bir tarihsel dönemde bu olgu, normatif ve ideolojik bir söylem olarak küreselcilik adı altında araçsallaştırılarak ve manipüle edilerek inşa edilmiştir. Küreselcilik, yalnızca dünyadaki etkileşimin ve bağların artışını betimlemekle kalmamış; aynı zamanda millî devletlerin rolünü küçültmeyi, uluslararası kurumların ve sermaye hareketliliğinin önünü açmayı, milliyetçiliği çağdışı ilan etmeyi amaçlayan ve alt kimlikler ya da yerel statüler üzerinden millî devlet karşıtı bir ideolojik projeye dönüşmüştür.
Uluslarüstü birliklerin vurgulandığı, Avrupa Birliği gibi projelerin insanlığın ulaşabileceği en kusursuz ufuk olarak sunulduğu bu dönemde sağ ve sol siyaset de büyük dönüşüm geçirmiştir. Neoliberal küreselcilik hem sağ siyasete hâkim olmuş hem de solla etkileşime girerek solu sınıf ve emek siyasetinden alt kimlik siyasetine savurmuştur. “Tarihin sonu” iddiasına sahip bu neoliberal küreselcilik, 20 Kasım Perşembe günü bu köşede tartıştığım üzere bir ekonomi-politikten güç alıyordu. Lakin tarih, neoliberalizmin de genel olarak küreselcilerin de istediği gibi akmadı.
Zaten pek çok sorunu beraberinde taşıyan; ciddi ekonomik ve toplumsal sorunlara bizzat yol açan, savaşlara, göçlere ve krizlere sebep olan küreselcilik, 2008 kriziyle birlikte çatırdadı. Neoliberalizmi revize ederek sistemi sürdürme çabaları da hem sonuç vermedi hem de toplumlardan ciddi reaksiyon görerek milliyetçi motivasyonlara sahip siyasal akımların güçlenmesini beraberinde getirdi.
Bu süreç özellikle 2008 ekonomik krizi sonrasında Avrupa’da ve ABD’de “aşırı sağ” olarak kodlanan, fakat içinde farklı yoğunluk ve biçimlerde ulusalcı veya milliyetçi motivasyonlar barındıran yeni siyasal hareketleri güçlendirdi. İngiltere’nin AB’den çıkışı da millî devletin yeniden siyasal bir referans noktası hâline gelişinin simgesel bir örneği olarak öne çıktı.
Bugün ABD, Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Avusturya, Belçika, Polonya, Macaristan gibi ülkelerde farklı söylem ve varyasyonlarda da olsa ulusalcı–milliyetçi motivasyonları güçlü olan hareketler iktidar veya güçlü iktidar alternatifleri hâline geldi. Bu ülkelerde siyasal rekabetin ekseni giderek klasik sol–sağ ayrımından uzaklaşıp küreselcilik–milliyetçilik eksenine kaymaya devam ediyor.
ABD’de Trump öncesinde Cumhuriyetçi Parti, serbest ticaretin, küreselciliğin ve müdahaleci dış politikanın taşıyıcısı iken; Trump’ın Amerikan milliyetçiliği söylemi Cumhuriyetçileri korumacı ve daha ulusalcı bir çizgiye çekmiş, önceki küreselci yönetimlere karşı bir pozisyon doğurmuştur. Nitekim son yayımlanan ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi de buna bir çerçeve teşkil etmektedir.
Bu mühim konuyla ilgili elbette bu köşenin sınırlarını aşan tafsilatlı analizler gerekmektedir. İşte dünya siyasetinin bu yeni ve esas eksenini oluşturan küreselcilik–milliyetçilik çatışmasını, Türkiye’nin en önde gelen fikir dergisi olan Türkiye Günlüğü de dosya konusu olarak seçti. Benim de konuyla ilgili bir çerçeve çizmeye çalıştığım, literatürde önemli bir referans kaynağı olacak bu sayıyı ilgilenenlere tavsiye ederim.



