1. ABDULKADİR SELVİ/Gürsel Tekin’e bak Kılıçdaroğlu’nu anla

Gürsel Tekin, CHP İstanbul İl binasının önüne saat 13.32’de geldi. Haliyle gergindi. Tam 17 dakika süren bir açıklama yaptı. O sırada bardak ve su şişesi fırlatanlar oldu. Gürsel Tekin başına şemsiye tutarak önlemeye çalışan görevlilere, “İsterlerse kurşun atsınlar” diye engel olmamalarını istedi. Kayyum olmadıklarının altını çizdi. “Şikâyet edenler CHP’liler, taraflar CHP’liler, bizi önerenler CHP’li arkadaşlar. Biz kayyum değiliz, çağrı heyetiyiz” dedi. Her fani muhalif medyanın linçinden tadacaktır. Kemal Kılıçdaroğlu için işleyen bu kural Gürsel Tekin için de işledi. Gürsel Tekin, “Hiçbir arkadaşımı incitmeyeceğim ama bu cevap vermeyeceğim anlamına gelmez. Önümüzdeki günlerde bizim de söyleyeceklerimiz olacak” dedi. Gürsel Tekin’i eleştirenlerden biri de benim ama Gürsel Tekin başka bir pozisyonda olsaydı bu kez kahraman ilan edilirdi.

Abdulkadir Selvi Köşe

GERGİN BEKLEYİŞ

Gürsel Tekin il binasının önünde uzun bir süre bekledikten sonra saat 14.45’te CHP il binasına giriş yaptı. Bu sırada bazı CHP’liler tepki gösterdi. İl binasının içine girmesi kolay olmadı. Bir süre kapının içinde beklemek zorunda kaldı. Gürsel Tekin saat 15.02’yi gösterirken il binasının içine girmeyi başardı. İçeriye girildiğinde tepkilerin dozu daha da arttı. Ama Gürsel Tekin görevine başlamayı başardı. 15 EYLÜL’ÜN İŞARETİ Mİ Böylece Özgür Özel’in CHP binasına giremeyecekler iddiası çöktü. Bu durumda 15 Eylül’de mutlak butlan kararı çıkar, Kılıçdaroğlu yeniden göreve getirilirse CHP Genel Merkezi’ne girecek demektir.

ATATÜRK’ÜN EVİNE SAHİP ÇIKMAK

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, herkesi İstanbul İl Başkanlığı önündeki eyleme destek vermeye çağırdı. “Bütün CHP’lileri Atatürk’ün evine sahip çıkmaya çağırıyorum” dedi. Her yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet olayından sonra CHP yöneticilerinin ‘Atatürk’ün evine sahip çık’ı öne sürmesinden dolayı gına geldi. Atatürk sizin yolsuzluklarınız üstüne örtülecek şal değil. Uğur Mumcu’nun, “Bu ülkede banka soyarken kar maskesi, devleti soyarken Atatürk maskesi takılır” sözü her defasında bir gerçek oluyor. Özgür Bey önce sen Atatürk’ün evine sahip çık. Çünkü sen Atatürk’ün koltuğunda oturuyorsun. Önünde eylem yapılan CHP İl binasının alınması para kuleleri ile gündeme geldi. Hâlâ mahkemesi sürüyor. İstanbul İl kongresi, delegeler parayla satın alındığı iddiasıyla mahkeme kapısında. Büyük kongrenin adı ise “şaibeli kongre”. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ise yolsuzluk, rüşvet ve irtikap davaları nedeniyle tutuklu. Özgür Bey, öncelikle sizin Atatürk’ün evine sahip çıkmanız gerekiyor.

DEAŞ’I YENİDEN HAREKETE GEÇİRDİLER

İzmir’deki karakol saldırısında DEAŞ izleri ortaya çıkınca ilk olarak Trump’ın “DEAŞ’ı, Obama ve Hillary Clinton kurdu” sözleri hatırıma geldi. Saldırı için, daha az ceza alması için 16 yaşındaki terörist seçilmiş. Sadece daha az ceza alması için seçildiğini düşünmüyorum. Daha az dikkat çekeceği düşünülmüş.

1- Organize suç örgütleri de son zamanlarda tetikçi olarak 18 yaşın altındakileri seçiyor. Adalet Bakanı Yılmaz, 15-18 yaş kuşağındakilerle ilgili ceza oranlarını yeniden düzenleyen bir çalışma yapıldığını açıkladı.

2- Saldırgan DEAŞ kampına gidip eğitim almamış. Artık terör örgütleri, uzaktan kumanda ile sosyal medya kanalları üzerinden bu eğitimleri veriyorlar. Saldırganın sosyal medyadan kafa kesme görüntülerini izlemesi, eylem tiplerini incelemesi, silah eğitimine ilgi göstermesi bu yüzden.

3- Saldırganın karakolun hemen karşısında hedef küçülterek ilerlemesi, araçları kendine siper etmesi, hücum yeleğine benzer bir çantayı sırtında taşıması, karakolun önüne gelince uzun namlulu silahla doğrudan hedef alarak ateş açması, saldırıdan sonra soğukkanlı bir şekilde kaçmaya çalışması, balkonlara çıkanlara ateş açması, yaralandığı halde sırt çantasından çıkardığı el bombalarını atması iyi yetiştirildiğini gösteriyor.

4- Teröristin yaralı olarak ele geçirilmesi önemli. Böylece arkasındaki bağlantıları ortaya çıkarmak mümkün olacak.

DEAŞ İMZASI

5- Saldırgan, sosyal medya hesabından DEAŞ lideri Bağdadi’nin Türkiye’nin hedefte olduğu açıklamasını paylaşmış. Yaralandıktan sonra tekbir getirmesi klasik bir DEAŞ eylemi tarzı. Böylece DEAŞ imzasını atıyorlar.

6- Terörist, Instagram sayfasından intihar saldırısı yapacağını paylaşmış. Bu da bize suçu önleme konusunda sosyal medya hesaplarının takibinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Bu konuda yeni bir güvenlik yapılanmasına ihtiyacımız var.

7- Terörsüz Türkiye süreci başladıktan sonra DEAŞ’ı hareketlendirmeye başladılar. Suriye’de bir süre önce SDG-PKK’nın kontrolündeki DEAŞ kampından kaçırılanlar oldu. Onları Şam’da Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’ya suikast hazırlığı yaparken MİT yakalamıştı.

DEAŞ CANLANDIRILDI

DEAŞ bitirilmişti. Suriye’de 8 Aralık devriminden ve Türkiye’de “Terörsüz Türkiye” süreci başladıktan sonra DEAŞ yeniden harekete geçirildi. Eski Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, DEAŞ’ı “İngiliz anahtarı”na benzetmişti.

İSRAİL’E DEĞİL İSLAM DÜNYASINA

Terörist, sosyal medya hesabından Gazze’de İsrail’in katliamlarına tepki gösteriyor. Ama İsrail orada duruyor. İsrail’e tepkiliysen git İsrail’e saldır. Neden İsrail’le en çok mücadele eden, Gazze’ye en fazla yardımı yapan Türkiye’ye saldırıyorsun? Bu sorunun saçma olduğunun farkındayım. Çünkü DEAŞ şimdiye kadar İsrail hedeflerine yönelik en ufak bir saldırıda bulunmadı. Çünkü ipleri onların elinde. Patronları onlar. O nedenle hep Müslümanlara saldırdı.

ERDOĞAN’IN KRİTERİ ŞEHİT AİLELERİ

Terörsüz Türkiye sürecinin en önemli kriteri, şehit ailelerinin ve gazilerimizin hassasiyeti. Cumhurbaşkanı Erdoğan kapalı, açık her toplantıda “Şehit aileleri ve gazilerimizin hassasiyetine dikkat edeceğiz” diye uyarıda bulunuyor. AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Yayman, 2007 yılında Şırnak’ta şehit olan Süleyman Yılmaz’ın ailesini ziyaret edip şehidin eşi Ayşegül Yılmaz’ı Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüştürdü. Cumhurbaşkanı Erdoğan daha önce de Hatay’da şehit ailesini ziyaret etmiş. Ayşegül Hanım telefon görüşmesi sırasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Aradığınız için çok memnun olduk. Sizin yanınızdayız, dualarımızdasınız Sayın Cumhurbaşkanım. Allah başımızdan eksik etmesin” diyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Şehitlerimizi rencide edecek, gazilerimizi üzecek hiçbir adım atılmayacak” diye karşılık veriyor. Bu süreç yeni şehitler gelmesin diye yürütülen bir süreç. O nedenle şehit aileleri ve gazilerimizle birlikte yürütülmesi gerekiyor.

Ahmet Hakan-1

2. AHMET HAKAN/ 16 yaşında bir alçak

16 yaşında bir alçak. Güya İsrail’e karşı çıkmak için.- Güya Müslümanları uyandırmak için. İzmir’de karakol basıp iki polisimizi şehit etti. Akıl almaz bir iş. Suriye’de DEAŞ denilen yapı etkisizleşmişken... DEAŞ bahanesine sığınmak anlamsızlaşmışken... İzmir’de karakol basıp iki polisimizi şehit eden 16 yaşındaki bir alçağın, bu örgütle irtibatlıymış gibi bir izlenim vermesi süper düşündürücü. “Bu işin arkasında kesin MOSSAD var abi” diyenlere “Aman sen de komplocu” diyemiyorum. Çünkü...Suriye’yi bölüp parçalamak hevesiyle yanıp tutuşan İsrail’in, “Bakın bakın, DEAŞ bitmedi, adamlar Türkiye’de karakol basıyor” diye Trump’ı kafa kola almayı 6 planlayabileceklerini düşünüyorum. Böyle bir şey söz konusuysa...MOSSAD’ın panzehiri olan bizim istihbaratımız ortaya çıkaracaktır. Onlara sonuna kadar güveniyorum. Klişe kaçacak ama yine de söyleyeyim: Çok uyanık olmalıyız çok.

ORTALIK KARIŞIR DÜZEN BOZULURSA NE OLUR

Parti binaları polis tarafından ablukaya alınırken... Gürsel Tekin polis marifetiyle içeri sokulmaya çalışılırken...

CHP’deki ruh hali şu: Yargı kararıyla partilerinin ellerinden gideceğini düşünüyorlar, bütün bu işlerin arkasında da iktidarı görüyorlar. Buna karşı son çare olarak... Dur demeyi, direnmeyi, teslim olmadıklarını göstermek istiyorlar. Polisle karşı karşıya gelmeyi bile göze alıyorlar. Şurası kesin: CHP’deki bu direniş hali, Erdoğan iktidarından nefret eden partinin tabanını acayip mutlu edecektir. “Oh be! Teslim olmadık” duygusuyla dopdolu olacaklardır. Eğer bu ülkede sadece Erdoğan iktidarından ölesiye nefret edenler olsaydı, hiç sorun yoktu. Ama nefret gibi güçlü bir duyguya sürüklenmeyen ama iktidara da mesafeli durmaya başlamış kesimler de var bu ülkede. Ortaya çıkan arbede, kaos, kargaşa... İşte bu kesimleri ürkütüyor. Son yerel seçimde CHP’nin başarısını, bu kesimlerden alınan oy desteği sağladı. Bu kesimler ürkütülürse... CHP “küt” diye geleneksel yüzde 25’ine gerileyebilir. Kaç defa test edildi ve onaylandı: Bu ülkenin büyük çoğunluğu... Kaostan, kargaşadan, arbededen, itiş kakıştan, polisle karşı karşıya gelmekten hoşlanmıyor. Kaos ve kargaşa... Sanılanın aksine AK Parti’nin işine gelir. Kaos ve kargaşa... Sanılanın aksine CHP’yi geriletir. Halkın büyük çoğunluğunun kaos içeren, arbede içeren, itiş kakış içeren eylemlere nasıl yaklaştığıyla ilgili elimizde bir veri de var: KONDA’nın İmamoğlu’nun tutuklanmasının ardından yapılan eylemlerle ilgili yaptığı araştırmanın sonuçları. KONDA araştırmasına göre:

- YÜZDE 21: Eylemleri haklı buluyordu.

- YÜZDE 52: Düzeni bozmadıkça eylemlere hak veriyordu.

- YÜZDE 27: Eylemler haksızdır diyordu. KONDA’nın bu anketi ortaya çıktıktan sonra... Özgür Özel ve CHP, kargaşa içeren gösterilere son verip mitinglere yönelmişti. 7 Düzeni bozmadıkça eylemlere hak vermek... Sihirli formül bu. Düzenin bozulması, halkın çok geniş kesimlerinin temel kaygısı. CHP gibi bir kitle partisinin bu kaygıyı dikkate alması gerekir.

GÜRSEL TEKİN’E RANDEVU VERSELER VE ŞUNLARI SÖYLESELERDİ

CHP’nin önemli isimleri, parti binasında çay kahve eşliğinde Gürsel Tekin’e şunları söyleselerdi: Gel bakalım Gürsel Bey. Sen buraya “kayyum” olarak geldin. Tek güvencen elindeki mahkeme kararı. Arkanda delege yok, üye yok, halk yok. Mahkeme kararına yaslanarak buraya gelmeyi nasıl içine sindirdin? Biz CHP olarak bir mücadele veriyoruz. Sen bu yaptığınla mücadelemize zarar veriyorsun.40 yıllık CHP’liye yakışıyor mu bu? Gürsel Tekin’e kameralar önünde söylenecek bu sözler... Kamuoyunda arbede / kargaşa / kaos görüntülerinden... Bin kat daha büyük etki yaratırdı. SOKAĞA ÇAĞIRMAK

KOLAY ZOR OLAN KRİZ YÖNETMEKSOKAĞA ÇAĞIRMAK

Çok kolaydır. Ustalık istemez. Taktik, strateji gerektirmez. Bir sonraki hamleyi boş verir. Meydan okumanın dayanılmaz ferahlığına yol açar. Taraftara “ha şöyle” dedirtir. KRİZ YÖNETMEK Kolay iş değildir. Duygu değil akıl ister Esneme ve müzakere yeteneğine ihtiyaç duyar. “Sonu neye varır” dedirtir. Sürekli bir sonraki hamleyi düşündürür. Sadece taraftarı değil tüm Türkiye’yi hesaba katmayı gerektirir.

Zafer Şahi̇n-1

3. ZAFER ŞAHİN/Aleviler devletten ne bekliyor?

Çözümsüzlükten beslenen ve devletin Alevilere yönelik attığı her adımı kendisi için bir zemin kaybı olarak görenler beğenmeyebilir ama ben hafta sonu okuduğum “Alevi-Bektaşi Toplumunun Sorunlarını Çözmeye Yönelik Gerekli Adımlar, Çözüm Önerileri ve Uygulama Planı” adlı raporu son derece faydalı buldum. Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı Kurucu Başkanı Ali Arif Özzeybek ve Gazeteci-Yazar Mehmet Çek tarafından hazırlanan rapor şu çarpıcı tespitle başlıyor: On yıllar boyunca Alevilik bu ülkede yok hükmünde sayılmış, ocakları kapatılmış, Alevi-Sünni uyuşmazlığı karanlık odaklarca körüklenmiştir. Alevilerin en temel talepleri bile karşılanmazken Alevi-Sünni ayrışmasını derinleştirmek maksatlı provokasyonlarla sanal bir irtica algısı oluşturulmuş, Sünni korkusu pompalanarak Aleviler memleketin sözde laik partisini desteklemeye yönlendirilmiştir. 8 Bu tespit Türkiye’de “Alevi sorunu” diye tabir edilen meselenin neden bu kadar yıldır çözülemediğinin özetidir. Devletin Alevi vatandaşları bir sorun olarak görmesi başlı başına bir sorunken, bu durumdan siyaseten nemalananların çözümsüzlüğe oynamaları Türkiye’nin ayrı bir talihsizliğidir. Tamam devlet Alevileri uzun süre unutmuş, hatta yok saymıştır. Ancak aynı devletin 2010’lı yıllardan beri onlara yönelik attığı kucaklayıcı adımlara CHP’nin ve onun yörüngesindeki bazı STK’ların gösterdiği tavır kabul edilemez. Türkiye’de mevcut 2 bin 102 cemevi ve Alevi köylerinin tamamını kapsayan bir saha çalışmasının yapılması, tespit edilen ihtiyaç ve eksiklerin devlet tarafından karşılanması maalesef son 10 yılda mümkün oldu. Bugün atılan adımları karalayan, yok sayanların geride kalan uzun yıllar boyunca devletin Alevileri neden yok saydığına dair tutarlı bir özeleştiride bulunmaları gerekmez mi? (Alevi-Bektaşi geleneği temsilcileri devlet katında ilk kez Recep Tayyip Erdoğan döneminde muhatap alındı. Alevi Çalıştay Nihai Raporu 22. maddesinde “Cemevlerine hukuki statü kazandırılmalı, bu çerçevede gerekli ihtiyaçlar eşitlik ilkesine uygun şekilde devletçe karşılanmalı” ibaresi bu dönemde yer aldı. Gelelim raporda yer alan tespit ve önerilere…

■ Kamusal alanda mezhep farklılıklarından ötürü maruz kalınan ayrımcılığın engellenmesi ve istihdamda eşitsizliğin sonlandırılması.

■ Alevi-Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığı’nın isminin Alevi-Bektaşi İnanç Başkanlığı adı altında değiştirilmesi ve doğrudan Cumhurbaşkanlığına bağlanması.

■ Cemevlerinin sadece aydınlatma değil, bütün elektrik tüketim bedelinin ödenmesinin sağlanması.

■ 10 Muharrem (Aşura) gününün resmi tatil ilan edilmesi.

■ Alevilerin inançlarını tatbik etme ve özgürce yaşama hakları anayasada açıkça güvence altına alınmalı.

■ Alevi inanç ve geleneklerine saygılı bir müfredat eğitim sistemine eklenmeli ve müfredatta Alevilik ile ilgili toplumun her kesimini aydınlatıcı içeriklere yer verilmeli.

■ Alevilere yönelik sistematik nefret söylemi ve ayrımcılık kesin ve net bir şumulde suç kapsamına alınmalı.

■ Milli Eğitim Bakanlığı müfredatında seçmeli Alevilik derslerine yer verilmeli.

■ Cemevlerinin statükosu ve müstakilen inanç merkezi sayılması yönündeki talepler çözüme kavuşturulmalı.

■ Cemevlerine personel görevlendirilmeli, 2 bin 105 Alevi-Bektaşi Cemevi Önderinin ataması yapılmalı. Raporda MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Alevi İslam inancına sahip kardeşlerimizin haklı talepleri vardır. Bu talepler kardeşliğin alicenaplığı ile hakkaniyetle karşılanmalı, ortak akıl ve geniş bir uzlaşma zemini hazırlanmalıdır” sözlerine de yer verilmiş. Bu arada Bahçeli’nin Nevşehir’in Hacıbektaş ilçesinde hibe ettiği arsa üzerinde yükselen Horasan Erenleri Hacıbektaş Kültür ve Cemevi Külliyesi’nin açılış töreninin de ekim ayında gerçekleşmesi bekleniyor. MHP liderinin burada vereceği mesajın içeriği şimdiden merak konusu oldu

Bercan Tutar-1

4. BERCAN TUTAR/Gazze sadece buzdağının görünen kısımı

Dünyanın en önemli hakemli tıp dergilerinden The Lancet Global Health, Ağustos 2025 sayısında soykırımcı Batılı siyonist sistemin barbar yüzünü bilimsel verilerle deşifre eden çığır açıcı bir araştırma yayımladı. "Uluslararası yaptırımların yaşa özgü ölüm oranlarına etkileri: Uluslararası bir veri analizi" başlıklı 48 sayfalık incelemede, ABD, İngiltere ve Avrupa Birliği ülkelerinin son 51 yılda ekonomik yaptırımlarla çoğu bebek, çocuk ve yaşlı 38 milyon insanı öldürdüğü belgeleniyor. Araştırma bize Batılı yaptırımların adeta nükleerden farksız bir küresel soykırım ve etnik temizlik silahı işlevi gördüğünü kanıtlıyor. Profesör Francisco Rodriguez liderliğindeki ekibin dikkat çektiği yaptırımları çoğu yorumcu 'emperyal güç aracı' diye niteleniyor. Oysa ölenlerin sayısı yanında yaptırımların hedef alınan ülkelerde yol açtığı endüstriyel gerileme, siyasi kriz, sosyo-kültürel kaos, ekonomik bunalım ve negatif büyüme gibi faktörler de göz önüne alındığında ambargolar için 'nükleer soykırım silahı' tanımı çok daha uygun olacaktır. Ancak ne yapsalar da insanlara boyun eğdiremiyorlar. Küresel direniş arttıkça Batı'nın şiddeti ve mezalimi de artıyor. Batı dünyası 1970'lerde yılda ortalama 15 ülkeye yaptırım uygularken bu sayı 1990'larda 30'a, 2000'lerden sonra da 60 ülkeye kadar çıkmış. Diğer tahribatlarla birlikte düşünülünce Batılı yaptırımların sistemli bir etnik temizlik silahı, en kirli ve en vahşi bir insanlık suçu olduğunu görüyoruz. İktidar değişip ülke ve devlet çökertilene kadar yaptırım, darbe ve işgal süreci durmuyor. Peter Kornbluh gibi tarihçiler yaptırımları 'görünmez abluka' diye niteliyor. Böylece doğrudan işgale fazla ihtiyaç kalmıyor. Çünkü yaptırımlar çok etkili oluyor. The Lancet'teki çalışma, 1970'ten 2021'e kadar yaptırımlar nedeniyle ölenlerin sayısının aynı süreçteki savaşlardaki kayıpları aştığını da vurguluyor. Son 51 yıldaki savaşlarda yılda ortalama 100 bin kişi ölürken 1990'lardaki yaptırımlarda bazı yıllarda bir 10 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiş. Verilerin en güncel yılı olan 2021'deki yaptırımlar ise 800 binden fazla ölüme neden olmuş. Bu sonuçlar, son iki yıldır Gazze'yi aratmayan korkunç bir soykırımın küresel çaptaki en net itirafıdır. Nitekim ABD Dışişleri Bakanlığı, Nisan 1960'ta Küba yaptırımlarının amacını şöyle açıklamıştı: "Küba lideri Fidel Castro çok yaygın bir popülariteye sahip. Küba'ya para, malzeme, gıda ve ilaç akışı engellenirse bu reel ücretleri düşürerek sosyo-ekonomik krize, açlığa, çaresizliğe ve en nihayetinde Castro'nun devrilmesine yol açacaktır. Bu nedenle Küba'nın ekonomik ve sosyal hayatını çökertmek için mümkün olan her yola derhal başvurulması gerekiyor..." Görüldüğü üzere açlık ve kıtlıktan bebek ve çocukların ölmesi Batı'yı pek ilgilendirmiyor. Tek arzuları var. Hedef ülkeyi içindekilerle birlikte yok etmek. Gazze'de de bir kez daha gördüğümüz gibi soykırımcı Batılı siyonist zihniyet tam da böyle bir şey! Lancet'ten çıkan sonuç şu: Batılı efendilerin konforu ve rahatı için dünyanın geri kalanı her yıl bir milyona yakın bebek ve çocuğunu kurban vermek zorunda. Ne var ki Gazze'de de deşifre olan bu Batılı sadist ve ilkel sistem artık sürdürülebilir değil. Küresel vicdan ayakta. Batılı halklar bile bu sisteme isyan ediyor. Lancet'in araştırması dünyaya Batılı barbarlığın gerçek yüzünü bir başka mercekten gösteriyor. Anlıyoruz ki Batılı küresel soykırımın yeni halkası olan Gazze'deki vahşet sadece buzdağının görünen kısmı. İşte bu nedenle ne yapılacaksa şimdi yapılmalı. Yoksa dünya da insanlık da yine kaybedecek.

Yusuf Di̇nç-1

5. YUSUF DİNÇ/ OVP sadra şifa faiz indirimi öngörüyor mu?

Orta Vadeli Program (OVP) ilanı son yıllarda gerçekten heyecan verici oluyor. Nedeni üzerine düşündüm. Zor oldu ama buldum; Cumhurbaşkanı Yardımcısı Sn Cevdet Yılmaz sayesinde. Sunumda Sn Yılmaz’ın eski Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) karakteri tüm canlılığıyla diriliyor. Eski DPT’lilerin çoğu gibi. O ekip hiç yaşlanmayan, başarabileceklerinin ve başarmayacaklarının sınırını bilen, iyi bir liderlikle kapasitelerinin üzerine çıkabileceğini deneyimlemiş bir ekip. OVP günü işte kimisini tanıdığım o ekipten biri olarak karşıma çıkıyor Sn Yılmaz. Acaba diyorum yeniden mi düşünsek planlama teşkilatlanmasını? Sn Yılmaz OVP’ye kesinlikle ruh kazandırdı. Ve bu ruhu kurumsallaştırmayı düşünmeliyiz. Böylece program araçlarının kullanımını ve hedef gerçekleşmesini de takip edebiliriz. 11 OVP’nin genel karakterini ikna edici buldum. Kalkınma ve büyüme hedeflerini iyi yansıttığını da düşündüm. Ama ekonomi yönetiminin uyguladığı programla uyumu bakımından bir sorun var. O da cari açık… Böyle bir programın cari açık değil, cari fazla öngörmesi gerekir. Genellikle para politikasının sıktığı dezenflasyon programlarının bir realizasyonla ekonomiyi cari dengede fazla durumuna geçirmesi gerekir. Ekonomi yönetiminin ani bir soğutma (sudden stop) niyeti olmadığını biliyoruz. Ancak ithal ikameci adımlarla kolaylıkla kapatılacak bir fark var ve ithal ikameci yatırımlara dair OVP’de güçlü bir vurgu var. Yalnız bu kısım çok değişmiş. İthal bağımlılığının azaltılması anlamında eskisi gibi mal tarafına odaklanılmıyor. Enerji bağımsızlığı esas alınmış. Çerçeveletip asılacak bir bölüm olmuş. Bu çarpıcı bir dönüşüm ve ayakları yere basıyor. Hakikaten basıyor. Çünkü enerjide hayallerimizin ötesine geçebildiğimizi daha önce gördük. Diğer taraftan finans hesabında uygulanan dezenflasyon programına göre cari fazla sağlayacak kadar pozitif döviz akışı gerekir. Kur-faiz ikilisi bunun için yönetiliyor zaten. Artık Türkiye olarak imkânsız üçlü (impossible trinity) denkleminin dışına çıkıyoruz. Çin gibi… Kur-faiz ve başarılabilirse enflasyon bundan sonra eş anlı yönetilecek… Finans hesabında Türkiye için doğrudan yatırımlarla portföy yatırımlarına odaklanmak gerekir. Maalesef geçen OVP sunumlarında doğrudan yatırımlara yapılan vurgu son toplantıda korunmadı. Metin bu anlamda yapısal reform vurgusuyla güçlendirildiği halde… Çin ile ne durumdayız bu anlamda merak ediyorum? Rekabetçi bir vergi ortamı kurulmamasıdır biraz da bizi kendi vurgumuzdan uzaklaştıran. Gene de Türkiye’nin doğrudan yatırım cezbetme potansiyeli yüksek. Gerçi dezenflasyonla mücadele programının doğrudan yatırımları değil de portföy yatırımlarını esas aldığı muhakkak. Bu tür programlar özelleştirme yoksa doğrudan yatırım cezbetmekte yetersizdir. Fakat cari açık beklentisinin sürmesi faize duyarlı portföy yatırımı beklentileriyle uyumsuz. Hala portföy yatırımları bir vaat olarak görülüyorken hem de… Mal tarafına odaklanıp “dezenflasyon programının ihracat kaybına neden olacağı bilindiğinden cari açık öngörülmüştür,” gibi bir iddia gelecekse; işsizlik beklentisinin böyle bir iddiayı karşılamayacak kadar makul öngörüldüğünü hatırlatırım. Üstelik 2011 yılından 2020 yılına kadar cari açık sürekli azaltılıp pozitife geçilmişti. Yani OVP Türkiye’nin cari açık yolundaki trendini desteklemiyor. 12 O zamanda hedefler anlamında denklem biraz karmaşıklaşıyor. Cari fazla durumunun aşırı iyimserlik olarak değerlendirilmesi de mümkün. Fakat trend izlenirse cari fazla beklentisinde bir aşırılık olmadığı görülebilir. Konuyu neden öne getirdiğime geleyim; OVP’nin cari açık tahminleri üzerinden faiz beklentisine dair söylenebilecekleri ele almak için. Teorik olarak cari açık öngörüsü OVP boyunca pozitif reel faiz ortamının devam edeceğini gösterir. Belki öylesi makul ve doğrudur. Fakat pozitif reel faizde had belirleme sorunumuz var. Had belirleme sorunun kaynağı faizin enflasyonu değil, kuru hedef almasından. İmkânsız üçlü teorisinden uzaklaştığımızı da yeniden hatırlatayım. Piyasanın buna henüz ikna olmadığını da yeri gelmişken söyleyeyim. Bu şartlarda cari açık-had belirleme sorunuyla birleşince sadra şifa faiz indirimi beklemek zorlaşıyor. Açıkçası ben piyasanın mevzuu çözeceğini ve tüm dünya komünal-kapitalizme sürüklenirken bu anlamda meseleyi büyütmeyeceğini düşünüyorum. Eğer tercih küresel yönelimden yanaysa ekonomi yönetimi meseleyi kendisi büyüten bir politika karakteri yükleniyor fazladan. Herkesin yaşanan paradigma değişimini anlaması için artık ince matematik dönemi. Para politikasının kabalıklarını törpülemek lazım. Sn Yılmaz’ın geçmiş tecrübesiyle dönüşen paradgimanın getirdiği ekopolitik uyumu görebilmek lazım. DPT vurgum da bundan…

6. YAHYA BOSTAN/Yine başa mı sarıyoruz: ABD’den SDG’ye yeni teklif

Suriye’nin kuzeyinde terör koridoru kurulmaya çalışıldığı günlerdi. Sınırımızın hemen dibinde DEAŞ ve YPG terör örgütleri varlık gösteriyordu. Washington bölgesel güvenlik politikalarını CENTCOM’a devretmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı ve istihbaratının pek esamesi okunmuyordu. CENTCOM, YPG‘yi koalisyon ortağı yapmış, açık bir şekilde destekliyordu. Türk-Amerikan ilişkilerini son yıllarda en çok zorlayan konu budur. ABD’nin terör örgütü YPG ile kurduğu ilişkidir. İki başkent arasında konuyla ilgili belki de yüzlerce görüşme yapılmıştır. Amerikalılar, aklımızla alay edercesine pozisyonlarını savunmuştur. ABD, Türkiye’nin Suriye’ye olası operasyonlarını engellemeye çalışmıştır. Ancak durduramamıştır. Hayalleri Türkiye sınırı boyunca devam eden, Akdeniz’e ulaşan bir terör koridoru/devleti kurmaktı. Ancak suya düşmüştür. Koridor, Suriye’nin kuzeyine ABD’ye rağmen yapılan sıralı operasyonlarla parçalanmıştır.

Yahya Bostan

Üniversite öğrencileri ‘terörle mücadele’ konusunda bilgilendirildi
Üniversite öğrencileri ‘terörle mücadele’ konusunda bilgilendirildi
İçeriği Görüntüle

BÖLGEDE DENKLEMİ DEĞİŞTİREN GELİŞMELER

Daha sonra köprünün altından çok sular aktı. ABD, 1. Trump döneminde bölgesel perspektifini değiştirmeye başladı. Ortadoğu’da (İsrail’in güvenliğini merkeze alan) bir mimari oluşturup bölgedeki varlıklarını azaltmaya ve Çin’e odaklanmaya karar verdi. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının ardından, Biden döneminde Washington-Ankara trafiği arttı. 7 Ekim 2023’ten sonra Gazze’de yaşananlar bölgesel denklemi derinden sarstı. 2024 Mart ayının ilk günlerinde Dışişleri Bakanı Hakan Fidan ile MİT Başkanı Kalın’ın Washington’a yaptığı ardıl ziyaretlerde bölgesel bazı konuların derinlemesine ele alındığını düşünüyorum. Köprünün altından akan suları hızlandıran gelişme, Suriye’den çekilmeyi savunan Trump’ın ABD’de yeniden iktidara gelmesidir. Trump, göreve gelir gelmez, Suriye için “Anahtarı Türkiye’nin elinde” demişti. Bu, “Suriye dosyasını Ankara’yla götüreceği” anlamı taşıyordu. Nitekim, Ankara Büyükelçisi Barrack’ı aynı zamanda Suriye Özel Temsilcisi olarak atadı. Suriye Cumhurbaşkanı Şara ile Riyad’da bir araya geliyor, Suriye’ye yaptırımları kaldırıyor, ülkenin toprak bütünlüğünün altını çizen açıklamalar yapıyordu. Beklenti, Washington’un Ankara ile konuştuğu Suriye dosyasındaki pozisyonunu muhafaza etmesiydi.

İSRAİL’İN HAYALİ DAVUT KORİDORU

Öngörülmesi gereken şey İsrail’in ABD politikalarındaki keskin belirleyiciliğidir. İsrail, Washington’un Suriye dosyasını Ankara ile konuşmasını kabullenmedi. Lobi gücü ve ısrarcılığıyla, önce İran meselesine bakıştaki Washington-Tel Aviv makasını kapadı. Trump’ı İran’a saldırtmayı başardı. 12 Gün Savaşı, Haziran ayında gerçekleşmiştir. Bundan birkaç hafta sonra İsrail, Suriye için düğmeye basmıştır. Bir Dürzi işadamının kaçırılmasıyla patlak veren temmuzdaki Süveyda olayları tipik bir istihbarat operasyonudur. Dürzi ayrılıkçı gruplar ve bölgedeki irili ufaklı örgütler, yıllardır İsrail tarafından beslenmektedir. Suriye’yi dörde bölmeye çalışan, ülkede Davut Koridoru hayali kuran İsrail, Süveyda olaylarıyla Suriye’nin güneyinin silahsızlandırılması çabasında mesafe kat etmiş, SDG’nin de rotadan çıkmasını sağlamıştır (Golan’dan Irak’a uzanan Davut Koridoru haritasını, bu projenin hangi kaynakları kontrol etmeyi hedeflediğini, “Special Eurasia” adlı ajansın Davut Koridoru raporu fevkalade anlatmış. Okumanızı tavsiye ederim.) CENTCOM IN, BARRACK OUT İsrail’in Suriye konusunda ABD politikasını belirlemeye başladığını birkaç gelişmeyle anlıyoruz. CENTCOM’un SDG dostu komutanı Kurilla gitti. Yerine, Amiral Brad Cooper geldi. Cooper ilk iş Suriye’de Mazlum Abdi ile görüştü. CENTCOM’un ipleri yeniden ele almaya başladığını 14 hissediyorum. Dışişlerinin (Thomas Barrack) geri çekildiğini düşünüyorum. Barrack artık “Federasyon olmasa da federasyonun altında bir şey” diyor. Ağız değiştiriyor. The National’da okudum. ABD, SDG’ye Şam’la anlaşması için yeni bir teklifle gitmiş. SDG’ye “Suriye ordusuna kısmen entegre olun” demişler. Bu SDG’nin silah bırakmaması anlamına gelir. Türkiye’nin kabul edebileceği bir şey değildir.

NEW YORK ANLAŞMASINA DİKKAT

Bunun karşılığında “Kontrol ettiğiniz Arap topraklarından ve petrolden vazgeçin” mesajı vermişler. Bir de SDG’ye uyarıda bulunmuşlar: “İsrail aynı anda iki azınlığı koruyamaz ve her zaman önceliği Dürziler olacaktır.” Suriye ve İsrail’in bu ayın sonunda New York’ta Trump’ın himayesinde bir anlaşma imzalayacakları ileri sürülmüştü. İki ülke alt düzey görüşmeler yapıyordu. Görüşmelerde ilerleme sağlanmış olmalı ki (Kan News’in haberine göre) Dışişleri Bakanları önümüzdeki günlerde bir araya gelecek. Muhtemelen New York görüşmesinin altyapısı kurulacak. İki ülkenin yapacağı sınır güvenliği ile ilgili anlaşma, SDG’nin ne yöne evrileceği konusunda da fikir verecek. CENTCOM’un politika belirlediği bir düzlemde gidişat aşağı yukarı bellidir. ABD ile başa sarabiliriz.

Dr. Adam Mcconnel

7. DR. ADAM MCCONNEL/Ulusal Muhafızlar sokaklarda: Amerika'da "kurumsal" çözülme mi yaşanıyor?

"İmparatorluk… doğuşunu sağlayan özgün yönetim yapılarını zamanla aşındırarak ortadan kaldırdı ve böylece tek adam yönetimine giden yolu açtı." Amerika Birleşik Devletleri, saldırgan dış politika söylemlerine ve zaman zaman giriştiği yırtıcı savaşlara rağmen, bir imparatorluk gücü olma konusunda her zaman çelişkili bir tavır sergiledi. 1930'lara kadar Amerikalıların büyük çoğunluğu dünya meselelerine karışmak istemiyor, "imparatorluk" kavramını ise İngilizleri küçümsemek için kullanıyordu. Japonya’nın Pearl Harbor’a saldırmasına kadar, iç kamuoyundaki baskılar Başkan Franklin Delano Roosevelt’i (FDR), Nazi Almanyası’na karşı Britanya’ya yardım ederken çeşitli dolambaçlı yollar izlemeye mecbur bıraktı. ABD’nin küresel liderliğinin ne anlama geldiğini gerçekten kavrayabilen siyasetçiler, muhtemelen yalnızca İkinci Dünya Savaşı kuşağıydı. Eisenhower yönetimlerinden bu yana ise manzara yavaş fakat sürekli bir gerilemeye işaret ediyor. Ekonomik üretkenlik ve askeri güç, Amerika’nın küresel hakimiyetini uzun süre ayakta tutsa da, liderlik kapasitesindeki aşınma onlarca yıldır açıkça görülüyor.

Buna paralel olarak, ABD’nin dünyanın başlıca ekonomik, askeri ve siyasi gücü olmasından kaynaklanan iktidar ve servet, Amerikan toplumu ve siyasal sistemi üzerinde bozucu etkiler yaratmaya başladı. 1980'lerdeki "Reagan Devrimi," toplumsal servetin yeniden dağıtımını sağlayan FDR’nin "New Deal" dönemini sona erdirdi. Böylece seçimler, giderek paranın ve imaj manipülasyonunun belirlediği yarışlara dönüştü.

TRUMP 1.0

2017’nin başlarında Anadolu Ajansı için yazdığım bir yazıda, Donald Trump’ın başkanlığının ne kadar sorunlu geçerse geçsin, kısa vadede ABD’nin ekonomik ve siyasi sisteminin çöküşüne yol açmayacağını belirtmiştim [2]. Trump’ın ilk döneminde ülke, "artan kayırmacılık ve nepotizm ile birlikte, kötü hazırlanmış iç ve dış politikaların dört yılına" sahne oldu [3]. Buna rağmen Amerikan siyasi sistemi bu süreci atlatmayı başardı, hatta Joe Biden yönetimi, Trump döneminde başlatılan birçok politikayı devam ettirdi. Federal kurumlar arasında en büyük darbeyi, bütçesi kısılıp adeta işlevsiz bırakılan Dışişleri Bakanlığı aldı. Ancak bu kurumun etkinliği, zaten son 60 yıl içinde önemli ölçüde gerilemişti [4]. TRUMP

2.0 Trump

ikinci kez göreve geldiğinde, federal kurumlara adeta Arnold Schwarzenegger’in "Terminatör" filminde karakola dönüşü gibi geri döndü. Hemen her hafta, başkanlık yetkilerinin geleneksel ve yasal sınırlarını zorladığı ya da doğrudan yok saydığı pek çok örnek ortaya çıktı. Bu adımların bir kısmı mahkeme kararlarıyla engellense ya da ertelense de, yine de yeni emsaller oluşmaya devam ediyor [5]. Trump ve destekçileri, başkanlık yetkilerini neredeyse sınırsız görüyor. Oysa bu, Amerika’nın anayasal düzenini inşa edenlerin tasarladığı bir şey değildi [6]. Aslında "denge ve denetim" ilkesi, her bir devlet organının belli yetkilere sahip olmasını ama aynı zamanda diğer organların yetkileriyle sınırlandırılmasını ifade eder. Yürütmenin yetkileri de özellikle bir kral ya da imparatorun ortaya çıkmasını önlemek için sınırlı tutulmuştu. Öte yandan, "İmparator Başkan" tartışması ABD siyasetinde yeni değil. Arthur Schlesinger’in aynı başlıkla yazdığı 1973 tarihli çalışmadan beri, başkanın yetkileri sürekli genişledi ve bu genişlemeyi durdurmaya yönelik girişimler pek sonuç vermedi [7]. Örneğin, Kongre uzun süredir başkanların Anayasa’nın öngördüğü savaş ilanı yetkisini aşmasına göz yumdu. ABD’nin en son resmi savaş ilanı 1942’de yapıldı. O tarihten sonra Kongre, bu hayati yetkiyi korumak yerine, başkanlara yurt dışında askeri güç kullanma yetkisi veren kararlar aldı. Kore ve Vietnam savaşları sırasında yaşanan tartışmaların ardından ise 1973’te Savaş Yetkileri Kararı’nı 16 çıkardı [8]. Ancak bu yasa, aslında başkanın Kongre’den onay almadan silahlı kuvvetleri hangi şartlarda kullanabileceğini çerçeveledi. Nitekim Kongre, bugüne kadar hiçbir başkanı bu yasayı ihlal etmekle suçlamadı. Bu tabloya bakıldığında, ordunun içeride de kullanılabileceğini düşünecek bir başkanın ortaya çıkması yalnızca bir zaman meselesiydi [9]. Zira Anayasa’nın verdiği "Başkomutan" sıfatı, zaten başkana silahlı kuvvetler üzerinde geniş yetkiler tanıyordu.

ABD’NİN FEDERAL KURUMSAL DÜZENİ

Önümüzdeki yıllarda ABD’nin yönetim yapılarında neler olacağını kestirmek şu an için mümkün değil. Trump şimdiden bir kurumu (Eğitim Bakanlığı) ortadan kaldırdı, Dışişleri Bakanlığını etkisizleştirdi ve ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı’nı dağıttı [10]. Bununla da kalmayıp Adalet Bakanlığı, Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Ajansı, istihbarat teşkilatları, Federal Soruşturma Bürosu (FBI), Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezleri (CDC) ve Merkez Bankası gibi birçok kurumu benzeri görülmemiş ölçüde siyasallaştırdı. Bütün bu hamleler, Trump’ın danışmanlarının “üniter yürütme” diye tanımladığı anlayışı hayata geçirmeye yönelik [11]. Amerikan kamuoyu, Trump’ın politikalarından yeterince rahatsız olup onu 2026 Kasım ara seçimlerinde cezalandıracak mı? Anketler şimdilik Trump’ın desteğinde düşüş olduğunu gösteriyor [12]. Bu nedenle Trump, seçmen tabanını sağlamlaştıracağını düşündüğü başlıkları öne çıkarıyor. Örneğin, suçla mücadele bahanesiyle Ulusal Muhafızları ve Deniz Piyadelerini Los Angeles’a, FBI’ı ise Washington DC’ye göndermesi bunun bir örneği. Oysa pandemi sonrasında ülke genelinde suç oranları düşüyor. Dolayısıyla bu adımlar, seçmenlerine yönelik siyasi birer gösteriden ibaret. Trump aslında açık bir siyasi maliyet-fayda hesabı yapıyor: Politikaları Cumhuriyetçi Parti içinde sorun yaratıyor [13]. Bunun karşılığında ise seçmenlerinin önem verdiği meseleleri gündeme taşıyarak kamuoyunda gürültü koparmaya ve yoğun medya ilgisi oluşturmaya çalışıyor. Özellikle de önde gelen Demokratların ya da azınlık kökenli Demokratların yönettiği eyalet ve şehirleri hedef alıyor.

YERİNİ TEK ADAM YÖNETİMİ Mİ ALIYOR?

Cumhuriyetçiler, bazı eyaletlerdeki yeni seçim düzenlemelerine rağmen gelecek yıl ağır kayıplar yaşarsa Trump tutumunu değiştirir mi? Ya da Demokratlar 2028’de Beyaz Saray’ı geri kazanırsa, ABD kurumlarının gücü ve itibarı yeniden inşa edilebilir mi? Bu iki soruya da olumlu yanıt vermek zor görünüyor. Trump, içgüdülerine karşı çıkan bir muhalefetle ya da ön yargılarını boşa çıkaran kanıtlarla karşılaştığında genellikle öfkeyle tepki veriyor ve daha da sertleşiyor. Normalde bu eğilimleri frenlemesi beklenen kurumlar, yani Kongre ve Yüksek Mahkeme, Trump’ın yaptıklarının neredeyse tamamına onay verdi. Üstelik Trump, 17 aleyhine karar veren mahkemelere doğrudan saldırıyor [14]. Federal kurumların işlevselliğine ve güvenilirliğine verilen zarar şimdiden ciddi boyutlara ulaşmış durumda ve Trump’ın görev süresinin bitmesine hala üç yıl var. Sonuç olarak Trump, geçmişte farklı federal kurumlara dağılmış olan yetkileri kendi elinde topluyor; bu kurumlar ise siyasallaştırılıyor ve çoğu durumda işlevsiz hale geliyor. Tarihçilere göre bu manzara yabancı değil. Octavian (daha sonra Augustus Caesar) "princeps" unvanını üstlendiğinde, Roma’daki cumhuriyet kurumlarını büyük ölçüde korudu, çünkü tek adam yönetiminin temelleri zaten önceki yarım yüzyılda atılmıştı [15]. Benzer şekilde Cosimo de’ Medici 1434’te Floransa’ya döndüğünde fiili iktidarı ele aldı, sistem görünüşte işlemeye devam etti ama muhaliflerin görev alması ve kritik kararlarda söz sahibi olması engellendi [16]. Roma ve Floransa’daki cumhuriyet kurumları modern anlamda tam demokratik olmasa da, toplumu yönetmek ve siyasi sorunları çözmek için sınırlı demokratik mekanizmalara sahipti. Ancak güç ve servetin yarattığı çatışmalar, sonunda bu düzenleri tek adam yönetimine teslim etti.

Aynı akıbet Amerika Birleşik Devletleri’nin de başına gelir mi?

Kaynak: GAMZE KARABULUT