1. ABDULKADİR SELVİ/Resepsiyondan kritik konularda kulisler

Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki 30 Ağustos resepsiyonunda hem gözlemlerde bulunma şansı edindim hem de birinci derecede muhatabaplarıyla konuşma imkânı buldum. Elde ettiğim kulisleri paylaşacağım. Ama önce izlenimlerimi aktarmak istiyorum. Ben salona girdiğimde Cumhurbaşkanı Erdoğan hâlâ Harp Okulları’nın mezuniyet törenindeydi. Geçen yıl yaşanan korsan yemin olayı nedeniyle salon içinde dahi canlı yayınlardan töreni an ve an takip etmeye çalıştım. Geçen yıl Hava, Deniz ve Kara Harp Okulu birincileri kızlarımızdan çıkmış, göğsümüz kabarmıştı. Ancak korsan yemin olayı her şeyi gölgeledi. Bu kez de Hava Harp Okulu birincisi Elif Emirmehmetoğlu oldu. Kızlarımızın başarısından onur duyuyoruz. Keşke geçen yılki olay da yaşanmasaydı.

HAKAN FİDAN’IN ÖNLEMİ

Tekrar Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki salona dönecek olursak, ilk gelenlerden biri MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’ydi. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan salona telefonla konuşarak girdi, yerine geçtikten sonra da bir süre telefonla konuştu. Belli ki uluslararası bir sorunla ilgileniyordu. Çünkü bir eliyle de ağzını kapatmaya çalışıyordu. Belki istihbaratçılıktan kalma bir alışkanlık belki dudak okumaya karşı alınmış bir önlem diye düşündüm.

ADALET BAKANI NE DEDİ

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç ise salona girince önce şehit aileleri ve gazilerin olduğu bölüme yönlendi. Onlarla sohbet edip, hatıra fotoğrafı çektirdi. Bu kez orman yangınlarında gazi olanlar da 30 Ağustos resepsiyonuna davet edilmişlerdi. Bahçeli ilgi gören isimlerden biriydi. Siyasiler, gazeteciler yanına kadar gidip sohbet ettiler. Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’un etrafı da gazeteciler tarafından kısa sürede sarıldı. Yılmaz Tunç’un tek isteği oldu. “Yanlış bir haber vermemek için bizi arayın, size mutlaka ulaşırız. Doğru bilgiyi veririz” dedi. Bu bir lüks değil. Bilginin doğru ya da yanlış olduğunu teyit ettirmek gazetecinin görevi.

HAKAN FİDAN’A İLGİ

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan bir an bile yerine oturmadı. Çünkü telefon konuşması bittiği andan itibaren etrafı gazeteciler tarafından sarıldı. Hakan Fidan meslektaşlarımın sorularını yanıtlarken salonda bir hareketlilik yaşandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geldiği anons edildi. Gün boyu devam eden 30 Ağustos törenleri nedeniyle Erdoğan için yoğun bir gündü. Ayrıca tören salonundan çıkıp 4 Çin’e gideceği için programın kısa tutulacağı düşünüldü. Ama programın sonuna kadar kaldı. Kur’an-ı Kerim okunarak başlayan program Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın özel konseri ile son buldu.

İŞTE ÇAĞDAŞ TÜRKİYE

28 Şubat sürecinde Demirel, CSO’nun konserinde “İşte çağdaş Türkiye” diyerek 28 Şubatçılara mesaj göndermişti. Askeri darbelerle devrilen Demirel, 28 Şubat’ta tekrar cumhurbaşkanı seçilmek için, önce 28 Şubatçılara göz kırptı, sonra o süreci yönetmeye çalıştı. Ama tüm atraksiyonlarına rağmen ikinci kez cumhurbaşkanı olamadı. Fakat darbelerin mağduru Demirel imajını zedeleyip 28 Şubat’ta demokrasi siciline çizikler attırdı.

ATATÜRK İSTİSMARI

Bu arada her resmi törende Atatürk tartışması başlatanlara bir haberim olacak. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki törenlerde Atatürk posterleri de asılmıştı, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın duasında da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın konuşmasında da Atatürk yer aldı. Artık şu Atatürk istismarını bırakın. BM’DE FİLİSTİN ATRAKSİYONU

Şimdi gelelim salondan topladığım kulislerin bir bölümüne. İç politika hemen hemen hiç konuşulmadı. Ağırlık Gazze’ydi. Suriye’deki gelişmeler ve Terörsüz Türkiye süreci üzerinde duruldu. Sadece bir ara Özgür Özel’in üslubu üzerine bir sohbet döndü. Özgür Özel’in kullandığı hakaret dilinin siyasetin seviyesini düşürdüğü ifade edildi. 9-28 Eylül tarihleri arasında yapılacak olan BM toplantısına Filistin’le ilgili gelişmelerin damga vurması bekleniyor. İngiltere ve Fransa başta olmak üzere bazı ülkeler, BM toplantısında Filistin’i tanıma kararını açıklayabileceklerini ilan ettiler. ABD ise BM Genel Kurulu öncesinde Mahmud Abbas başta olmak üzere Filistin yöneticilerinin vizelerini iptal etti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’a bu gelişmeler soruldu. “BM’de Filistin’i tanımaya hazırlanan ülkelerle bir toplantımız olacak. Ayrıca Filistin konusunda ayrı bir aksiyonumuz olacak” dedi. Çok ısrar ettik ama bu “aksiyon”un ne olduğunu söylemedi. Başka kulisler de var. Onları da yazmaya devam edeceğim.

NORMALLEŞEN TÜRKİYE’NİN FOTOĞRAFI

Bu yazıyı bugün yazmasaydım belki daha yazamayacaktım. Birilerinin çok özlediği eski Türkiye’de Yüksek Askeri Şura toplantısı ve Genelkurmay’daki devir teslim törenleri nedeniyle temmuz ve ağustos ayları gerilimli geçerdi. Genelkurmay ve Kuvvet Komutanlıklarındaki devir teslim törenleri askerin sivillere had bildirdiği, rejime ayar çektiği kürsüler olurdu. Askeri vesayetin medya ayağı ise bunları manşetlere taşır, 5 komutanların konuşmalarını köpürte köpürte verirlerdi. Kimse de çıkıp bunlar sizin işiniz değil demezdi. Diyenler de bedel öderdi. Harp Okulları’nın mezuniyet töreninde ise dönem birincileri daha teğmen rütbesini takmadan demokrasiye ayar verirdi. O Türkiye’den bu Türkiye’ye gelindi. Yeni Türkiye’de ne oldu?

GENELKURMAY’DA DEVİR TESLİM

18 Ağustos tarihinde Genelkurmay Başkanlığı’nda devir teslim oldu. Orgeneral Metin Gürak görevi Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’na devretti. Haberimiz oldu mu? Rejim krizi yaşandı mı, asker sivile namlunun ucunu gösterdi mi, piyasalar bundan olumsuz etkilendi mi, dolar çıktı, Türk parası düştü mü? Yok. Normal demokrasilerde ne yaşanıyorsa o süreç işledi. Daha önceki, yarı askeri cumhuriyetlerde yaşanan görüntülerdi. Şimdiki ise İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da ne oluyorsa bizde de o oldu. MGK toplantıları artık askerin sivillerden hesap sorduğu toplantılar değil, bölgesel ve küresel sorunların masaya yatırıldığı güvenlik toplantılarına dönüştü. Yani olması gereken zemine oturdu. YAŞ toplantılarında atamalar yapılıyor, generaller belirleniyor, bir üst rütbeye yükseltilenler tespit ediliyor. Başbakanların, “Beni tehdit mi ediyorsunuz” dediği günler artık geride kaldı. Bu, Türkiye’nin normalleşmesi demektir. Bu, askeri vesayetin tasfiye olması demektir. Bunun mimarı da MGK toplantısında, komutana “Kes ulan” diye had bildiren Recep Tayyip Erdoğan’dır.

2. AHMET HAKAN/ Başarısızlığa mahkûm bir çaba

Bu hükümete... Ekonomiden vurabilirsin, pahalılıktan vurabilirsin. Liyakat üzerinden vurabilirsin. Demokrasi üzerinden, özgürlük üzerinden vurabilirsin. Hatta “ne gerek var” diyerek büyük projeler üzerinden vurabilirsin. Hatta ve hatta “Savunma sanayisi abartılıyor” falan diyerek bile vurabilirsin. Bu çabalarının belli ölçülerde karşılığını alabilmen mümkün olabilir. Hükümetin en başarılı olduğu savunma sanayisinde bile kafaları karıştırman imkânsız değil. Ama vurarak hiçbir biçimde başarı elde etme şansın olmayan tek bir konu var: GAZZE. Hiç şansın yok bu alanda. Çünkü dünya alem şunları bilir ki: Netanyahu’nun yeryüzünde en nefret ettiği ve en çok çekindiği ülke: Türkiye’dir.- İsrail’in en gerici bakanlarının sabah akşam hedef aldığı tek lider: Erdoğan’dır. HAMAS’ın sürekli “biz kendisinden ve halkından razıyız” dediği ülke: Türkiye’dir. Böyle bir kompozisyon içinde... Hükümeti Gazze üzerinden yıpratma çabası... Çok boş beleş, acayip nafile ve başarısızlığa sonsuz mahkûm bir girişimdir.

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ CİNAYETİ

Yaşar Kemal’in “Demirciler Çarşısı Cinayeti” romanın adı gibi. Ya da Agatha Christie romanlarının adı gibi. Ancak... Yaşar Kemal’in ünlü romanında cinayet bir türlü işlenmez. Agatha Christie romanlarında da hep karmaşık cinayet öyküleri anlatılır. Boğaziçi Üniversitesi cinayetine gelince... 24 suç kaydı bulunan Ayberk, Boğaziçi Üniversitesi’nin bir kafesinde garsonluk yapan 15 yaşındaki Hilal’i tabancayla öldürüyor ve sonra da intihar ediyor. Budur. Bundan ibarettir. Hiçbir gizem yok. Hiçbir karmaşıklık yok. Hiçbir düğüm yok. Pardon. Tek bir gizem var: Ayberk, tabancayla o kampusa nasıl girdi?

OFİS ÖFKESİNİN KONTROLÜ İÇİN ÖNERİLER

– El altında saksı falan olmamalı.

- Hiyerarşiye fazla yaslanılmamalı.

- Mümkünse evden çalışmaya geçilmeli.

- “Sen kimsin lan” cümlesi lügattan çıkarılmalı.

- “Ya kontrol ya da kamerasızlık” prensibi uygulanmalı.

- Bin yılda toplanan itibarın iki dakikada gidebileceği unutulmamalı.

AMAN DİKKAT

İşi gücü bırakıp sadece Atatürk temalı tartışma açanlara AMAN DİKKAT! Anıtkabir odaklı çekişmelere ve provokasyonlara öncülük edenlere AMAN DİKKAT! “Türk” ve “Türkiyeli” tartışmasını köpürtmeye doyamayanlara AMAN DİKKAT! Kadınların kılık kıyafetlerini siyasi çekişme alanına dönüştürenlere AMAN DİKKAT!

CHP’NİN EN BÜYÜK SORUNU

Son günlerde CHP’li belediyelerde ortaya çıkan durum şu: Su sıkıntıları... Altyapı sorunları... Çöp sorunları... Bitmeyen aşırı heykel merakı... Temel sorunlar yerine konserlere abanma... CHP’nin “biz iktidara geldiğimizde Türkiye’yi bunlardan daha iyi yönetiriz” duygusunu ahaliye geçirmesi gerekiyor. Dikkat! Ahali diyorum. Taraftar demiyorum. Ahali kimdir? Bazen AK Parti’ye, bazen MHP’ye, bazen DEM’e oy veren... Politize olmamış... İcraat bekleyen... Mevcut halinin gerisine düşmek istemeyen... Büyük insan topluluğudur. CHP, bu kitleyi “daha iyi yönetebileceğine” ikna ederse iktidar yüzü görebilir. Aksi taktirde imkânsız.

ERDOĞAN’IN PROGRAMI

30 AĞUSTOS ANKARA 31 AĞUSTOS ÇİN

30 AĞUSTOS

- Sabah saatleri: Anıtkabir ziyareti. - Öğle saatleri: Zafer Bayramı tebriklerini kabul. - Akşam üzeri: Harp Okulları diploma töreni ve uzun bir konuşma. - Akşam saatleri: Zafer Bayramı özel konseri. 31 AĞUSTOS Bir de baktık ki... Taaaa Çin’e gitmiş. Harıl harıl temaslarda bulunuyor. İnsan, “bir gün dinlenelim, sonra bakarız” falan der değil mi? Hayır, demiyor. Erdoğan’ı Erdoğan yapan... Galiba biraz da bu bıkmaya kapı aralamayan, bitmek tükenmek bilmeyen gayret.

3. NEDİM ŞENER/Kendini yumruklayan boksör: Tom Barrack

ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, 25 Mayıs 2025 günü X sosyal medya hesabından şu mesajı paylaşmıştı: “Batı, bir asır önce haritalar, manda yönetimleri, çizilmiş sınırlar ve yabancı yönetimler dayattı. Sykes-Picot Suriye’yi ve daha geniş bir bölgeyi barış için değil emperyal kazanç için böldü. Bu hata nesillere mal oldu. Bunu bir daha yapmayacağız. Batının müdahale dönemi sona erdi. Batılı müdahalecilerin Orta Doğu’ya gelerek nasıl yaşanacağı ve yönetileceği konusunda ders verdiği günler geride kaldı. Suriye’nin trajedisi bölünmüşlükle doğdu. Yeniden doğuşu ancak onur, birlik ve halkına yatırımla mümkün.” İç savaştan çıkmış Suriye’nin birliğini isteyen hatta bunun için Türkiye başta bölge ülkeleri ile işbirliğini öne çıkaran Barrack’ın bu açıklamasından sadece iki gün sonra bu köşede yayınlanan yazımın başlığı şuydu; “PKK’lı Öcalan ve ABD Büyükelçisi Barrack’ın Sykes-Picot açıklaması Ortadoğu’da yeni bölme hazırlığı mı?” Maalesef dört ayda geldiğimiz nokta burası...

TEK BAYRAK, TEK ORDU, TEK SURİYE

Tom Barrack’ın 10 Temmuz 2025’deki açıklaması sadece beni değil kendi ülkesi dahil herkesi şaşırtan cinstendi: “Sorun şu ki, tüm bu (Irak ve Suriye) ülkelerde federalizmin işlemediğini ve bir devlet içinde (başka) bağımsız bir devlet kurulamayacağını gördük. Hepimizin uzlaşması ve şu sonuca varması gerekiyor: Tek millet, tek halk, tek ordu, tek Suriye.” 8 Tom Barrack, 11 Temmuz günü ise “SDG’ye bağımsız devlet kurma borcumuz yok. SDG dediğiniz, YPG’dir. YPG, PKK’nın bir türevidir. Suriye şunu savunuyor; federal bir sistemle Suriye olamaz. Ayrı ayrı Dürzi güçleri Dürzi gibi giyinip, Alevi Alevi gibi giyinip, Kürt Kürt gibi giyinip Suriye’de ordu olamaz” dedi.

SİYONİST İSRAİL DEVREDE

Bu tarihten sonra artık ABD Başkanı Trump ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın görüşleri değil, ABD yönetiminin değil vesayeti altında olduğu Siyonst İsrail’in Başkanı soykırımcı Netanyahu’nun işgalci stratejisi devreye girdi. Washington’da ABD Başkanı Trump’a bile diz çöktüren Siyonist İsrail lobisi, Tom Barrack’ın açıklamalarına da egemen oldu. Tom Barrack, artık kendi politikalarını değil, İsrail’in ne düşündüğünü anlatıp ona uygun davranmaya başladı. 21 Temmuz 2025 günü, İsrail’in, Suriye’nin güçlü bir merkezi devlet tarafından kontrol edilmesindense ülkeyi “parçalanmış ve bölünmüş” görmeyi tercih edeceğini söylerken, “Güçlü ulus devletler bir tehdittir. Özellikle Arap devletleri, İsrail için bir tehdit olarak görülür” dedi. Tom Barrack’ın, “İsrail’in görüşü” olarak söylediği sözler, bir süre sonra kendi görüşleri haline dönüştü. İsrail, Suriye’yi güneyden Dürzilerin, ortasında Alevilerin, kuzeyde PKK/YPG-SDG’nin, Şam’da ise zayıf bir yönetimin bulunduğu parçalanmış bir yapı istiyordu. 1982 yılında açıklanan Oded Yinon planından beri planı buydu.

TEK SURİYE’DEN PARÇALANMAYA

Parçalanmış ama bütünmüş gibi görünen Suriye’ye yönelik bu planın pazarlaması da elbette işadamı, emlakçı, pazarlamacı Tom Barrack’a düştü. PKK’nın Suriye kolu, PYD/SDG’nin 8 Mart 2025 tarihinde Şam yönetimi ile imzaladığı entegrasyon mutabakatına uyması için çalışan, “Tek devlet, tek bayrak” diyerek görüşünü açıkça belli eden, federal yapıya karşı olduğunu açıklayan Tom Barrack, 24 Ağustos 2025 günü kendini yumruklayan boksör gibi üç ay içinde kendi kendini yalanlayan bir noktaya geldi: “Bir federasyon değil ama biraz onun gibi herkesin kendi bütünlüğünü, kendi kültürünü, kendi dilini korumasına izin veren ve İslamcılık tehdidi olmayan bir yapıya dönüşmeli.” Tom Barrack’a göre daha doğrusu İsrail’in istediği gibi Suriye’de adı federasyon olmayacak ama her şeyiyle dörde beşe belki daha fazla etnik ve dini bölgelere ayrılmış bir sistem olacak

KENDİNİ NAKAVT EDEN VURUŞU

Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Barış Ve Adalet Vurgusu
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Barış Ve Adalet Vurgusu
İçeriği Görüntüle

Siyonist İsrail’in kendi kendini yumruklamasını istediği Tom Barrack, Türkiye’nin gözünde kendisini nakavt ettiği yumruğu 30 Ağustos 2025 günü ABD’de yaptığı şu açıklamayla attı; “PKK, Türkiye tarafından terör örgütü olarak tanımlanmıştır. ABD de PKK’yı yabancı bir terör örgütü ilan etmiştir. Ancak artık PKK ile ilişkili olmayan başka bir örgüt var: SDG ve YPG. Bunlar IŞİD karşıtı savaşta bizim müttefiklerimiz oldu. Onların kökeni PKK’ya dayanıyordu.”

PKK/YPG’YE SDG ADINI VEREN ABD

Yarım yamalak Ortadoğu bilgisiyle bölgeyi değerlendirdiği anlaşılan ve İsrail’in çizmeye kalkıştığı haritaların bekçiliğini yapan ABD ve temsilcisi Tom Barrack, YPG’nin 2003 yılında PKK elebaşı Öcalan’ın talimatıyla kurulduğunu, DEAŞ ile mücadele bahanesiyle bölücü terör örgütüne destek veren ABD’nin isteği üzerine harf değişikliği yaparak SDG adını aldığını, ABD Özel Kuvvetler Komutanı 2017 yılı Temmuz ayında ABD’li düşünce kuruluşlarından Aspen Enstitüsü’nün yıllık güvenlik toplantısında yaptığı şu konuşmayı bir daha izlemeli: “...En çok tartışılan ve anlaşılmayan şey Suriye Demokratik Güçleri... Onlar kendilerine resmi olarak YPG diyorlardı ki Türkler, bunun PKK ile aynı olduğunu söylüyor, ‘Benim terörist bir düşmanımla muhatap oluyorsunuz, bunu müttefik olarak nasıl yapabilirsiniz?’ diyordu. Biz de bunun üzerine onlara isimlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledik. Bir gün sonra adlarının ‘Suriye Demokratik Güçleri’ olduğunu ilan ettiler. Adlarının ortasına ‘demokratik’ ifadesini koymalarının zekice bir hamle olduğunu düşündüm. Bu onlara bir miktar itibar sağladı. Brett McGurk gibi bir partnerim olduğu için şanslıydım... Suriye’nin geleceğinin konuşulduğu Cenevre ve Astana gibi yerlerde masada olmak istiyorlardı. PKK ismi altında hiçbir zaman masada olamazlardı. Brett McGurk, onları bu şekilde görüşmelerin içinde tuttu ve bizim iyi bir ortağımız olmaları için onlara gerekli meşruiyeti sağladı.” 10 Temmuz’da “SDG dediğiniz, YPG’dir. YPG, PKK’nın bir türevidir” diyen Tom Barrack 30 Ağustos’ta “Ancak artık PKK ile ilişkili olmayan başka bir örgüt var: SDG ve YPG” diyerek güvensizlik konusunda zirveye 4 ay gibi kısa sürede çıkarak rekor kırıp diplomasi tarihine geçti, kutlarız... Ama şunu bilmeli, Türkiye bölücü terör örgütü ve her türlü uzantılarına karşı mücadelesini diploması oyunlarıyla değil kılıcının gücüyle kazanmıştır. Gelişmeler bundan sonra da böyle olacağını gösteriyor...

4.DİDEM ÖZEL TÜMER/Komisyonun rot balans ayarı

Araçlar zaman zaman rot-balans ayarına ihtiyaç duyar. Rot ayarı; direksiyon ve tekerlekler, balans ise tekerlekler arasındaki uyum için yapılır. Ayarlar bozuk olursa, sürüş güvenliği ciddi riske girer, lastikler hızlı aşınır, ek masraflar ortaya çıkar, konfor azalır. Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun altı ve yedinci toplantılarındaki tespitler bir rot-balans ayarı gerekliliğini ortaya koydu. Aksi takdirde bir süre sonra komisyondaki sorunun ne olduğu ya da başarılı olamadığı konuşulmaya başlayacağa benzer. Aslında bu risk daha kuruluş aşamasında hissedilen bir durumdu. Komisyona üye veren partilerin o masada olmalarının ortak bir amacı elbette var. Ancak yaklaşım ve beklenti farkları da hayli belirgin. Baroların dinlendiği oturum bunu sadece bir kez daha teyit etmiş oldu. Komisyonun geçen hafta ilk dinlediği isim Türkiye Barolar Birliği (TBB) Başkanı Erinç Sağkan’dı. Sağkan sürece temkinli yaklaşılmasının sebebinin özgürlük, demokrasi ve hukuk devleti hedefiyle çelişen uygulamalar olduğunu söyledi. Bunun için çözülmesi gereken dört akut başlık olduğunu belirtti. Örnek olarak da Ekrem İmamoğlu’nun avukatı Mehmet Pehlivan’ın tutukluluğunu gündeme getirdi. Sağkan’a göre, komisyonun ele alması gereken konulardan biri de yargı bağımsızlığı çerçevesinde bu. CHP de aynı görüşte. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız’ın, daha Sağkan konuşurken paylaştığı “bazı kurumların meseleyi tam olarak anlamadığı” şeklindeki sosyal medya mesajı aslında bu bağlamda bir tür uyarı atışı olarak değerlendirilebilir. Oysa DEM Parti bile CHP’nin komisyondan beklentilerini içeren 29 maddelik demokratikleşme öneri paketi için “Hepsini bu komisyon çözsün, bunlar olmadan bunlar olmaz derseniz, işin odağını kaçırmış olursunuz. Bir odak ve bir öncelikler sıralamasına ihtiyaç var. Atı arabanın önüne koymamak gerekiyor” değerlendirmesini yapmıştı. Öte yandan DEM’e göre de komisyonun mutlaka PKK lideri Abdullah Öcalan’ı dinlemesi gerek. Bunun da CHP’de bir karşılığı yok. Nitekim komisyona başkanlık eden TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, toplantıların ardından Anadolu Ajansı Editör Masası’na verdiği röportajda “Bu komisyon Türkiye’nin bütün birikmiş sorunlarını çözebilecek bir komisyon değil. Olağanüstü yetkilerle donatılmış bir komisyon değil” deme ihtiyacı hissetti. Bu hatırlatma partilerde nasıl bir karşılık üretecek göreceğiz. Yoksa gidişat dediğim riske işaret ediyor. Hangi MGK’da olacak? 11 Bu arada Kurtulmuş’un açıklamalarında önemli bulduğum bir nokta daha var. Malum PKK’nın silah bırakmasının TSK ve MİT’in gözlemleri sonucunda hazırlanacak raporla teyit edileceği açıklanmıştı. Kurtulmuş Meclis’in yasal düzenleme aşamasına ancak bu olduktan sonra geçeceğinin işaretini verdi. Şöyle dedi; “TSK-MİT sahada gözlem yapar, raporunu ortaya koyar. Türkiye’nin en üst güvenlik kurulu olan MGK der ki, ‘Bu örgüt kendini feshetmiştir’. Ondan sonra TBMM kendini feshetmiş örgüt için eğer birtakım gerekli yasal düzenlemeler varsa yapar.” Kurtulmuş’un bu sözleri doğal olarak acaba beklenen tespit hangi MGK toplantısında olacak sorusunu sorduruyor. Öcalan Suriye konusunda yorum yapmadı mı? DEM Parti İmralı Heyeti, komisyon kurulduktan sonra ilk kez geçen perşembe Öcalan ile görüşmeye gitti. Heyetten üç saatlik görüşme sonrası gelen açıklama oldukça “diplomatik”ti. Son bir aydır Türkiye kamuoyunu süreç bağlamında Suriye’deki gelişmeler meşgul ediyor. İçerideki olumsuz bir gelişmeden bile daha çok SDG ya da YPG/PYD kaynaklı bir çatışmanın Türkiye’deki süreci etkileyeceği değerlendirmesi yapılırken, Öcalan’ın buna ilişkin değerlendirmesi, mesajı olmadı mı? Açıklamada Suriye’ye ilişkin tek bir cümlenin yer almaması dikkat çekici. Elbette açıklamada yer verilmemesi bir şey olmadığı anlamına gelmez. O nedenle her halükarda bu tespit burada dursun.

5.NEBİ MİŞ/Büyük güç rekabetinde yeni bir dengelenme mi?

Şanghay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) 25. Devlet Başkanları Konseyi Zirvesi'ni takip etmek için Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın heyetiyle Çin'in Tianjin şehrine geldik. Çin, beşinci kez ŞİO zirvesine ev sahipliği yapıyor. Pekin yönetimi, bu tip uluslararası zirveleri büyük güç rekabetinde Batıya karşı "kendisinin bir denge unsuru" olarak göstermenin aracı olarak konumlandırdığı için gösterişi önemsiyor. Dolayısıyla da şehirde büyük hazırlıklar yapılmış. Yaklaşık 14 milyon insanın yaşadığı şehirde zirve nedeniyle insanların evlerinde kalmaları istenmiş. Caddeler neredeyse boşaltılmış. Çin medyası, ŞİO'nun şimdiye kadar en geniş ve en görkemli zirvesinin gerçekleştirileceğini özellikle vurgulama ihtiyacı hissediyor. 20'den fazla ülkeden lider ve 10 uluslararası kuruluşun katılacak olması özellikle öne çıkarılıyor. Ayrıca, daha önceki Çin'de yapılan zirvelerin biri hariç hepsine bir liman şehrinin ev sahipliği yapmasını, "Çin'in limanlar üzerinden dünya ticaretine açılması" sembolizmi ile açıklıyorlar. 2001'de kurulan ŞİO'nun şu anda 10 üyesi, 2 gözlemci ülkesi ve 14 diyalog ortağı var. ŞİÖ üyesi ülkeler dünya nüfusunun yüzde 43'ünü, küresel ekonominin ise yüzde 23'ünü oluşturuyor. 12 Zirve'nin hemen ardından, Asya'da II. Dünya Savaşı'nın sona ermesini anmak için de büyük bir askeri geçit töreni Pekin'de yapılacak. Gelen bazı liderin de geçit törenine katılmasını Pekin yönetimi zirvenin "bir parçası" olarak sunuyor. Bu askeri geçit törenine aynı zamanda Kuzey Kore lideri Kim Jong Un'un yanı sıra Myanmar, Sırbistan ve Slovakya gibi ülkelerin liderlerinin katılacak olması da dikkat çekiyor. Tianjin Zirvesi'nin resmi gündeminde, ekonomi, güvenlik ve ulaştırma koridorlarının entegrasyonu ve örgütün 2035 yılına dek uzanan "Gelişim Stratejisi"nin kabul edilmesi gibi meseleler yer alsa da, öne çıkan konular çok farklı. Hindistan başbakanı Narendra Modi yedi yıl aradan sonra zirve kapsamında Çin'i ziyaret ediyor. Ukrayna-Rusya Savaşı'nı sonlandırmak için ABD ile bir barış anlaşmasının konuşulduğu bir konjonktürde Putin de tekrar Çin'e geldi Hindistan, Asya'da Çin'e karşı ABD'nin en önemli müttefikiydi. Çin ile Hindistan arasında sınır sorunlarından kaynaklanan gerginlikler bugüne kadar devam etti. Aynı zamanda Çin bölgede, Hindistan'a karşı Pakistan'ı destekliyor Trump'ın Hint mallarına uyguladığı yüzde 50'lik gümrük vergisinin ardından, Modi'nin alternatifsiz olmadığını göstermek için Pekin başta olmak üzere Asya'da yeni ortaklıklar aramaya başladığı analizleri giderek öne çıkıyor. Ancak, Çin-Hindistan yakınlaşmasının taktik mi stratejik mi olduğunu şimdiden tespit etmek zor. Çin medyasına yansıdığı kadarıyla ilki ülke "yeni bir başlangıç yapma" niyetinde. Ziyaret öncesinde Çin-Rusya ortaklığını dünya için "istikrar gücü" olarak öven Putin, "adil ve çok kutuplu bir dünya düzeni inşa etme vizyonunda birleştiklerini" vurgulayan açıklamalar yaptı. ŞİÖ üyeleri arasında genellikle derin rekabetlerin olduğu bugüne kadar hep dile getirildi. Siyasi sistemler başta olmak üzere kimlik ve dünya düzenine bakış açılarının da farklı olması ŞİÖ'nün küresel düzeyde etkisinin kısıtlı olacağına yorumlandı. Böyle olmasına rağmen, Çin ve Rusya, kendilerinin içinde yer aldığı Batı dışı örgütleri, ABD önderliğindeki dünya düzenine bir alternatif olarak öne çıkıyorlar. Bu zirve özelinde ise Pekin yönetimi, ABD'ye karşı kendi ülkesinin liderliğini bir denge unsuru olarak göstermeyi amaçlıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu zirve sırasında yoğun bir lider diplomasisi gerçekleştirdi. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Rusya Devlet Başkanı Putin, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev, Ermenistan Başbakanı Paşinyan, İran Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan ile ayrı ayrı görüştü. Cumhurbaşkanı Erdoğan katıldığı bütün görüşmelerde iki ülke ilişkilerinin yanı sıra, İsrail sorununa ve Filistin halkının yaşadığı soykırıma dikkat çekti. Görüşülen liderler dikkate alındığında her bir 13 görüşmenin gündeminde bölgesel ve küresel sorunların çözümü için Türkiye'nin ortaya koyduğu diplomasinin ağırlığını görmek mümkün.

6. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Muhtemel bir Türkiye-İsrâil savaşına dâir

Ortadoğu’da yaşananlar yavaş yavaş Türkiye-İsrâil askerî hesaplaşması ihtimâlini tırmandıran bir boyut kazanmaya başladı. Taraflardan gelen açıklamalar, böyle bir senaryonun her zaman olduğundan daha muhtemel hâle geldiğine işâret ediyor. Doğrusu ben bu ihtimâlin başta ABD olmak üzere, bu coğrafyaya müdâhil güçler tarafından aslâ arzu edilemeyeceğini düşünürdüm. Öyle ya; farklı bağlarla da olsa Batı’ya bağlı bu iki devletin savaşması en başta Batı için hiçbir şart altında kabûl edilebilir bir senaryo olmadığını düşünmek için çok sayıda sebep olmalıdır. Lâkin yaşananlar bunun tersini akla getiriyor. Hiçbir savaş, savaşan taraflardan ibâret değildir. Tıpkı Matruşka bebeklerin diziliminde olduğu gibi her savaş, kendisini kuşatan başka savaşların çemberi içinde yaşanıyor. Bilhassa modern savaşlarda bu daha da belirgin. O hâlde muhtemel bir Türkiye-İsrâil çatışmasını kendisini kuşatan daha büyük ve kapsamlı savaşlara yedirerek anlamak ve değerlendirmek lâzım gelir. O zamân sorulması gereken soru şu: Bir Türkiye-İsrâil askerî çatışması ihtimâlini hangi savaşlar kuşatıyor? Böyle bir çatışmanın –hemen Allah esirgesin diyeceğim– boyutlarını da bu soruya verilecek cevaplar belirleyecektir. Her şey Sûriye Devrimi ile başladı. Esed, İdlib’den yola çıkan HTŞ güçleri tarafından devrildi. Bunu, 7 Ekim hâdisesi ve arkasından yaşanan Gazze soykırımı ve Lübnan’ın kısmen de olsa İsrâil tarafından işgâli ile berâber değerlendirmek gerekir. Esed kanlı bir diktatördü. Buna hiç şüphe yok. Ama tıpkı Saddam gibi İsrâil’i rahatsız ediyordu. Saddam’dan kurtulmuşlardı. Sıra Esed’e gelmişti. Esed, yanına İran ve Rusya’yı alarak direndi. Ama gücü buraya kadar yetti. Bilhassa Rusya’nın geri durmasıyla İsrâil’in açık hedefi hâline geldi. İran’ın Sûriye’deki varlığı ise Esed’i daha açık bir hedef hâline getiriyordu. Esed’in tasfiyesini elbette Türkiye’de kendi sâikleri üzerinden istiyordu. Devreye başta İngiltere olmak üzere Batı girdi. Evet, Rusya hafif tertip çekildi ve İran püskürtüldü. Artık İsrâil’in rahatlaması; arkasına Suudî Arabistan, BAE’yi alan kendisi ile barışmak isteyen HTŞ rejimi ile yumuşak ilişkiler kurması; Abraham Anlaşmalarını daha çok devlete daha rahat kabûl ettirmesi hatta bunun üzerinden Türkiye ile de normalleşmesi beklenirdi. Ama öyle olmadı. Daha ilk günden itibâren HTŞ’yi düşmân olarak gördü. HTŞ Şam’a girdikten sonra yüzlerce sorti yaparak Sûriye’nin elinde kalan tekmil askerî varlığı yok eden hava saldırıları düzenledi. Dürzîleri yanına alarak Sûriye’nin güneyini işgâl etti ve Şam’a 20 km kadar yakınlaştı. Anlaşılıyor ki, Tel Aviv Sûriye 14 Devriminden istikrarlı bir Sûriye çıkmasını asla istemiyor. Tam aksine, Esed’in tasfiyesinin sağladığı istikrarsız vasatı daha da derinleştirerek nüfuz alanını, su ve enerji havzalarını tâkip ederek büyütmek istiyor. HTŞ üzerindeki Türkiye ağırlığını ise mâni görüyor. Buna karşı, Dürzîlerden sonra ikinci kart olarak SDG’yi yedeğinde diri tutmak istiyor. Matruşka bebeklerin hiç değilse ilk katını burada çözebiliriz. Ben manzarayı, Trump’ın gelmesinden sonra ABD ile İngiltere arasında büyüyen çatışmaya eklemli olarak değerlendiriyorum. Açalım… ABD; Türkiye, İsrâil ve Körfez Arapları ekseninde bir normalleşme istiyor. Bunun anahtarı ise basit olarak çığrından çıkan İsrâil’in hizâya getirilmesi, Türkiye’ye ise Gazze’nin Filistinleş-sizleştirilip Riveara’laşmasını; bununla kalmayıp SDG’nin varlığını kabûl ettirilmesinde yatıyor. İşte Trump ABD’sinin sıkıştığı nokta bu ve bize, Barrack’ın yaptığı dansların koreografisinin ipuçlarını veriyor. Ne İsrâil ne de Türkiye hâl-i hazırda bu senaryoyu kabûl ediyor. Trump İsrâil’i durdurmakta âciz. Eğer İsrâil’i katıksız desteklerse, bu, onu Türkiye’yi kontrol edemeyeceği bir çizgiye sürükleyecektir. Eğer tersi olursa karşısında Epstein dosyalarını bulacaktır. Diğer taraftan Netanyahu’nun bir Türkiye-İsrâil çatışmasını tırmandırmakta kararlı olduğunu görüyoruz. Batı’nın yanında yer alıp Türkiye’yi dize getireceğini düşünüyor. Bu hesâbın son derecede kör bir hesap olduğunu peşinen söylemeliyim. ABD tıkandığı noktada, bilhassa Vance gibi, derinlerde antisemitik düşüncelere sâhip olan MAGA’cıların yeni bir senaryoyu devreye soktuklarını; sınırlı bir savaşa yol vermeyi düşünmeye başladığını tahmin ediyorum. Hiç şüphesiz İsrâil böyle bir çatışmadan çok ağır bir darbe yiyecektir. Hâsılı, ki olursa olacağı da budur; İsrâil’e esaslı bir Türk tokadı attırmak ve bu şekilde onu yola getirmek istiyorlar. Eğer bu senaryo işlerse Türkiye’nin Kuzey Irak’tan sonra Sûriye’de Fırat’ın doğusundaki Kürtler üzerinde bir patronaj kurmaya dönük olarak özgüveni yükselecektir. Bu sûretle SDG’yi de Türkiye’ye kabûl ettirmenin imkânları yaratılmış olacaktır. Yâni bir taşla iki kuş vurulmak istenmektedir. Neticede İran daha kolay bir lokma hâline gelecektir. Buradan sonra Türkiye-İran savaşı gündeme getirilebilecektir. Ama bu senaryoda ABD açısından daha mühim olan, görece istikrarlı bir Ortadoğu sağlandıktan sonra tekmil gücünü Pasifik’e ve Çin’e karşı teksif etmenin önünde herhangi bir mâni de kalmamış olmasıdır… Gelin görün ki Türkiye ile İsrâil arasında çıkacak bir savaşın, kontrol edilebilir, sınırlı bir savaş olacağının garantisi nedir? İşte burada da Trump Amerikası’na diş bileyen ve başından beri sürecin içinde olan İngiltere’nin hesaplarının devreye girebileceğini düşünüyorum. İngilizler böyle bir çatışmanın çok daha kaotik, nereye sıçrayacağının ve evrilebileceğinin kestirilmesinin mümkün olmadığı yaygın bir Ortadoğu savaşının fitilini ateşleyeceğini hesap ediyor. Bana kalırsa yatırımlarını da buraya yapıyor. Bu kaos ABD’nin Ortadoğu siyâsetlerinin iflâsı manâsına gelecek; ABD’yi daha fazla Ortadoğu’ya gömecektir. Neticede Ukrayna’da kendisini yüzüstü bırakan, kanlısı Rusya ile anlaşan ABD’den rövanşı bu sûretle almak istediklerini düşünüyorum. 15 Başta dediğim gibi; Ortadoğu’daki câri ve muhtemel savaşları daha büyük parantezler içinde değerlendirmek gerekiyor.

7. AYDIN ÜNAL/SDG silah bırakacak, buradan çıkış yok

Türkiye’de İsrail yandaşı, İsrail’e hayranlık besleyen, İsrail’i destekleyen az da olsa bir kesim var. Örneğin İsrail Suriye’yi karıştırmak için Nusayrileri aparat olarak kullanıyor ve sanki onların hamisi gibi davranıyor; Türkiye’deki Nusayrilerin ve Alevilerin az bir kısmı da bu zokayı yutuyor. Aynı şekilde İsrail’in kendi kirli yayılmacı hedefleri için Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki Kürtlerle ilgileniyormuş, onların çıkarlarını gözetiyormuş gibi yaptığını biliyoruz; yine az da olsa bazı Kürtler de bu tuzağa düşüp İsrail’den medet umuyor. İsrail’e karşı gizliden sempati besleyen ya da nötr yaklaşan hatırı sayılır bir kitle de var. Bunların gerekçeleri farklı. Soykırımı görüyorlar. Gazze’de devam eden insanlık dışı vahşete şahit oluyorlar. Ama İsrail’in, “İslamcılar” ya da “Araplarla” savaştığını düşünüyor ve memnuniyetlerini de kimi zaman açık ediyorlar. Ya da bugün hâlâ İsrail’in Batı’nın bir parçası, Batılı, modern, seküler ülke olduğu algısına büyük bir cahillikle inananlar da var. Bunları geçelim. Ama şunu biliyoruz: Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye’nin savunmasının Gazze’de başladığını” söylediğinde, “Hamas’ın Kuvayi Milliye gibi vatan savunması yaptığını” belirttiğinde veya “İsrail’in Türkiye’yi tehdit ettiğini” ifade ettiğinde geniş kitleler bunun abartılı olduğunu, uçuk olduğunu zannetmişlerdi. Sanırım gelinen noktada vatanseverler için artık her şey açık. İsrail, Suriye’yi en az 4 parçaya bölmek istiyor. Dürzileri, Kürtleri, Nusayrileri sevdiğinden değil; tıpkı Lübnan gibi istikrarsız, sürekli birbiriyle didişen, çatışan, savaşan bir ülkenin kendisine güvenlik sağlayacağını düşünüyor. İsrail’in bu projesi doğrudan Türkiye’ye tehdit. Birincisi, istikrarsız, bölünmüş, çatışan bir Suriye Türkiye’ye doğrudan tehdit demektir. Yanı başında istikrarsız bir ülke varken Türkiye’nin istikrar içinde olması beklenemez. İkincisi ve en önemlisi, Suriye’de kurulacak özerk, federatif ya da adı ne olursa olsun, terör tabanlı ve İsrail uydusu bir Kürt oluşumu; bununla birlikte yine Türkiye’ye sınır ve İsrail destekli bir Nusayri oluşumu, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin içini etkileyecek, Türkiye’ye açık tehdit teşkil edecektir. İsrail’in, uyduları aracılığıyla Türkiye sınırına yerleşmesi de büyük sorun olacaktır. 8 Aralık Suriye Devrimi’nden bugüne defalarca altını çizdik: Suriye’nin yapısı üniter olmalıdır. SDG için silah bırakmak ya da silah bıraktırılmak dışında üçüncü bir seçenek yoktur. 16 Siyaset ve diplomasi seçenek üretme, farklı çıkış yolları bulma sanatıdır ama Türkiye için bu kapı kapanmıştır. Nitekim gerek Cumhurbaşkanı Erdoğan, gerek MHP Genel Başkanı Bahçeli, gerekse Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, özellikle son günlerde yaptıkları açıklamalarla, Türkiye açısından üçüncü bir seçenek olmadığını çok net ve çok üst perdeden ifade ettiler. Bütün o sözlerde tam bir kararlılık olduğunu görüyoruz. Türkiye bu noktadan geri dönmez, daha da önemlisi artık geri dönemez. Ne Terörsüz Türkiye çabaları ne de dış baskılar artık Türkiye’yi caydırabilir. Tekrar yazalım: SDG’ye yönelik kararlı tavır, Terörsüz Türkiye ruhuna, hele hele Türk-Kürt kardeşliğine asla aykırı değil. Bugün Türkiye’nin tamamı tehdidi gördü. Hainleri ve cahilleri bir kenara bırakırsanız, milletin bütünü İsrail’in Türkiye’nin bekası için ciddi bir tehlike olduğunun bilincinde. İsrail ve SDG, Türkiye’deki bu kararlılığı, bu geri dönülmezliği görüyor mudur bilemeyiz; ama şunu biliyoruz: Türkiye, geri adım atamayacak durumda. Türkiye için bu meselede silahı güzellikle ya da “bir gece ansızın tepelerine çökmek” suretiyle bıraktırmaktan başka yol yok. Türkiye içindeki hissiyat bu noktada; altını çizelim istedim.

8. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Filistin soykırımının asıl kazananı Almanya’dır

İngiltere ve ABD, İsrail’i İslam coğrafyasının merkezinde kolonyal bir vekil yapı olarak kurdu. Başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa devleti tarafından bu yeni kolonyal yapı daimi olarak desteklendi. İsrail’e atfedilen birçok özellik de bu ilişkinin içinden doğdu. İsrail ve Yahudilere atfedilen üstün nitelikler İslam coğrafyasının istikrarsızlaştırılmasında önemli bir işleve sahipti. En önemli çıktılarından biri, zihinlerin kolonize edilmesidir. En yakın örnek 28 Şubat Sürecinde ortaya çıktı. Devrin kudretli isimleri Türkiye’yi İsrail’in talepleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmek için ellerinden geleni yaptı. Bugünden geriye doğru bakıldığında İsrail gibi vekil bir yapının taleplerine göre koca bir ülkenin yeniden biçimlendirilmesi biraz da onur kırıcı görünüyor. Fakat devrin kudretli isimleri bu yapının arkasındaki güçlerin İsrail merkezli yeni bir düzen oluşturmak istediklerini anlayabiliyordu. Bu sebeple İsrail’e aşırı bir anlam yüklendi. İsrail etrafında örülen mitler bu dönemde çok daha öne çıkmıştır. İngiltere ve ABD, bu dönemde, İslam coğrafyasının tam merkezinde yeni bir Avrupa icat etmek için varını yoğunu ortaya koydu. Bu, onlar için elbette büyük bir riskti. 17 Risk sözcüğünün kapsamı oldukça geniştir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan denge Avrupa ve ABD lehineydi. Bu dengenin zihin dünyamız üzerindeki etkisi çok belirgindi. Kuşkusuz bu denge Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı coğrafyasının dağılmasıyla nihai şeklini aldı. 19. yüzyılın Batı merkezli ideolojileri içerisinde şekillenen zihin dünyamız, 20. yüzyılda İslam coğrafyasından uzaklaştı. Artık bütün organizasyonların merkezinde Avrupa vardı. I. Körfez Savaşı ise bu dengeyi çok daha ileriye taşıma amacına matuftu. İsrail’in güvenliğini temin etmek istediler fakat bu, geçmişte olduğu gibi yine Avrupa ve ABD merkezli bir dünya anlamına gelir. Merkez coğrafyanın aktörlerini edilgenliğe mahkûm ettiğimizde yeni istila ve işgal dönemine niçin ihtiyaç duyuldu sorusunun cevabını bulamayız. Risk sözcüğü bu açıdan çok önemlidir. 1980’lerde yerli ve millî hareketlerin siyasî partiler düzeyinde başarılı bir şekilde temsil edilmesi yaygın bir uyanışı işaret etmiştir. Bu süreci durdurmak istedikleri çok belirgindi. Ne yazık ki İngiltere ve ABD öncülüğündeki istila ve işgal girişimi başarılı oldu. Bu dönem yaklaşık olarak yirmi beş yıl sürdü. Risk aldılar ve maksatlarına ulaştılar. FETÖ konusunun hak ettiği ölçüde tartışıldığını zannetmiyorum. Bugün Türkiye’de İngiltere ve ABD’yi temsil eden, onlar adına konuşan en etkili kolonyal yapı FETÖ’dür. İslam coğrafyasının merkezinde FETÖ benzeri yapıların varlığını inkâr edemeyiz. Bu yapının İslâmî değerleri istismar etmesi şaşırtıcı bir durum değil. Yaklaşık iki yüz yıllık tarihimizde benzer yapılar ortaya çıktı. FETÖ, yeni kolonyal vekil yapı olarak Doğu ve Batı dengesinin bizim aleyhimize sürdürülmesinde çok büyük bir rol oynadı. Bu yapı İslam kültür tarihinin içinden doğmuş değildir ve analizleri de bu çerçevede yapmak gerekir. Bugün Türkiye’de laik-anti laik karşıtlığına yeniden hayat vermek isteyenlerin bilerek ya da farkında olmadan FETÖ gibi yapılara alan açtığını kayıtlara geçirmek zorundayım. Bugün asıl gerilim İngiltere ve ABD güdümündeki yapılarla yerli ve millî düşünce arasındadır. Bu açıdan 15 Temmuz 2016’daki büyük değişimi çok önemsemek gerekir. 15 Temmuz’un en önemli yansımalarının içeriden ziyade Suriye, Libya ve Azerbaycan gibi birbirinden uzak topraklarda görülmesi oldukça anlamlıdır. ABD’nin Afganistan’dan çekilmek zorunda kalmasını aynı bağlam içinde değerlendirmemiz gerekir. FETÖ de bu bağlam içindedir. Anglosakson merkezli dünya 7 Ekim 2023’ten sonra da oldukça riskli bir durumla karşılaştı. Hamas, Filistin bağımsızlık savaşı tarihinde en sarsıcı hamlelerden birini hayata geçirdiğinde Doğu ve Batı dengesinin iki yüz yıllık tarihini yerle bir edeceğini tahayyül etmiş miydi, bilmiyorum. ABD, İngiltere ve Almanya’nın seçkinleri bu kadar büyük bir dirençle karşılaşacaklarını tahmin etseydi ne olurdu bilmek kolay değil. Yine de Almanya’yı istisna tutmak gerekir. Çünkü Almanya şu ana kadar bu soykırımın neredeyse tek kazananıdır. Almanya’nın seçkinleri ırk üstünlüğüne dayalı dünya görüşüne yeniden hayat verdiler. Yahudiler ise üstün olduklarına dair inançlarını bir daha kazanmamak üzere kaybettiler. İngiltere de “menfur tarihi” ile dünya sahnesine yeniden çıktı. 18 Buradan geriye dönmek artık neredeyse imkânsız. Bu yeni dönem bütün dünyayı ilgilendirmektedir. Çünkü yeni emperyalizmin şifreleri de bu sürecin içindedir.

9. OĞUZHAN BİLGİN/ Sevgili Eylül…

Akşam’ın diğer yazıları Yapraklar kurumaya, günler kısalmaya, tatil yerleri boşalmaya başladı... Dinlendirmeyen tatiller, ruha hitap etmeyen sohbetler, birkaç beğeni almak için görgüsüzce teşhir edilen bedenler, gözlere sokulan lüks markalar, avlanmaya çalışılan zengin partnerler, fotoğraflardaki sahte gülümsemeler dönemi kapandı. Filtreler, boyalar, maskeler döküldü... Arkasındaki çirkin hakikateler göründü. Yine kalplerin temizliğine, vicdana, masumiyete dair koca koca laflar edildi ama aynaya bakıldığında sureti kaplayan dümdüz bir çirkinlikti... Geriye de kala kala gece başını yastığa koyduğunda çöken o mutsuzluk, güvensizlik, yalnızlık kaldı. Mutluluk, "cool"luk ve başarı için her yolu mübah gören bir dünyanın mecbur bıraktığı koca bir yaprak dökümü yine başlamıştı.. Modern kapitalist bireyciliğin uzun yıllar "kendin için yaşa, başkalarını düşünme" sloganıyla insanları bencil yaratıklara dönüştürmesinin hikâyesiydi bu. Şimdi ise kendileri için bile yaşamaktan aciz hâle gelenlerin zavallılığı... Hep bir beğenilme kaygısı ama sonuçta kendinden mutsuz, kendini bile filtresiz beğenemeyen insanlar yığını... İşte günümüz modern insanının hikâyesi tam da bu. Üstelik Türkiye gibi kültürü, medeniyeti, inancı ve değerleriyle kadim bir geleneği devam ettirmesi beklenen bir yerde bile örnekleri fazlasıyla görünen bir şizofreni hâli. Batı'nın kültürel hegemonyasına ruhları ve bedenleriyle teslim olmuş; teslim olmayı da prestij zannetmiş sürüler hâlinde insanlar... Kendi kendini köleleştirme hâli.. Byung- Chul Han'ın modern kapitalist düzenin insanını tanımlarken dediği gibi; "bugün herkes, kendi girişiminin bedelini kendi ödeyen bir üretkendir; efendi ve köle aynı kişide birleşmiştir..." Bauman'ın "akışkan modernite" kavramı etrafında tartıştığı derin aidiyetlerden yoksun, "kullan-at" mantığıyla bağ kurmaya çalışan, sözde bir bireysel özgürlük uğruna feda edilen derin, kadim bağlar... Yine Bauman'ın dediği gibi modern insanın yalnızlığı özgürlüğünün bedelidir. 19 Bir yandan da sürekli dayatılan ama baş yastığa koyulduğunda ve yalnızlık duvarına toslandığında darmadağın olan bir "güçlü" ve "cool" görünme hâli... Aslında etrafta kimsenin olmamasından kaynaklı bir yalnızlık hissi değil bu. Tam tersine "seçenek paradoksu" yaşatacak kadar kalabalık ama işe yaramayan seçenekler arasında kalmış bir yalnızlık... Nihayetinde, bireysel mücadelelerle dolu bir modern hayat düzeninde yaşıyoruz. Gündelik hayatın zorlukları bazen kalkanlarımızı çatırdatıyor, bazen duvarlarımızın yükselmesine sebep oluyor, bazen de bizi sendeletiyor. Peki, tam da böyle bir çaresizlik hâlinde kimde mi şifa aranıyor? İşte böyle bir anda dini hayattan koparan modern öğretilerin, hâkim kültürün ürettiği yeni moda saçmalıklardan medet uman bir akım ortaya çıkıyor. Mesela bugün sosyal medyayı dolduran "sevgili Eylül yaralarımızı sar da gel" paylaşımlarından bu manevi boşluğu biraz olsun doldurması bekleniyor. "Takvimdeki bir ay olan Eylül kim ki yaralarını saracak?" diye sormaya gerek bile yok. Çünkü hem yukarıda bahsettiğim manevi alanın boşluğu hem sosyal medyadaki genel akımlara sorgusuz sualsiz koyun gibi biat etme hâli bütün bu saçmalıklarla bizi karşı karşıya bırakıyor. Aslında ne büyük yalnızlık ve çaresizlik ifadeleri değil mi bunlar? Aşırı bireyci modern dünyamızda sosyal medyada paylaşım yaparak karşılığında bir cevap alma, bir ses duyma arayışı... Elbette bu dileğin muhatabı tam olarak kim, orası belirsiz. Tabii bir de bu yalnızlık ve mutsuzluğun yanında koca bir kültürel mesele de var karşımızda. Yani öyle sıradan, eğlencelik, gelir-geçer bir sosyal medya akımının ötesindeki hastalıklı bir durumun tezahürlerinden sadece bir tanesi bu. Mesela takvimdeki bir aya "sevgili" diye hitap edip onu herhangi bir şey getirebilecek, dü ve kültürel çöküşün göstergesi. Neyse, ben masamın üzerindeki Mehmet Rauf'un "Eylül" romanına döneyim. Hayattaki karakterlerden de anlattıkları hikâyelerden de filtreli yüzlerinden de çok daha sahici...

10. SENA ÇAVUŞ /Azalan nüfus, artan baskı: Batı Trakya’da Türk okulların kapatılması ne ifade ediyor?

Soru: Yunanistan Eğitim Bakanlığının Doğu Makedonya ve Trakya eyaletlerinde Türk okullarını kapattığı gözlemleniyor. Okulların sayısı ve kapatılma oranlarında son durum nedir?

20 Hüseyinoğlu: Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Yunanistan’da belli bir sayı altında öğrencisi olan okullar kapatılıyor. Eğer bir okul mevcut olarak 9 öğrencinin altına düşerse, bazı istisnai durumlar hariç, Yunanistan’ın neresinde olursa olsun kapatılıyor. Türk okullarının kapanması da aslında bütün ülkede olan bir uygulamanın bir parçası olarak da yorumlanabilir. Fakat burada, Azınlık ilkokullarının özel ve özerk statüsünün resmi makamlar tarafından bir kez daha yok sayıldığının altını çizmeliyiz. Son günlerde Batı Trakya’da 3 Türk azınlık ilkokulu daha kapatıldı yönünde bazı haberler yapıldı. Bu doğrudur. Yunanistan Eğitim, Din İşleri ve Spor Bakanlığının almış olduğu karar doğrultusunda Doğu Makedonya ve Trakya eyaletinde (ki Batı Trakya bu eyaletin bir bölümünü oluşturmaktadır) 2025-2026 eğitim ve öğretim yılında 32 ilkokul ve anaokulu kapatıldı. Bu okulların 3 tanesi ise Batı Trakya Türklerine ait azınlık ilkokullarıdır. Bir asırda 305 okuldan sadece 83’ü kaldı Soru: Yıllar içerisinde Türk ilkokul sayılarında nasıl bir değişim oldu? Hüseyinoğlu: Türk azınlık ilkokullarının sayısı çok önemli. 1930’lu yıllarda Batı Trakya bölgesini oluşturan Rodop, İskeçe ve Meriç illerinde toplam 305 Türk azınlık ilkokulu vardı. 1931’de bu sayı 304’e düşüyor. 1955’lerde bu rakam 290’lara ve 1970’lerde 280’lere kadar düşmektedir. En büyük düşüşü ise 90’lı yıllardan sonra görüyoruz. 1995’de 231 okul vardı. 2000’lerin başında bu sayı 220’ye iniyor. 2000’li yılların başından itibaren bazı istisnai yıllar hariç bu rakamın her yıl daha da azalarak günümüzde 83’lere kadar düşüyor.

Soru: Okulların kapatılmasının arkasında yatan temel sebep nedir?

Hüseyinoğlu: Bu yöndeki en temel sebep, 1950’li yıllarla beraber ve iktidardaki hükümetler fark etmeksizin, Yunan devletinin sistematik bir şekilde ve zamana yayarak Batı Trakya’daki azınlık eğitimine farklı müdahalelerde bulunmasıdır. Zaman içerisinde bu okullarda verilen Türkçe ders sayıları azaltıldı. İki dilli eğitimin verildiği bu okullarda gerek Yunanca gerekse Türkçe eğitim öğretim kalitesi düşürülmeye çalışıldı. Etnik Türk kimliğinin inkar edilmesi bağlamında okulların tabelalarındaki “Türk” ibaresi kaldırıldı. Sonuç olarak, Yunan hükümetlerinin azınlık eğitimi ile ilgili almış olduğu birçok karar doğrultusunda Türk azınlık ilkokulları ve bu okullarda verilen Türkçe ve Yunanca eğitim kalitesine yönelik olumsuz bir imaj algısı oluşturuldu. Bu durum karşısında Batı Trakya’daki bazı Türk azınlık velileri kendi köy veya mahallesindeki Türk azınlık ilkokulunun “daha az kaliteli bir eğitim” verdiği algısını zamanla kabullendi. Böylelikle, bazı Türk anne babalar, elinde imkanları olmasına rağmen bu yaratılan negatif algıdan ötürü veya farklı şahsi- 21 ailevi sebeplerden dolayı çocuklarının temel eğitimi için Türk ilkokulları yerine Yunan ilkokullarını tercih etti. Böylelikle, öğrenci azlığı sebep gösterilerek birçok Türk azınlık ilkokulu kapatılmış oldu.

Soru: Yunanistan neden Türk okullarını hedef alıyor?

Hüseyinoğlu: Okulların kapanması aslında bir sürecin sonucu olarak yorumlanabilir. Bu süreç de yaklaşık 70 yıl önce başlamaktadır. Batı Trakya Türklerine yönelik özellikle 1960’lı, 70’li ve 80’li yıllardaki uygulanan sistematik baskı, sindirme ve yıldırma politikalarının bir yansıması da şüphesiz eğitim alanında yaşandı. “Türk azınlık okullarında kötü eğitim veriliyor” algısının zaman içerisinde bazı Türk velilerin tercihlerinde etkili olduğunu görmekteyiz. Geçici olarak kapatılan Türk azınlık ilkokulları bir daha açılmıyor

Soru: Okulların geçici olarak kapatıldığı veya bu okullarda eğitimin askıya alındığı söyleniyor, Peki sizce okulların yeniden açılması gelecekte mümkün olabilir mi?

Hüseyinoğlu: Bu okullar öncelikle 3 veya 4 yıllığına geçici olarak kapatılıyor. Örneğin son resmi askıya alınma kararında, bazı Türk ilkokulların 2 yıldır geçici kapalı olduğu ifade ediliyor. Ancak 3-4 yıllığına geçici olarak kapatılan bir okul bir daha açılmıyor. Bu okullardaki eğitimin geçici olarak askıya alındığı resmiyette ifade ediliyor. Ancak gerçekte geçici kapatılmış olup sonradan tekrar açılan olan herhangi bir azınlık ilkokulu var mı? Aslında Musaköy ve Hacımustafaköy örneklerinde olduğu gibi bu konuda bazı talepler olmuştu. Fakat yetkili makamların gerekli izinleri verip geçici kapatılan Türk ilkokullarını açtığı hiçbir şekilde görülmedi. Aslında okulların ileride yeniden açılması ihtimal dahilindedir. Fakat bu, büyük oranda Azınlıktan gelecek muhtemel talebe ve yetkili makamların bu yöndeki tutumuna bağlı olacaktır. Türk azınlık ilkokulları hakkında olumsuz algı gerçeklere dayanmıyor

Soru: Türk okullarında eğitim düzeyi ne durumda?

Hüseyinoğlu: Aslında Türk ilkokullarından mezun olmuş gerek Yunanistan’da gerekse de Türkiye’de çalışan pek çok insan var. İçinde yaşadığı toplumda belli yerlerse gelmiş pek çok doktor, avukat, mühendis, iş insanı, öğretmen ve öğretim üyesi var. Yani aslında farklı mesleklerde farklı Türk azınlık mensuplarının olduğunu görmekteyiz. Ancak bu durumun, ilkokul tercih aşamasında Batı Trakya Müslüman Türk azınlık toplumu içerisinde yeterince dikkate alınmadığını düşünüyorum. Buna rağmen Türk azınlık ilkokullarıyla ilgili “yetersiz eğitim verildiği” algısının bazı Türk velilerde yoğun bir şekilde kabul edildiğini görüyoruz. Bu negatif algının gerçeklik payı ciddi 22 şekilde sorgulanır düzeydedir. Ancak buna rağmen bazı Türk velileri Yunan okullarını tercih ediyorlar ve kendi çocuklarını Türk okullarına göndermedikleri için de bu okullardaki toplam öğrenci sayısı gün geçtikçe daha da azalıyor.

Soru: Bu okullar Batı Trakya Türkleri için neden önemli?

Hüseyinoğlu: Batı Trakya Türkleri açısından bakacak olursak bu okulların varlığı, bölgedeki asırlık varlıkları adına hayati öneme sahiptir. Batı Trakya Türkleri için ve tüm diğer toplumlar için azınlık ilkokulu demek, bölgede yüzyıllardır devam eden Türk ve Müslüman kimliklerinin bugünkü ve gelecekteki varlığı anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, bu okullar Batı Trakya Türkleri adına çok kıymetli ve burada iki dilde eğitim almak çok önemlidir. Çünkü eğitim seviyeniz, sizin toplumdaki yerinizi, statünüzü ve kabul edilirliğinizi ciddi şekilde etkilemeye devam etmektedir. Batı Trakya’da Türkçe eğitimin bel kemiğini Türk azınlık ilkokulları oluşturuyor

Soru: Batı Trakya’da Türk ilkokullarının kapatılması, Türk kimliği ve Türkçe öğrenimi açısından ne anlama geliyor?

Hüseyinoğlu: Okulların kapatılması bölgedeki Türk azınlığının eğitim hakkı açısından büyük önem arz ediyor. Daha önce de belirttiğim gibi 30’lu yıllarda sayısı 300’ün üstünde olan bu okullar bugün 80’li rakamlara düşmüş durumda. Eğitim, toplumsal varlığın en temel unsurların başında gelmektedir. Özellikle de azınlık toplulukları için, yaşadıkları ülkenin çoğunluk toplumu içindeki konumlarını belirleyen önemli bir köprü niteliği taşır. Bu bağlamda Türk okullarının kapatılması, Türk azınlık toplumunun en önemli sorunlarında biri olarak karşımızda durmaktadır. Batı Trakya’da Türkçe eğitimin bel kemiğini, şüphesiz iki dilde (Türkçe ve Yunanca) eğitim veren Türk ilkokulları oluşturuyor. Ana okul eğitimi bağlamında Türk anaokulları bulunmamaktadır. Böylelikle, 1920’lerden günümüze ana dil Türkçenin, Türk kültürü, örf ve adetlerinin çocuklara erken yaşta öğretildiği kurumların başında şüphesiz Türk azınlık ilkokulları gelmektedir. Fakat bu okulların bu denli her yıl kapatılmasıyla gerek ana dil Türkçenin ve gerekse Türk kültürünün sonraki nesillere aktarılması konusunda yakın gelecekte önemli bazı sorunlarla karşı karşıya kalınabilir. Lozan Barış Antlaşması'nda öngörülen "özerk eğitim" prensibi zaman içinde Yunanistan'ın ihlallerine uğradı Soru: Türk ilkokulların kapatılması Lozan Antlaşması’nın eğitimle ilgili maddelerine nasıl aykırılık teşkil ediyor? 23 Hüseyinoğlu: Bu okulların kapatılması Lozan Antlaşması’nın eğitim ile ilgili maddelerine aykırıdır. Lozan’ın 40. ve 41. maddelerinde azınlık eğitimi ile ilgili maddeler yer alıyor. 1923 Lozan Barış Antlaşması, uluslararası bir nitelik taşıyor. Böylece, Batı Trakya’daki azınlık eğitimi ve Türk Azınlıkla ilgili birçok bireysel-kolektif hak ve hürriyetler uluslararası koruma altındadır. Aslında Lozan’a baktığımızda bu okulların özel ve özerk bir yapıda olması gerekiyor. Ancak 1950’li yıllardan itibaren yapılan sistematik müdahaleler sonucunda bu özel ve özerk yapının bugün neredeyse kaybedildiğini görüyoruz. Örneğin Yunanistan, 1970’li yıllardan itibaren Türk okullarının tabelalarındaki “Türk” ibaresini kaldırdı. Bu okullar hala günümüzde resmi olarak “Müslüman” veya “Azınlık” okulları olarak geçiyor. Bu okullarla ilgili çıkartılmış birçok kanun ve bakanlık kararnamesi sonucunda geçmişte azınlık bireyleri eğitim ile ilgili birçok konuda söz sahibiyken, günümüzde neredeyse çok az konuda kendilerinin söz söyleme hakkı kalmıştır. Gerek eğitim gerekse Türk Azınlığın hakları ile ilgili diğer birçok konuda, Lozan Antlaşması’nda öngörülen hakların tam anlamıyla hala uygulanmadığını görmekteyiz. Azalan nüfus ve ekonomi temelli göç, Batı Trakya'daki Türk ilkokullarının kapanmasında etkili oluyor

Soru: Batı Trakya Türkleri eğitim dışında ne gibi zorluklarla karşı karşıya?

Hüseyinoğlu: Doktora tezini Batı Trakya Türklerinin eğitim hakları üzerine yazmış ve hala Batı Trakya Türklerinin hak ve hürriyetleri üzerinde bilimsel çalışmalar yapan bir akademisyen olarak şunu belirtmek isterim. Batı Trakya Türklerinin en önemli sorunlarının başında şüphesiz eğitim geliyor. Fakat son yıllarda ilk sıralara ekonomiyi de eklemek gerektiğini düşünüyorum. Eskiden eğitim başı çekiyordu. Ancak şu anda Yunanistan’da 2010 yılında yaşanan ekonomik krizden sonra ekonomi de çok ciddi bir sorun olarak Batı Trakya Türklerinin karşısına çıkıyor. Özellikle 2010 krizinden sonra bazı Batı Trakya Türk Azınlığı mensuplarının, işsizlik temelli geçici olarak bölgeyi terk ettiğini ve çalışma amaçlı Avrupa’nın farklı yerlerine göç ettiklerini görüyoruz. Bu ülkelerin başında Almanya, Hollanda, Norveç ve İngiltere geliyor.

Soru: Ekonomik kriz nedenli göçün okulların kapatılmasıyla ilgisi var mı?

Hüseyinoğlu: Bu şekilde göç aslında bir noktada eğitimi de etkiliyor. Bazen sadece baba göç ediyor. Fakat bir iki yıl sonra anne ve çocuklar da babaya katılabiliyor. Son on yılda gözlemlediğime göre, geçici işçi olarak giden bazı aileler belli bir süre sonra yanlarına kendi ailelerini de alabiliyor. Ayrıca, son yıllarda üç veya daha fazla çocuk sahibi Türk azınlık ailelerinin sayısında bir düşüş yaşanmaktadır. Bu durum, Batı Trakya’daki Müslüman Türk demografisinin zaman içinde daha da azalmasına sebebiyet verebilir. Geçici göçün zamanla kalıcı hale gelip gelmeyeceğini bize zaman 24 gösterecek. Fakat Batı Trakya Türk toplumundaki göç olgusu, bölgede yakın gelecekte daha az Türk çocuğu olacağı anlamına gelmektedir. Yani, Türk okullarının kapanmasının diğer bir sebebi göç olgusudur. Özellikle kırsal köylerdeki Türk çocuk sayılarının göç sonucu daha da azaldığını görmekteyiz. Fakat asıl sebebin, daha önce de ifade ettiğim Azınlık eğitiminin özel ve özerk statüsünün yıllar içerisinde ciddi anlamda zedelenmiş olmasından kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Kaynak: GAMZE KARABULUT