1. ABDULKADİR SELVİ / TERÖRSÜZ TÜRKİYE SÜRECİNİN SABOTE EDİLMESİNE İZİN VERMEMELİYİZ (HÜRRİYET)
1984 yılıydı. Genç bir muhabirdim. Başbakan Özal’la birlikte Van’a gitmiştik. Özal’ın Şemdinli ve Eruh’a gideceği söylendi. Biz Şemdinli ayağını takip edebilecektik. Erken saatlerde yola çıkmayı planladık. Van Emniyet Müdürü, “Çok erken saatte yola çıkmayın. Bizim araçlarımız size eskortluk yapacak. O şekilde çıkarsınız” dedi. Aramızda erken çıkmayı savunanlar olunca, “Yolda asayiş sorunu olabilir. APO’cular diye birileri türemiş” demişti. Ben APO ismini ilk olarak orada duydum.
İlk olarak Yüksekova’ya gittik. Kahvaltı yapmak için açık bir yer bulduk. Bizi gören çocuk pastaneyi bırakıp kaçtı. Kahvaltı yaptıktan sonra aramızda topladığımız parayı tezgâhın üstüne bırakıp çıktık.
ÖZAL’LA ŞEMDİNLİ’DE
Özal, Şemdinli’ye helikopterle geldi. Hiç unutmuyorum. Ellerini ileride bir noktaya dikerek, “Üç beş çapulcuya pabuç bırakmayız” şeklinde bir konuşma yaptı. Ben Kürt sorunu ile orada tanıştım. PKK’nın ilk eylemi olan Şemdinli ve Eruh baskınından bu yana bu sorunu takip ettim. OHAL dönemlerinde Nevruz eylemleri için bölgeye giden gazetecilerden biriydim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sınır ötesi operasyonlarından sonra bir grup gazeteci ZAP kampına gitmiştik.
RAPORLAR... RAPORLAR...
Cumhuriyet dönemi Kürt isyanlarına ilişkin ne bulduysam okudum. Sadece onlarla yetinmedim IRA, ETA ve FARC sorununun çözümüne ilişkin yapılan çalışmaları inceleme fırsatım oldu. İsmet Paşa’nın güvenlikçi politikalarından Celal Bayar’ın eşitlikli yaklaşımına, Fevzi Çakmak raporundan Ecevit’in sorunun kökeninde ekonomik kalkınmamışlığın yattığını savunan değerlendirmelerine, Refah Partisi’nin İslam kardeşliğini esas alan yaklaşımından SHP’nin ünlü Kürt raporuna kadar birçok raporu okuma imkânım oldu. Beni en çok etkileyen İhsan Sabri Çağlayangil’in Dersim katliamıyla ilgili anlattıklarıydı. Müze hâline getirilen Diyarbakır Cezaevi’ne girdiğimde ise, “PKK sorununu dağda aramayın. PKK sorunu Diyarbakır Cezaevi’nde üretildi” sözleri kulaklarımda çınlıyordu.
İÇ SAVAŞ PROVASI
Güvenlikçi bakış açısının da özgürlükçü yaklaşımın da kendine göre doğruları ve yanlışları vardı. 90’lı yılların cehennemini ise hem Ankara’da hem zaman zaman bölgede yaşama imkânım oldu. Bahtiyar Aydın Paşa’nın şehit edilmesinden sonra gittiğimiz Lice’de karşılaştığım tablo benim birçok şeyi sorgulamama kapı açtı. Hizbullah’la ilgili raporları incelediğimde ise ürkütücü bir şekilde bir iç savaş provasının yapıldığı kanaatine vardım. O günkü iç savaş tespitim Irak ve Suriye’nin yaşadığı iç savaş süreçlerinde gerçeğe dönüştü. Irak ve Suriye’de yaşananlar önce Türkiye’de denendi. Ama başarılı olamadılar.
12 EYLÜL’ÜN MİRASI
12 Eylül darbesinin bu ülkeye çok büyük zararları oldu. En büyük zararı ise PKK sorununun hortlatılmasıydı. Özal’ın, Erbakan’ın bu sorunun çözümü yönünde çabaları oldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu işin peşini hiçbir zaman bırakmadı. Yeni bir sürecin içindeyiz. Ben bu sürece bir annenin çocuğuna olan hassasiyeti, bir bahçıvanın bir çiçeği yetiştirmedeki özeni ile bakıyorum. Bu mücadeleyi Türkiye’nin küresel bir güç olma mücadelesinin bir parçası olarak görüyorum. Yüzyılın projesi olarak bakıyorum. Ama romantizmle bu sorunun çözülemeyeceğini görecek kadar da deneyim sahibiyim.
ERDOĞAN’IN LİDERLİĞİ
Okuduğum raporlardan, yaşadığım süreçlerden çıkardığım bir şey var; o da bu işin irade, kararlılık ve güçlü liderlik gerektirdiği. Cumhurbaşkanı Erdoğan’da o var. Erdoğan, başta bu sorunun çözülmesi gerektiğine adının Recep Tayyip Erdoğan olduğuna inandığı kadar inanıyor. Bu kez iç ve dış konjonktür lehimize. Geçmiş süreçlerde bu işin nasıl sabote edildiğini yaşayarak öğrendik. Yine benzer oyunlar oynanmaya başladı. Kandil’den, SDG’den ve DEM Parti’den yapılan kimi açıklamalar süreci enfekte etmeye yönelik işaretler taşıyor. Ben bu hassasiyetle hareket ediyor, yanlışa yanlış diyorum. Araba devrilmesin diye uğraşıyorum.
ENDİŞELİYİM
Özal’ın başlattığı süreç başarısız olduğunda Türkiye’nin sokulduğu karanlık tüneli, Erbakan’ın çabalarını boşa çıkaran 28 Şubat şartlarını, Erdoğan’ın baldıran zehri içme pahasına başlattığı süreçlerin sabote edilmesi üzerine geri dönen şiddeti çok iyi biliyorum. Bu kez umutluyum ama aynı zamanda elim yüreğimin üstünde duruyor. Çünkü sürecin sabote edileceği endişesini taşıyorum. O nedenle yanlışa yanlış demeye, eleştiri görevimi yapmaya devam edeceğim. DEM Parti açıklamasında denildiği gibi süreci sabote etmek isteyenlerin varlığını başka yerlerde görürsem onları eleştirmekten de çekinmem.
CHP’NİN MAKBULLERİ İHRAÇ EDİLENLERİ
Mersin Milletvekili Hasan Ufuk Çakır’ın Meclis Plan ve Bütçe Komisyonu’ndaki isyanı dikkatimi çekmişti. CNN Türk’teki programlar sırasında tanıma fırsatım oldu. Yörük bir aileden gelmiş, ailesinin siyasi geçmişi Adalet Partisi ve DYP çizgisine uzanıyor. Taban siyaseti yapan birisi. Hasan Ufuk Çakır, Kılıçdaroğlu’nu destekleyen ekiptenmiş. CHP milletvekiliyken Halk TV’de hakkında “Oto hırsızı” denilmiş. İnsanlar şeref ve haysiyeti için yaşarlar. Hasan Ufuk Çakır, oto hırsızlığı iddiasına karşı dava açmış. “Alnım ak, başım dik” diyor. Halk TV, CHP’ye yakın olduğu için parti yöneticilerinden yardım istemiş. Kılıçdaroğlu’nu desteklediği için “kapı-duvar” olmuşlar. Yetinmemiş bir de ihraç talebiyle disipline sevk etmişler. Hasan Ufuk Çakır da şeref ve haysiyeti söz konusu olduğu için istifa etmiş.
MAKBUL CHP’LİLER
CHP, İmamoğlu suç örgütü iddianamesinde isimleri geçen Burhanettin Bulut’u, Özgür Karabat’ı, Turan Taşkın Özer’i koruyor. Onları parti yönetiminde tutuyor. Ertan Yıldız’ı, Fatih Keleş’i, Adem Soytekin’i ihraç etmiyor ama hakkındaki oto hırsızlığı suçlamasına isyan eden Hasan Ufuk Çakır’ı, Gürsel Tekin’i, Barış Yarkadaş’ı, Berhan Şimşek’i ihraç ediyor. Demek ki CHP’de makbul siyasetçi olmanın yolu İmamoğlu suç örgütü iddianamesinde isminin geçmesinden geçiyormuş.
2. AHMET HAKAN / TRAGEDYA, HÜMANİZMA, HELENİZMA... HİÇBİRİNDEN ÇAKMAYAN BİR YÖRÜK (HÜRRİYET)
CHP’den kopan, koparılan Mersin Milletvekili Hasan Ufuk Çakır şöyle biridir:
Bir Yörüktür. En büyük zevki Toros yaylalarında yaylamak olan bir Yörüktür.
Tragedya, hümanizma, Helenizma... Hiçbirinden çakmayan bir Yörüktür.
Bir bazlama, bir kıl çadır, üç telli bir zımbırtıdır.
Sanki elitizme, entelliğe falan bir tepki olarak dünyaya gelmiştir.
Kopkoyu, sımsıkı, kapkalın bir şivesi vardır; kafayı gözü yararak konuşur.
Kıl şalvarı çeker, kurtlu çarığı giyer, kevkeyle çimer, peynir basar.
CHP, işte böyle bir milletvekilini kaybetti.
Partisinden tek bir isteği vardı bu izzet-i nefsine düşkün Yörüğün.
Dedi ki:
“Bizim partinin televizyonu Halk TV, benim hakkımda ‘oto hırsızı’ diye haber yaptı. Bu iftirayla benim şerefimle oynadılar. Haysiyetimle oynadılar. Ne olur biriniz çıkın da Halk TV’ye bir şey deyin. ‘Bu adam bizim partimizin milletvekilidir. Halk TV, milletvekilimizin şerefiyle oynama’ diye minicik bir tepki gösterin.”
Göstermediler, umursamadılar, tek bir kelime bile etmediler.
İşte sırf bu yüzden nevri döndü, kafasının tası attı. Resmen deliye döndü bu Yörük.
Ve sonuçta: Partisi ihraç etmek istedi, o da “Siz beni kovamazsınız, ben CHP’den istifa ediyorum” diye çekip gitti.
Partilerine mensup bir milletvekilinin haysiyetine sahip çıkmak adına...
İmamoğlu için yaptıklarının trilyonda birini yapacaklardı, yapmadılar.
“Ayıptır, iftira atma Halk TV” diyeceklerdi, demediler.
Ne yönetebildiler olayı ne de idare edebildiler.
Böylece Tayyip Erdoğan kendilerine “elitist” falan dediğinde...
Anında sahaya sürecekleri “ayaklı elitizm karşıtı” milletvekilini kaybettiler.
Vah ki vah. Vah ki vah.
Not: Yazımdaki bazı ifadeleri Hasan Hüseyin’in Koçero şiirinden aldım. Bazılarınız şiiri okudu, bazılarınız da Ahmet Kaya ve Selda Bağcan’ın şarkılarında dinledi.
MECLİS’TE MUAZZAM BİR PERFORMANS
AK Parti Grup Başkanı Abdullah Güler’in geçen gün Meclis’te yaptığı konuşmayı izlediniz mi?
Benim son dönemde izlediğim açık ara en iyi Meclis konuşmasıydı.
Özgür Özel’in de dinlediği o konuşmada Abdullah Güler çok etkili bir taktik izledi.
Üç adıma oturttu konuşmasını:
BİRİNCİ ADIM: Özgür Özel’in “Fatih Belediyesi’nde büyük yolsuzluk” ya da “Ordu’nun falanca beldesinde büyük yolsuzluk” diye bazı AK Parti belediyelerine yönelik ortaya attığı yolsuzluk suçlamalarını anlattı. Ardından da bu suçlamaları boşa çıkaracak yanıtlar verdi.
İKİNCİ ADIM: İBB iddianamesinde yer alan iddialardan örnekler vermeye başladı. Mesela: Meşhur üç villa iddiasının ayrıntılarını anlattı. Mesela: 73 bin lira maaş alan İBB çalışanı harita mühendisi Yakup Öner’in Sarıyer’deki dubleks daireye, lüks otomobillere, banka hesabındaki 85 milyon liraya nasıl sahip olduğunu sordu.
ÜÇÜNCÜ ADIM: En sonunda da Özgür Özel’in bulunduğu sıralara dönerek... “AK Partili belediyelerle ilgili yalan yanlış iddialar söz konusu olduğunda ‘büyük yolsuzluk’ diye ortalığı inletiyorsunuz ama İBB iddianamesinde yer alan belgeli yolsuzluklar karşısında sus pus oluyorsunuz” dedi.
Abdullah Güler, bu üç adımı takip ederken...
Abartılı yaklaşımlardan kaçındı. Alabildiğine doğal kaldı.
Laf atmalara etkili yanıtlar verdi.
Masumiyet karinesine bağlılık vurgusu yaptı.
Konuyu asla dağıtmadı.
Heyecanı organikti.
Üslubu hakkaniyetliydi.
Ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yerinde olsam...
“Abdullah! Madem sende böyle bir cevher vardı da bu zamana kadar bu cevheri neden ortaya çıkarmadın” diye azıcık sitem ederdim.
KOMÜNİSTLER ONLINE MI
Ekrem İmamoğlu’nun babası Hasan İmamoğlu’nun Sözcü’ye yaptığı açıklamayı okuyordum.
İlk cümleleri şunlardı:
“Ömrüm boyunca bu ülkeye komünizm gelmesin diye mücadele ettim. Pişmanım.”
Bu cümleyi okuyunca ilk tepkim şu oldu:
Herhalde artık komünizmin kadrini kıymetini anladığını söyleyecek.
Fakat o da ne?
Hasan İmamoğlu ters köşeye yatırdı beni.
Şöyle devam ediyordu sözleri:
“Komünizme artık gerek yok. Çünkü istedikleri zaman komünizm ilan ediliyor. Malınıza, mülkünüze el konuluyor.”
Komünizmi herkesin malına mülküne el koymak olarak anlayan Hasan İmamoğlu demek ki AK Parti iktidarını bir tür komünist iktidar olarak görüyormuş.
Nazımları, İdris Küçükömerleri, Suphi yoldaşları falan...
Mezarlarında ters döndürmüştür bu açıklama.
Marx, Engels, Lenin’i ne hale getirmiştir, varın siz hesap edin.
3. MAHMUT ÖVÜR / PKK’DAN İBB DEĞİL “KAŞE CUMHURİYETİ” (HÜRRİYET)
Aynı ofiste hazırlanan dosyalar, aynı sözleri tekrarlayan itirafçılar, tuhaf benzerlikler ve tuhaf zenginlikler... Türkiye son yıllarda her tür hikâyeyi gördü ama İstanbul Büyükşehir Belediyesi’yle ilgili son dönemde konuşulan “yolsuzluk” tablosunun ortaya koyduğu hikâye kadarını görmedi. Tarihe geçecek bir zenginleşme örneği bu. Ortada bir dava var. Bir de bu davadan “itirafçı” olarak çıkanlar... Ve tam da bu noktada, tarihe geçecek kadar ilginç bir kronoloji ortaya çıkıyor. Aşağıdaki olay akışı, tamamen kamuoyunda konuşulan iddialar, ortaya çıkan anlatılar, benzerlikler, tesadüfler ve kişilerin kendi ifadeleri üzerine kurulu.
10 KAŞE, TEK ADRES
Kamuoyunda en çok konuşulan iddialardan biri şöyle: Aynı müteahhit ofisinde sekiz-on farklı şirkete ait kaşelerin bulunduğu, bu ofiste onlarca şirket adına teklif dosyalarının hazırlandığı, farklı firmalara ait tekliflerin aynı masa üzerinde, aynı kalemle tamamlandığı anlatılıyor. Manzaranın halk nezdindeki karşılığı çok net: “On şirket, tek adres, tek kalem ve tek hikâye...” Ofisin kapısına şöyle bir tabela assalar yeridir: “Toplu İhale Hazırlama Atölyesi - Kaşelerimiz Zengindir.” Gelecekte bu dönem “Kaşe Cumhuriyeti” olarak anılırsa hiç şaşırmam.
İTİRAFÇI BOLLUĞU
İşin belediye cephesi de çok farklı değil. Farklı firmaların hazırladığı düşünülen onlarca teklif, aynı bilgisayardan çıkmış gibi aynı tarzda diziliyor, aynı düzenle sunuluyor. Sonra aynı imzalar atılıp onaylanıyor. Tesadüfün böylesi... “Bu kadar firma aynı fontu nasıl sevmiş acaba?” Kamuoyunun merak ettiği bu soruyu herhalde yargıçlar da soracak. İBB bünyesinde verilen ihaleler, sipariş edilen ürünler, komisyonlar, istenen rüşvetler devasa olunca itirafçıların sayısı da bir o kadar devasa. İddianamede birinci dereceden sorumlu sanık sayısı 102, itirafçı sayısı da ona yakın: 76. Yargı tarihinde pek örneği yok.
“İhaleleri, rüşvetleri, komisyonları tek tek verdik, aldık” diyen de var, koro halinde aynı şeyi söyleyen de. Bir senkronizasyon harikası gibi... “Önümüze evrak koydular, imzaladık” ya da “Sisteme para gerekiyor dediler, topladık.” Gel de o ünlü Şener Şen’li repliği hatırlama: “Evet ben yaptım ama hele bir sor niye yaptım?” Ortada cevabı aranan soru şu: “Bütün bunlar tesadüf mü yoksa organize mi?”
DEVASA ZENGİNLEŞME
“Bu kadarı tesadüf mü?” denecek bir durum daha var: 3.900 sayfalık iddianameyi baştan sona akıl almaz bir zenginleşme hikâyesi olarak da okumak mümkün. Öyle uçuk rakamlardan söz ediliyor ki şaşırmamak elde değil. Sanki semt pazarından domates alır gibi rüşvetlerin alındığı itiraf ediliyor. İBB’nin iki önemli ismi, Fatih Keleş ve Yakup Öner, İstanbul Boğaziçi’ndeki otel sahibi Vedat Aşçı meselesini konuşurken, Keleş o kadar rahat ki rakamı açık açık söylüyor: “20 milyon dolar isteyeceğim.” Öner, istenen rakamı büyük buluyor ama sonrasında alınan rakamın 21 milyon dolar olduğunu da itiraf ediyor.
Böyle onlarca sahnenin yaşandığı bir iddianamede devasa zenginleşenler olduğu gibi daha azıyla yetinenler de var. Ama hepsi de bu zenginleşme kaynağını açıklamakta zorlanıyor. Bazılarının kaçış yolu da klasik: “Düğünümüzdeki takıları sattık...” İyi ki düğünler varmış, yoksa İBB’deki “sistem”in kurucu babaları, aileleri o lüks arabalara binemez, villalarda yaşayamaz, ünlü markalardan giyemez ve üzülürlerdi. Herhalde onların bu üzüntülerine dayanamayan CHP Genel Başkanı Özgür Özel de kahrından kendini meydanlara atardı.
4. SELÇUK TÜRKYILMAZ / YERLEŞİMCİ YAYILMACILIK ÖRÜNTÜSÜ (YENİ ŞAFAK)
BM Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’nin Filistin’le ilgili hazırladığı raporlar Türkiye’de de yankı bulmuştu. Albanese, 7 Ekim 2023’ten sonra hazırladığı ilk raporunda özellikle Batı Şeria’nın kolonizasyonunda küresel şirketlerin oynadığı role dikkat çekmişti. Albanese, Volvo gibi dünya çapında tanınan küresel şirketlerin adlarını sıralamış ve bu şirketlerin Filistin’in kolonileştirilmesi sürecine nasıl dâhil olduklarını göstermeye çalışmıştı. Volvo’yu özellikle zikretmek istedim; çünkü bu şirketin faaliyet alanları hakkında okuyucularımız az çok bilgi sahibidir. Böylelikle Batı Şeria’da Siyonist yerleşimcilerle bu şirketler arasındaki iş birliğinin ne anlama geldiği daha rahat anlaşılabilir. Volvo’nun ürettiği iş makinelerini bilmeyen yok gibidir.
Yerleşimcilik kavramı hakkında kapsamlı bir fikre sahip olmadığımızı düşünüyorum. 7 Ekim’den sonra “onlar yerleşimci değil” gibi birtakım duygusal ifadelerle karşılaştık. Ancak daha sonra bu kavramın hususi anlamı iyice anlaşılmaya başlandı. Yerleşimcilik, kolonyal yayılmacılığın en saldırgan biçimlerindendir. Yerleşimcilerin yayılmacı saldırganlığı hakkında bir fikir edinmek için Afrika ve Asya örneklerine bakmak yanıltıcı olabilir. Yer yer bu bölgelerde benzer örnekler olsa da asıl olarak Kuzey Amerika, Avustralya ve Yeni Zelanda örneklerine bakmak gerekir. Avrupalı yerleşimciler bu kıtalarda yerli ahalinin kökünü kazıdı. Yerli ahali yok edilirken onlara dair ne varsa büyük ölçüde yok edildi. Bugün Filistin’de de Siyonist yerleşimciler inanılmaz bir saldırganlıkla Filistinlilerin yerine geçmektedir. Siyonistler de Avrupalı yerleşimciler gibi Filistinlilere ait ne varsa onu yok ediyor. Daha önce Filistin’in tarihî topraklarını adım adım ele geçiren yerleşimcileri devlet dışı aktörler olarak tanımlamıştık. Bu durum, onların kanunlarla sınırlı olmadıkları anlamına gelir.
Filistinlileri topraklarından temizledikten sonra ortaya çıkan araziler farklı yöntemlerle yerleşimcilerin eline geçiyor. İşte bu süreçte Volvo gibi dünya çapında tanınan şirketler büyük bir rol oynuyor. Bu şirketler Batı Şeria’da ve Doğu Kudüs’te ortaya çıkan yeni arazilerin kolonizasyona elverişli hâle getirilmesinden bankacılık alanına kadar geniş bir yelpazede sürece dâhil oluyorlar. Filistin’in tarihî topraklarını birbirinden kopartan büyük duvarların yapımı, Filistinli ailelerin evlerinin yıkılıp yerleşime uygun hâle getirilmesi gibi kolonyal faaliyetler Volvo gibi şirketler tarafından yürütülüyor. Doğal olarak bu şirketler de kanun dışına çıkıyor. BM Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’nin kolonileştirme sürecine dâhil olan şirketlerin adlarını tek tek sıralaması bu açıdan çok önemliydi. Bunlar, anti-kolonyalist mücadele bağlamında Filistinlilerle dayanışma içinde olmak isteyenler için de oldukça önemli bilgilerdir.
Albanese, Filistin’in kolonileştirilmesiyle ilgili ikinci bir rapor daha hazırladı. Bu ikinci raporda Siyonist Yahudi yerleşimcilere farklı araçlarla destek olan devletler sıralanıyor. Bu listede yer alan ABD ve İngiltere gibi devletleri de kolonyal yayılmacılık tarihinden tanıyoruz. BM Filistin Özel Raportörü Albanese, bu devletlerin yerleşimci kolonyal saldırganlığa hangi alanlarda destek verdiğini ayrıntılı olarak kayda geçiriyor. ABD ve İngiltere gibi Batı ülkelerine yönelik gittikçe yayılan öfke de bugünkü faaliyetlerinden kaynaklanıyor. Çünkü adları sıralanan devletler ve onların parçası olan şirketler, milletlerin derin hafızasına yer etmiş geçmişin acı olaylarını yeniden canlandırmaktadır. Bugünkü olaylar, mahiyet itibarıyla eskiye dönüş anlamına geliyor.
BM Özel Raportörü Francesca Albanese’nin hazırladığı raporlarda adları sıralanan şirketler ve devletler Batı dünyasını temsil etmektedir. Bu şirket ve devletlerin Filistin’in tarihî topraklarında yürütülen kolonizasyon faaliyetlerine herhâlde tesadüfen dâhil olduklarını düşünemeyiz. Buna rağmen çok yaygın bir Batı ve Avrupa eleştirisinden söz edemeyeceğimiz de açıktır. Kimi Arap dünyasına yönelik öfkesiyle, kimi Tayyip Erdoğan’a düşmanlığıyla veya başka bir sebeple farklı tavırlar geliştirebiliyor. Fakat çevremizde meydana gelen hadiseler, onları haksız çıkaracak şekilde anlamlı bir örüntü oluşturmaktadır. Bu örüntüye göre devletler ve milletler bir daha karşı karşıya geliyor. İngiltere ve ABD’nin BM Özel Raportörü’ne yönelik tutumunu da kolonyal yayılmacılık çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Aynı şekilde, bu ülkelerin Uluslararası Adalet Divanı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi savcılarına yönelik baskıcı tutumları da anlamlı örüntünün parçasıdır. Bunlar yeni bir dünyaya işaret ediyor.
5. OĞUZHAN BİLGİN / “TÜRKİYE'DEN GİDİN, AVRUPA CENNET!” (AKŞAM)
Üniversite öğrencileriyle, üniversiteden yeni mezun gençlerle ve her yaştan beyaz yakalılarla konuştuğumda fark ettiğim bir durum var: Konu ne olursa olsun genelde Türkiye’ye dair her şeye büyük bir olumsuzluk atfeden, Türkiye’de olan her şey kötüymüş; iyi bir şey varsa da ya tesadüfen oluşmuş ya da Batılıları taklit neticesinde ortaya çıkmış gibi görülen bir özgüvensizlik, öğrenilmiş çaresizlik hâli…
Bu psikolojik deformasyon kuşkusuz tesadüfen oluşmadı. Hem yıllardır bu köşede ve televizyon programlarında tartıştığım hem de yakın zamanda meslektaşım Meryem Sarıköse ile birlikte yaptığımız akademik çalışmada ortaya koyduğumuz üzere, Batı menşeili medyanın Türkiye uzantılarının ve Batı tarafından fonlanan (sözde) yerli dijital mecraların propagandaları neticesinde bu algılar önemli oranda oluştu.
Her metnin bir bağlamı, her söylemin bir öznelliği, her iletişim biçiminin de bir stratejisi ve amacı bulunur. Bu amaç ve strateji, söylemin bağlamı ve içeriği konvansiyonel medya ve bilhassa devletlerin medya organları olduğunda hem daha somutlaşmakta hem de stratejik-söylemsel analizi daha fazla önem kazanmaktadır. Propaganda sivil mecralarda görülebilirken devlet medya organlarının yayınlarında bu kimliğin daha belirgin olduğu, propagandanın amacı ve stratejisinin analizinin ayrı bir önem taşıdığı açıktır. Batı’nın birçok bakımdan en güçlü devletlerinin medya kurumlarının bir araya gelip Türkiye’ye dönük ve Türkçe yayın yapan ortak platformlar oluşturmaları kuşkusuz dikkate değerdir.
Geçtiğimiz günlerde İlber Ortaylı Hoca'nın sözleri de bu konuyu tekrar gündeme getirdi. İlber Ortaylı şöyle diyordu: “Avrupa’ya giderim ve kurtulurum. Kurtulamazsın! Gençler o çok bilmedikleri dünyaya âşıklar, bu çok kötü. Dış örgütlerin çok büyük payı var. Türkiye'den nefret edilmesini teşvik ediyorlar. Sanal medyanın arkasında Alman istihbarat örgütleri var.”
Yukarıda bahsettiğim akademik çalışmamızda, Türk milletinin özgüvenine, ümidine ve güven duygusuna stratejik ve sistematik bir saldırının bu propaganda makineleri tarafından yürütüldüğünü verileriyle ortaya koymuştuk.
Bu noktada dünyadaki bazı kötülüklerin sadece Türkiye’de oluyormuş ve Türk milletinin kaderiymiş gibi anlatılıp Türkiye'nin kaçıp kurtulunması gereken bir yer olduğu algısı inşa edilmektedir. Geçmişten günümüze propaganda söylemlerine bakıldığında, propagandanın başarısının gerçeklik algısı yaratabilmesiyle doğru orantılı ilerlediği görülmektedir. Gerçeklik algısı yaratmak için bazı olumsuzluklara atıf yapılarak bu olumsuzlukların üzerine inşa edilen manipülatif anlatının nihai bir amaca matuf olduğu açıktır. Bu bakımdan hakkında olumsuz söylem üretilecek ülkeye dair propaganda ve dezenformasyon süreçleri, o ülkenin yaşadığı politik, toplumsal ve ekonomik süreçlerle doğrudan ilişkili olmak zorundadır. Nitekim üretilen içerikler de bu süreçlere adapte edilerek ve bu süreçlere dair bazı bilgileri kullanıp manipüle edilerek ortaya çıkmaktadır.
Bu propagandanın tutunduğu en önemli zemin ise Batı'nın ve Batıcıların Türkiye’deki kültürel hegemonyasıdır. Bu doğrultuda Batı, sömürgelerinde kendi üstünlüğünü normlarıyla, değerleriyle, bilgi biçimleriyle, diliyle, edebiyatıyla, ideolojisiyle, gündelik hayat tarzıyla ve kültürün tüm araçlarıyla meşrulaştırmış, yeniden üretmiştir. Böylece sömürgeleştirilmiş “yerli” halkların, özellikle yüksek eğitimli ve yüksek statülü gruplarının rızasını kazanarak bir hegemonya inşa etmiştir. Batı’ya dair ne varsa onun üstün, medeni, ilerlemenin tek yolu olarak kabul ettirildiği bu ikna süreci; zorlayıcı şartların yanı sıra toplumsal rızanın manipülasyonuyla da gerçekleşmiştir.
Üstelik tüm bunlar, Avrupa’yı bilmeyenlerin ve birçok bakımdan gerilemesini görmeyenlerin etki altına alınması amacı taşımaktadır. İşte bu noktada özgüvenli, şahsiyetli nesiller yetiştirmek; “ezikleştirilmek” ve “omurgasızlaştırılmak” istenen Türklüğü müdafaa etmek hususunda herkese vazifeler düşmektedir.
6. PROF. DR. MUHARREM EKŞİ / TÜRKİYE'NİN İNSANİ DİPLOMASİSİ: KRİZLERE KARŞI KÜRESEL VİZYON (AA ANALİZ)
Libya, Suriye iç savaşı, Rusya-Ukrayna savaşı ve Gazze soykırımında arabuluculukta Türkiye’nin barış masasına güvenilir bir aktör olarak davet edilmesi, Ankara'nın yürüttüğü insani diplomasinin bir tezahürüdür. Mazlum ve mağdurlara insancıl hukuk çerçevesinde temel haklarını korumaya dönük yardım sunma şeklinde tanımlanan insani diplomasi, aslında Türk devlet geleneğinde ilk dönemlerden itibaren varlığını sürdürüyor. Osmanlı Devleti döneminde “cihanpenah” anlayışıyla uygulanan insani diplomasi, Türkiye Cumhuriyeti tarafından da kesintisiz olarak devam ettiriliyor. Kurumsal olarak 1868'de kurulan Türk Kızılay ile Türkiye, insani yardım diplomasisini küresel düzeyde uygulamayı sürdürüyor. Türkiye, 2020’de insani duruşu dış politikasının temel ilkesi olarak belirleyerek bu alanda küresel düzeyde öne çıktı. Nitekim uluslararası yardım endekslerinde ilk sıralara yükselen Türkiye, uluslararası kuruluşlar tarafından dünyanın donör-bağışçı ülkesi olarak kabul ediliyor.
KRİZ ÇAĞINDA İNSANİ YARDIM DİPLOMASİSİNİN YÜKSELEN ÖNEMİ
Özünde insanı merkeze alan bir diplomasi türü olan insani diplomasi, normatif olarak insani sorumluluk anlayışıyla hareket eder. İnsani diplomasiyle birlikte savaş, doğal afet, salgın, açlık ve yoksulluk gibi kriz durumlarında mazlum ve mağdurlara yardım ulaştırılarak kriz diplomasisi uygulanır. Ayrıca iç savaş ve çatışma durumlarında barış diplomasisi olarak uygulanan insani diplomasi, krizleri çözmenin yanında duygusal bağ ve dostluk köprüleri kurma işleviyle de öne çıkar.
Sadece kriz durumlarında uygulanan ve “ad-hoc” (geçici) diplomasi niteliği taşıyan insani diplomasi, günümüzde sürekli bir diplomasi türüne dönüşmüştür. Çünkü iç savaşlar ve savaşlar uzun sürmekte, krizler süreklilik arz etmektedir. Bu nedenle kriz diplomasisi olarak “insani diplomasi”, kalıcı bir diplomasi formuna bürünmüştür.
Ünlü düşünür Antonio Gramsci’nin “Eski dünya ölüyor, yeni dünya doğmak için çabalıyor: Şimdi canavarların zamanı” ifadesiyle belirttiği gibi, uluslararası sistemin çökmesi günümüzde insani diplomasinin tekrar önem kazanmasının temel dinamiğidir. Kurallara dayalı sistem, Gazze soykırımıyla birlikte çökmüştür. Filistinli bebeklerin ileride terörist olacakları varsayımıyla Netanyahu hükümeti tarafından öldürülmesi, uluslararası hukuka ve kurumlara duyulan güveni ortadan kaldırmıştır.
Bunun yanında dünya; demokrasi krizleri, küreselleşmenin yan etkileri, neoliberal kapitalizmin yol açtığı gelir adaletsizliği, açlık-yoksulluk, çevre ve gıda sorunları gibi çoklu krizler dönemine girmiştir. Bu durum insani diplomasiyi öne çıkararak sürekli hale getiriyor. Üstelik zengin ve güçlü ülkelerin büyük güç rekabetine girerek silahlanmaları ve sığınaklar inşa etmeleri de insani diplomasi ihtiyacını arttıran temel faktörler arasında yer alıyor. Büyük güçlerin insani diplomasi yerine askerî güç ve ticari rekabete odaklanmaları, insani diplomasi uygulayabilecek ülkelerin sayısının sınırlı kalmasına yol açıyor.
İNSANİ YARDIM DİPLOMASİSİ EKSENİNDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ
Her ülkenin kendi çıkarlarını öncelediği bu dönemde insani diplomasiyi uygulayabilen Türkiye, uluslararası toplumun ve dünya kamuoyunun nazarında akıl ve gönülleri kazanıyor; yumuşak güç imajını güçlendiriyor. Türkiye’nin uyguladığı insani diplomasi, ülkeyi yalnızca donör ülke olarak markalaştırmıyor; aynı zamanda küresel barış diplomasisi yürüten bir aktör konumuna taşıyor. Bu nedenle savaş ve çatışmalarda taraflar, Türkiye’nin arabuluculuk rolü üstlenmesini talep ediyor. Libya, Suriye iç savaşı, Rusya-Ukrayna savaşı ve Gazze soykırımında küresel güçlerin Türkiye’yi barış masasına güvenilir aktör olarak davet etmeleri de bu insani yardım diplomasisinin bir sonucudur.
Türkiye, sadece savaş ve çatışmalardaki arabuluculuk faaliyetleriyle değil; Somali ve Sudan gibi açlık ve yoksulluk içindeki ülkelere yaptığı yardımlarla da adeta tek başına Birleşmiş Milletler gibi hareket edebiliyor. İsrail’in BM’nin Gazze’ye girişine izin vermediği bir dönemde Türkiye, kamyonlarla yardım ulaştırmanın ötesinde barış masasında aranan bir ülke oldu. Bugün ise Gazze’ye konuşlandırılacak Türk askeri gündemde yer alıyor. Türkiye’nin Gazze diplomasisine karşı Netanyahu hükümetinden gelen açıklamalar da söylem düzeyinde değişerek Türkiye’nin Gazze’ye barış aktörü olarak girebileceği yönüne evrilmiştir.
Dolayısıyla Türkiye’nin Gazze soykırımında insancıl hukuk ve temel insan hakları çerçevesinde yürüttüğü insani diplomasi; soykırımın, açlığın bir silah olarak kullanılmasının ve tüm insani ihlallerin uluslararası toplumun gündeminde yer almasını sağlamakla kalmamış; barış masasının kurulması ve yardım faaliyetlerinin ulaştırılması gibi çok boyutlu kazanımlar üretmiştir. Türkiye, Filistin ve Gazze soykırımında kamu diplomasisiyle dünya kamuoyuna hakikati gösteren ve savunan; uluslararası kurumlarda arabuluculuk ve barış diplomasisi yürüten; yardım faaliyetleriyle insani yardım diplomasisi icra eden roller üstlenmiştir. Böylece Türkiye, küresel bir insanlık vicdanı meselesine dönüşen Gazze soykırımında tek başına BM gibi hareket ederek kamu diplomasisi, barış diplomasisi, arabuluculuk diplomasisi ve insani diplomasi gibi çok boyutlu bir dış politika izleyebilmiştir.
Dış politikada Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” söylemi çerçevesinde yürütülen küresel barış ve adalet diplomasisi, Türkiye’nin uluslararası sistemin artık işlemediği bu düzende yürüttüğü çalışmaların genel çerçevesini belirlemektedir. İnsani diplomasi de Türkiye’nin küresel barış ve adalet vizyonunun bir uzantısıdır.
Ayrıca Gazze soykırımında tek başına BM gibi hareket eden Türkiye, Suriye iç savaşı sırasında dünyada en fazla Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yaparak tek başına insanlık vazifesini yerine getirmiştir. Sonuç olarak Türkiye; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Nerede bir zulüm varsa mazlumun yanında, zalimin karşısında dimdik duruyoruz” ifadesi üzerine inşa edilen dış politika vizyonuyla Libya’dan Suriye’ye, Somali’den Sudan’a kadar çok katmanlı arabuluculuk, barış diplomasisi ve insani diplomasiyle yardım elini uzatmaya devam etmektedir.



