1. ABDULKADİR SELVİ/Gazze ateşkesi nerede tıkandı... Anlaşma nasıl sağlandı

İki yıl süren katliamın ardından Gazze’de ateşkes sağlandı. Gazzeliler, evlerine dönmeye başladı. Gözyaşları içinde terk ettikleri Gazze’nin kuzeyine buruk bir sevinçle döndüler. Gazze’de bombardıman durdu. İsrail ilk belirlenen hatta çekildi. Şimdi sırada ateşkesin kalıcı olmasını sağlamak ve Gazze’nin yeniden inşası geliyor. Bugün iki önemli gelişme bekleniyor. Biri rehinelerin teslim edilmesi ve bunun karşılığında Filistinli mahkûmların serbest bırakılması. Diğeri ise Mısır’da ABD Başkanı Trump ve Sisi’nin davetiyle 20’den fazla ülkenin devlet başkanının katılacağı toplantı. Trump, bunu Gazze’de ateşkesin ötesinde bir adım olarak değerlendiriyor. ‘Ortadoğu Barışı’ olarak nitelendiriyor. Toplantıya Gazze’deki ateşkesin en önemli mimarlarından biri olan Cumhurbaşkanı Erdoğan da katılacak. ABD Başkanı Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ateşkese katkısını her fırsatta dile getirip teşekkür etti. Erdoğan sadece ateşkes sürecine katkı yapmadı. Sürecin yönetilmesinde çok önemli bir rol oynadı.

ERDOĞAN’IN KATKISI

1. Erdoğan, ABD’de Arap ve İslam dünyasından 8 ülke temsilcisi ile Başkan Trump’ı bir araya getirmişti. Böylece Trump, Netanyahu ile görüşmeden önce Gazze gerçeğini öğrenmiş oldu.

2. Hamas’ın Trump planını kabul etmesini sağlayarak ateşkes görüşmelerinin başlamasını sağladı.

3. Müzakerelerin tıkandığı anda MİT Başkanı İbrahim Kalın, Mısır’a giderek ateşkes anlaşmasının yapılmasını sağladı. Siz bunları okurken ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mısır gezisinde olacağım. Erdoğan’ın temaslarını takip edeceğim. Mısır’dan izlenimleri ve ulaşabildiğim perde arkası bilgileri aktaracağım.

İSRAİL TEKRAR SALDIRIRSA

Ateşkes sağlandı ama kafalarda önemli bir soru işareti var. Hamas silahlarını teslim ederse, İsrail bunu fırsat bilip tekrar saldırır mı? Söz konusu İsrail ve Netanyahu olunca her ihtimali düşünmek gerekiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu tehlikeye işaret ederek, “Öncelikle İsrail’in attığı imzanın arkasında durması temin edilmelidir. Daha evvel defalarca yaptığı gibi İsrail’in bir bahane bulup anlaşmadan çark etmesine izin verilmemelidir. Ateşkesin sağlanmasıyla her şey bitmiş değil. Çok daha büyük bir imtihan insanlığı ve İslam dünyasını bekliyor. İsrail’in attığı imzanın arkasında durması temin edilmeli. Daha evvel defalarca yaptığı gibi İsrail’in bir bahane bulup anlaşmadan çekilmesine izin verilmemelidir” uyarısında bulundu. MİT Başkanı İbrahim Kalın da “Kırılgan bir ateşkes yapıldı. Uygulaması, sahada denetlenmesi de aynı şekilde büyük bir hassasiyet ve dikkat gerektirmektedir” dedi. Bu tehlike nedeniyle Gazze’deki ateşkesin garantör ülkeleri olması lazım. Barış planının ikinci aşamasında bunlar müzakere ediliyor. Hamas adına ateşkes müzakerelerini yürüten Halil Hayye, “Arabulucu ülkeler ve ABD’den siyonist yapının tekrar saldırmasına müsaade edilmemesi hususunda kesin teminat aldık” dedi. ABD Başkanı Trump’ın Katar, Mısır ve Türkiye üzerinden Hamas’a “İsrail tekrar savaşmayacak” mesajını ilettiği söylendi. Dilerim verilen sözler tutulur.

GÖRÜŞMELER TIKANDI

Gazze’de ateşkes sağlandı ama bu kolay olmadı. Hatta bir ara görüşmeler tıkandı. Ahmet Hakan saat saat neler yaşandığını yazdı. Ben de adım adım ateşkese nasıl ulaşıldığını aktarmak istiyorum.

1. Müzakeler, Trump’ın 20 maddelik teklifi üzerinde başladı. Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri planın tek parça olarak kabul edilmesi için baskı yaptı.

2. Gazze’nin yönetimi, İsrail’in çekilme takvimi, Hamas’ın silahsızlandırılması, Gazze Görev Gücü ve Trump’ın başkanlığını yapacağı “Barış Kurulu” gibi konular nedeniyle müzakereler tıkandı. Masanın devrilmesi tehlikesi ortaya çıktı. TÜRKİYE DEVREDE

3. Bunun üzerine, ABD ve Hamas’ın talebi üzerine Türkiye ve Katar masaya davet edildi. MİT Başkanı İbrahim Kalın, Şarm El-Şeyh’e giderek müzakerelere katıldı.

4. Türkiye’nin teklifi tıkanıklığı aştı. MİT Başkanı İbrahim Kalın, planın ikiye bölünerek müzakere edilmesini teklif etti. Trump planı ikiye bölündü.

5. Ateşkesin sağlanması, insani yardımların girmesine izin verilmesi, esir takası ve İsrail’in belirlenen ilk hatta geri çekilmesi ilk aşamada değerlendirildi. Katar ve Mısır’ın da Türkiye’nin tezine destek vermesi üzerine anlaşma sağlandı. Masadan ateşkes kararı çıktı.

HAMAS GARANTİ İSTEDİ

6. Gazze’nin yöretimi, görev gücü, Hamas’ın silah bırakması gibi konular ikinci aşamaya bırakıldı. Ancak bu noktada Hamas’ın bir önerisi oldu. Hamas, ikinci aşama müzakerelerde bir tıkanma olması durumunda İsrail’in savaşa dönmemesi konusunda garanti istedi. Bu garanti Başkan Trump tarafından verildi.

SURİYE’DEN OLUMLU SİNYALLER GELİYOR

Dün Ankara’da Türkiye-Suriye Güvenlik Zirvesi yapıldı. Ondan önce Şam’da Suriye yönetimi ile SDG arasında müzakereler yürütüldü. Gelinen aşamayı şöyle özetleyebilirim: SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonu için çalışmalar başlatıldı. SDG, Suriye ordusuna entegre olacak ardından da kendini fesh edecek. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın dediği gibi “Tek millet, tek ordu, tek Suriye” inşa edilecek.

TERÖRSÜZ TÜRKİYE SÜRECİNE KATKI

SDG’nin Suriye ordusuna entegre olması “Terörsüz Türkiye” sürecine olumlu katkı sağlayacak. 8 Aralık Suriye devriminden sonra Suriye’de ne zaman SDG’yle ilgili bir kriz patlak verse, Ankara’da telaşla ulaştığım haber kaynaklarımdan her zaman sakin bir karşılık alıyordum. “Şam’la yaptıkları anlaşmaya göre SDG’ye yıl sonuna kadar tanınan süre doluyor. Kum saati çalışıyor. Ya Suriye ordusuna entegre olmayı kabul ederler ya da gereği yapılır” deniliyordu. Stratejik sabırı orada öğrendim. Ama bu işin bir askeri operasyona gerek kalmadan çözülmesi yürüttüğümüz “Terörsüz Türkiye” sürecine de olumlu bir ivme kazandıracak.

2. AHMET HAKAN/ Erdoğan’ın başarısı sadece şansla açıklanabilir mi

Cumhurbaşkanı Erdoğan ne zaman beklenmedik bir anda beklenmedik bir başarı kazansa hep şu tür yorumlar yapılıyor: Çok şanslı biri. Bahtı fena halde açık. Talih sürekli yüzüne gülüyor. Gelişmeler hep onun lehine oluyor. Son Gazze barışında Erdoğan faktörünün gözle görülür biçimde etkili olmasının ardından da durum değişmedi. Şans / kader / kısmet paradigması, yeniden dolaşıma girdi. Doğrudur, Erdoğan’ın şanslı bir tarafı var gibi görünüyor. Ama elde edilen başarılar, tek başına şans faktörüne indirgenemez. Erdoğan’ın şu tür özellikleri olduğunu artık dost düşman herkes kavradı: Kitlesini dönüştürebiliyor, böyle bir gücü var. İtimat telkin edebiliyor, böyle bir yapısı var. Söylediğini yapıyor, böyle bir sınanmışlığı var. Risk alabiliyor, böyle bir cesareti var. En zor gününde dostunun yanında duruyor, böyle bir tavrı var. Kısacası bu iş sadece şans / kader / kısmet ile açıklanabilecek bir iş değil.

GEREĞİ YAPILDI

Son dönemin olayı şudur: Önce sosyal medyada toplumun sinirlerini zıplatan görüntüler. Mesela trafiği tehlikeye atan bir maganda görüntüsü. Mesela sokakta çocuklarının yanında bir babaya saldırı anının görüntüsü. Hiç sekmiyor. Bu tür görüntülerin ortaya çıkmasının hemen ardından İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın “gereği yapıldı” paylaşımı geliyor. Faillerin derdest edilmiş görüntüleri eşliğinde. Şu kadarını söyleyeyim: Son günlerde herkes gibi ben de bu iki kelimeyi çok seviyorum:

GEREĞİ YAPILDI. ÜÇ VAKTE KADAR ŞU ÜÇ ŞEY OLABİLİR

- BİR: Ekrem İmamoğlu, Nobel Barış Ödülü alan Amerikan müdahalesi taraftarı Venezüelalı muhalife yönelik yayınladığı kutlama mesajını silebilir. - İKİ: Ali Babacan, DEVA Partisi’ni kapatarak Muharrem İnce’nin CHP’ye dönmesi gibi AK Parti’ye dönebilir.

- ÜÇ: Mansur Yavaş, herkesi şaşırtan, siyaset dünyasını allak bullak eden siyasi bir hamleyle kamuoyunun gündemine gelebilir.

SUMUD FİLOSU YÜZ AKIMIZDIR

Sumud Filosu’na katılan tüm aktivistler... Kahramanca bir iş yaptılar.- Evrensel bir eylemin parçası oldular. Ölümü göze alıp yola çıktılar. İsrail’de türlü ezalar çektiler. Gazze’yi dünya çapında gündeme getirdiler.*Onurlu biçimde gittiler, onurlu biçimde geldiler.Yeter artık! Pis iftiralarınızı, alçakça ithamlarınızı, yakışıksız alaylarınızı falan çekin bu insanların üzerinden. Hiçbir şey yapmadınız, bari bir şey yapanlara salça olmayın.

PERVİN BULDAN, ÖCALAN’A ŞUNU SÖYLESİN

Pervin Buldan, televizyona çıkıp şöyle şeyler söylemiş: “Öcalan medyanın dilinden çok rahatsız. Ciddi eleştirileri var. Medyada bazı yorumcuların, bazı kanalların sürecin aleyhine konuşması bizim meselemiz değil, iktidarın meselesi. Çünkü medya da AKP’nin elinde, yargı da AKP’nin elinde.” Pervin Buldan’a sesleniyorum. Eğer Öcalan... Süreçte ayak direyen, sürecin gereklerini yerine getirmekte isteksiz davranan, bir gözüyle sürekli İsrail’i kollayan, sürekli ağırdan alan kendi yoldaşlarını yola getirirse... Medyanın dili de düzelir. Pervin Buldan, Öcalan’ın medyadan şikâyetlerini kamuoyuna aktarmak yerine... Öcalan’ı süreç konusunda daha aktif olmaya davet ederse... Çok daha yapıcı bir tutum almış olur.

CHP’NİN BRÜKSEL MİTİNGİNDEKİ YANLIŞ

CHP’nin Brüksel’de miting düzenlemesi, oradaki Türklerle bir araya gelmesi falan... Kendileri açısından doğru bir adım. Ancak mitingte Avrupa Parlamentosu Milletvekili Dario Nardella’nın “Atatürk’ün değerlerini ayaklar altına alan Erdoğan’ı kınıyoruz” diye konuşma yapması, bunun üzerine topluluğun Erdoğan’ı yuhalaması fena halde yakışıksız kaçmıştır. AK Parti Brüksel’de miting yapsa... Herhangi bir Avrupa Parlamentosu Milletvekili o mitingde Özgür Özel’i yerin dibine batırsa... Mitinge katılanlar da yuhalamalara doyamasa... Bu da yakışıksız kaçardı. Ancak Brüksel’deki yakışıksızlık katmerlidir. Çünkü Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı’dır. Onun İtalyan bir siyasetçi tarafından hedef alınması, kitlenin de İtalyan siyasetçinin sözleri üzerine Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı yuhalaması... Katmerli mi katmerli bir yakışıksızlıktır.

KAY YENGE ÖLMÜŞ

DIane Keaton dendiğinde benim aklıma iki film gelir: Oscar aldığı Annie Hall filmi. Godfather filminde Michael Corleone’nin “illegal faaliyetleri bırakacaksın” diye tutturan naif eşi Kay rolü. Kay rolüyle öyle derin bir iz bırakmış ki bende... Neredeyse “Kay yenge” için lokma dağıtacağım.

TRUMP’IN ŞAMAR OĞLANLIĞINDAN KATY PERRY’NİN KOLLARINA

Eski Kanada Başbakanı Justin Trudeau, Trump’ın elinden çok çekmişti. Trump’ın kıyıcı alaylarına, argo çıkışlarına, süper küçümsemelerine maruz kalmış, hatta bir defasında bu yüzden gözyaşlarına boğulmuştu. Sınıfın zorbasının, sınıfın çelimsiz oğlanını acımasızsa ezmesi gibi bir şeydi yaşanan. Neyse ki Justin Bey başbakanlığı bıraktı da Trump’ın zorbalamalarından kurtuldu. ABD’li popstar Katy Perry ile öpüşürken yakalanmış Justin Bey. Trump’ın şamar oğlanlığından Katy Perry’nin kollarına uzanan bu yolculuğa bakalım Trump bir şey diyecek mi?

3. NEDİM ŞENER/Suriye’de Kürtlerin yüzde 5’ini temsil eden toplam nüfusun binde 5’i olan toprakların yüzde 33’ünü işgal eden: SDG terör örgütü

Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara’nın danışmanı Ahmed Muvaffak Zeydan, kısa süre önce “SDG oluşumu, Suriye’deki Kürt nüfusun sadece yüzde 5’lik kısmını temsil eden anormal bir yapı. Bu yapının aldığı kararlar Suriye dışında alınıyor” dedi. Evet, Suriye’de 2 milyon civarında Kürt yaşıyor ve 2003’de PKK elebaşının talimatıyla kurulan, 11 Ekim 2015’te ABD’lilerin talebiyle SDG adını alan PKK’nın Suriye kolunun mevcudu 100 bin dolayında. Yani SDG/PYD-YPG Suriyeli Kürtleri değil, Siyonist İsrail ile ABD’ye sırtını dayayan PKK terör örgütünü temsil ediyor. SDG/PYD-YPG’nin bir örgüt olduğunun en iyi tarifini ise başındaki Ferhat Abdi Şahin isimli terörist yapıyor. 6 Aralık 2024 günü Channel 8 isimli kanala yaptığı açıklamada, Suriye iç savaşının başladığı 2011 yılında 30 kişi başladıklarını söyleyip “Şimdi eli silah tutun insanlarımızın sayısı 110 binin üzerindedir” dedi.

TERÖR ÖRGÜTÜ PYD

2015’TE SDG OLDU DEAŞ ile mücadele bahanesine dayalı ABD’nin desteği ile üye sayısı ve silahları artan PKK/PYDYPG terör örgütü, 2015’te hendek-çukur/barikat eylemleri sırasında Türkiye’deki terör faaliyetlerini artırınca yine Türkiye’nin tepkisi üzerine ABD’lilerin isteği üzerine isim değişikliğine gitti. 11 Ekim 2015 günü SDG adını aldı. O tarihte Suriye’de PKK/PYD-YPG terör örgütü ile yakın çalışan ABD Özel Kuvvetler Komutanı Orgeneral Raymond Thomas Aspen, 2017 yılında bir güvenlik forumundaki konuşmasında, SDG’nin PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG’nin isim değiştirmiş hali olduğunu şöyle anlattı: “Onlar kendilerine resmi olarak YPG diyorlardı, ki Türkler bunun PKK ile aynı olduğunu söylüyor ve ‘Benim terörist bir düşmanımla muhatap oluyorsunuz, bunu müttefik olarak nasıl yapabilirsiniz?’ diyordu. Biz de bunun üzerine onlara isimlerini değiştirmeleri gerektiğini söyledik. Mesela, YPG dışında kendinizi nasıl adlandırmak istersiniz? Bir gün sonra adlarının ‘Suriye Demokratik Güçleri’ olduğunu ilan ettiler. Adlarının ortasına ‘demokratik’ ifadesini koymalarının zekice bir hamle olduğunu düşündüm. Bu, onlara bir miktar itibar sağladı. Nitekim, dönemin ABD Savunma Bakanı Ashton Carter, 2016’da ABD Senatosu’nda katıldığı bir oturumda Senatör Lindsey Graham’ın bastırması üzerine YPG’nin PKK’nın Suriye kolu olduğunu açıkça söyledi. Diğer taraftan ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı’nın (CIA) 2018 ülke raporunda da YPG ve PYD, PKK’nın Suriye’deki kolları olarak tanımlanmıştı. BARRACK: SDG, YPG’DİR YPG, PKK’DIR Elebaşı Öcalan’ın ayrı bir ulus devlet, özerklik, federasyon ve kültüralist taleplerin olmadığı ve PKK terör örgütünün “anlam yoksunluğuna düştüğünü” söyleyerek fesih kararı almasını istediği 27 Şubat 2025 tarihli çağrısı üzerine PKK’nın Irak’ın Süleymaniye kentinde silah yakma töreni gerçekleştirdiği 11 Temmuz 2025 günü, ABD Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack da şu açıklayı yaptı: “SDG dediğiniz, YPG’dir. YPG, PKK’nın bir türevidir.” Sonradan cümlelerini değiştirse de Büyükelçi Tom Barrack dahil tüm ABD’liler, para ve silah verdikleri SDG’nin PKK terör örgütü PYD-YPG’nin isim değiştirmiş hali olduğunu biliyorlar. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara’nın danışmanı Ahmed Muvaffak Zeydan’ın dikkat çektiği gibi; 100 bin dolayındaki mevcudu ile Suriye’de sayıları 2 milyonu bulan Kürtlerin yüzde 5’ini, yaklaşık 20 milyon Suriyelilerin ise yalnızca binde 5’ini (yüzde 0.5) temsil eden SDG terör örgütü ülke topraklarının üçte birini, yani yüzde 30’dan fazlasını işgal etmiş durumda. Terör örgütü, Türkiye sınırında Ayn el-Arap, Haseke dahil bazı bölgeleri ile petrol ve doğalgaz kaynaklarının yanı sıra Suriye’nin hidroelektrik kapasitesinin neredeyse tümünü kontrol ediyor. Suriye topraklarının yaklaşık yüzde 30’unu oluşturan bir alanı işgal eden SDG/PYD-YPG terör örgütü, Suriye’nin sulanabilir alanlarının yüzde 50’sine, enerji kaynaklarının yüzde 70’ine ve su potansiyelinin ise yüzde 95’ini yönetiyor.

SDG’Yİ PKK YÖNETİYOR

Suriye yönetimi ile 10 Mart 2025’te imzalanan mutabakatta “Sınır geçişleri, havaalanı ve petrol ve gaz sahaları da dahil olmak üzere kuzeydoğu Suriye’deki tüm sivil ve askeri kurumların Suriye devletinin yönetimine entegrasyonu” karara bağlanmasına rağmen somut adım atılmadı. Çünkü fesih kararı aldığını ilan eden PKK terör örgütünün ağırlığını SDG’ye verdiğini herkes biliyor. Nitekim, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Neçirvan Barzani, “...Öcalan’ın mesajları çok çok açık. Kandil de ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor ama yapmıyor. ‘Biz Başkan Öcalan’ın sözüne göre hareket ediyoruz’ diyorlar ama iş uygulamaya gelince tam tersini yapıyorlar...PKK, Rojava’dakilerin yakasını bırakmalıdır. PKK, Suriye’nin kuzeyinden, Rojava’dan vazgeçmelidir.” Ancak, PKK terör örgütü soykırımcı İsrail’in İran’a ve Suriye’ye yönelik operasyon yapması halinde en az dörde bölüneceğini düşündüğü Suriye’deki yapılanması olan SDG’yi yönetmeye devam ediyor. Nitekim, Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed el Şara’nın danışmanı Ahmed Muvaffak Zeydan’ın “SDG’nin aldığı kararlar Suriye dışında alınıyor” sözleri bunu gösteriyor. Bu durumu en iyi bilen ise PKK terör örgütü elebaşı Öcalan, SDG terör örgütünün arkasında soykırımcı Siyonist İsrail olduğunu biliyor.

ÖCALAN: SDG İSRAİL’İN KONTROLÜNDE

21 Nisan 2025 tarihinde İmralı Heyeti ile yaptığı görüşmede bunu şöyle anlatmıştı: “İsrail’i Ortadoğu’da stratejiyi kuran hegemon güç olarak inşa etmek istiyorlar. Netanyahu-Trump gidiş gelişleri bunun içindir. Beş aşamalı bir stratejidir. İlk üç aşama olarak Gazze, Lübnan, Suriye bitti. Geriye iki aşama; İran ve Türkiye kaldı. Kandil’in aklı yerinde değil ki bunu engelleyebilsin. Kandil 10 İran’ın, SDG ise İsrail’in etkisindedir. Şu an öyle işbirlikçi bir Kürt kesimi var. Bugün sizinle, yarın İsrail ile işbirliği yapar.”

ANKARA’NIN KARARI NET

Evet, PKK ve Suriye kolu SDG/PYD-YPG oyalama taktikleriyle Suriye yönetimine entegre olmaya direnirken; soykırımcı İsrail’e ve ABD’ye uşaklık karşılığı statü için ellerini ovuşturuyor. Ama Türkiye’nin kararı net. Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler, 11 Ekim 2025 günü Ankara’da kararlılığı şöyle ifade etti: “PKK ve iltisaklı tüm gruplar, alınan fesih kararı kapsamında derhal tüm terör faaliyetlerine son vermeli, başta Suriye olmak üzere farklı coğrafyalarda ve isimler altında faaliyet gösteren tüm uzantıları bir an önce ve şartsız şekilde silahlarını teslim etmelidir. Başta PKK, YPG, SDG olmak üzere hiçbir terör örgütünün bölgede kök salmasına, komşumu ve farklı adlar altında faaliyet göstermesine müsaade etmeyeceğimizi bir kez daha hatırlatmak isterim.”

4. DİDEM ÖZEL TÜMER/Sürecin birinci yılında durum tespiti

Kürt Çalışmaları Merkezi, Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) ve Rawest Araştırma ile birlikte hafta sonu İzmir’de “Sürecin Birinci Yılı: İç Dinamikler ve Bölgesel Etkiler” konulu bir çalıştay düzenledi. Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu üyesi bazı milletvekillerinin, siyasetçi, araştırmacı, akademisyen, gazeteci ve STK temsilcilerinin katıldığı bu toplantıda duyduklarım, bir süredir yaptığım bazı tespitleri teyit etti. Süreçte 1 yılda katedilen mesafe bazıları için azımsanmayacak kadar çok, bazıları için son derece yetersiz. Süreç yürüdüğü müddetçe de bu yaklaşım böyle devam edecek. Bazıları hep eksik bulacak. Bazılarına göre de sadece onların beklentileri yerine geldiğinde tamamlanmış sayılacak, boşluklar olduğu kabullenilmeyecek. İçerdeki ilerlemenin bir kez daha Suriye’de SDG ile ilgili gelişmelere endeksli hale gelmesi şu andaki en büyük risk. İçeride sürecin demokratikleşme aşamasına ilişkin tartışmayı aşmış durumda. Yaklaşık bir ay önce Erbil’de Rudaw Araştırmalar Merkezi’nin düzenlediği “Türkiye’nin Zor Barışı” başlıklı toplantıda edindiğim izlenim, İzmir’deki toplantıda pekişti. Irak’taki Kürt aktörlerle, içeriden bazı görüşler aynı doğrultuda. “Türkiye Suriye’ye bakışını değiştirmediği müddetçe bu süreç başarıya ulaşamaz” şeklinde. Onlara göre Türkiye, kendisindeki modeli Şam yönetimine dayatıyor, meseleye sadece güvenlik perspektifinden yaklaşıyor. Bazı tartışmacılar, Şara yönetimine de güvenilmediğine işaret eden cümleler kuruyor. Örneğin “Suriye’de ordu, demokrasi var mı da Kürtler silah bıraksın?” deniliyor. Bu yaklaşım sahiplerine göre; “YPG’nin kadın silahlı gücünü oluşturan YPJ’nin Suriye ordusuna nasıl entegre edileceği”, “SDG’nin kontrolündeki bölgedeki eğitimin geleceği” de o zaman sürecin bir parçası. Türkiye’de yürüyen sürecin bölgesel gelişmeler doğrultusunda konuşulduğu, Suriyeli hiç bir tarafın bulunmadığı toplantılarda, bu alt başlıkların kapladığı alanı göstermesi açısından aktardım bunları. “Sürece destek olduğu kadar güven yok” tespitinin göstergesi katılımcı profili olmaya devam ediyor. Düzenleyiciler Cumhur İttifakı ortaklarından isimleri dahil etmekte zorlanıyor. Bu tarafların hâlâ kendi güvenli alanlarında kalmayı tercih ettiğini gösteriyor. Henüz kişisel inisiyatiflerin yerini kurumsal inisiyatifler almaya başlamadı. Sürecin iletişimi meselesi ihmal edilen önemli bir alan olmaya devam ediyor. Selameti adına her şeyin kamuoyu ile paylaşılmaması gerektiğine şüphe yok. Ancak bu spekülasyon ve manipülasyonların önünü kesmiyor. “Gerektiğinde yapılır” yaklaşımı yanlışın, eksiğin ya da inançların daha çok sabitlenmesine neden oluyor. Sürecin neden toplumsallaşamadığına dair göstergelerden biri de kanımca bu. Yazan, çizen, tartışanlar nezdinde bu olmayınca, aşağıya da öyle yansıyor. Bunun “sürecin yürütücüsü aktörler bile yeterince güven duymuyor” fikrini yerleştirdiğini düşünüyorum. Sonradan yapılan açıklamalar yetersiz kalıyor. Süreç doğası gereği riskler barındırıyor. Zaman zaman tıkanıklıklar, duraksamalar olması, iki ileri bir geri gidilmesi olağan. Şu aşamada neden başarılı olunamadığı üzerine cümle kurmaya hazırlananların sayısı, nasıl başarılı olunduğunu anlatmak için not tutanlardan daha fazla görünüyor. Bunu tersine çevirmek sürecin tüm aktörlerinin elinde.

5. NEBİ MİŞ/Küresel toplumun asıl görevi şimdi başlıyor

Ortadoğu'da son iki yıldır yaşananları, 7 Ekim'den bir gün önce kimse tahmin edemezdi. İsrail soykırımına, ABD dahil, Batılı ülkelerin iki yıl boyunca göz yumacağını hatta destekleyeceğini öngörmek kolay değildi. İsrail'in Katar'a saldırısının Arap dünyasını birleştiren dönüm noktası olacağını kestirmek zordu. Arap ülkelerinin birleşip Trump'ı ateşkese ikna etmesine de ihtimal verilmezdi. Ve en önemlisi de, İsrail'in itibarının ve imajının tamamen sarsılmasının bir sonucu olarak ateşkese boyun eğmek zorunda kalmasını da buraya ekleyebiliriz. Başkaca benzer olayları sıralayabiliriz. Ortadoğu'nun son yüz yıldır kaderi bu. Hiçbir anlaşma, ateşkes ve barış, ertesi günün garantisi değildir. Hele bir de söz konusu İsrail olunca. İsrail kurulduğundan bu yana hiçbir ateşkese, anlaşmaya uymadı. Ortadoğu'da istikrarsızlık ve kırılganlığın devamına yatırım yaparak, bundan yararlandı. Ateşkes ve anlaşmaları belirli bir süre, bir imaj tazeleme, meşruiyet inşası, iç politikada yeniden konumlanma ve askeri hazırlık olarak gördü. Belirli bir sürenin ardından da önce ihlal, ardından saldırı ve en nihayetinde işgal politikasından vazgeçmedi. Trump'ın da zorlamasıyla Gazze'de ateşkes sağlandı. Bugün, Mısır'ın Şarm El Şeyh kentinde Gazze zirvesi düzenleniyor. Trump'ın öncü olduğu zirveye 20'ye yakın ülkenin lideri katılacak. Ateşkesin korunması ve kalıcı bir barışın inşası konuşulacak. Şu an ateşkes koşullarının yerine getirilmesine odaklanılmış durumda. Ancak, Gazze'nin yönetimi, Hamas'ın geleceği, İsrail'in tamamen çekilmesi gibi konularda tam bir anlaşmaya henüz varılmadı. Nihai bir barışa ulaşmanın yolunun, İsrail'in 1967 sınırlarına çekilmesi, Batı Şeria ve Doğu Kudüs'te işgale son vermesi ve iki devletli çözümden geçtiği biliniyor.

KRİTİK EŞİK AŞILDI

İsrail, bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının konuşulmasını bile bugüne kadar engelledi. Batı dünyasında, Holokost anlatısı ile bir mağduriyet oluşturdu. Uluslararası toplumda hakim bir söylem inşa ederek, kendisine yönelik sorgulayıcı eleştirileri engelledi. Uluslararası hukuk ve evrensel insan hakları ihlalleri bile eleştirildiğinde, eleştirenler anti-semitizim ile yaftalandı, susturuldu. Soykırım ve katliamların iki yıldır devam etmesi, dünyada İsrail'in itibarını yerle bir etti. İsrail'i sorgulamada kritik eşik aşıldı. 7 Ekim'in ardından yapılan anketlerde, İsrail'e destek yüksek iken bugün Filistinlilerin sahiplenilmesinin oranı çok daha yüksek. Sosyal medyada, hakim anlatı, İsrail sorunu üzerine şekilleniyor. Boykot etkili bir sonuç ürettiği için şirketler eskisi kadar desteklerini kamuoyuna açıklayamıyorlar. İsrail desteği ile kariyer yapmaya çalışan batılı siyasetçiler, bunu açıklamaya cesaret edemiyorlar. Uluslararası mahkemeler İsrail'i ve mevcut yöneticileri soykırım yapmakla suçladılar. Siyasi ve toplumsal elitler geç de olsa soykırım tanımlamasını kullanmaya başladılar. Trump'ın İsrail'i ateşkese zorlamasında dünyada yükselen İsrail karşıtlığı etkili oldu. "İsrail'in imaj kaybının durdurulması" söylemini gerekçe olarak kullanarak, ülkesinde kendisine karşı çıkacak mahfilleri yatıştırdı. Bugün için kritik meselelerden biri şudur: İsrail dünyada hızla bir imaj yenileme propagandasına ve çalışmasına başlayacak ve iki yıldır devam eden soykırımı unutturmaya çalışacaktır. Bir mağduriyet söylemi üzerinden tekrar İsrail'in güvenliği anlatısına dönecektir. Dolayısıyla, küresel koalisyon nihai barışa ulaşıncaya kadar İsrail'e baskıya devam etmeli, küresel toplum da Filistinlilerin haklarına sahip çıkmalıdırlar. Ateşkese ulaşıldı diye, Filistin gündemi bırakılmamalıdır. Ortadoğu'da devletler, Katar saldırısı sonrası oluşan işbirliğini, bir güvenlik mimarisinin inşasına dönüştürmelidirler. Bu bağlamda, Ortadoğu'nun istikrar ve güvenliği için bir güvenlik paktı imzalanmalı ve güçlü bir blok oluşturulmalıdır.

6. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Son hakikî İstanbulî Niyâzî Sayın’ın ardından…

Büyük üstad Neyzen Niyâzî Sayın’ı kaybettik. 1927’de Üsküdar’da başlayan bir hayât 98 sene sonra sona erdi. Evet hayli uzun bir hayat bu. Uzun olduğu kadar da dolu dolu yaşandı. Kendisini tanımış, meclislerinde bulunmayı ve talebesi olmayı hayâtımın en imtiyazlı vasıflarından birisi olarak gördüm. Bunun elbette duygusal tarafları var. Onlar bana kalsın. Ama bundan daha mühimi, Niyâzî Sayın’ı tanımak üzerinden Türkiye’nin nasıl bir memleket, İstanbulin Türk’ün ne menem bir insan olduğuna dâir kavrayışımın derinleştiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sûretle, merhûm Turgut Cansever ile mimârî ile hudutlu değil, lâkin mimârî meseleleri yoğunluklu başlayan şahsî kültürlenmem; Niyâzî Sayın ile olan, yine musîkî ile hudutlu olmayan; lâkin musîkî yoğunluklu devâm etti. (Her ikisinin hocasının da Ressam-Neyzen Halil Dikmen olması tesâdüf değildi). Büyüleyici ney üfleme tarzı üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Osmanlı-Türk musıkîsinin son büyük efsânesiydi. Ama bu büyük insanı, kendisini kuşatan efsâneyle onu anlamak mümkün değildir kanaatindeyim. Niyâzi Bey’i anlamak ve kültür târihimizdeki özgül ağırlığını ortaya koymak onun hâtırasına sâhip çıkmak ve sonraki nesillere aktarmak için en büyük vazifelerden birisidir. Doğrusu bu yazıda bâzı intibâlarımı aktarmak istiyorum. Niyâzî Sayın uzun ve yoğun hayâtında belli kültür çevrelerden çok büyük bir saygı ve sevgi gördü. Ama, büyük bir çoğunluk onu lâyıkı veçhile tanımadı. Bunu bir eksiklik olarak görmemek gerekir. Niyâzî Hoca sık sık “Musıkî aristokrattır” derdi. Düpedüz elitist bir bakış açısıdır bu. Bu fikre sâhip olan birisinin popülerleşmek gibi bir derdi zâten olamaz. Kanaatimce yüksek vasıflı bir musıkî bizatihî olarak herkese hitap etmeyecektir. Buradaki mesele Türk burjuvazisinin târihsel eksikliği ve onun yerini alan orta sınıflaşmanın alâkasızlığıdır... Vasıflı bir mûsıkînin, vahşi kapitalizmin dinamikleriyle seyreden modern dünyâdaki tutunumu sağlayacak olan, kitlelere doğrudan hitap etmesi değil, burjuvalar tarafından benimsenmesidir. 1970’lere kadar Türkiye’de iki tür burjuva mevcuttu. Ankaravî ve İstanbulî burjuvalar. Bu iki burjuvazi arasında keskin bir kültür farkı vardı. Ankara burjuvazisi İstanbul burjuvazisinin kültürel dünyâsından hazzetmek bir tarafa, düpedüz nefret ediyordu. Musıkî sâhasında bunu çok açık gördük. Tek sesli, ilkel olarak gördükleri İstanbul musıkîsinin tasfiye edilmesini hiddet ve şiddetle savunuyorlardı. Devletin patronajı 1970’lere kadar onlardan yanaydı. İstanbulî burjuvalar ise târihlerinde olmadığı kadar yalnızlaşmışlardı. İstanbul musıkîsi, her seçkin musıki gibi devletli bir musıkîydi. Devlet çekilince iyot gazı gibi açıkta kalmışlardı. Osmanlı köklere sâhip İstanbul burjuvazisinin kırılgan bir dünyâsı vardı. Bunu telâfi edecek yegâne dayanak modern kapitalist iş kollarında faaliyet gösterip kendisini ekonomik olarak tahkim etmesi olabilirdi. Bilhassa gayrimüslimler buna başlamışlardı. İstanbul’da hatırı sayılır gayrimüslim bir burjuva mevcuttu. Bu musıkide hayli yeri olan İstanbullu gayrimüslimlerin mübadelelerden muaf tutulmuş olmaları bir avantajdı... Zaman içinde Türk ve Müslüman unsur da buna dâhil olabilir ve İstanbul burjuvazisi ekonomik gücüyle bürokratik, kaba Ankara burjuvazisinin baskılarını bertaraf ederek kültürünü yaşatabilirdi. Ama, evvela Varlık Vergisi ve 1950’lerin ortasından itibâren üzerlerinde artan baskılar onları da kaçırdı. Türk ve Müslüman İstanbul burjuvaları ise küçük dükalıklar olarak nefes alıp verebildiği ama büyük çoğunluğuyla mirasyedi bir hayata mahkûm oldular. Bu da kendi içinde büyük bir yozlaşma doğurdu. İstanbul burjuvazisinin baby boomer kuşağında (o Nijat’lar, Erôl’ler, Ticenler kuşağı) bu çok net görülebilir. 1950’lerde başlayan büyük iç göç ve bu muazzam şehrin iç talana açılması İstanbul burjuvazisine son darbeyi vurdu. İstanbulin burjuvazisi sonraki on senelerde peyderpey silindi gitti. Hikâye, burjuva vasıflarını kaybetmiş, parvenu, kaba bir orta sınıflaşmayla bitti. 1970’lerde başka bir şey daha oldu. Devletin kültür politikaları değişti. Tabanları Anadolu olan sağcı iktidarlar İstanbul’a el attı. Ama bu sâhiplenmenin hayli kaba bir sâhiplenme olduğunu düşünürüm. Yâni İstanbul kültürünü seçkinliği ve nazeninliği içinde özümseyen değil, sırf siyâsî bir avantaj sağlamak adına sâhiplenmekti bu. 1970’ler gazinoların mantar gibi bittiği, ama aynı zamanda İstanbul Türk Musıkîsi Konservatuarının faaliyete geçtiği zamanlardır. Şan Müzikolünde ve AKM’de düzenli Türk mûsıkisi konserlerinin en parlak günleri yaşanırken Arabesk patlamasını yaşıyorduk. Bu eş zamanlılıklara ve örtüşmelere çok dikkat etmek gerekiyor. Niyâzi Bey, Tanbûrî Cemil ile başlayan, Mes’ud Cemil ve Münir Nureddin vd ile devâm eden büyük musıkî inkılâbının en mümtaz şahsiyetlerinden biri, belki de en büyüğü idi. Bu inkılab, yukarıda bahsedilen Ankara burjuvazisinden gelen baskıları karşılamayı, İstanbul musıkisini, Batı standartları üzerinden yeniden üretmeyi ve geleneğin modernlikle imtizâcını ifâde eder. Ezcümle, Niyâzî Hoca sâdece gelenekle, hele hele gelenekçilikle izah edilemez. Bu inkılâbın, hem birbirinden beslenen hem de nihâî tahlilde birbiriyle çelişen iki yüzü olduğunu düşünüyorum. İlki katı bir temsil disipliniyle örtüşen, Ankara’ya göz kırpan bürokratik üslûp; diğeri ise müzisyeni bireyselleşmeye, özgür yorumlara sevk eden artistik üslûp. Niyâzi Bey her ikisinde de yer aldı. Radyodaki vazifesini büyük bir ciddiyetle yerine getirdi. “Radyonun önünden geçerken önümüzü iliklerdik” dediğini hatırlarım. Diğer taraftan Hoca’yı Dr. Nevzad Atlığ’ın sıkı disiplinli Devlet Korosu’nda gördük. Ama Niyâzî Bey tam bir estet tarafları çok yoğun olan modern bir artistti. Bireyselliği onu mütemâdiyen kışkırtıyordu. Bürokratik kalıplara sığmıyordu. Zâten hepsinden koptu. En çarpıcı eserlerini, bilhassa Merhûm Tanbûrî Yaşar ve Kemençevî İhsan Özgen ile yaptığı bağımsız çalışmalarda verdi. Bu icrâlar kıyamete kadar ölümsüz kalacak niteliktedir. Eğer İstanbulî bir burjuvazi tutunum sağlamış olsaydı, Niyâzî Sayın’ın aristokratik musıkîsi bugün olduğundan daha şuurlu ve görece yaygın bir sâhiplenmenin mevzuu olur ve dünyâda da lâyık olduğu üzere çok daha fazla dinlenir ve takdir edilir olurdu… Ne yapalım, bu kadarıyla iktifâ etmek zorundayız. Hâtırası önünde saygı dolu en derin hislerimle eğiliyorum…

7. AYDIN ÜNAL/Fetvane Sokak’tan Barlar Sokağı’na

“Burası da Fetvane Sokak” dedi değerli dostum; “ama şimdilerde adı barlar sokağı.” Çanakkale’de, sahildeki Saat Kulesi’nden başlayıp Yalı Camii’ne uzanan tarihî sokak, ismini Osmanlı Devleti’nin önemli resmî kurumlarından biri olan Fetvahane’den almış. Son yıllarda ise sokak Çanakkale’nin eğlence mekanlarından birine dönüştürülmüş, manevî iklimi tamamen kaybolmuş, akşamları havasını kesif bir alkol kokusunun sardığı, vur patlasın çal oynasın gürültü yapılan bir mevki haline gelmiş ve halk arasında da “barlar sokağı” olarak isimlendirilir olmuş. Memur-Sen’e bağlı Tarım Orman Çalışanları Sendikası (Toç Bir-Sen) Genel Başkanı Sayın Hüseyin Öztürk’ün davetiyle, kurdukları Akademi’nin programı kapsamında Çanakkale’deydik. Hemen öncesinde de değerli dostun ev sahipliğinde Çanakkale’de bir hafta geçirmiştik. Çanakkale deyince bütün bir milletin aklına ilk olarak 111 yıl önce yapılan o muhteşem savunma geliyor. 60 bin şehit, 255 bin zayiat verdiğimiz savaşta Britanya İmparatorluğu’nun güçlü ve donanımlı orduları durdurulmuş, ağır kayıplarla geri çekilmeleri sağlanmıştı. Çanakkale savunması, İstiklal Savaşı direnişinin açılışı olmuştu. Çanakkale şehrinin hemen her yerinden, savaşın yoğunlukla gerçekleştiği tarihi Gelibolu Yarımadası’nı görüyorsunuz. Özellikle uzun sahil şeridinde yürürken başınızı her kaldırdığınızda Eceabat’taki “Dur Yolcu” silüeti ile yarımadanın en ucundaki Şehitler Abidesi arasında 111 yıl 16 önceki savaş adeta canlanıyor, bombalar düşüyor, siperler patlıyor, dumanlar tütüyor, Osmanlı coğrafyasının her köşesinden, Yemen’den, Hicaz’dan, Balkanlardan, Irak, Suriye, Filistin’den, Kafkasya’dan, en çok da Anadolu’dan gelmiş askerlerin “Allahu Ekber” naralarını, yaralı neferlerin feryatlarını duyuyorsunuz. Çanakkale’de akşam olunca o manevî hava dağılıyor, şehitlerin nara ve feryatları susuyor, savaş ve zafer tablosu puslanıyor, bütün sahil şeridine, alkol ve teşhirciliğin mide bulandırıcı atmosferi hakim oluyor. Keşke sadece Fetvane Sokak barlar sokağına dönüşmüş olsa; şehitler diyarı Çanakkale, bütün bir sahiliyle açık hava meyhanesi oluyor. Kordon boyuna masa ve sandalyeleriyle gelenler çilingir sofralarını kurup, müziğin sesini sonuna kadar açıp, tam bir kuralsızlık, başıbozukluk, denetimsizlik içinde şehit mezarlarına karşı kadehlerini kaldırıyor, çıkardıkları gürültü ve uygunsuz tavırlarıyla yaşayanları da şehit ecdadın ruhunu da büyük bir hürmetsizlikle rahatsız ediyorlar. “Alkol yasaklansın” noktasından artık çok uzağız lakin ABD’de, Avrupa şehirlerinde görmenizin mümkün olmadığı, hatta ABD’de ters kelepçe gözaltına alınmanıza sebep olacak alenî alkol tüketiminin Türkiye’de bu kadar pervasızca sergilenebiliyor olması, hele ki bunun aziz şehitlerimizin hatırası karşısında yapılması kanımıza dokunuyor. O meşhur Kastamonu türküsü “Çanakkale içinde vurdular beni” diyor ya; Çanakkale’ye gelenler, karşılaştıkları acı sahneyle 111 yıl sonra tekrar alınlarından vuruluyor. Benzer bir acı tabloyla Ankara’nın Polatlı ilçesinde, Basrikale Mevzileri’nde karşılaştım. Viyana bozgunu sonrası Osmanlı Ordusu tam buraya, Basrikale’ye kadar geri çekilmiş, asırlar süren ric’at burada durmuştu. Sakarya Savaşı sırasında 50 şehit verdiğimiz siperlerin kalıntıları duruyor. Siperlerin ve şehitlerimizin aziz hatıralarının içinde ise, yerlere rastgele atılmış yüzlerce alkol şişesi toprağı, havayı, ama en çok da manevi atmosferi zehirliyor. Ankara’da Meclis 23 Nisan 1920’de açılmış, hemen 4 gün sonra Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, alkol üretim ve kullanımını yasaklayan “Men-i Müskirat” Kanun teklifini vermişti. Maksat, İslam dünyasının desteğini almak, Müslüman halkı savaşmak için daha da motive etmekti. Mehmetçik, can verdiği o Basrikale Mevzileri’nde, gün gelip de içki şişelerinin yığılacağını bilse acaba ne hissederdi? Çanakkale’de ezan için, Kur’an için, vatan için, Halife için, canını veren Mehmetlere, Çanakkale sahilindeki o serkeşlik, sarhoşluk, teşhircilik gösterilseydi, “siz öleceksiniz ve sonra böyle olacak” denseydi, “Fetvane Sokağı’nın isminin “barlar sokağına dönüşeceği söylenseydi, “o zaman ben niye savaşıyorum, niye ölüyorum?” diye sormaz mıydı? İngilizlerin savaştırmak için Çanakkale’ye getirdiği ama karşı siperlerde ezan sesini duyunca “biz Müslüman kanı dökmeyiz” deyip silahı bırakan askerler gibi silahı mı bırakırlardı yoksa? Tarihine, manevi değerlerine, ecdadına, şehitlerine hürmeti olmayanın milleti de, vatanı da, geleceği de olmaz. Nesilleri koruyamıyorsak da en azından şehitlerin hatırasını koruyalım. Zira vebali ağırdır.

8. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Filistinlilerin toprak sevgisi

Filistinlilerin vatan sevgisi üzerine yapılacak değerlendirmelerde herhalde ateşkesten sonra Gazze’nin kuzeyine doğru yürüyüşe geçilmesi örnek verilecektir. Filistinliler bu geçen iki yıllık zamanda ikinci kez Gazze’nin kuzeyine doğru kitlesel olarak yürüyüşe geçti. Döndükleri yerde evlerine dair ne kadar iz kalabilirdi ki! Bu iki yılda olan, bildiğimiz savaşlara benzemiyor. İsrail, ısrarla, toprağa yönelik saldırganca tutumu ile Filistin’de Yahudilerden başka hiç kimsenin varlığına tahammül etmeyeceğini bütün dünyaya gösterdi. Siyonistler Filistin’in tarihî toprakları üzerinde yaşayan bütün canlılara düşmanlık gösterdi. Canlı olan her şeyi yok etmek istediler ve etnik temizlik kavramının içini yeniden doldurdular. Aradan geçen iki yıldan sonra Netanyahu’nun üç bin yıl öncesine ait olduğu söylenen bir tablete aşırı derecede anlam yüklemesi de doğrudan toprak meselesiyle ilgili tutumun sonucudur. Çünkü Filistinliler her ne olursa olsun vatanlarını terk etmedi. Filistinliler çok güçlü bir aidiyet duygusuyla Filistin’e bağlılar ve bu durum, Siyonizm’e ölümcül darbeler vurdu. Kuzeye doğru ikinci defa göç ederken yüzlerine yansıyan sevinç, aidiyet duygusunun derinliğini gösteriyor. İstanbul’da bulunan üç binlik yıllık tabletle ilgili bir gündem oluştuğunda genel kanaat, Netanyahu’nun bu objeyi bir tapu senedi olarak gördüğü yönündeydi. Ona göre, güya, bu tablet Filistin’in Yahudilere ait olduğunu gösteriyor. Zaten Filistin’le ilgili en temel mesele de topraktır. Bu sebeple 7 Ekim’den sonra Filistinlilere “topraklarını sattılar” iftirası atıldı. Bu iftira tarihî hakikatlerle örtüşmüyordu fakat bu iftirayı atanların tarihî hakikatlerle ilgilenmedikleri de çok açık. Sömürgeciliğin kolonyalizme karşılık gelmediğini ifade ederken aslında en temelde toprak meselesinin görünmez kılınması üzerinde durmuştuk. Kolonyalizmde istismar etmekten ziyade belirli bir toprak üzerinde koloni ve hâkimiyet kurmak fikri öne çıkar. Bu, aynı zamanda Anglosakson kolonyalizminin farkıyla da alakalı bir durumdur. Netanyahu’nun esasen, üç bin yıl önceye ait tablet parçasını Filistinlilerin toprağa bağlılıktan beslenen direnciyle ilişkilendirmeye çalıştığı belliydi. Bu bilinci kırmak istiyorlardı. Sırf bu sebeple yaklaşık yüz yılda inşa ettikleri ne varsa son iki yılda masaya sürmüşler ve büyük bir risk almışlardı. Başaramadılar. Sonuçta Siyonizm’le beraber Anglosakson Batı sisteminin temel dayanakları da yıkılmaya başladı. Sayın Erdoğan da Hamas’ı bir millî mücadele hareketi olarak tanımlarken esasen Filistin’in tarihî topraklarıyla ilgili bu tartışmaya doğru bir yerden katılmıştır. Osmanlı sultanlarından V. Murat’ın soyundan gelen Kenize Murat’ın Filistin’le ilgili çok değerli kitabının başlığı da “Toprağımızın Kokusu”dur. Bu kitabı aynı bağlam içinde okumak gerekir. 7 Ekim 2023’ün üzerinden tam tamına iki yıl geçti. Gazze’de yaşayanlar ve bütün Filistinliler açısından bakıldığında bu, gerçekten çok uzun bir zamandır. Ben de Hitler’in Stalingrad ve Leningrad kuşatmasıyla Siyonist Yahudilerin Gazze kuşatmasını karşılaştırmaya çalıştım. Fakat Almanların bütün gücüne rağmen Stalingrad ve Leningrad’da direniş Sovyetler tarafından örgütlenmişti. Alman ordularının karşısında meşhur Kızıl Ordu vardı. Yahya Sinvar ise zaten yıllardır abluka altında olan bir şehrin insanlarını örgütlemişti. Siyonistler ise İsrail’den ibaret değildi. Almanlar, İngilizler ve Amerikalılar açıkça Siyonistlerin yanındaydı. Buna karşın Gazze’nin abluka ve kuşatmaya karşı coğrafî derinliğe yaslanma şansı da yoktu. Arap devletleri her ne olursa olsun İsrail’le aralarının bozulmasını istemiyordu. Dolayısıyla Filistinlilerin şimdiki durumda coğrafî derinlikten faydalanması imkânsızdı. Filistin direnişine ana rengini veren toprağın altına kazılan tünellerdi. Tünellerden hareketle Hamas’ın sözcüsü Ebu Ubeyde’nin “karadan, denizden ve havadan” gelen Siyonistlere meydan okuması çok anlamlıydı. Filistin’i yerin altından savundular. Bu, tarihe geçecek büyük bir direniştir. Netanyahu, üç bin yıl önceye ait olduğu anlaşılan tableti, sahiplikle ilgili bir delil olarak görmekten ziyade kolonyal bir temayı vurgulamıştır. Fakat bu onlar için çok da anlamlı bir çıkış olmadı. Ne Filistinlilerin Filistin’e bağlılıklarına gölge düşürebildiler ne de Siyonist Yahudileri ele geçiren İsrail’i terk etme duygusunu kırabildiler. Binlerce Siyonist’in İsrail’den ayrılması son derece önemlidir. Fakat bunlar şimdiki sonuçlardır. Gazze direnişinin asıl sonuçlarının toprağın yüzeyine çıkması için zamana ihtiyaç var.

9. OĞUZHAN BİLGİN/ NOBEL ve KÜLTÜREL HEGEMONYA

Nobel, Batı burjuva değerlerini evrenselmiş gibi sunan bir ideolojik araçtır... Benim mücadelem Nobel'in temsil ettiği dünyanın dışında kalmak içindir." 1964 yılında Sartre, Nobel ödülünü reddederken böyle söylüyordu... Her yıl verilen Nobel ödülleri yine bu yıl da büyük tartışma yarattı. Bilim, edebiyat veya barış alanında verilen Nobel ödüllerinin hegemonya ilişkilerinden, güç ilişkilerinden bağımsız bir ödül olduğunu düşünmek mümkün değil. Peki, Nobel kimlere verilir, kimlere verilmez? Öncelikle Nobel'in Batı hegemonyasının dünya üzerindeki meşruiyetini sağlamak üzere kullanılan, bu hegemonyaya rıza üretmek için bir yumuşak güç aracı olduğunu söylemek gerekiyor. Bilim, özgürlük, hümanizm, demokrasi gibi Batı hegemonyasının araçsallaştırdığı Batılı norm ve değerler üzerinden Batı hegemonyasını evrenselleştirerek ürettiği bu rıza ilişkisi üzerinden Batı-dışı toplumların rızası alınır ve Batı hegemonyası tüm dünyada egemen hale gelir. Batı'nın epistemik, söylemsel, ahlaki, kültürel ve ideolojik üstünlüğünün tüm dünyaya kabul ettirildiği bir hegemonya tahkim sürecinde Nobel'in büyük bir rolü bulunur. Ödülün kimlere verildiği konusunda da ödüllerin büyük oranda Batı hegemonyasını yeniden üretenlere verildiği söylenebilir. Yani Nobel çoğunlukla Batı hegemonyası için kullanışlı olan isimlere verilir. Zaten ödül alanların yaklaşık yüzde 90'ı Avrupalı veya Kuzey Amerikalılardan oluşurken, geri kalanın da Batı – dışı toplumlarda bile Batı hegemonyasını üreten "yerli" unsurlardan oluştuğunu görüyoruz. Bu, Batı'nın tanımlama üstünlüğünü sürekli inşa ederken, Batı hegemonyasına karşı çıkan veya onun çıkarıyla çelişen unsurların, fikirlerin ve değerlerin de marjinalize edildiği bir durum ortaya çıkarır. Batı'nın bilgisinin, normunun, değerlerinin ve üstünlüğünün evrenselleştirildiği bir süreçte Nobel'in önemli bir rolü bulunur. Kimin ödüllendirilip Nobel ödülü üzerinden onay alacağı, tanınacağı ve kimin görmezden gelineceği bir ödül-ceza ve denetim mekanizması olarak bu kültürel hegemonyanın önemli bir parçasını teşkil eder. Bu nedenle Batı'nın hedefinde yer alan, anti-emperyalist Maduro'nun ülkesi olan Venezuela'da kendi ülkesinin ABD ve İsrail tarafından işgal edilmesini savunan sözde muhalif bir siyasetçiye, bir işbirlikçiye Nobel Barış Ödülü verilebilmektedir. Benzeri bir durum daha önce açıkça Türk düşmanlığı yaptığı için Nobel ödülü almış yazarda da görülebilir. Bilhassa Nobel edebiyat ve barış ödüllerinin Batı hegemonyasının doğrudan operasyonel olarak kullandığı bir ödül olduğunu unutmamak gerekiyor. Peki, o zaman soru şu: Madem Nobel, Batı hegemonyasının en önemli araçlarından biri... Öyleyse neden Batı'nın en güçlü devletinin başkanı olan Trump'a Nobel verilmiyor? Burada da Batı'nın kültürel hegemonyasını elinde tutan kültürel, ideolojik, akademik, ekonomik ve medyatik elitlerinin uzun süredir Batı'nın küreselci-liberal elitleri olduğunu vurgulamak gerekiyor. Onlar söz konusu ABD Başkanı bile olsa kendilerine karşıt ulusalcı-milliyetçi çevreleri dışlayıp marjinalize ederken hiçbir şey yapmadığı halde eli kanlı Obama'ya Nobel Barış Ödülü vermekten geri durmazlar. Netice itibariyle Nobel başta olmak üzere bu tür büyük ödüllerin Batı kültürel hegemonyasının taşıyıcı kolonları ve operasyonel aparatları olduğunu söylemek gerekiyor.

10. MEHMET UÇUM/Terörsüz Türkiye'ye geçiş ve demokrasiyi geliştirme süreçlerinin dinamikleri

İKİ ANA AŞAMA

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın, 1 Ekim 2024 tarihli Türkiye Büyük Millet Meclisi açılış konuşması ve aynı gün Sayın Devlet Bahçeli'nin tokalaşma ve diyalog hamlesiyle resmen başladığı kabul edilen Terörsüz Türkiye yürüyüşü bir yılı tamamladı. Bu zaman zarfında birçok adım atıldı ve birçok konu netleşti. Elbette bundan sonra gidilecek daha çok yol, ulaşılacak daha fazla hedef var. Ancak açık olan şu ki Türkiye'nin yükseliş çağını hazırlayacak bu dönemin iki ana aşaması vardır. Bunlar geçiş ve demokrasiyi geliştirme (ilerletme) süreçleridir. Bu iki ana aşama asla iç içe geçmemelidir. Diğer deyişle "Terörsüz Türkiye'ye Geçiş Süreci" ile "Demokrasiyi Geliştirme Süreci" ayrı ayrı ele alınmak zorundadır. Nitekim TBMM Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nun çalışmalarında bu iki sürecin niteliksel olarak farklı değerlendirildiği tespit edilebilir. Dinleme faaliyetinin tamamlanmasıyla birlikte geçiş süreci hukukuna ilişkin raporun hazırlanacağı ifade ediliyor. Ancak bundan sonra demokrasiyi geliştirme perspektifine ilişkin siyasi ve hukuki bir rapor hazırlamanın Komisyonun son faaliyeti olacağı anlaşılıyor.

KONULAR VE ÖZNELER

İki ana aşama yaklaşımı konu ve özne bakımından doğrudur:

KONULAR Geçiş süreci;

- Devlet İnisiyatifiyle başlayan,

- Devlet Politikası olarak yürüyen bir süreçtir.

- Geçici özelliğe sahiptir.

Demokrasiyi geliştirme süreci;

- kesintilere uğramasına rağmen seksen yıllık bir tarihi olan

- halkın talep ve ihtiyaçlarıyla öne çıkan,

- halka dayalı demokratik siyasetle ilerletilen ve 21

- geçiş süreci tamamlandıktan sonra yeni bir aşamaya geçecek olan,

- halk inisiyatifli dinamik bir demokrasi programıdır.

- Daimi özelliğe sahiptir. Dolayısıyla her iki sürecin konularını belirlerken bu niteliksel farkları dikkate almak gerekir.

GEÇİŞ SÜRECİNİN KONUSU

Konu bakımından geçiş süreciyle ulaşılmak istenen yer Terörsüz Türkiye'dir. Terörün kesin ve devamlı surette sona erdirilmesidir. Bu hedefin hem Öcalan hem de örgüt tarafından benimsendiği açıktır. 27 Şubat Deklarasyonu, fesih kararı ve silah yakma eylemi de bunun delilleridir. Sınırları belli olan bu süreçte demokrasiyi ilerletmeye ilişkin her konunun ve uygulama süreçlerine ilişkin her talebin dikkate alınması söz konusu olamaz. Gündeme taşınan konular ve taleplerin hepsi geçiş süreci hukuku çerçevesinde değerlendirilemez. Böyle bir zorlama, geçiş süreci hukukunun unsurlarının doğru ve net tespit edilme çalışmasına ciddi zarar verir. Geçiş sürecinin ihtiyaçları, münfesih terör örgütünün aktif ve destek unsurlarının ceza ve infaz konuları ile ülke dışında kalması gerekenler hariç toplumsal ve ekonomik hayata katılım ve bütünleşme konularıdır. Bu konuları kapsayan bir kanunun ivedilikle ve olabildiğince geniş bir mutabakatla çıkması son derece önemlidir. Bu noktada geçiş süreci kanunu dediğimiz bu kanunun ifade edilen "tekillik, özgüllük, kapsayıcılık, bütüncüllük" niteliklerine sahip olması, tek-geçici ve özel bir kanun olmasıyla sağlanabilir. Tabi buradaki kapsayıcı ve bütüncül yaklaşım toptancı bir yöntem olarak kabul edilemez. Farklı durumda olanlara farklı kuralların uygulanması sadece münfesih terör örgütünü diğer terör yapılarından ayırt etmek için gerekli değildir. Münfesih terör örgütünün kendi içindeki farklılıkların da dikkate alınmasını gerektiren istisna bir ilkedir. Buna göre münfesih terör örgütünün (zorunlu olarak ülke dışında kalacaklar hariç) mensuplarının hukuku, tek bir hukuksal yaklaşımla ve toptancı bir mantıkla ele alınamaz. Bu unsurların kendi içindeki farklılıklar pozitif hukuk bakımından kademelendirme ve ölçütlendirmeyi zorunlu kılar. Anayasal çerçeve açısından da farklı durumda olanlara farklı kuralların uygulanması bir zorunluluktur.

DEMOKRASİYİ GELİŞTİRME SÜRECİNİN KONUSU

Demokrasiyi geliştirmek Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın ifadesiyle "Daha fazla demokrasiyi, daha fazla özgürlüğü, daha etkin devleti amaçlayan reform programını" hayata geçirmektir. Bu bağlamda kapsamlı hukuk reformları ve yeni anayasa hedefi gündemdedir. 22 Demokrasiyi ilerletecek tüm hususlar, uygulamaya ilişkin tüm geliştirici talepler bu sürecin konusu olacaktır. Bu sürecin konuları ve talepleri geçiş sürecinin şartına dönüştürülemez, önüne çıkarılamaz. Unutulmasın ki geçiş sürecinin tamamlanması bir son değil başlangıç olacaktır.

ÖZNELER

Gerek Türkiye'de gerekse bölgede Kürtlerin siyasi temsilinde asla bir tekel yoktur, tam tersine siyasi temsil çeşitliliği vardır. Bu realite, yaşadığımız dönemi doğru anlamak ve geçiş süreci ile demokrasiyi geliştirme süreci arasındaki niteliksel farkları net görmek için son derece önemlidir.

GEÇİŞ SÜRECİNİN ÖZNELERİ

Yılın 8 ayında Türkiye'ye 10,6 milyar dolarlık uluslararası doğrudan yatırım geldi
Yılın 8 ayında Türkiye'ye 10,6 milyar dolarlık uluslararası doğrudan yatırım geldi
İçeriği Görüntüle

Geçiş süreci, terörün ve şiddet siyasetinin sona ermesini hedeflediği için devletin faaliyeti çerçevesinde buradaki özneler;

- münfesih örgütün kurucusu Öcalan,

- Öcalan'ın iradesine bağlı olarak fesih ve kesin silah bırakma kararının verilmesini sağlayan yönetici yapı ile

- içeride ve dışarıdaki bağlantılı siyasi ve sosyal mecralardır. Dikkat edilirse buradaki öznelerle yürütülen geçiş süreci, gerek Türkiye'deki gerekse bölgedeki Kürtlerin tamamına yönelik bir süreç değildir. Dolayısıyla buradaki öznelerin, Kürtlerin tamamının temsilcisi olarak kabul edilmesi ve Kürtlerin tamamına yönelik konuşulması da asla söz konusu değildir. Tersi de doğrudur. Farklı siyasi mecraların temsilcilerinin, terörün ve şiddet siyasetinin sona erdirilme sürecinde, Öcalan ve iradesine tabi olanlar dışında, özne olması mümkün değildir. Özetle Kürtlerin siyasi temsilindeki çeşitlilik ancak demokrasiyi geliştirme sürecinde devreye girebilir. Terörün ve şiddet siyasetinin sona erdirilmesine ilişkin geçiş sürecinde bunun bağlamı yoktur.

DEMOKRASİYİ GELİŞTİRME SÜRECİNİN ÖZNELERİ

Demokrasiyi geliştirme süreci; Türk milletinin, halkın ve toplumun tüm kesimlerinin talep ve ihtiyaçlarına ilişkindir. Dolayısıyla demokrasiyi geliştirme sürecinin özneleri;

- başta TBMM olmak üzere Türkiye'nin tüm kurumları, - demokratik siyasi partiler,

- demokratik siyaseti tek meşru zemin gören tüm unsurlar,

- formel yapılanmalar, 23

- ağ örgütlenmeleri ve

- tüm bireysel ve kolektif kişilerdir. Tabi demokrasiyi geliştirme sürecinde Türkiye'nin ve bölgenin tüm konularının artık Türkiye'nin ortak konuları olarak ele alınacağını öngörmek gerekir. O aşamada tüm konuların kimlik siyaseti değil ülke siyaseti üzerinden ve kapsayıcı bir şekilde değerlendirilmesi tek doğru yaklaşım olacaktır. Büyük bir hukuk reformu ve yeni anayasa perspektifiyle yürüyecek bu süreç, geçiş sürecine yapıcı olarak etkin destek veren tüm demokratik kesimleri öne çıkarır. Geçiş sürecinin öznelerini de ülkenin demokratik siyasetinde çok etkili ve kapsayıcı bir noktaya taşır.

DİL KONUSU

Özellikle geçiş sürecinin dinamiklerini dikkate almayan söylemler ve görünürde fikri eylem olan bazı gösteriler son günlerde yine öne çıkartılmaya çalışılıyor. Bunlar niyetlerden bağımsız olarak geçiş sürecine fikri sabotajlar yapıldığı izlenimi veriyor. Bazı çevreler kendi cephesinden karşı tarafın dilinden şikayet ediyor, niye engel olunmadığından yakınıyor. Kendi açılarından haklı da olabilirler. Ancak burada hem demokrasiden yana olup hem de antidemokratik uygulama istemek gibi bir çelişki ortaya çıkıyor. Buna dikkat edilmesi gerekir. Ayrıca sürece karşı olanlara baskı yapın ama sürecin yanında gibi durup fikri ve fiili sabotaj yapanlara bir şey yapmayın anlamına gelecek bazı izlenimler oluşturmaya da izin vermemek gerekir. Bir de yapıcı ilişkilere ve görüşmelere rağmen yanlışların oluşmasına izin vermemek gerekir. Aksi halde niye bu görüşmeler yapılıyor diye düşünülebilir. Hele "Öcalan'a rağmen Öcalan'ı koruma" yaklaşımı içinde olup geçiş sürecine öznel ön şartlar icat edenlerin ve bu yönde organizasyonlara girişenlerin durumu doğru değerlendirmesi gerekir. Öcalan'ın kendisi dahi sürece daha nitelikli katkı yapmak için koşullarını rahatlatmak dışında başka bir şart ileri sürmezken, birilerinin daha ileri taleplerle bunun üzerine gitmesi geçiş sürecine zarar vermekten başka bir sonuç doğurmaz. Öcalan'ın süreçteki yapıcı rolü daha iyi anlaşılmalıdır. Geçiş sürecinin başarıya ulaşması için çaba gösteren tüm çevrelerin ve kişilerin bu sürecin dili konusunda da çok dikkatli olması son derece önemlidir. Fiili ve fikri sabotajlara karşı tedbir almak herkesin görevidir.

Kaynak: GAMZE KARABULUT