Gazze’deki ateşkesin geleceği ve Türkiye’nin bölgesel rolü, 17 Ekim köşe yazılarında geniş yankı buldu. Abdulkadir Selvi, ateşkesi sabote etme potansiyeli taşıyan “tehlikeli ikili” olarak Netanyahu ve Dermer’i işaret ederken, Ahmet Hakan, “alçak” söylemleri üzerinden barış diline vurgu yaptı. Nedim Şener, Ahmet Türk’ün açıklamalarını “bölücülük hayali” olarak nitelendirirken, Zafer Şahin ise İmamoğlu hakkındaki yolsuzluk iddialarının CHP’deki gerilimi artırdığını yazdı.

Mahmut Övür, “ihanetin anatomisi” başlığıyla CHP’deki çöküşü yorumlarken, Yahya Bostan Rusya’nın Suriye’ye geri dönüşünü analiz etti. Aydın Ünal, Gazze’deki soykırımın unutturulmak istendiğini belirterek “unutma, unutturma” çağrısı yaptı. Ayşe Keşir kültürün stratejilere üstünlüğünü, Atilla Yayla İsrail’in dizginlenip dizginlenmediğini, Prof. Dr. Oğuz Bayat ise Türkiye’nin 5G hamlesinin dijital bağımsızlık yolunda tarihi bir adım olduğunu vurguladı.

1. ABDULKADİR SELVİ/Ateşkesin önündeki tehlikeli ikili

MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın tanımıyla Gazze’deki ateşkes kırılgan. Bunun sebebi de İsrail. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade ettiği gibi, “İsrail’in bu konuda sicili çok bozuk”. Daha önce ilan edilen iki ateşkesi sabote etmişti. Rehineleri aldıktan sonra süreci sabote etmek için yine benzer oyunları oynamaya başladı. Hamas rehinelerin cenazelerinin teslim edilmesinin zaman alacağını açıklamıştı. Anlaşma yapılırken bu biliniyordu. Çünkü rehinelerin cesetleri İsrail’in yıktığı enkazların altında kalmıştı. Netanyahu sadece Filistinlilerin değil aynı zamanda İsrailli rehinelerin de katili. O rehineler canlıydı. İsrail’in bombardımanı sırasında hayatlarını kaybettiler. Kimse çıkıp Netanyahu’ya bunun hesabını sormuyor. İsrailli rehineleri neden öldürdün demiyor.

TRUMP’IN TEHDİDİ

Gazze enkaza döndü. Buna rağmen Hamas tarafından ilk gün dört, ikinci gün iki rehinenin cenazesi teslim edildi. Sanki bunlar hiç yaşanmamış gibi ABD Başkanı Trump, Hamas’ı tehdit etti. CNN International’e, “İsrail kuvvetleri benim tek bir kelimemle yeniden Gazze sokaklarına dönebilir” diye açıklama yaptı. Netanyahu’nun savaşı başlatmasına izin verebileceğini söyledi. Oysa kendisi İsrail’i giderken, üç kez, “Savaş bitti” diye ilan etmişti. Bunu bitirdiği sekizinci savaş olarak ilan etmişti. Ateşkes planına, “Trump planı” adını vermişti. Bu süreçte Hamas’ın büyük bir sorumlulukla hareket ettiğini açıklamıştı. Mısır’a 20’yi aşkın devlet başkanını davet edip, Türkiye’nin de aralarında olduğu dört ülkeyle birlikte “niyet mektubu”nu imzalamıştı. Daha attığı imzanın mürekkebi kurumadan, savaşın yeniden başlayabileceğini ilan etmesi, Hamas’ı tehdit etmesi tedirginlik yarattı. Trump’ı kendi yaptığı barışı yıkan adam pozisyonuna düşürdü.

İKİNCİ AÇIKLAMA

Trump ilginç bir lider. Haber kanalları CNN’deki açıklamasını son dakika verirken bu kez farklı bir açıklama yaptı. “Hamas ölü rehineleri arıyor. Bazıları enkaz altında kalmış, Hamas resmen kazarak arıyor” dedi. Peki Trump’ın birinci açıklaması ile ikinci açıklaması arasında ne değişti? Burada bir isim ön plana çıkıyor. Bu isme dikkatinizi çekmek istiyorum. Çünkü bundan sonra çok sık karşımıza çıkacak.

DERMER’E DİKKAT

Bu kişi İsrail’in Stratejik İşler Başkanı Ron Dermer. Kendisi Amerika doğumlu bir Yahudi. Önce Amerikan vatandaşı sonra İsrail vatandaşı olanlardan. Eğitimini ABD’de yapmış. 2013-2021 tarihleri arasında İsrail’in ABD Büyükelçisi olarak görev yapmış. Eğitiminin bir bölümünü Haham okullarında tamamlamış. Trump’ın Ortadoğu özel temsilcisi Witkoff ve damadı Kushner ile sıkı fıkı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Trump’ı sekiz İslam ve Arap ülkesiyle bir araya getirdiği toplantıdan 21 maddelik bir metin çıkmıştı. Ateşkesin temelini oluşturan niyet beyanından söz ediyorum. O metni Netanyahu’nun Beyaz Saray’ı ziyareti sırasında Witkoff ve Kushner’le birlikte İsrail’in perspektifine göre değiştiren kişilerden biri. Netanyahu’nun ilk başbakanlığından bu yana danışmanlığını yapıyor. Daha da önemli özelliği ise, Netanyahu’nun, “sırdaşı” olması. Netanyahu’nun katliam politikalarının altında imzası olan birisi.

TEHLİKELİ İKİLİ

Dermer’le ilgili bilgileri neden verdim? Trump’ın ateşkesi tehlikeye atan açıklamasının arkasında Ron Dermer’in olduğu ortaya çıktı. Tabii o sırada Netanyahu’nun Trump’ı arayıp aramadığı bilinmiyor. Ama zaten Dermer için Netanyahu’nun beyninin yarısı deniliyor. O beynin ne kadar katliamcı olduğunu gördük. Beyaz Saray’daki adamlarına ve Centcom Başkanı Brad Cooper’a ulaşıp, Hamas’ı şikâyet etmiş. Sadece Netanyahu’yu değil, Beyaz Saray’da eli kolu uzun olan Dermer’i de bir kenara yazın. Bu iki adam ateşkesin önündeki en büyük tehlike olarak duruyorlar.

TELEFON DİPLOMASİSİ

Şarm El Şeyh’teki zirveden ayrılırken Trump, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a dönüp, “Bu süreçte bana ne düşüyorsa telefonla irtibatımızı kuralım ve bu telefon diplomasimizi ihmal etmeyelim” diyor. Erdoğan ile Trump arasındaki doğrudan ilişki bu süreçte önemli bir güvence. Yukarıda aktardığım gibi Netanyahu’nun ve Dermer’in ateşkesi sabote etmek için her yolu deneyecekleri anlaşılıyor. Burada Cumhurbaşkanı Erdoğan’a sürecin sigortası gibi bir rol düşüyor. Çünkü Şarm El Şeyh’te imzalanan “niyet beyanı”nın altında sadece Trump’ın değil, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Katar Emiri El Sani’nin ve Mısır Devlet Başkanı Sisi’nin de imzası var. Bir anlamda dört ülke ateşkesin garantörü. Ateşkes bu kez çok zor sağlandı. Netanyahu ve Dermer ikilisine kurban edilmemeli.

HAYOM ANLADI ÖZGÜR ÖZEL ANLAMADI

İnşa çalışmalarında bir rol oynayacağını söyledi. Erdoğan, bu şekilde savaşın başından beri istediği şeye ulaşmış oldu.

-Ve tüm bunlar, Türkiye’nin küresel arenada güç kazandığı bir dönemde oluyor.

-Bu durum Erdoğan’ı yalnızca Gazze anlaşmasının değil, tüm 2025 yılının da en büyük

2. AHMET HAKAN/ Alçak diyerek mi barışı getireceksiniz

MÜSAVAT Dervişoğlu, DEM’lilere şöyle diyor: “Alçaksınız.” DEM’li Sırrı Sakık, Dervişoğlu’na yanıt veriyor: “Alçaksınız.” Yüksek sesle haykırıyorum: Bu dille barış gelmez. Bu dille çözüm olmaz. Bu dille terörsüz Türkiye hedefine ulaşılmaz. Bu dil savaşın dili. Bu dil terörlü günlerin dili. Bu dil zehirli bir dil. Bu dille gidilecek bir yer yok. Bu dille hiçbir yere varılamaz.

KADER PLANI

KİM derdi ki... Esad’ı deviren adam, Putin tarafından Kremlin’de alayı vala ile ağırlanacak. Üstelik devrik Esad, Moskova’da asosyal biçimde takılırken...*“Kader planı” diye bir şey gerçekten var galiba.

HAKAN BAYRAKÇI’NIN FERYADI TARAFSIZ

Bölge’de ölü rehineler olayını konuşuyorduk. Olay şu: İsrail, ölü rehinelerini hemen istiyor. “Verilmezse Gazze’ye gireriz” diye tehditler savuruyor. Trump’ın yaklaşımı da pek farklı değil. Biz de programda tartışıyorduk: Hamas, kasten mi vermiyor ölü rehineleri yoksa ölü rehineler enkaz altında olduğu için mi falan diye. Tam bu sırada Hakan Bayrakçı söze girdi. Ve şöyle dedi: “70 bin insan katledilmiş. Kadın, çocuk demeden 70 bin insanı öldürmüşler. 20 ölü rehinenin cenazesi için ateşkes gibi çok önemli bir kararı bitireceklerini söylüyorlar. 70 bin insandan söz ediyoruz kardeşim. Bunlar insan değil mi? 70 bin insan için tüyleri bile kıpırdamıyor ama 20 ölü rehinenin cenazesi için her şeyi yakmaya hazırlar. Bizim kaç tanemiz, bunların kaç cenazesine bedel. Söyleseler de bilsek.” Öyle haklı bir isyandı ki bu. Bundan sonra ölü rehine olayını tartışmanın, konuşmanın bir anlamı kalmamıştı.

LİDERLERİN ŞARM EL ŞEYH ZİRVESİ GÜNLÜKLERİ

ABD / TRUMP

YİNE YAPTIM YAPACAĞIMI

SEVGİLİ günlük. Yine yaptım yapacağımı. Üç bin yıllık bir savaşı bitirdim. Bitirdiğim belki de beş bin yıllık bir savaştı, bilemiyorum artık. Bütün Avrupalı liderleri ip gibi dizdim arkama. Mesela Almanya Başbakanı’nı saksıların arkasına fırlattım. Mesela Macron’la kafa yaptım. Mesela İngiliz 6 Başbakanı’na Amerikan şakaları yaptım. Dünya avuçlarımın içindeymiş gibi hissettim. Seviyorum bu harika duyguyu sevgili günlük.

YUNANİSTAN / MİÇOTAKİS

BİR KÂBUSTU ŞARM EL ŞEYH

SEVGİLİ günlük. Şarm El Şeyh kâbus gibi geçti. Sürekli Erdoğan ve Türkiye övgüsü dinlemek zorunda kaldım. Yapabileceğim tek şeyi yaptım: Erdoğan imza atarken alkışlamadım, yüzümü buruşturdum. Bu arada Trump, yüzüme bile bakmadı. Yunanistan’ı ABD üssüne çevirdik, buna rağmen bütün övgüler ve iltifatlar Erdoğan’a gitti. Utanmasam ağlayacağım sevgili günlük.

İTALYA / MELONİ

KOLEJLİ KIZ MUAMELESİ

SEVGİLİ günlük. Şarm El Şeyh’te yaşadıklarımı bir cümleyle özetleyecek olursam durum şudur: Kolejli kız muamelesi dışında bir şey görmedim. Trump, “çok güzelsin” falan diye iltifat etti. Erdoğan, içtiğim sigaraya karıştı. Koca liderler aklım bir karış havadaymış gibi davrandılar bana. Annemden babamdan bile görmediğim bir davranıştır bu sevgili günlük.

TÜRKİYE / ERDOĞAN

MAHCUBİYET SÖZ KONUSU

SEVGİLİ günlük. Biz imam-hatipliyiz. Aşırı övgüler karşısında ister istemez bir mahcubiyet içine gireriz. Şarm El Şeyh’te Sayın Trump’ın bize yönelik övgüleri karşısında ister istemez bir imam-hatipli mahcubiyeti içine girdik. Ayrıca... Macron o kadar ezik görülüyordu ki ister istemez kendisine azıcık şefkat gösterdik. Meloni Hanım’ın sağlığını düşündüğümüzden sigarayı bırakmasını istedik.

FRANSA / MACRON

YİNE ZORBALANDIM

SEVGİLİ günlük. Kemalettin Tuğcu romanlarının kahramanı gibiyim son zamanlarda. Sürekli zorbalanıyorum. Şarm El Şeyh’te de gelenek değişmedi. Trump elimi sıkarken zalimce acıttı. “Bırak” dedim, bırakmadı. Trump’ın zorbalamalarından Tayyip Erdoğan’ın himayesine sığındım. Ama o da beni görünce gırgır geçer gibi bir eda takındı. İntihara ramak kaldı sevgili günlük.

ALMANYA / MERZ

SAKSILARDAN NEFRET

SEVGİLİ günlük. Şansölyeliğimin en mutsuz günlerini yaşıyorum. Şarm El Şeyh’ten sonra saksılardan ve ev bitkilerinden nefret eder hale geldim. Beni en arkalarda saksıların yanına oturttular. Kimse benimle konuşmadı. Trump benimle dalga bile geçmeye tenezzül etmedi. Çok yalnız kaldım orada. Şu anda Berlin’deki evimdeyim. Evdeki tüm saksıları pencereden atmakla meşgulüm. Moralim sıfır sevgili günlük.

İNGİLTERE / STARMER

ÖYLE BAHTSIZIM Kİ

SEVGİLİ günlük. Bu Trump, iyice çığırından çıkmış durumda. Bu adam, kendini üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğun kralı sanıyor. İngiltere Başbakanı olarak benimle alay ediyor. Esprileri kaba saba ve incelikten yoksun. İdare etmeye çalışıyorum ama nereye kadar. Öyle bahtsızım ki... Upuzun tarih çizgisinde Trump gibi birinin Amerikan başkanlığına denk geldim. Allah benim belamı vermiş sevgili günlük.

3. NEDİM ŞENER/Fırsatçı Ahmet Ağa’nın bölücülük hayali

TERÖRSÜZ Türkiye girişimi başarıya ulaştıkça, soykırımcı İsrail’in bölgemizde oynadığı oyunlarla Suriye’de federasyon ya da özerklik benzeri siyasi statü hayali kuran PKK terör örgütü, Suriye uzantısı SDG/PYD-YPG ve Türkiye’de siyasi sözcüsü DEM’lilerde süreci bozmaya yönelik söylemler aldı başını gidiyor. MHP Lideri Devlet Bahçeli son grup konuşmasında buna dikkat çekerek şu uyarılarda bulundu; “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu istişarelerinin sonuna yaklaşmaktadır. Mazisi 41 yılı bulan bölücü terör sorununun bir günde çözümünü elbet beklemiyoruz. Ancak herkesi ve özellikle muhataplarını sorumlu bir dil kullanmaya davet ediyoruz. Şehitlerimize gencecik cesetler demek doğru ve isabet kaydeden bir söz değildir. Çünkü şehitler ceset değildir, onlar bizim kahramanımız, manevi muhafızlarımızdır. TBMM çatısı altında taşkın sloganlara da asla yer ve gerek yoktur. Herkes ve hepimiz ‘Terörsüz Türkiye’ hedefinin sekteye uğramamasına özenle dikkat etmeliyiz. Maksimalist taleplerin gündeme gelmesinden kaçınmalıyız.”

ERDOĞAN AMACI AÇIKLAMIŞTI

Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Ocak 2025 günü Diyarbakır’da yaptığı konuşmada, “Terörsüz Türkiye” çalışmasının tek amacını, “Terör örgütünün kendini feshetmesi, silahların kayıtsız şartsız teslim edilmesi, örgütün siyaset üzerindeki vesayetinin tamamen kaldırılması, bölücü örgütün baskısı dolayısıyla bir Türkiye partisi olma vasfını kazanamayan siyasi yapıya bu yönde kendini geliştirme fırsatı verilmesi” şeklinde tarif etmişti. Nitekim PKK elebaşı Öcalan, 27 Şubat 2025 günü, ayrı bir ulus devlet, federasyon, özerlik hatta kültüralist taleplerin olmadığını, terör örgütünün anlam yoksunu haline geldiğini ve kendisini feshetmesi çağrısında bulunmuştu. DEM SÜRECİ SABOTE EDİYOR Ancak süreç ilerledikçe özellikle soykırımcı İsrail’in Suriye topraklarına yönelik saldırıları ve ABD destekli PKK terör örgütünün Suriye kolu SDG/PYD-YPG terör örgütü tarafından fırsat olarak görülen girişimleri “Terörsüz Türkiye” çalışmasına yönelik sabotajları da arttırdı. PKK yöneticileri ve DEM Partililer de süreci bozmak için elinden geleni yapmaya başladı. Öcalan’ın bile kendisi için dile getirmediği özgürlük taleplerini dillendirmeye, işi TBMM grup toplantısında örgüt elebaşı için slogan attırmaya kadar vardırdılar. Öcalan’ın silah bırakma ve fesih çağrısının PKK’ya bağlı tüm grupları kapsadığını açıklamasına rağmen Suriye’deki kolu SGD terör örgütü buna uymazken, DEM partili milletvekilleri de buna destek olmaya başladılar.

BAKIRHAN’DAN BÖLÜCÜ TALEPLER

DEM’in Eş başkanı Tuncer Bakırhan, Anayasa’daki Türk vatandaşlığı tanımını hedef alarak, “Anayasal yurttaşlık”, bölünmeyi amaçlayan “ana dilde eğitim”, özerklik amaçlayan, “yerel demokrasi”, “TCK’da değişiklik” diyerek PKK’lıların serbest kalmasını, “Sürgünde” dediği terör örgütü mensuplarına geri dönüş hakkı gibi talepleri tek tek sıraladı. Sonra da sordu, “Bunların hangisi maksimalist...”

AHMET AĞANIN SÖZLERİ

Asıl amaçlarını ise Devlet Bahçeli’nin “Ağalık vasfına sahip” diye tanımladığı Ahmet Türk bir kez daha ifşa etti. Ahmet Türk’ün hafta sonu bir toplantıda sarfettiği sözler hala bölücü fikirlerden vazgeçmediklerini ve fırsat kolladıklarını ortaya koydu. Ahmet Türk’, kendisine atfedilen sağduyulu tutumun tam tersine yaptığı konuşmada, “Suriye Kürtler için kırmızı çizgi” diyerek sarfettiği şu sözlerle bölücü hedeflerini çok net gösteriyordu: “Bu süreç doğru bir şekilde ilerliyor. Ama önümüzde engeller var. Bu engeller Suriye’deki gelişmeler, Kürt halkının oradaki özgür, demokratik geleceğine ipotek koymak isteyen anlayışlarla karşı karşıyayız. Bunun aşılması gerekiyor. Burada özellikle hükümete seslenmek istiyoruz. Kürtler silaha sarılmak zorunda kaldı. Kendi güvenliğini sağlamak için silaha sarıldı. Bir ordu oluşturmadı. Kendi güvenliğini sağlamak için silaha sarıldı. Şimdi burada Kürtlerin silahlarını bırakmaları isteniyor. Özellikle Türkiye. Peki, burada güvenliği kim sağlayacak? HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) polisi yok. HTŞ’nin askeri yok. HTŞ’nin bir gücü yok orada. Bu halkın güvenliğini kim sağlayacak? Bunun ötesinde HTŞ Türkiye’ye komşu olacağına Kürtler olsun. Kıyamet mi kopacak? Suriye Kürtler açısından kırmızı çizgidir. Dört parçadaki siyasi partiler demokratik geleceği sağlamak için bir duruş sergilemek zorundadır. Buradaki siyasi partilerin birbiri ile çok ciddi diyalog içinde olması gerekiyor. Kürdistan halklarının birliği konusunda ciddi bir çalışmanın olduğunun bilincindeyiz. Tarihi fırsatlar yüz yılda bir gelir. Bugün tarihi bir fırsatın eşiğindeyiz. Tarihi fırsatı doğru değerlendiremezsek, geleceğimize, çocuklarımıza karanlık günler bırakırız.”

AHMET AĞA ÖCALAN’IN GERİSİNDE

Ahmet Türk, fesih kararına rağmen silah bırakmaya direnen dağdaki PKK’lılarla eş zamanlı olarak yaptığı konuşmasında, Öcalan’ın çağrısının bile gerisine düşüp, “Ağalığı” bir yana bırakıp içinde dizginleyemediği bölücü Ahmet Türk’ü ortaya çıkarmış. Türkiye’nin HTŞ ile komşu olacağına Kürtlerle komşu olmasına dair sözleri tam bir çarpıtma ve aldatmaca. Türkiye, Suriye’de mevcut Suriye yönetimi ile komşu iken Ahmet Türk bunu terör örgütü olarak tanımlanan HTŞ ile eşitliyor. Öte yandan Kürtlerle komşuluktan söz ederken PKK terör örgütünün Suriye kolu SDG/PYDYPG’yi telaffuz etmiyor. “HTŞ ile komşu olacağına SDG terör örgütü ile komşu olmalı” diyemediği için bilinçli bir çarpıtmaya girişiyor. Ayrıca “Dört parçada siyasi partiler”, “Kürdistan haklarının birliği” diye bahsettiği ise Irak, İran, Suriye ve Türkiye’den kopartılacak parçalarla PKK/KCK Yapılanmasının hedeflerinden bahsediyor. Dört parçadaki partiler derken, herkes, Öcalan’ın talimatıyla PKK’nın siyasi uzantıları olan 2002’de Irak’ta kurulan PÇDK ve İran’daki PJAK, 2003’te kurulan PYD ve Türkiye’de HDP/DEM parti olduğunu biliyor. Ahmet Türk konuşmasında, yüz yılda bir gelir dediği fırsat olarak da soykırımcı İsrail ve ABD’nin Suriye’yi Dürziler, Nusayriler merkezi yönetim ve SDG terör örgütü arasında dörde beşe bölmeye yönelik girişimlerinden bahsediyor. Bu kirli planı bir fırsat olarak görüyor.

4. ZAFER ŞAHİN/Seni alacaklar Ekrem

Ekrem İmamoğlu’nun hakkındaki yolsuzluk iddialarıyla ilgili mahkemede savunma yapmayacağı iddiası birkaç gündür gündemde. İmamoğlu’nun Özgür Özel’e “Sadece ben değil tutuklu diğer başkanlar da savunma yapmasın. Başkanları ikna edin” dediği rivayet ediliyor. Özel, verilen ev ödevini yapabilir mi bilmem ama bu resmen “İddianame korkusudur.” En yakın adamlarının dahi itirafçı olduğu düşünüldüğünde İmamoğlu’nun susma hakkını kullanmak dışında başka bir seçeneği zaten görünmüyor. Yeri gelmişken bir kulis aktaralım ve yazıyı bitirelim. Şubat ayında Ankara’da yapılan İmamoğluYavaş-Özgür Özel zirvesini hatırladınız mı? İşte o zirvede Yavaş’ın İmamoğlu’na “ Cumhurbaşkanlığı adaylığı için acele etme, seni yolsuzluktan tutuklayacaklar” dediği iddia ediliyor. İlginçtir bu zirveden 1 ay sonra İmamoğlu alındı! Yani herkesin her şeyi bildiği ama kameralar önünde “Bu iş siyasi” diyerek top çevirdiği bir süreçteyiz. Yavaş’ın bildiğini CHP’de başka belediye başkanları bilmiyor olabilir mi? Tutuklananlar da dahil hangisi bu saatten sonra İmamoğlu ile birlikte hareket eder? Mesela Rıza Akpolat! O İmamoğlu’ndan gelen talebi kabul eder mi? Hele de iddianame ortaya çıktıktan sonra.. Sanatı sokağa taşıyan festival Türkiye’de güzel şeyler kolay kolay haber olmaz. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Nisan ayından beri Türkiye’nin farklı illerinde gerçekleştirdiği “Kültür Yolu Festivalleri” maalesef bu kapsamda. Ama sorun değil. Şu ana kadar Adana, Manisa, Şanlıurfa, Samsun, Bursa, Trabzon, Van, Nevşehir, Erzurum, Çanakkale, Kayseri, Gaziantep, Ankara, Konya, İstanbul, Malatya ve Diyarbakır’da sanatı ve kültürü sokağa taşıyan yüzlerce etkinliğe imza atıldı. Sırada Mardin, İzmir ve Antalya var. Türkiye’nin tanınmış sanatçıları, ressamları, çok önemli sergileri bu kentlerde milyonlarca insanla buluştu. Festivallerin gerçekleştiği illerde müze ve ören yerleri ücretsiz olarak vatandaşlara açıldı. Medya belki yeterince görmedi ama vatandaş Kültür Yolunu sevdi. Daha çok ilde daha çok sanata ve kültüre ihtiyacımız var. Devam... Adana’nın hakkı Adana’ya Geçen hafta Valiliğin davetlisi olarak Uluslararası Adana Lezzet Festivaline katıldım. Bir ayda binbir zahmetle verdiğimiz kiloları 1 günde alarak Ankara’ya döndük ama değdi. Kimse kusura bakmasın “Lezzet” deyince Adana’yı tek geçenlerdenim. Yemekler de sunumlar da efsane. Festival coşkusu kente ayrı bir hava katıyor. Vali Yavuz Selim Köşger başta olmak üzere emeği geçen herkesi tebrik ederim. Festival Adana’ya, Adana böyle bir festivale çok yakışıyor. Vali Köşger’in “Gastronomi şehri Adana” hedefi önemli. Dünyaya Adana’yı ve lezzetlerini daha fazla anlatmamız lazım. Bu mutfağı gören turist Adana’dan bir daha kopamaz.

5. MELİH ALTINOK/Yabancı sermaye ülker değil mi sayın

Bir gün Rahmi Koç'un bile kendisine, "Yav sen ne iyi yaptın, bütün işleri yurtdışına taşımışsın" dediğini anlatan Murat Ülker, "Anamın evinde oturuyorum, siz ne anlatıyorsunuz" diyor: "Bu laflar nereden çıkıyor, bilemiyorum ama herkes soruyor, başka nerede evin var? Başka yerde evim yok, aramıyorum, lazım da değil, anamın evinde oturuyorum, çok şükür." Bu "lafların" nereden çıktığı malum. New York Times'tan falan ama geçelim. En azından Türkiye'nin zengin adamı Ülker şükretmesini biliyor. "Ne kadar şükretse azdır" dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız da. Zira işlerini yurtdışına taşıdığını işitip kendisini tebrik eden Rahmi Bey gibi Murat Bey de Türkiye'de sattığı ürün kalitesiyle dünyanın başka bir yerinde böyle zengin olamazdı. İngiltere'de hiç olamazdı. Ama hiç olmazsa diğer patronlarımızdan Abdullah Kiğılı gibi, "Vallahi ay sonunu zor getiriyorum" diye yakınmıyor. Bu arada Abdullah Bey'in holdinginin yatırımlarını yurtdışına taşıması ve yeni arayışları da hep bu yüzdenmiş. Devletin kapısını da çaldığını anlatan Kiğılı, "Devlet tekstili gözden çıkardı, 6 ay sonra bizi büyük felaket bekliyor" diyor. Tekstil işçisi hiç öyle demiyor ama işçi maliyetleri çok yüksekmiş. Birkaç aya kalmaz maaşlarını ödeyemeyecekleri için mecburen işçileri kapının önüne koyabilirlermiş. Aklıma Putin'in 15 yıl kadar önce başbakanlığı döneminde kendisini fabrikaları kapatmakla tehdit eden, işçilerin maaşlarını ödemeyen patronları bir masa etrafında toplayıp verdiği ayar geliyor. Putin'in tüm Rusya'nın gönlünü alarak ayrıldığı toplantının ardından fabrikalar şakır şakır işlemeye başlamıştı. Ama tabii ki Türkiye'de olmaz böyle şeyler. Burada serbest piyasa ekonomisi var. Sonra yabancı sermaye, TÜSİAD'ımızın, "yerli sermayemizin" ürküttüğü yetmiyormuş gibi daha da ürker değil mi? Hem belki röportaj işe yarar, Abdullah Bey de yine fikir değiştirir. Hatırlayın, 2020 yılında pandemi döneminde de Capital dergisine verdiği söyleşide, önce "54 yıldır bundan büyük kriz görmedim" demişti. Ardından Hürriyet'e verdiği röportajda şunları söylemişti: "O sözleri 4 ay önce söyledim. 100 günde kimsenin hayal edemeyeceği şeyler oldu." Yazının tam burasına Nasreddin Hoca'nın "Biraz da ölelim" fıkrası giderdi ama zaten biliyorsunuz. Hem yazı uzamasın, devir iktisat devri.

6. MAHMUT ÖVÜR/ CHP’de ‘ihanetin anatomisi’

Bugün Beşiktaş Belediyesi'ndeki "yolsuzluk" iddianamesi açıklanıyor. İBB iddianamesi de yakında geliyor. Bu iki iddianame CHP'nin nereye sürüklendiğinin fotoğrafını ortaya koyacak. Ancak CHP yönetimi hâlâ nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığının farkında değil. Bu nedenle sona yaklaşılırken olup bitenleri daha önceki bir yazımı yenileyerek hatırlamakta yarar var. CHP'nin son yıllarda yaşadığı kadar derin, katmanlı ve çok aktörlü bir ihanet hikâyesi daha önce hiç yaşanmadı. İhanet edenin ettiğiyle kaldığı değil, aksine birbirini gammazlayarak kendi koltuklarını kurtarmaya çalıştığı bir sürece tanıklık ediyoruz. Bu tablonun ilk fragmanını "Hançerlendim" diyerek bizzat bir önceki Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu duyurmuştu. O hançer hiç unutulmadı. Sonra roller değişti ve benzer bir feryat Silivri'den Ekrem İmamoğlu'ndan geldi: "Beni betona gömmek istiyorlar..." Ne var ki asıl mesele, bu iddialı cümlenin arkasına saklanan "gerçek"ten ibaret: İmamoğlu'nun kurduğu özel çıkar ağı artık çöktü ve o çöküşün molozları altında, bir zamanlar en güvendiği isimler birbirini ezerek hayatta kalma çabasında. Suç dosyaları kalınlaştıkça, sırdaşlar ihbarcıya, danışmanlar itirafçıya dönüştü. Bu yaşananlar bir siyasi mağduriyet hikâyesi değil; bu bir sistem çöküşü. Ve bu sistemin kurucusu bizzat kendisi: Rüşvet, usulsüzlük, ihale oyunları... Başkan Erdoğan'ın deyimiyle "yağma düzeni"nin içyüzü artık ortada.

BELGELİ İTİRAFLAR

İmamoğlu'nun A Takımı'ndan neredeyse itirafçı olmayan kalmadı. Paraya boğulan, siyasi olarak parlatılan isimlerin dosyaları birer birer açıldı. Bugün etkin pişmanlık sırasına giren bu kişilerin üzerine gidilmeseydi; kim bilir yarın bakan, müsteşar ya da büyükelçi yapılmak üzere hazırlanıyor olabilirlerdi. Çekirdek ekibin önemli ismi Ertan Yıldız: "Ekrem İmamoğlu tüm parasal sistemi doğrudan takip ederdi. Tahsilatlar Fatih Keleş'te toplanırdı. Bu paralar Florya'daki başkanlık konutuna getirilirdi." Sıvacılıktan "finansal büyümeye" hızlı bir geçiş yapan Adem Soytekin: "Fatih Keleş'ten alınan paraların bazı milletvekillerine devredildiğini biliyorum. Turan Taşkın Özer, İmamoğlu'nun talimatıyla bağış makbuzu talep etti, biz de verdik." İronik ama gerçek: Sarıyer'de değeri 50 milyon doları aşan villaları sadece 15 milyon liraya İmamoğlu İnşaat'a devreden kişi Ali Nuhoğlu... Sadece bu da değil. Alacaklarını tahsil edebilmek için milyonlarca lira rüşvet verdiğini ifade etti. Dekontları da unutmadı. Malum, belgeli konuşmak daha "şık" duruyor. Ali Bey'in ifadesinden sonra, "Birilerine yolsuzluk yapmanın da estetik bir yanı varmış" dedirtecek kadar rafine bir rezalet profiliyle karşı karşıyayız. Sanırsınız iş dünyası değil, mafya dizisi. Rakamsal gerçekliğin en ağır aktörlerinden biri de işadamı Ahmet Sarı: "Ertan Yıldız'a 9 kez, Fatih Keleş'e 17 kez elden toplam 232 milyon TL verdim." Böyle belgeli onlarca itiraf var.

YAPI TAMAMEN ÇÜRÜMÜŞ

Bu ifadelerle birlikte; Murat Abbas, Seyfi Beyaz, Murat İlbak, Süleyman Atik, Burak Korzay, Yakup Öner ve Aziz İhsan Aktaş gibi onlarca ismin verdiği belgeler sayesinde sistemin sadece bireysel değil, kurumsal düzeyde çürümüş olduğu artık çok net. CHP bu gerçeği duymak istemese de iddianameyle duymak zorunda kalacak. Hem de "ahtapotun dış bağlantıları" ve daha fazlasıyla. Belki de işin en dramatik tarafı şu: Bu "sistem" kendi içindeki güç savaşlarıyla çökmeseydi, biz bugün bu rezillikleri hâlâ bir "başarı öyküsü" olarak dinliyor olacaktık. Ama gerçek ne PR ile ne de Silivri'den gönderilen mesajlarla veya medet umulan Brüksel'den atılan sloganlarla örtülebilecek gibi değil.

7. YAHYA BOSTAN/ Ruslar Suriye’ye geri mi dönüyor?

Suriye Cumhurbaşkanı Şara, Moskova’da Rus lider Putin’le görüştü. Görüşmeyle ilgili haberler genellikle Esad’ın Suriye’ye iadesine odaklanıyor. Rusya’nın o konuda bir adım atması zor. Nitekim Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, Esad’a sığınma hakkı verildiğini açıklayarak kapıyı kapattı. Şam yönetiminin zaten bunu öngördüğünü, bu yüzden Esad dosyasıyla ilgili bir beklenti içinde olmadığını düşünüyorum. Şam’ın Moskova’dan bir beklentisi (bu bir bilgidir); Esad’ın Rusya’ya kaçırdığı yüz milyonlarca doların iadesidir. 2018-2019’da Şam’dan Moskova’ya 250 milyon dolar nakit taşındığı ortaya çıkmıştı. Bu tutar, kaçırılan paranın belgelenen kısmıdır. Net meblağ belirsizdir. Suriye’nin bu paraya ihtiyacı var. Ukrayna’da savaşan, Avrupa’daki 300 milyar dolar varlığı dondurulan, aynı zamanda yaptırımların hedefi olan Rusya’nın bu konuyu şu an konuşmak istemeyeceği de söylenebilir. Ancak bundan daha önemli bir konu var. O da Rusya’nın Suriye’deki üslerinin geleceğidir. Şimdi onun üzerinde konuşalım.

İSRAİL’DEN RUSYA’YA SURİYE DAVETİ

İsrail’in zayıf, bölünmüş bir Suriye istediğini hep konuşuyoruz. Bir istekleri de Türkiye’nin Suriye’deki etkisini zayıflatmak, dengelemektir. Açıkçası yanı başlarında Türk varlığından çekiniyorlar. Bu yüzden, mart ayında şu haberi okuduğumda şaşırmamıştım: “İsrail, Suriye’de Türkiye yerine Rus üsleri bulunmasını sağlamak için ABD yönetiminde lobi faaliyeti yürütüyor.” Bazı haberlerde şöyle detaylar da yer aldı: “İsrail, Erdoğan’ı durdurmak için Suriye’nin nüfuz alanlarına bölünmesini öneriyor. İsrail’in önerdiği dağılım; doğuda ABD, batı kıyılarında Rusya, kuzeyde Türkiye, güneyde ve doğuda ise İsrail.” O haberlerden İsrail’in, Esad döneminde olduğu gibi, Suriye’nin güneyinde Rus gözlem gücü görmek istediği de anlaşılıyordu.

İSRAİL’İN ŞAM’A BASKISININ ARKA PLANI

İsrail, temmuz ayında çıkan/çıkarılan Süveyda olaylarını fırsata çevirdi. Suriye’yi doğrudan hedef almaya başladı. Ahmet Şara ofisindeyken, Suriye Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bahçesini vurdu. Bunun üzerine yaşanan gelişmeleri kısaca sıralayayım: ABD Temsilcisi Barrack, Şam yönetimine “Bölgesel güvenlik yardımı talep etmesini tavsiye ederim” mesajını (bence İsrail’le koordine olarak) verdi (23 Temmuz). Suriye, Türkiye’den resmen askeri yardım talep etti (23 Temmuz). Netanyahu, Rus lider Putin’le telefonda görüştü (28 Temmuz). Suriye Dışişleri Bakanı Şeybani Moskova’ya gitti (31 Temmuz). Temmuz ayında yapılan görüşmelerin ardından Kamışlı’daki Rus üssünde hareketlilik yaşandı. Kommersant, Şam’ın Rus askeri devriyelerinin Suriye’nin güney vilayetlerinde görev yapmasını talep ettiğini yazdı. Bu haber yalanlanmadı.

RUSLAR ÜSLERİNİ GERİ İSTİYOR

Suriye ve İsrail, ABD arabuluculuğunda, sınır güvenliği konusunda görüşmeler yapıyor. Şam, İsrail’in 8 Aralık’tan sonra işgal ettiği bölgelerden çekilmesini istiyor. İsrail ise Hermon Dağı’nda işgal ettiği bölge hariç çekilebileceğini, bunun karşılığında silahsızlanmış bir güney bölgesi görmek istediğini söylüyor. Görüşmelerin “İsrail’in Golan’dan Süveyda’ya koridor istemesi” nedeniyle tıkandığı söyleniyor. Geçtiğimiz günlerde ABD, Ürdün ve Suriye, Süveyda yol haritasını açıklamıştı. Bu yüzden Suriyeİsrail anlaşmasının BM’de imzalanmasına yönelik beklenti doğmuştu. Ancak görülüyor ki İsrail, Suriye ile anlaşmak için Rus askerlerinin sınırına gelmesini bekliyor. Bunun karşılığında, Ruslar, Himeymim ve Tartus’taki üsleri Şam’dan isteyecektir. Peki, ABD’nin yaptırımları kaldırma kararı Rus varlığının geri dönüşüyle zedelenmez mi? İsrail, ABD’yi bu konuda ikna edebileceğine inanıyor olmalı.

ŞAM SDG KONUSUNU YENİDEN DÜŞÜNMELİ

Son yazımda SDG’nin Suriye ordusuna entegrasyonuyla ilgili bir ara formülün konuşulduğunu işaret etmiştim. Detayları Suriye medyasına yansıdı. Çıkan haberlerde SDG unsurlarının kolordu değil, 3 tümen halinde Şam’a entegre olacağı belirtiliyor. Bu entegrasyon konusunda Şam yönetiminin dikkatli olması gerekir. “Güçlü ordu, güçlü ekonomi ve siyasi kapasite inşa ettiğimde bu tartışmaların önemi kalmayacak” düşüncesi bugün kulağa hoş gelebilir. Ancak riskleri yönetmek için uzun vadeli bir bakışla ince eleyip sık dokumaya ihtiyaç var.

İSRAİL’DEN ÖRTÜLÜ OPERASYON

Geçtiğimiz günlerde İsrail medyasında MİT Başkanı Kalın’ı konu edinen bir haber çıktı. Kalın, Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın görevlendirmesiyle, Şarm el-Şeyh’te, ateşkesin kotarılması, İsrail saldırılarının durdurulması konusunda önemli bir rol üstlenmişti. Bu yüzden dikkat çekmesi, habere konu olması normaldir. Anormal olan, Kalın üzerinden Ankara’nın “Hamas’a ateşkes için baskı yaptığı” iddiasıdır. Kaynaklarım bu tür iddiaların “deli saçması” olduğunu söylüyor. Ben de -gelişmelerin perde arkasını takip etmeye çalışan bir gazeteci olarak- diyorum ki… Ankara, Hamas’ı müzakereler sırasında kritik müdahalelerle beslemiş ve yönlendirmiştir. Trump-Netanyahu görüşmesinden sonra açıklanan 20 maddelik plana Hamas’ın verdiği “Kabul ediyoruz ama bazı maddeleri müzakere edeceğiz” yanıtını hatırlayın… Bu yanıtın arkasında Ankara vardır. Bu yanıt Netanyahu’yu terse düşürmüş, dosyanın liderler zirvesine taşınmasına olanak sağlamış, İsrail baskısı altındaki Trump’a müzakereler için alan açmış, Trump’ın Hamas’ı mahatap almasını sağlamış, Ankara’yı da masada garantör ülke yapmıştır. İsrail medyasında çıkan bu tür haberler, “Garantör Türkiye” pozitif imajını sarsma amacı taşıyor.

8. AYDIN ÜNAL/Unutma, unutturma!

Gazze’de ateşkes kalıcı olursa, İsrail’in imajını düzeltmek için yoğun bir çaba başlayacak; ABD Başkanı Trump da İsrail’deki konuşmasında bunun mesajını verdi. İsrail dijital alana zaten şimdiden milyon dolarlar yatırdı. Dünya genelinde “ihfluencerların” fonlanmasıyla yeni kampanyalar başlayacak. Hollywood yine devreye girecek, Müslümanları terörist, Siyonistleri mazlum, mağdur gösteren filmlere, dizilere yenilerini ekleyecek. Soykırımı ve varlık kırımı unutturmak, üzerini örtmek, hafızalardan silmek, gündemden düşürmek için her yola başvuracaklar. Bu propaganda fırtınası karşısında insanlığa düşen, yaşanan barbarlığı unutmamak, unutturmamak olacaktır. Genel hatlarıyla kaydını düşelim:

1. İsrail, 25 kilometrekare içinde yaşam savaşı veren 2,5 milyon Gazzeliye en ağır, en ölümcül silahlarla saldırdı. 2 yıl boyunca 70 bin masum sivili katletti. Ölenlerin 20 bini çocuk. 300 gazeteci, 1.700 sağlık çalışanı hayatını kaybetti. Gazze’de, Hiroşimaya atılan atom bombasından kat kat fazla mühimmat kullanıldı.

2. İsrail açlığı bir silah olarak kullandı. 154’ü çocuk 460 kişi açlık nedeniyle hayatını kaybetti. 51 bin çocuk yetersiz beslenmeden etkilendi. 17

3. Yaralı sayısı 170 bine ulaştı. Yaralılar ve hastalar için tedavi imkanları ortadan kaldırıldı. Çok sayıda çocuk ve yetişkin uzuvlarını kaybetti.

4. İsrail Gazze’de insanlığa yönelik her suçu işlemekle birlikte özellikle soykırım suçunu işledi. İsrail’in Gazze soykırımı İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’daki soykırımı geride bıraktı.

5. Gazze’de sadece soykırım değil varlık kırım yapıldı. Binalar, yollar, su, elektrik, kanalizasyon altyapısı tamamen yok edildi. Hastaneler, okullar, üniversiteler, kütüphaneler, çocuk parkları, camiler, kiliseler yıkıldı. Bahçeler, tarlalar, zeytinlikler ortadan kaldırıldı.

6. Bu soykırımı İsrail Başbakanı Netanyahu ve onun kabinesi ile bürokratları icra ettiler. Ancak İsrail halkının büyük bir kısmı da bu soykırımın arkasında durdu.

7. ABD’nin önceki Başkanı Joe Biden ve şimdiki başkan Donald Trump, Netanyahu ile birlikte soykırımın birinci derece sorumluları oldular.

İşte Burcu Köksal’ın son paylaşımı!
İşte Burcu Köksal’ın son paylaşımı!
İçeriği Görüntüle

8. Dünyanın büyük kısmı soykırım karşısında sessiz kaldı. Özellikle İslam ülkeleri soykırıma tepkisiz kaldılar.

9. ABD ile birlikte başta Almanya olmak üzere, İtalya, Fransa, İngiltere gibi ülkeler soykırıma askeri ve finansal destek verdiler. Avrupa, 1945’e kadar süren Yahudi soykırımının, 90’lardaki Bosna soykırımının, Afrika’da çeşitli soykırımların faili ve destekleyicisi olma sıfatına Gazze soykırımını da ekledi.

10. Batı’da Gazze soykırımını eleştirmek, kınamak, protesto etmek, bu konuda yazmak, konuşmak engellendi ya da yasaklandı. Üniversitelere müdahale edildi. Sokaklardaki protestolarda polis şiddete başvurdu. Yayın kuruluşları Gazze soykırımını ısrarla görmedi, perdeledi.

11. Gelelim Türkiye’ye… CHP Genel Başkanı Özgür Özel soykırımın ilk günlerinde Hamas’tan “terör örgütü” diyerek bahsetti. İBB’nin sabık Başkanı Ekrem İmamoğlu’na İsrail’den açık destek geldi; İmamoğlu İsrail’e hoş görünme çabası içine girdi. 2 yıl boyunca Gazze soykırımı CHP’nin gündemine çok az girebildi.

12. Kimi siyasi parti ve hareketler Gazze soykırımını siyasi istismar amacı olarak kullanarak, Gazze üzerinden 3-5 oy devşirmek gibi süfli bir çabanın içine girdiler. Gazze için Türkiye’nin yaptığı her girişimi karalama yoluna gittiler ve Gazze duyarlılığı görüntüsü altında Filistin davasına ihanet ettiler. 13. Türkiye solu Gazze soykırımına tamamen kayıtsız kaldı.

14. Irkçı parti ve hareketler “Bize ne Gazze’den” diyerek İsrail barbarlığını meşrulaştırmaya çalıştılar; boykotu kırma, Gazze gösterilerini provoke etme girişimlerinde bulundular.

15. Türkiye’nin “sanat” camiası, İsrail ve Siyonist lobiden korktukları için Gazze soykırımı konusunda hiç konuşmadılar. Her konuda açıklama yapanlar Gazze konusunda derin bir suskunluk sergilediler. 16. Soykırımın daha ilk günlerinde “Filistinli demek toprak satan adam demektir” iftirasını ortaya atan İlber Ortaylı ve diğer bazı şarlatanlar Türkiye’deki Filistin duyarlılığına sabotaj yaptılar. Gazze insanlık için bir sınavdı. Kimileri bu sınavdan yüzünün akıyla çıktı; kimileri ise içlerindeki öfkeyi, nefreti, kini, karanlığı, kötülüğü açığa çıkardılar. Gazze unutulmasın; Gazze soykırımı unutulmasın. Propaganda makinası ne kadar çalışırsa çalışsın, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen Gazze soykırımının üzeri örtülmesin. Unutmayalım, unutturmayalım.

9. AYŞE KEŞİR/ ‘‘Kültür stratejiyi kahvaltıda yer’’

Peter Drucker’ı, uzun yıllar önce Yeni Gerçekler kitabı ile tanımıştım. Özellikle, Üçüncü Sektörü anlattığı bölümde, sivil toplum kuruluşlarının Amerika’da, İngiltere’de nasıl kurumsallaştığından bahseder. Dünyayı gönüllülük ile tanıştıran bir medeniyetin evladı olarak, 20. Yüzyıl’da, batı kaynaklı bir metinde, sivil toplumun, üçüncü sektörün kurumsal kimliğini okumak… Yönetim danışmanı ve eğitimci Drucker’ın, ‘’Kültür stratejiyi kahvaltıda yer’’ sözü ise hafızalara kazınmıştır. Bu söz, şirket kültürü için söylenmiş olsa da toplum bilimi açısından önemli bir tespit olarak da değerlendirebilir. Drucker, şirket kültürüne önem atfeder ve yeni stratejilerin bu kültür ile uyumundan söz eder. Kültür ile uyumlu olmayan ‘’yenilikçi’’ stratejilerin başarı şansının azalacağını ve kültürün galip geleceğini ifade eder. Güçlü bir kültür olmadan etkileyici de olsa, stratejilerin başarı şansının olmadığından bahseder.

KÜLTÜR VE TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ

Toplum için, bir medeniyetin inşası için kültürün öneminden bahsettiğimizde, ‘Alt tarafı kap kacak kullanımı’’ diyen sözde aydınlar hatırlıyorum. Oysa medeniyet tam da o sofrada, evde, sokakta, okulda, işyerinde kurulur. 20. Yüzyıl’ın başlarında yaşayan Marksist Entelektüel A. Gramsci, kültürü, hâkim sınıfın bir enstrümanı olarak görür ve ‘’Kültürel Hegemonya’’dan bahseder, E. Durkheim ise ‘’kolektif bilinç’’ten söz eder. Her ikisi de kültürün, bir toplumun kaderini belirlediğinde hemfikirdir aslında. Bundandır ki; toplum mühendislerinin hedefi her daim kültürün ta kendisi olmuştur. İslam toplumlarında ‘’üstünlük ancak takva iledir’’, ‘’müminler kardeştir’’ ilkelerinin gücü bir kültür inşa etmiştir. Ondandır ki, karşı stratejiler de hep kardeş kavgası üzerinedir. Yesevi Erenleri ile başlayan yolda Yunus Emre, İbn-i Arabi ve Hz. Mevlânâ ve pek çok gönül eri, bu coğrafyada, batının tam da kalbinde, ilmek ilmek bir kültür ve bir medeniyet inşa ettiler. Hacı Bektaşi Veli’nin ‘’eline, beline, diline sahip ol’’ öğretisi, dünyanın ilk esnaf örgütlenmesi olan Ahi Teşkilatı’nın usta çırak ilişkisi ile değerler eğitimini kurumsallaştırması ve ticaret kültürü, yazılı olmayan güçlü bir toplumsal yasa oluşturmuştur. Unutmayalım ki; Türk İslam Medeniyeti, altın çağını, bu kültürel temeller üzerinde yaşıyor, yaşatıyorken Avrupa, orta çağın karanlığında boğuluyordu.

KÜLTÜR DEĞİŞMESİ

Kültür zaman içinde hayatı harmanlayıp, yoğururken, strateji de her daim hesap kitap yapar. Yeni stratejiler, yeni inşalar için mevcut kültürün yaralanması, doğal değişim ve dönüşümün yerini sert kırılmalara bırakması gerekir ki boş bıraktığı yerler hızlıca doldurulsun. Sömürge tarihi, üzerinde ameliyat yapılan toplumların tarihidir aslında. Bizim neslin başucu kitaplarından olan, Erol Güngör’ün, ‘’Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik’’ kitabında, Türkiye’deki değişimi, herkesin kendi tarafından sınırlandırmak, kontrol altına almak isteğinden bahseder ve ‘’ …Bu kültür parçalanmıştır ve günden güne eski bütünlüğünü kaybetmektedir ama hâlâ insanlarımıza başıboş değişmeye direnme gücü verecek kadar ayaktadır.’’ der. Ve sağlıklı bir kültürel değişim sürecini başlıklar halinde uzun uzun anlatır. Nurettin Topçu, Kültür ve Medeniyet bahsinde kültürün ana unsurunu ahlak ve şahsiyet olarak ifade eder. Özellikle ‘’taklit’’ üzerine sert eleştiriler yapar. Sanırım en ucuz ve en sığ değişim stratejisi, taklidi yenilik zannetmektir. Ve ne yazık ki, canım ülkemde hala bunda ısrar edenler var.

KÜLTÜR DİRENİŞÇİLERİ

Türk Kültürü ve bu kültürün inşa ettiği o büyük medeniyetten bahis açınca birileri neden rahatsız oluyor? Aydın despotizminin, modernleşmenin vesayetçi uzantılarının karın ağrısının sebebi nedir? Biliyorlar ki, bu büyük mirasın varisleri, sahipleri var. Onlar, kültür direnişçileri… Onlar kültürünü, zamanın ruhuna uygun olarak nesiller boyu aktardıkça, toplum ‘başıboş bir değişime kararlılıkla direnecek’. Ve toplum mühendisliği amacına tam olarak ulaşamayacak. Hasılı kültür, stratejiyi kahvaltıda çıtır çıtır yiyecek.

10. ATİLLA YAYLA/ İsrail dizginlendi mi?

Mısır'ın Şarm el Şeyh şehrinde yapılan liderler buluşmasında İsrail ile HAMAS arasındaki anlaşmaya ilişkin bir belge imzalandı. Her ne kadar bu belgeye ve çevresindeki tüm faaliyetlere “barış süreci” deniyorsa da olayın esasının barış değil İsrail'in sınırlanması ve dizginlenmesi olduğu açık bir gerçek. İsrail hiçbir uluslararası hukuk kuralını tanımayan, insan haklarıyla ilgili tek bir ilkeye dahi saygı göstermeyen bir çete devleti. O kadar ki, amaçlarına ulaşmak için açık ve örtülü her yola başvurabilmekte ve hatta terör faaliyetlerini de ya bizzat ya da dolaylı olarak yürütebilmekte. İsrail devletinin önde gelenleri İsrail halkının

-yani Yahudilerin

- bütün insanlık içinde ve herkese karşı seçilmiş bir halk olduğunu kabul etmekte. Gerekirse Yahudilerin menfaati için bütün dünyayı karşısına almaktan çekinmemekte. Bugün Müslümanlarla savaşıyor olması kimseyi yanıltmasın. İsrail Hristiyanlara karşı da aynı şiddeti ve saldırganlığı gösterecek bir kafa yapısına sahip. O zaman konu İsrail’in bu anlaşma ile sınırlanıp sınırlanmadığı. İsrail bundan sonra Filistin'in ve Filistin halkının haklarını iade edecek mi? Gazze’ye abluka uygulamaktan vazgeçecek mi? Bölgedeki ülkelere karşı saldırganlık yapmayı bırakacak mı?.. Bunlar cevap bekleyen sorular. ABD Başkanı Trump'ın baskısıyla

-hatta İsrail'i silah vermemekle tehdit etmesiyle

- ortaya çıkan barış anlaşmasının ve ortamının iyi bir tarafı var. Bu, Gazze'de insanların katledilmesinin, soykırıma tabi tutulmasının en azından şimdilik durdurulmuş olması. İnsan hayatından daha değerli hiçbir şey olmadığına göre bu adımın takdirle karşılanması ve ortaya çıkmasına katkı yapanların tebrik edilmesi gerekiyor. Ancak, bu anlaşmanın İsrail'i durduracağı, saldırganlıktan vazgeçireceği iddiaları çok abartılı ve büyük ölçüde temelsiz. Soykırım suçlusu İsrail Başbakanı Netanyahu'nun toplantıya katılması fikrine Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın muhalefet etmesi ve bunun üzerine bu fikirden vazgeçilmesi takdire şayan. Ancak, İsrail'den bir başka yetkilinin bulunmaması ve belgeye imza koymaması şaşırtıcı. Ayrıca, HAMAS adına toplantıya hiç kimsenin katılmaması da bir başka tuhaflık. Bu yüzden, İsrail ileride bir tarihte bu anlaşmayı reddedebilir. Bu hiç şaşırtıcı olmaz. HAMAS ile İsrail arasında imzalanan anlaşma belirsizliklerle dolu. İsrail'in Gazze'den tam bir çekilmeyi gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceği meçhul. Ortada bir çekilme takvimi yok ve vadedilen çekilme sürecine uyulmaması hâlinde ne yapılabileceğine ilişkin bir belirsizlik mevcut. Öyle ki, İsrail Gazze'nin bir bölümünden çekilmeyeceği kesin gibi görünüyor. İsrail, güvenlik için tampon bölge oluşturma gerekçesiyle Gazze'nin bir kısmını topraklarına katmaya çalışacak...

Bir diğer büyük belirsizlik bağımsız ve egemen bir Filistin devletinin geleceği hakkında. Esas mücadele Gazze ile İsrail değil Filistin ile İsrail arasında. Gazze sadece bu mücadelenin alanlarından biri. Dünyanın çeşitli yerlerinde iki devletli bir çözümden bahsedilmesine rağmen İsrail -ve en büyük hamisi, destekçisi ve de suç ortağı ABD- hiç oralı değil. İsrail Batı Şeria’da toprak gasbetmeyi ve Filistinli Arap nüfusu elimine etmeyi sürdürüyor. Nihai hedefi Filistin’in var olması ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmak. İsrailli Yahudiler kutsal kitaplarına dayanarak politika oluşturduğu sürece hiçbir anlaşmanın İsrail’i dizginlemesi mümkün görünmüyor; çünkü kutsal kitapları ırkçı ve ayrımcı. İsrail’i durduracak olan ya devlet felsefesini kökten değiştirmesi ya da kendisinden daha büyük bir güçle karşılaşması. Bu yüzden, bence, anlaşmayı olumlu karşılayalım fakat abartmayalım.

11. PROF. DR. OĞUZ BAYAT /5G çağı başlıyor: Türkiye'nin dijital bağımsızlık yolculuğunda kritik eşik

Bugün (16 Ekim 2025) gerçekleştirilen ve teklifleri alınan 5G altyapı ihalesi Türkiye’nin dijital dönüşümünde yalnızca teknik bir gelişme olmanın ötesinde; ekonomik, stratejik ve ulusal güvenlik boyutlarıyla çok yönlü ve belirleyici bir dönüm noktasıdır. 5G, Türkiye'nin mevcut kablosuz haberleşme altyapısını, yüksek kapasiteli ve düşük gecikmeli bir dijital altyapı haline dönüştürerek dijitalleşme sürecini yeni bir seviyeye taşıyacaktır. Beşinci Nesil Haberleşme Teknolojisi (5G) iletişim altyapıları, ülkemize telekomünikasyon alanında stratejik bir üstünlük sağlarken; ekonomik kalkınma, sanayi politikaları, afet yönetimi ve ulusal güvenlik stratejilerinin temel yapı taşlarını da güçlendirmektedir. Söz konusu teknolojiler sundukları yüksek kapasite, ultra güvenilir düşük gecikmeli iletişim ve ağ dilimleme kabiliyetleriyle modern endüstriyel alanlarının sürdürülebilirliğini sağlarken, aynı zamanda kriz anlarında hayat kurtarıcı uygulamaların da belirliyi unsuru olmaktadır. Türkiye açısından bu teknolojiler, Milli Teknoloji Hamlesi vizyonunun odağında yer almaktadır. Bu projelerle, ülkemizin sadece teknoloji kullanıcısı değil, aynı zamanda teknoloji üreten, ihraç eden ve küresel ölçekte söz sahibi bir aktör haline gelinmesini hedeflemektedir.

5G TEKNOLOJİSİ TÜRKİYE'YE NE KATACAK?

5G teknolojisinin stratejik katkılarından biri de Nesnelerin İnterneti (IoT) olup milyarlarca cihazın kesintisiz etkileşiminde gerçek zamanlı yapması sayesinde, üretim hatları daha verimli, enerji kullanımı daha akıllı ve hizmet ağları daha etkin hale gelmektedir. Dolayısıyla 5G’ye geçiş, sadece bir network ağ güncellemesi değil, bilginin ekonomik değere dönüştüğü yeni bir sanayi paradigmasının başlangıcı olacaktır. Sanayi 4.0 vizyonu çerçevesinde akıllı fabrikaların hayata geçirilmesi, üretim süreçlerinde milisaniye düzeyinde tepki ve neredeyse hatasız süreklilik gerektirmektedir. Bu bağlamda 5G altyapısı, ağ dilimleme (network slicing), ultra güvenilir düşük gecikmeli iletişim (URLLC) ve girişim kontrolü/ortak iletim teknikleri ile üretim güvenilirliğini ve verimliliğini artırmaktadır. Böylelikle, daha yüksek güvenilirlik için ek yatırımlar yapılarak uzun vadede üretim sürekliliği ve maliyet etkinliği sağlanmaktadır. Fabrika otomasyonunda hareket kontrol hizmetlerinin tam güvenilirlik ve iki milisaniye çevrim süresiyle çalışabilmesi, üretim sürekliliğini garanti altına almakta, artırılmış gerçeklik tabanlı denetim uygulamalarının yüksek bant genişliğiyle kesintisiz şekilde yürütülebilmesi ise sanayi verimliliğini üst seviyeye taşımaktadır. Bu kazanımlar, Türkiye’nin uluslararası rekabet gücünü doğrudan destekleyen stratejik avantajlar sağlamaktadır. Bir başka açıdan, Türkiye’nin yüksek deprem riski dikkate alındığında, 5G/6G teknolojilerinin afet yönetimindeki stratejik önemi daha da belirgin hale gelmektedir. İletişim altyapısının sürekliliği afet sonrası kritik ilk 72 saatte doğrudan insan hayatı ile ilişkilendirilmektedir. 5G tabanlı ağ dilimleme sayesinde afet bölgelerinde kapasite, öncelikli olarak arama–kurtarma, sağlık ve koordinasyon birimlerine tahsis edilebilmekte; URLLC sayesinde ise dron ve robotların 1-10 milisaniye seviyelerinde eşgüdüm içinde çalışması sağlanmaktadır. Ayrıca, yapay zeka destekli analizlerle sensör verileri işlenerek enkaz altındaki kişilerin daha hızlı ve doğru tespit edilmesi mümkün olmaktadır. Savunma sanayisi alanında ise IoT’nin beşinci nesil haberleşme 5G altyapısıyla birleşmesi, yeni nesil savaş doktrinlerinin şekillenmesinde kritik bir rol oynamaktadır. Özellikle dron sistemleri bu dönüşümün en görünür örneğini oluşturmaktadır. Sensörlerle donatılmış, birbirine bağlı ve merkezi komuta sistemleriyle entegre edilmiş dron filoları beşinci nesil 5G altyapı üzerinden milisaniye düzeyinde koordinasyon kurabilmekte, sınır güvenliğinde devriye görevlerini yerine getirirken anlık görüntüleri yapay zekâ tabanlı analiz sistemlerine aktararak tehditleri önceden tespit edebilmekte, askeri operasyonlarda sürü dron ile koordineli saldırıların yansıra 5G teknolojimiz ile karşı ataklı gelen saldırıları bertaraf edici, elektronik harp ve istihbarat toplama faaliyetlerinde klasik sistemlerin ötesinde bir etkinlik sağlayabilmektedir. Deniz ve hava savunmasında ise IoT tabanlı sensör ağlarının insansız deniz araçları ve hava platformlarıyla entegre edilmesi çok katmanlı caydırıcılığı mümkün kılmakta, ulusal savunmaya yeni bir boyut kazandırmaktadır. Bununla birlikte, lojistik ve ikmal yönetiminde otonom dron filolarının kullanımı, mühimmat, yakıt ve sağlık malzemelerinin cephe hattına hızlı ve güvenli biçimde ulaştırılmasını sağlayarak operasyonel verimliliği artırmaktadır.

5G ALTYAPI ÇALIŞMALARI DÜNYADA NASIL ŞEKİLLENİYOR?

Uluslararası alanda teknolojik gelişmeler 5G/6G stratejik önemin altını çizmektedir. Çin, milyonlarca 5G baz istasyonu kurarak küresel ölçekte en geniş ağ yapısı oluşturmuş; Güney Kore 2019'da ticari 5G şebekesini devreye alarak bu alanda öncülük etmiştir. Japonya, 2020 Olimpiyatları’nda 5G tabanlı robotik ve yayıncılık uygulamalarını hayata geçirmiştir. ABD düşük, orta ve yüksek frekans bantlarında 5G’yi yaygınlaştırırken, Avrupa Birliği (AB) ise “5G Action Plan” ile tüm üye devletlerde 2025'e kadar kapsama hedefi belirlemiştir. Orta Doğu ülkeleri ise yüksek yatırım kapasitesi sayesinde 5G’yi akıllı şehir projeleriyle bütünleştirmiştir. Türkiye’de süreç, “Uçtan Uca Yerli ve Milli 5G Projesi” ile yerli baz istasyonu, çekirdek şebeke ve yazılım bileşenlerinin geliştirilmesiyle önceliklendirilmektedir. Ayrıca, Türk Telekom, Turkcell ve Vodafone’un üniversitelerle işbirliği içinde yürüttüğü pilot uygulamalar, altyapının gelişimi açısından kritik rol oynamaktadır. Diğer ülkelerin adımlarıyla karşılaştırıldığında Türkiye, ticari yaygınlaşma bakımından yerli teknoloji geliştirme ve stratejik bağımsızlık hedefiyle farklı bir yol haritası izlemektedir. Uluslararası alanda ülkeler hızlı penetrasyona odaklanırken, Türkiye uzun vadeli teknoloji bağımsızlığını stratejik öncelik olarak belirlemiştir.

TÜRKİYE’NİN 5G ADIMI: DİJİTAL BAĞIMSIZLIĞA VE TEKNOLOJİK LİDERLİĞE DOĞRU

Stratejik gelecek planları açısından 5G teknolojilerinin devreye girmesi, askeri ve sivil alanlarda nesnelerin interneti ağ yapısının katkılarını daha da güçlendirecektir. Terahertz haberleşme, yapay zekâ destekli ağ yönetimi ve hibrit kara, hava ve uzay tabanlı iletişim mimarileri, savaş alanında kesintisiz iletişim ve otonom karar alma kapasitesine sahip akıllı sistemlerin gelişimini hızlandıracaktır. Uydu destekli IoT sistemleri, küresel ölçekte operasyonel hâkimiyet sağlayacak, yapay zekâ entegrasyonu sayesinde dronlar yalnızca merkezden komut alan unsurlar olmaktan çıkıp kendi aralarında görev paylaşımı yapabilen akıllı sistemler haline gelecektir. Böylelikle, yalnızca taktik seviyede değil stratejik seviyede de gerçek zamanlı veri ağ yapılarını oluşacak ve karar destek mekanizmaları çok daha hızlı, doğru ve kapsayıcı hale gelmesi beklenmektedir. Sonuç itibarıyla, bu 5G ihalesi, teknik bir altyapı ihalesi olmanın çok ötesinde Türkiye’nin dijital geleceğine attığı stratejik bir imzadır. Türkiye bu adım ile veriyi ekonomik güç unsuru haline getirerek enerji, ulaşım ve savunmada dijital kontrol kapasitesini artıracak, ulusal güvenlik ve dijital egemenliğini aynı çatı altında birleştirecektir. Milli Teknoloji Hamlesi vizyonu çerçevesinde Türkiye’nin hedefi, inovasyon stratejileriyle desteklenen yerli ve milli çözümler üretmek, bağımsız, güvenilir ve sürdürülebilir bir iletişim 24 altyapısını inşa etmektir. Böylelikle, ülkemiz dışa bağımlılığı asgari düzeye indirilecek, uzun vadeli kalkınmayı teminat altına alacaktır. Aynı zamanda sanayi üretiminde kesintisiz verimliliği sağlayacak, afet yönetiminde hızlı ve güvenilir müdahale kapasitesi oluşturacak ve savunma sanayisinde ülkemize stratejik üstünlük kazandıracaktır. Türkiye, 5G/6G sürecinde doğru adımları atarak yalnızca teknoloji tüketicisi değil; aynı zamanda teknoloji üreten, ihraç eden ve küresel ölçekte yön veren bir ülke konumuna yükselme potansiyeline sahiptir. Bu sayede ülkemiz, hem bölgesel hem de küresel ölçekte söz sahibi olacak; stratejik bağımsızlığını pekiştirecek ve inovasyon odaklı kalkınma yolunda uluslararası alanda öncü bir rol üstlenecektir.

Kaynak: GAMZE KARABULUT