1. ABDULKADİR SELVİ/CHP protesto etti Erdoğan kucaklayıcı konuştu

Meclis’e iktidar kulisinden girdim. Meclis’in açılışına biraz zaman vardı; milletvekillerinin bir kısmı Genel Kurul salonuna giriyor, bir kısmı ise kuliste oturup sohbet etmeyi tercih ediyordu. İktidar kulisinden muhalefet kulisine geçtim. CHP milletvekilleri Meclis’e gelmemişti. Muhalefet kulisinde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli vardı. Bahçeli her zamanki oturduğu bölümde çay içiyordu. Etrafında MHP milletvekilleri vardı. Ön tarafta ise gazetecilerden ve milletvekillerinden oluşan kalabalık bir grup bekliyordu. Meclis’in girişinde çiçeklerden Türk bayrağı yapılmıştı. Milletvekilleri, onun önünde fotoğraf çektiriyordu. İktidar ve muhalefet kulislerini gördükten sonra Genel Kurul salonuna geçtim. Milletvekillerinin sıralarına buketler halinde çiçekler konulmuştu. Meclis’in yeni döneme çiçek gibi başlamasını dilerim. Çünkü bu dönem Meclis’te Terörsüz Türkiye açısından önemli yasal düzenlemeler yapılacak.

MİT BAŞKANI LOCADA

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gelişini görmek için tekrar Meclis’in girişine geçtim. AK Parti milletvekilleri ve ziyaretçiler Erdoğan’ın gelişini bekliyorlardı. Bakanlar, Cumhurbaşkanı’nın konuşmasını dinlemek üzere hızla locadaki yerlerini alıyorlardı. MİT Başkanı İbrahim Kalın hangi kapıdan giriş yaptı göremedim, ama locada görünce şaşırdım. İlk kez bir MİT Başkanı locada yerini almıştı. İbrahim Kalın kendi tarzını oturtuyor. Erdoğan kalabalık bir heyetle birlikte Meclis’e girdi. Selamlaştık. Hızla Genel Kurul salonuna geçtik. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş açış konuşmasını yapıyordu. CHP sıraları boştu. SHP’liler Özal’ı protesto etmek için Cumhurbaşkanı salona girince çıkmışlardı, CHP’liler böyle bir görüntüye izin vermediler. Gelmemişlerdi.

MUHALEFETLE TOKALAŞTI

Cumhurbaşkanı Erdoğan, salona 14.13’te girdi.İktidar ve muhalefet milletvekilleri Cumhurbaşkanı’nı ayakta karşıladı. Güzel bir tablo oluştu. Erdoğan, 47 dakika süren bir konuşma yaptı. Sonra milletvekillerinin olduğu bölüme geçerek MHP’lilerle, DEM Partililerle ve İYİ Partililerle tokalaştı. Erdoğan daha önce bunu yapmıyordu. İlk kez konuşmasını yaptıktan sonra milletvekili sıralarına geçip, muhalefetle tokalaştı. Keşke CHP’liler de olsaydı. Türkiye’ye güzel bir fotoğraf verilirdi. Erdoğan konuşmasını yaptıktan sonra da Meclis’ten hemen ayrılmadı. Başkanlık Divanı’nın arkasındaki özel bölümde Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, MHP Lideri Bahçeli, İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu ve DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’la sohbet etti. İmralı heyetinde yer alan Meclis Başkan Vekili Pervin Buldan ve DEM Parti Grup Başkan Vekili Gülistan Koçyiğit de sohbette yer aldı. Yine diyorum keşke Özgür Özel de olsaydı. CHP’lilerin salonda olmamasına rağmen Erdoğan, kucaklayıcı bir konuşma yaptı. “Siyasette farklı kulvarlarda rekabet halinde olsak da söz konusu memleket olunca ortak paydada buluşmamız milli meseledir. Mesele Türkiye ise gerisi teferruattır” dedi. Genel Kurul salonunda gergin bir hava yoktu. Meclis iyi bir başlangıç yaptı. Erdoğan konuşurken AK Parti milletvekilleri zaman zaman ayağa kalkarak alkışladılar. MHP milletvekilleri de alkışlarını eksik etmediler.

TRUMP’LA GÖRÜŞME

Erdoğan konuşmasında İsrail’in Gazze’deki katliamına geniş yer verdi. Bu arada Erdoğan’ı beklerken kuliste milletvekilleriyle sohbet etme imkânım oldu. Tek konu Trump planıydı. O nedenle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu konudaki açıklamaları dikkatli bir şekilde takip edildi. Erdoğan, “Filistin davasına ömrümüzü verdik” dedi. Barışın kaybedeni, savaşın kazananı olmadığını söyledi. Cumhurbaşkanı, ABD Başkanı Trump’la yaptığı görüşmede gündemin ilk sırasında Gazze konusunun olduğunu söyledi. “Gazze, kana,gözyaşına ve yıkıma doymuştur. Bu utanç artık son bulmalıdır” dedi. Erdoğan’ın Trump’la görüşmesinde, perde arkasında yeni bir bilgiye sahip oldum. Erdoğan, Trump’la görüşmesinde Gazze’nin işgali ve Batı Şeria’nın ilhakı konusunu çok iyi anlatmış. Bunun üzerine Trump, Batı Şeria’nın ilhakının olmayacağını söyledi.

DEM PARTİ’YE TEŞEKKÜR

Erdoğan’ın konuşmasının ağırlıklı bölümünü ise Terörsüz Türkiye konusu oluşturdu. Erdoğan, 1 yıl önce Meclis’i açış konuşmasında iç cepheyi tahkim etme çağrısı yaptığını hatırlattı. Hem Bahçeli’ye hem de DEM Parti’ye teşekkür etti. Şimdiye kadar Bahçeli’ye çok defa teşekkür etti, ama ilk kez DEM Parti’ye Meclis kürsüsünden teşekkür etti.

TÜRKİYE DİZ ÇÖKMEZ

Muhalefetin yani İYİ Parti ve Zafer Partisi’nin propagandaları karşısında kafasında soru işaretleri oluşan vatandaşlarımıza da seslendi. “Türkiye Cumhuriyeti hiçbir dünyevi güç karşısında taviz vermez, diz çökmez, egemenliğini asla pazarlık konusu yapmaz. Bazı partilerin tahriki ile zihinlerinde soru işareti oluşan vatandaşlarımız müsterih olsun” dedi.

ŞEHİT AİLELERİ VE GAZİLER

Erdoğan, bu sürecin temeline şehit aileleri ve gazilerimizin hassasiyetini koydu. Sürecin anayasası haline getirdi. Meclis kürsüsünden de “Özellikle şehitlerimizin muhterem aileleri ve gazilerimiz bilsinler ki onların aziz hatıralarına gölge düşürecek hiçbir adımın atılmasına ne hükümet olarak biz, ne Cumhur İttifakı’ndaki ortağımız Milliyetçi Hareket Partisi, ne de bu yüce Meclis müsaade edecektir” diye konuştu.

MEŞRUİYETİ MİLLETTEN ALIRIZ

Ve meşruiyet tartışması. ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barack’ın bir konuşmasında geçen “samimiyet” ifadesi “meşruiyet vereceğiz” diye tercüme edilince kendimizi birden meşruiyet tartışması içinde bulduk. Özgür Özel de CHP’nin boykotunu “Erdoğan’a meşruiyet vermeyeceğiz” diye ilan edince, meşruiyet tartışması daha da alevlendi. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu konuda çok net konuştu. “Türkiye’de tek bir meşruiyet kaynağı vardır; o da millettir. Biz ona inandık, onun mücadelesini verdik” diye konuştu. Erdoğan konuşmasında milli iradenin önündeki engellere, yani vesayet odaklarına karşı verdiği mücadeleyi anlattı. Erdoğan askeri vesayete, yargı vesayetine, medya vesayetine, TÜSİAD vesayetine karşı çetin bir mücadele verdi. Onun mücadelesi sonucunda askerin karşısında terleyen başbakanlardan askeri terleten cumhurbaşkanları dönemine böyle ulaştık. Darbeler ve muhtıralar döneminin defterini Erdoğan’ın cesur mücadelesi sonucunda dürdük. Erdoğan bu mücadeleyi yaparken “iyi saatte olsunlar”a ya da “dış güçlere” sırtını dayamadı. Tam aksine milletten aldığı güçle bunu yaptı.

2. AHMET HAKAN/ Katliam duracaksa açlık bitecekse kabul kabul kabul

BAZILARI Trump’ın Gazze planını öyle yorumluyorlar ki:

- Sanki Gazze’de koşullar gayet olağan.

- Sanki Gazze’den bakmaya dayanılmayan bebek fotoğrafları gelmiyor.

- Sanki bütün dünya acziyet içinde Gazze’nin yıkımını izlemiyor.

- Sanki Gazze halkı bir tabak yemeğe muhtaç halde değil.

- Sanki öldürülmek, Gazze halkının mutlak kaderi haline gelmemiş. Kabul, Trump’ın Gazze planı...

- Berbat bir plan.

- Muğlak bir plan.

- Tehlikeler barındıran bir plan.

- Katilin perspektifini yansıtan bir plan.

- Mutlak barışı getirmeyecek bir plan.

- İsrail’in uyup uymayacağının garantisi olmayan bir plan.

- Filistin direnişini teslim alacak bir plan. Peki ne yapılacak? “Planı tanımıyoruz, bu plan berbat, olmaz böyle şey” falan diye haykırmanın ötesinde elden ne gelecek? Cevap veriyorum: Hiçbir şey.

- Eğer bir tabak yemeğin bile sokulamadığı Gazze’ye insani yardım girecekse.

- Eğer İsrail’in korkunç ve acımasız katliamı, en azından hız kesecekse.

- Eğer Filistinlilerin zorunlu göçe maruz kalması rafa kalkacaksa.

- Eğer İsrail’in kısa vadeli hedefleri, birazcık da olsa akamete uğrayacaksa.

- Eğer Batı Şeria’nın ilhakı, artık mümkün olamayacaksa. Bu baldıran zehrini içip bu planın yürürlüğe girmesini beklemek dışında seçenek yok. Rahat koltuklardan Trump’ın Gazze planına posta koymak kolay Olaya birazcık da Gazze’de korkunç zulümler altında inleyenlerin gözünden bakılmalı. Ölümün, açlığın, yıkımın kol gezdiği Gazze için bir süreliğine bile olsa en küçük bir rahatlama umudu doğmuşsa...

Gazze’nin bu umuda yaslanmasını, hor ve hakir görmeye kimin hakkı olabilir?

GAZZE HALKI NE DERSE KABULÜMÜZDÜR

BAZILARI çıkmış...

- “Plana asla teslim olmayız” diyor.

- “Direnişe devam” diyor.

- “Bu plan kabul edilemez” diyor. İyi de kardeşim...

- Direnecek olan sen olmadığın için böyle atıp tutuyorsun da bakalım Gazze’nin direnecek takati kaldı mı?

- Planı asla kabul etmiyorsun, tamam da söyle bakalım: Bir kap yemek sokabiliyor musun Gazze’ye?

- “Bu plan kabul edilemez” diyorsun da mevcut durumu nasıl değiştireceksin? Var mı elinde bir çıkış yolun? - Plana teslim olmaman için her şeyden önce İsrail’i ve ABD’yi yenmen gerekiyor. Yenebilecek misin? Planın muğlaklığına, olumsuz taraflarına, tuzaklarına işaret eden analizler tabii ki yazılacak. İtirazım buna değil. Benim itirazım savaşçı bir edayla plan karşıtı posta koyanlara, sloganlar atanlara. Şu yeryüzünde plana karşı savaşçı bir edayla slogan atmaya, posta koymaya hakkı olan tek bir kesim var: Gazze halkı. Çünkü çileyi çeken onlar, çünkü aç kalan onlar, çünkü ölen onlar, çünkü bombalanan onlar. Bu nedenle... Onlar ne derse kabulümdür.

BEKRİ MUSTAFA VE TONY BLAİR TONY

Blair denilince kurduğum cümleler şunlardır: - İpliği pazara çıkmış bir adam. - Adı sonsuza kadar utançla anılması gereken biri. - Bush’un finosu gibi katılmıştı Irak işgaline. - Yüz binlerce Iraklının ölümünden sorumlu. - Irak işgalinden yıllar sonra “pardon, yanlış yaptık” diyen adam Bekri Mustafa’nın Ayasofya’ya imam olması... Tony Blair gibi bir adamın Trump’ın Gazze planında kallavi bir rol almasının yanında çok masum bir şaka gibi kalıyor.

ÖZGÜR ÖZEL’İN KAAN PAYLAŞIMI KAAN

için şöyle dedi Özgür Özel: “KAAN’ımız gücünü dışarıdan değil milletimizden almaktadır. Milli gururumuz KAAN’ın sonuna kadar arkasındayız.” İşte bu kadar! Bunu söyleyerek de muhalefet lideri olunur. Helal olsun Özgür Özel’e.

Tarihte Bugün: 2 Ekim
Tarihte Bugün: 2 Ekim
İçeriği Görüntüle

3. MAHMUT ÖVÜR/Meclis’teki fotoğraf ve küresel Sumud eylemi

Dün Meclis'in açılış gününe bu kez Başkan Erdoğan'ın içeride terörsüz Türkiye, dışarıda da Gazze soykırımını önceleyen konuşması ile DEM Parti, MHP ve İyi Parti'yle el sıkışması damgasını vurdu... Bu da tam bir yıl önce, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin sürpriz DEM Parti grubuyla el sıkışmasını hatırlattı. İlk el sıkışma sonrası geçen bir yılda, belki çok farkında değiliz ama Türkiye'nin son 50 yılına damgasını vuran terör meselesi, kimsenin beklemediği bir noktaya evirildi ve şoke edici gelişmeler yaşandı. MHP lideri Bahçeli'nin ezber bozan çıkışıyla başlayan, Öcalan'ın cevabıyla devam eden süreçte, PKK feshedildi ve sembolik de olsa silah yakma eylemiyle siyaseti zehirleyen teröre son nokta konuldu. Dün de Meclis'te ortaya çıkan pozitif fotoğraf, CHP'nin anlamsız boykotuna rağmen "terörsüz Türkiye" sürecinin yeni hamlelerle taçlanacağının ilk işaretiydi. Sürpriz gelişmeler şaşırtıcı olmayacak. Belki de ilk işareti Meclis komisyonu, yasal düzenlemede atacağı adımla verecek.

GAZZE'YE BARIŞ GELİR Mİ?

İç siyasette bunlar yaşanırken, dışarıda da sadece Türkiye'nin değil bütün dünyanın gözü kulağı Filistin'de, daha doğrusu Gazze'de olacak. Gazze ile ilgili iki önemli süreç iç içe geçmiş durumda. Bir yanda ABD Başkanı Trump'ın sahiplendiği ve birçok İslam ülkesinin de destek verdiği bir "Barış Planı" var. Bu planla insanlığın vicdanını kanatan Gazze'deki vahşetin durdurulması ve siyonist İsrail'in oradan çekilmesi hedefleniyor. 20 maddelik planın birçok olumlu yanı olduğu gibi insanı ürküten ve bir anlamda siyonist zalimliği "temize" çeken maddeler de var. Umarım bu barış planı, dünya halklarının ilk kez içtenlikle sahiplendiği ve savaş suçlusu siyonist Netanyahu yönetiminin de ilk kez bu kadar yalnız kaldığı ve dışlandığı bir zaman diliminde hem Filistin davasını hem de Gazze'de ortaya konulan direniş ruhunu kirletmez. Buna izin verilmemeli...

ÖLÇÜ, SUMUD'A YAKLAŞIM

Bu açıdan Gazze'ye yardım götüren ve bugün Gazze'ye ulaşması beklenen Global Sumud Filosu'na siyonist İsrail'in yaklaşımı önemli bir ölçü olacak. Bugüne kadar sürekli rahatsız edildikleri ve dünden itibaren de İsrail'in saldırganlığının arttığı biliniyor. Bu satırları okuduğunuzda büyük fotoğraf ortaya çıkmış olacak. Gazze'de soykırıma ve vahşete imza atan İsrail ne yapacak? Kendisine yakışanı, yani dünyanın dört bir yanından gelen sivil Sumud'culara da saldıracak ve bu kimseyi şaşırtmayacak. Tersi şaşırtır. Sonuç ne olursa olsun şu değişmeyecek: Sumud Filosu bu çağa damgasını vuracak olan yeni sivil hareketin en anlamlı ve güçlü öncüsü. Arjantin'den Tunus'a, İspanya'dan Türkiye'ye 40'ı aşkın ülkeden insan ve 50 civarında gemi ya da tekne katılıyor. İspanya Barcelona'dan başlayan Sumud eylemini izlerken, genç gazeteci arkadaşımız Ersin Çelik'in izlenimleri de dikkat çekiciydi. Çelik, içinde yer aldığı Sumud eylemini şöyle anlatıyor: "Filo'nun adı 'Sumud', yani 'Kararlılık'. Bu kelimenin ne anlama geldiğini, bu teknede yaşayan her bir insanda yeniden öğrendik. Kararlılık; 40 yıllık deniz tecrübesini Filistin davasına adamasıdır. Kararlılık; Arjantinli bir gencin, son parasıyla en pahalı bileti alıp üç günde okyanusları aşmasıdır. Kararlılık; beklenen her anı Gazze'deki bir canın kaybı sayan bir devrimcinin öfkesidir. Ve kararlılık; yorgun düşüp vazgeçmişken, hiç tanımadığı yaşlı bir adamın umuduyla kendi umudunu yeniden bulan bir denizcinin geri dönme cesaretidir. Bu Filo'daki herkes bu kararlılığın ta kendisidir..." Sumud'a karşı saldırı sadece siyonist İsrail'in veya faşist Netanyahu'nun değil aynı zamanda Trump'ın da sınavı olacak.

4. BERCAN TUTAR/Hamas kalacak işgalciler gidecek

Filistin halkının yaralarını sarmak ve taleplerini yerine getirmek yerine Ramallah'taki işbirlikçi yönetimi ödüllendiren Filistin devletini tanıma tiyatrosundan sonra gündeme bu kez de yeni Gazze planı sürüldü. Kuşku yok ki akan kanın ve soykırımın durması için ateşkese ve barışa herkes destek veriyor. Ancak büyük resmi görmemek için de kör olmak lazım. 20 maddelik Gazze planı her açıdan yeni bir işgal yöntemidir. Bir bakıma Filistin halkını silahsızlandırarak ve silah bırakmaya zorlayarak dış kontrole kapı aralamaktır. Neredeyse 100 yıl sonra manda yönetimine yeniden dönüştürmektir. 10 Burada hedefleri ve niyetleri ne olursa olsun küresel emperyal merkezler için de mayın eşeği olarak cepheye sürülen siyonist soykırımcılar için de derin bir hezimet söz konusu. Yolun sonu görünüyor. Geri sayım başladı. Küresel anlamda sıkışan sömürgeciler Gazze'de hem zaman hem de Türkiye liderliğindeki İslam dünyasının 'onayını' kazanmaya çalışıyor. Çünkü Batı ve yeni bir 'modus vivendi' arayışı içindeki Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Kuzey Kore ile kurulan 'müzakere masaları' birer birer devrildi. Gazze'de devreye sokulan yeni plan bu bağlamda Küresel Güney ile kızışacak olan savaşta, Batı'nın Türkiye ile İslam dünyasının kabaran öfkesini düşürme hamlesidir. Fakat ne yapsalar da ok yaydan çıktı bir kere. Yeni küresel mücadelenin en kritik cephesi konumundaki Gazze'de siyonaziler hezimete uğradı. Muharebeyi kazansalar da savaşı kaybettiler. Küresel algıyı artık manipüle edemiyorlar. Yenildiler. Mısır'a bile söz geçiremiyorlar. Katar, çekinmeden çekincelerini sıralıyor. Zira 1967'de Mısır, Ürdün ve Suriye'yi 6 günde yenen İsrail ve destekçisi Batı, iki yıldır her tür barbarlığa rağmen yetimler ordusu Hamas'a boyun eğdiremedi. Hamas, direnişiyle aynı zamanda İslam dünyasını da savunuyor. Çünkü Filistin'den sonra sıranın birer birer diğer ülkelere geleceğini herkes gördü. İşte bu yüzden diplomatik hinliklerle Hamas'ın silahlarını alıp iradesini kırmaya çalışıyorlar. Ne var ki bu oyunların devri geçti. Afrika, Asya ve Latin Amerika gibi dünyanın farklı bölgelerinde kimse çözüm için artık sömürgeci Batı'dan değişim talep etmiyor. Burkina Faso, Gine, Nijer, Mali, Kuzey Kore, Ukrayna, Mayanmar ve Venezuela'da görüldüğü üzere ekonomiden siyasete, teknolojiden kültüre uzanan farklı alanlarda harekete geçen Küresel Güney ihtiyaç duyduğu değişimi artık bizzat kendisi gerçekleştiriyor. Libya, Karabağ ve son olarak Suriye'de ise Türkiye kendi çözümünü Batı'ya kabul ettirerek İslam dünyasında büyük bir jeopolitik devrime imza attı. Bu hamleler er veya geç Gazze başta olmak üzere bölgemizde de hayata geçecek. Haliyle Batılı güçler ve soykırımcı taşeronları ya reform yapacak ya da geri çekilecekler. Bütün cephelerde aşağı yukarı benzer bir tablo var. Unutmayalım ki Batı'nın insani ve siyasi sözde söylemlerle inşa ettiği ahlaki otoritenin son kalıntıları da Gazze'de tarihin çöplüğüne atıldı. Ukrayna ve İsrail'e verilen açık askeri çekler sonucu iç borcu 36 trilyon dolara ulaşan ve yıllık faiz ödemeleri bile 1 trilyon dolarla savunma bütçesini aşan Amerikan yönetimi içeriden ve dışarıdan sıkışmış durumda. Gemisi su alan ABD'nin tamamen dibe vurmuş İsrail'i kurtarması bu saatten sonra çok zor. Dolayısıyla siyonazilerin Gazze'de kendi şartlarını dayatacak ahlaki ve askeri üstünlükleri tamamen yok olmuş halde. Hamas değil işgalciler gidecek. 100 maddelik plan da hazırlasalar soykırımcıların Gazze'de barınmaları imkânsız. Zira bütün senaryoları çöktü. Gazze'den çıkıp gitmeleri artık bir zaman meselesi...

5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ İnsansızlaştırma

Modern dünyânın zihnî dünyâsı hummalı bir nesneleştirme arzusu üzerinden şekillendi. Bunun maddî arkaplânında hiç şüphesiz, kapitalist iş ve işlemlerle işleyen kapitalist sermâye birikimin dinamikleri yatmaktadır. İnsanın duygularından tamâmen arındırılmış, dolayısıyla herhangi bir ahlâkî engelle çarpmayan bir dünyâdır bu. Burada herşey alabildiğine yalıtılmış; kendisine indirgenmiş, kendi kendisinin gâyesi hâline getirilmiştir. Meselâ ekonominin amacı sâdece kendisidir. Kâr maksimizasyonu tam da bunu anlatır. Mütevvefa ekonomist André Gorz’un ifâdesiyle ekonomide herşeyin br değişim değeri vardır ama ekonominin kendisinin bir değişim değeri yoktur. Modern dünyânın tekmil yapıları bu ilkeye göre şekillenmiştir. İlkenin felsefî ismi akılcılıktır. Descartes, Leibniz vb Kartezyenler akılcılığı kuvvetli bir şekilde işlemişlerdir. İş felsefede kalmıyor. Pratikte mesela bürokraside bunun bir yansımasını görüyoruz. Nitekim târihçi Weber’in teorik düzlemde uzun uzun anlattığı üzere modern bürokrasinin iş ve işlemleri yürütme tarzı da ,içinde herhangi duygu ve ahlâkî kaygı gütmediği, sâdece işin kendisine odaklandığı ve onu en mükemmel şekilde başarmaya odaklı bir tarzdır. Modern bürokrat işini nesnelleştirir ve akılcı bir dâirede başarır. Modern siyâsetin, kendisini kuşatan ahlâkî endişelerden arınmayı ve onu çıkarların maksimize edildiği bir çerçevede yürütmeyi esas alır. Buna, bilindiği üzere reelpolitik denir. Modern dünyâda moralpolitik es geçilir. Modern bilim de bundan nasibini alır. Nesnellik baştacı edilir. Modern bilim insanı, laboratuvarına duygularını sokmaz. Tabiat, eşyâ tepeden tırnağa nesnelliğine indirgenir. Ama en vahimi, aynı metodun beşerî bilimlere de tatbik edilmesidir. Modern beşerî bilimler külliyâtının esaslı bir kısmı bunu temsil eder. Meselâ modern sosyolojinin doğuşunda yoğun bir insansızlaştırmaya şâhit oluyoruz. Bahse konu olan toplum alabildiğine insansızlaştırılmış; elbette kapitalizmin gereklerine uygun olarak bir dizi işbölümüne ve işlevlere indirgenmiş olarak târif görür. Şimdi başka bir açıdan bakalım. Kapitalist birikimin bir başka dinamiği büyük kitlelerin sâhip olduğu varlıklara çökmek, onları mülksüzleştirerek dünyâ varlıklarını tekelciliğe evrilen bir mülkiyet ağında toplamaya dayanır. Kapitalist birikimin başarılması için bilhassa küçük köylülüğün ve küçük mülkiyetlerin tasfiyesi esastır. Bunun küresel ölçekte bir karşılığı da vardır. Sömürgecilik ve onun son sürümü olan emperyalizm tam da bunu ortaya koyar. Bu kadarlık bir özetleme bile kapitalizmin ne kadar vahşi bir süreç olduğunu göstermeye yetiyor. Gelin görün ki, bu büyük vahşeti örgütlemek kolay iş değildir. Onu arındırmak ve olduğundan başka göstererek yürütmek gerekir. Sosyal teoride buna estetizasyon denir. Doğrusu, bu satırların yazarı olarak bahsi geçen olguyu aydınlatacak, ilâhiyattan devşirilmiş daha tesirli bir karşılık olduğunu düşünürüm Orada Hristiyanlığın kültür kodları dâvet edilir. Buna vaftiz de diyebiliriz. Birikimin sâhipleri veyâ tekelleri burada bir kültür ilüzyonu yaratır. İlüzyonun ismi medeniyettir. Her çökme, talan, gasp medeniyet odasında vaftiz edilerek hegemonik olarak yeniden üretilir.. Amerikaların talanı, aslında talan değil, oraların vahşi, geri topluluklarına medeniyet götürmek için medenî dünyânın “fedâkârane” gayretleri olarak takdim edilir. Kapitalist dünyâda birikimi elinde tutanlar, birikimin bir kısmını kendi toplumlarına akıtarak sağladıkları refâhı da bayraklaştırırlar. Aslında bunun doğrudan yeniden bölüşümle alâkalı olduğunu, siyâsette Batı medeniyetinin müftehir olduğu insan hakları, hukuk ve demokrasi gibi değerlerin bununla bağlantılı olduğunu bu köşede defâlarca yazmış olduğumu hatırlıyorum. Kendilerini dünyâya sunumlarken, talan gözden kaçırılır ve esas Batı medeniyetinin bu değerlerde olduğu imlenir. Hâlbuki bu değerlerin doğrudan talan ile bağı vardır. Esâsen bu hikâye safdil entelektüalizmin afyonu da olabilen bir perdelemedir bu. Kapitalizmin derin krizleri bu toplumları sarmaya başladığında hepsinden en başta kendileri vazgeçerler. 1929 ağır ekonomik krizinin hediyesinin nazizm, faşizm ve türevleri olduğunu biliyoruz. Nazizm, darası alınmış Batı’dır. Tabiî ki bunun bir yol kazâsı olduğu ve bir daha tekrarlanmayacağı söylenmiştir.(Burada yine ilâhiyatları devreye girmiş ve hemen günah çıkarak bu işten sıyrılmışlardır). Ama günümüzde yaşanan krizler aynı sahneleri yeniden kuruyor. “Medenî” Evropa’da ve özgürlükler diyârı ABD’de aşırı sağın önlenemez yükselişi, demokrasilerin kirişlerinin yerinden oynaması, “medenî” olduğu söylenen kurumların işlevsizleşmesi tam da bunu ortaya koyuyor. Batı’nın makyajı dökülüyor ve olanca çirkinliği ile yakalanıyor. Bugün Gazze’de yaşanan bu gidişâtın en yüksek evresidir. II.Umûmî Harp esnâsında nesneleştirilenler Yahudîlerdi, kurban olarak seçilmişlerdi. Ârî ırkın selâmeti önünde en büyük mâni olarak görülüyor ve kurban olarak seçiliyorlardı. Bugün ise dünün kurbanları, nazizmin kendilerine revâ gördüğü toplu imhâyı Gazze’de hayâta geçiriyorlar. İsrâilli faşist bakanın târif ettiği üzere “insan sûretindeki hayvansı varlıklar”- vaktiyle kendileri için naziler de benzer sıfatları kullanıyorlardı- olarak nitelenen Filistinliler Gazze’de yok ediliyor. Yeni Gazze, Doğu Akdeniz’in Riviera’sı olarak olanca nesnelliği ile parlatılıyor. Târihi, kültürü, şahsiyeti ve haysiyeti ile Gazzelileri Gazze’den soyutlayan; daha doğrusu kazıyan vahşî bir tasarım bu. Ne tuhaftır ki bu talan barış olarak takdim ediliyor. İnsansız bir barış…

Demek ki kaybedecekler…Tıpkı zamânında nazilerin kaybettiği gibi.. Bugün değilse bile, er geç.. 1942 ve 1943’de herkes artık nazilerin durdurulamaz olduğunu düşünüyordu..Netice ortada. Zulüm görerek zulmetmeyi iyi öğrenmişler. Dersin son kısmını, nazilerin akıbetini ihmâl etmişler. Bunu da yaşayarak öğrenecekler…

6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Yeni emperyalizm

İngiltere ve ABD, Almanya’nın da dâhil olmasıyla bütün dünyayı karşısına alarak yeni bir emperyalist düzen arayışı içindedir. Almanya’yı iki dünya savaşı üzerinden değerlendirmek bizi yanlış sonuçlara götürdü. 1870’lerden itibaren Almanya, klasik anlatımın dışına çıkıldığında çok rahatlıkla görülecek bir şekilde kolonyal rekabete katıldı. O güne kadar Kuzey Avrupa ülkelerinden yüz binlerce insan özellikle Kuzey Amerika kolonilerini istila girişimine katılmıştı. Bu tarihten itibaren Alman devleti de kolonyal rekabete doğrudan dâhil oldu. Avrupa devletleri 1884-1885’te Berlin’de dört ay boyunca Afrika kıtasının paylaşımını konuştu. Berlin Konferansı kolonyalizmin zirvesiydi. Burada bir parantez açmak istiyorum. Okullarımızda Avrupa tarihiyle ilgili anlatımlarda ne yazık ki Berlin Konferansı üzerinde çok az durulmuştur. Geçmişle uğraşmak gibi bir amacım yok ama bizde Avrupa tarihi aydınlanma, akıl çağı, modernleşme, Fransız İhtilali, bilim ve teknoloji, yönetim biçimleri vesaireden ibarettir. Bu, elbette Avrupamerkezci bir tarih anlayışının yansımasıdır. Zavallı Türk aydını! Almanya, Fransa ve İngiltere nasıl istiyorsa ona göre bir tarih anlayışını benimsedi ve bunu da milyonlarca insandan oluşan yeni kuşaklara yıllar boyunca aktardı. Avrupa hayranlığı kuşaklardan kuşaklara miras yoluyla öğretildi. Berlin Konferansının neticesinde yüz binlerce Afrikalı ve Asyalı onlarca yıl sürecek bir karmaşaya sürüklendi. Ülkeler işgal edildi. Ne yazık ki Türkçe yayımlarda İngiltere, Almanya, Fransa, Belçika ve Hollanda’nın on dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısında zirveye çıkan kolonyal yayılmacılığına çok az yer ayrılmıştır. Bu durum Kafkasya, Kırım, Türkistan için de geçerlidir. Geçmişle uğraşmak gibi bir amacım yok sözü ile bundan sonrasına önem verilmesi gerektiğini ifade etmek istedim. Çünkü 1884-1885 Berlin Konferansında olduğu gibi İngiltere, Almanya ve ABD’nin yine farklı bir arayış içinde oldukları çok açıktır. Kolonyalizm ve emperyalizm kavramlarını yeni bir gözle mutlaka tartışmaya açmak gerekir. Bugün yakın çevremizi bir ateş çemberine alan hadiseleri devletlerin ya da şirketlerin taktik ve stratejik manevralarıyla tahlil etmenin yeni kuşaklar için çok da anlamlı olduğunu zannetmiyorum. Yeni kuşaklar ile ayrı bir dünyada yaşadığımızı kabul etmek durumundayız. Kendi aralarındaki tartışma konularının son derece sınırlı olduğunu tahmin edebiliyorum. Bunun suçunu sadece televizyon tartışmalarına yüklemek haksızlık olur. Fakat şunu da tespit etmek zorundayız ki genç kuşaklar da eskiler gibi son derece sınırlı konular etrafında konuşuyor. Okullarımızın katı bir çerçeveye mahkûm olduğunu söyleyebilirim. Ne yazık ki sivil toplum kuruluşları da sınırlı bir gündemle maluldür. Buna karşın Gazze ve Filistin meselesi İngiltere, ABD ve Almanya’nın bütün dünyayla ilgili yeni dönem perspektifinin çok kapsamlı olduğunu gösteriyor. Bütün dünya sıraladığımız bu üç ülkeye bir şey anlatmak istedi. Sokaklar ayağa kalktı. İngiltere ve Almanya’da da meydanlar doldu taştı. ABD’de protesto gösterileri zaten üniversitelerde yoğunlaşmıştı. Fakat bu üç ülkenin insanları bile kendi elitlerine Gazze’de yaşananlarla ilgili düşüncelerini iletemedi. Sağır ve kör oldukları anlaşılıyor ama dilleri var. İsrail’i ve Siyonist Yahudileri her şeyden üstün tuttuklarını söylüyorlar. Bu doğrudan Anglosakson üstünlükçülüğünün bir yansımasıdır. Hatayı kendimizde arayalım mantığı ile bu durumda bile suçu Araplara veya başkalarına yükleme kolaycılığına kaçmanın anlamlı bir tarafı yok. Bu cümleden Arapları korumak istediğime yönelik bir sonuç çıkaranlarla vakit kaybetmek de anlamsız. Sıraladığımız ülkelerin yeni emperyalizmiyle ilgili tartışmalara öncelik verilmelidir. İngiltere, ABD, Almanya ve hatta Fransa Gazze’de yaşanan soykırımla ilgilenmiyor. Bu tespit son derece önemli çünkü Filistin’e destek olan ülkelerin fikirleriyle de ilgilenmiyorlar. İtalya’da onlarca şehir Filistin kaygısıyla ile sokaklara döküldü ama İtalya başbakanı küresel kararlılık filosunun barış müzakerelerini tehlikeye düşürdüğünü söyledi. Bunun anlamı çok açıktır. İtalya da yeni emperyalist paylaşımda yer kapmak istiyor. Hâlbuki İtalya Berlin Konferansından sonra payına düşen topraklarda başarısız olmuştu. Çünkü İngiltere ve Fransa tarafından kullanılmıştı. Buna rağmen İtalya yeniden Latin dünyasından çıkıp Anglosakson egemenliğine girmek istediğini göstermiş oldu. İtalya’nın bu tavrını da Yahudi gücüyle açıklayanlar olacaktır. Yanlış yere baktıklarını yüzlerine söyleyebiliriz. Dünyayı yeniden bölüşmek isteyen ülkeler Almanya, İngiltere ve ABD’dir. Yeni emperyalizmi bu veri üzerinden konuşmalıyız.

7. OĞUZHAN BİLGİN/ Gazi Meclis, şehit milletvekilleri, meşruiyet

Dünya üzerinde birçok millet istiklâl mücadelesi yapmış ve millî mücadele süreçlerini çeşitli şekillerde yürütmüştür. Ama bu mücadelesini bir millet meşruiyetine dayandırarak, millet iradesiyle seçilmiş Meclis'in yönetiminde yapan çok az millet vardır. Bizim İstanbul'dan Ankara'ya taşınmış Meclis-i Mebusan'ımız da, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi adıyla tekrar açılmış, Polatlı'dan top sesleri gelirken geri çekilmemiş, Millî Mücadele'yi yönetmek üzere de son süreçte Başkomutan olarak Mustafa Kemal Paşa'yı atamıştı. Neticede Gazi Paşa'nın komutanlığında Millî Mücadele kazanıldı. "Birinci Meclis" de hem Türk hem insanlık tarihine adını altın harflerle yazdırdı. Bu destan hem bir millî bağımsızlık destanı hem de bir demokrasi destanıydı. Meclis "Gazi" unvanını boşuna almıyordu. Meclis "Gazi" unvanını alırken, Meclis'in yeni döneminin açıldığı bugünlerde Meclis'in şehit milletvekillerini de hatırlamak gerekiyor. Meclis'in ilk şehit milletvekilleri genelde pek hatırlanmıyor. Onlar kimler mi? Mesela o işgaller döneminde Ankara'ya taşınıp yeniden açılan Meclis için yapılan seçimlerde memleketleri olan Gümüşhane ve Trabzon'dan seçilip Ankara'ya yola çıkıp yolda şehit edilen Ziya Bey ve İzzet Bey... Yine Birinci Meclis'teki kahramanlardan Ali Şükrü Bey'i de bu noktada anmak gerekiyor. Millî Mücadele ruhunu taşıyan önemli aktörlerden biri olan Ali Şükrü Bey sonrasında sırf muhalif olduğu için Meclis'in içerisinde şehit edilmişti. Gazi Meclis'in o kahraman "Birinci Meclis"i sonra Türkiye'de demokrasinin kurulamaması sebebiyle ise tasfiye oldu. Uzun süre benzeri bir demokratik meclis teşekkül etmediği için Türk demokrasisi millet egemenliğini temsil edecek bir Meclis'e ancak 1950'den sonra ulaşabilecekti. 1950'den sonraki dönemde de Meclis ilk seçilmiş Başbakan'ı kendi içerisinden çıkarırken 1960'ta Batılı emperyalist vesayetin uzantısı olan darbeciler tarafından devrildi, hem Başbakan Menderes, hem bakanlar Zorlu ve Polatkan hem de bir binanın penceresinden atılan İçişleri Bakanı Namık Gedik şehit edildi. Yine çok sonraları şehitler kervanına Muhsin Başkan, Muhsin Yazıcıoğlu da katılacaktı. Emperyalist aparatı FETÖ bu noktada başrolü oynayacaktı. Zaten en son 15 Temmuz 2016'da da yine emperyalistlerin aparatı uçaklarla Meclis'i bombalayacak, Meclis o gece de bağımsızlık ve demokrasi destanı yazacaktı. Türkiye Büyük Millet Meclisi sadece seçimler yoluyla değil, aynı zamanda da "gazi" unvanını alıp, şehitler verirken de aslında bu gaziler ve şehitler yurdunun temsilcisi oluyordu. İşte bugün millet meşruiyetine dayanan, seçilmişler tarafından oluşan, böylesine büyük mücadeleler ve kayıplar vermiş bir Meclis için ve yine aynı meşruiyete dayanarak Türk milleti tarafından seçilmiş Cumhurbaşkanı için meşruiyet tartışması açmanın iyi niyetli olduğu söylenemez. Bunu da bir emperyalist devlet memurunun (çarpıtılmış) laflarına bakarak, onu referans alarak açmak ve hatta Meclis açılışına katılmamak ise hem kabul edilemez hem de millete ve onun temsilcisi olan, böyle bir tarihe sahip olan Meclis'e yapılmış bir hakaret olur. Askeri darbe dönemlerini, Tek Parti dönemini ve hatta 15 Temmuz gecesi darbeyi meşru gören zihniyetin bugün Türk Meclisi'ne ve Cumhurbaşkanı'na dair bir meşruiyet tartışması açması milletin egemenliğini ve Türkiye Cumhuriyeti'nin meşruiyetini tartışmaya açmak anlamına gelecektir. Daha da kötüsü bu Türk siyasetine, egemenliğine, demokrasisine daha önce yapılmış ve bundan sonra da yapılmak istenen gayrı-meşru müdahale girişimlerine yönelik bir meşruiyet kazandırma arayışı olarak da anlaşılabilir ki bu CHP tarihinde örneğine sıkça rastlanan bir durumdur.

8. MEHMET UÇUM/ Cumhurbaşkanının hukuku: Neden korunmalı, nasıl uygulanmalı?

Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) 1 Ekim 2025 tarihli yeni yasama yılının açılışına muhalefetin bir kısmı Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın TBMM’de yapacağı konuşma sebebiyle katılmayacağını açıkladı. Cumhurbaşkanının her yasama yılının açılışında TBMM’de yaptığı konuşma Anayasa’nın gereğidir. Cumhurbaşkanı “gerekli gördüğü takdirde, yasama yılının ilk günü Türkiye Büyük Millet Meclisinde açılış konuşmasını yapar." [1] Demokratik muhalefet anayasal sınırlar içinde yapılır. Bir kısım muhalefetin cumhurbaşkanının hukukuna karşı tavır alması anayasal hükümlerle çatışan bir yaklaşımdır. Hukukla kavga edilerek demokratik muhalefet yapılamaz. Hukuk dışına çıkan tutumlar demokratik muhalefet sayılmaz. Genel bir tespit olarak pozitif hukuku değiştirme talebi meşrudur ama pozitif hukuku tanımamak gayri meşrudur. Öte yandan cumhurbaşkanının hukukunu göz ardı eden bir dil muhalefete bir şey kazandırmaz. Hatta muhalefetin cumhurbaşkanının hukukuna aykırı bir dil ve tutumla destekleyecekleri bir adayı cumhurbaşkanı seçtirmeleri neredeyse imkansız olur. Bu vesileyle bir kez daha cumhurbaşkanının hukukunu hatırlamanın gerekli olduğu görülüyor. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde Cumhurbaşkanı'nın görev tanımı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'ne geçildiğinde parlamenter sistemden farklı olarak Cumhurbaşkanı sadece “Devletin başı” olarak tanımlanmadı. Cumhurbaşkanına Devlet Başkanı sıfatı da verildi. Düzenleme şöyledir: Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına aittir. Cumhurbaşkanı, Devlet Başkanı sıfatıyla Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milletinin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin eder. [2] Buna göre Cumhurbaşkanı sadece devletin başı değil, Devlet Başkanıdır. Özcesi, Cumhurbaşkanı hem halkın (cumhurun) başkanıdır hem de devletin başkanıdır. Diğer bir deyişle “halkın iradesi devlete egemen olmuştur." Bunun sonucu olarak Anayasa tarafından Anayasanın uygulanması ile tüm devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını temin etme görevi Cumhurbaşkanına verilmiştir. Eski sistemde Cumhurbaşkanının sadece “gözetme” başka bir ifadeyle nezaret etme görevi varken şimdi “temin etme” yani icrai bir görev söz konusudur. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı yürütme görevinin yanı sıra yasamaya da yargıya da düzenli ve uyumlu çalışma konusunda perspektif sunma görevine ve yetkisine sahiptir. TBMM’nin yasama yılı açılış konuşmaları da bu kapsamdadır. Ayrıca Cumhurbaşkanı milli güvenlik politikalarını belirler, TBMM adına Başkomutanlığı temsil eder. Yani Cumhurbaşkanı aynı zamanda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) başkomutanıdır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin kullanılmasına karar verme yetkisi vardır. [3] Anayasaya göre hem "Halkın Başkanı", hem "Devlet Başkanı" hem de "Başkomutan" olan Cumhurbaşkanı aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Milletinin birliğini temsil eder. [4] Zaman zaman ifade ettiğimiz Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın "Ülke Liderliği" rolünün anayasal dayanağı bu hükümlerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan sonra da Cumhurbaşkanı seçilecekler sadece bir mecranın siyasi lideri ve devletin yürütme organının görevlisi ve yetkilisi değil "Ülke Lideri" olma sorumluluğunu da üstleneceklerdir. Çünkü anayasal olarak diğer ad ve sıfatların yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti'ni temsil etmenin ve Devlet Başkanı olmanın hukuki, siyasi ve sosyal sonuçlarından en önemlisi "Ülke Lideri" sorumluluğuyla hareket etmektir.

ÜLKE LİDERLİĞİNİ ÜSTLENEN CUMHURBAŞKANINA SAYGI GÖSTERİLMESİ NEDEN ÖNEMLİ?

Bu durumda Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bütün organlarını anayasal sınırlar içerisinde yönlendirebilme yetkisi olan, halkın yüzde 50'den fazla oyuyla seçilmiş ve Ülke Liderliği sorumluluğuna da sahip Cumhurbaşkanına saygı gösterilmesi: Birincisi, halkın genel iradesi olan milli iradeye saygıdır. İkincisi, halkın demokratik iradesi olan seçmen iradesine saygıdır. Üçüncüsü, devlete saygıdır. 18 Dördüncüsü, bundan sonra hangi mecradan seçilirse seçilsin Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı görevini üstleneceklere saygıdır.

BEŞİNCİSİ, ANAYASAL DÜZENE UYMANIN BİR GEREĞİDİR.

Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanına saygıyı aktüel siyasetin iç çekişmeleri üzerinden değil "Devletin Genel İşleyişi" üzerinden değerlendirmek gerekir. Hukuken ve siyaseten doğru olan, Cumhurbaşkanına saygıyı başta TBMM olmak üzere her yerde göstermektir.

CUMHURBAŞKANLIĞI MAKAMI: DEVLET BAŞKANI VE BAŞKOMUTAN

Cumhurbaşkanının yürütme görevi ve yetkisine binaen yürüttüğü faaliyetlere ve pratiklere yönelik elbette eleştiri yapılabilir. Bu, demokrasinin ve demokratik siyasi rekabetin gereğidir. Ancak eleştiri hakkının sınırlarının dışına çıkarak saygısızlık, küfür, hakaret gibi hukuk dışı yollara sapmak asla kabul edilemez. Bunları yapanlar da teşvik edenler de hesabını hukuk önünde ve halk nezdinde mutlaka verir. Sonuç olarak, Anayasal açıdan Cumhurbaşkanı konumu; Türkiye Cumhuriyeti'ni ve milletin birliğini temsil etmesi, Devlet Başkanı ve Başkomutanlık sıfatlarına sahip olması sebebiyle sadece yürütme görevi ve yetkisi (hükümet veya iktidar) olarak görülemez. Cumhurbaşkanının hukuku bunların tamamından oluşur. Her vatandaşın, tabii ki eleştiri hakkı baki kalmak kaydıyla, anayasal hükümlerle tayin edilmiş Cumhurbaşkanının hukukunu koruması ve saygı göstermesi, anayasal bir ödevdir ve vatandaşlık bağının gereğidir. Halkın meşru temsilcisi olan milletvekillerinin de evleviyetle yapması gereken budur.

Kaynak: GAMZE KARABULUT