1. AHMET HAKAN /Zelenski’yi yukarı çekeceklerdi Zelenski onları aşağı çekti
AVRUPA’nın eskimesi, çaptan düşmesi, yeni bir şey değil. Taaa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlamıştı bu süreç. Ama yine de Avrupa, eski havasını atmayı sürdürebiliyordu. Çünkü şöyle bir yaklaşım vardı: ABD bir güçse... Avrupa kültürdür, tarihtir. Bu yaklaşım o kadar etkiliydi ki ABD’liler bile bunu kabul etmiş görünüyordu. ABD, küresel tek süper güçtü ama Avrupa’yı da içine alacak şekilde “Batı” sayıldı. İki binli yıllarda işler biraz karıştı: Batı dışında yeni güçler sivrilmeye başladı ama sanki düzen çok da sarsılmadı. Trump’ın ikinci kez seçilmesiyle birlikte Avrupa’nın o eski havasından bir eser kalmadı. Trump’ın Avrupa’yı fırsat buldukça hırpalamaktan çekinmemesi, bunun göstergelerinden biriydi. Beyaz Saray’da ortaya çıkan son fotoğraf karesi ise... Avrupa’nın eskimişliğini, çaptan düşmüşlüğünü dünya aleme ilan etti. Güya Zelenski’yi Trump karşısında ezdirmemek adına toplanıp ABD’ye giden Avrupa liderleri, Trump karşısında dizilip oturduklarıyla kaldılar. Onlar Zelenski’yi yukarı çekeceğine... Zelenski onları aşağı çekti. Geldikleri gibi döndüler. İngiltere’si, Fransa’sı, Almanya’sı, İtalya’sı, Demir Leydi Ursula Von Der Leyen’i, NATO Genel Sekreteri falan... Topunun bir Trump etmediğinin altı kalın kalın çizilmiş oldu. Avrupa’nın eskimişliği sadece küresel ölçekte ABD’nin gerisine düşmesiyle ilgili değil. Bu ülkelerin liderleri, içeride de çok zor durumda.
- İNGİLTERE: Yakın zamana kadar marjinal sayılan aşırı sağcı Reform Partisi’ne destek o kadar arttı ki... 2029’da iktidar olacağını söyleyenler bile var. - FRANSA: Macron, erken seçim yaptı ve yenildi. Zoraki bir koalisyon hükümeti kurdu. Yenemediği Le Pen’i siyaseten yasaklamaya çalışıyor.
- ALMANYA: Sosyal Demokratların liderliğindeki koalisyon hükümeti istifa etmek zorunda kalınca Hıristiyan Demokratlar liderliğinde bir koalisyon zar zor kurulabildi. Aşırı sağın güçlenişi ise durdurulamıyor.
- İTALYA: Meloni, Mussoli’nin kurduğu aşırı sağ partinin lideri. Meloni’nin bir özelliği daha var: Rus karşıtı. Sırf bu nedenle “aşırı sağ” olmasına göz yumuluyor. Kısacası bu Avrupalı liderler, ülkelerinde aşınmış, köhnemiş, bitmiş bir düzenin zoraki temsilcileri. 4 Bu nedenle bir ağırlıkları yok. Bu nedenle Trump’ın önünde diziliyorlar. Bu nedenle topunu toplasan bir Trump etmiyor .
BU SAKİL FOTOĞRAFTA İYİ Kİ TÜRKİYE YOK
CHP’li Namık Tan, “fotoğrafta Türkiye niye yok” demiş yaptığı bir paylaşımda. Avrupalı liderlerin tuzluk gibi dizildiği. “Patron ne derse o” mesajının verildiği. Ezikliğin kol gezdiği. Avrupa’nın hasta adamlığının altının çizildiği. Böyle bir fotoğrafta yer almayı marifet zanneden birinin, muhalefetin dış politika oluşturucusu olması tam bir felaket. CHP’nin acilen yapması gereken şey: Partinin dış politika yaklaşımını, eski büyükelçilere teslim etmekten acilen vazgeçmek.
NATO ZİRVESİ’NİN YERİ BELLİ OLDU: ANKARA 2026 NATO
Zirvesi Türkiye’de yapılacak. Bunu biliyorduk. Kesin olmayan şuydu: İstanbul’da mı, Ankara’da mı, Antalya’da mı? NATO Genel Sekreteri Rutte açıkladı: Zirvenin şehri Ankara olacak. NATO Zirvesi’nin Ankara’da olmasının bir öyküsü var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın uçakta düzenlediği basın toplantısında konu gündeme gelmişti. Erdoğan da “Sizce hangi şehir olmalı” diye sorunca... Gazeteciler, “Ankara” seçeneğini öne çıkarmışlardı. Hatta ilk “Ankara” diyen de bendim. Gerekçelerim şunlardır: İstanbul: Trafik sorunu devasa bir kent... Böyle bir zirve, İstanbul’da hayatı durdururdu. Antalya: Turizmin başkenti. Turizm sezonunun göbeğinde böyle bir zirveye ev sahipliği yapması, turizmi olumsuz etkilerdi. Ankara: NATO Zirvesi gibi dev bir uluslararası toplantıya ev sahipliği yapacak altyapısı var ve hazır. En uygun seçenek Ankara’ydı.
MECLİS’TE BİR AJAN PROVOKATÖR VAR
“DEM’in komisyondan beklentileri” diye bir liste yayımlamış İYİ Parti Milletvekili Yüksel Arslan. Listede şunlar var: Kürtlere özerklik verilsin. Türk milleti yerine etnik kökenler Anayasada belirtilsin. Doğru ve Güneydoğu’ya vali atanmasın. Kürt ordusu kurulsun. Kürdistan’ın iç ve dış bakanları olsun. Kürtçe resmi dil olsun. Baştan sona yalan. Baştan sona palavra. Baştan sona sallama. İşin daha vahimi: Bunların yalan, palavra ve sallama olduğunu bu milletvekili de biliyor. Bir İsrail ajanı, “Türkiye terörden kurtulmasın, terörsüz Türkiye projesi çöksün, halk galeyana gelsin” falan diye Türkiye’de çalışma yapsa... Bu milletvekilinin yaptığının aynısını yapardı.
2. MAHMUT ÖVÜR/ Bir avukatın ölümü ve bir ülkenin silkinişi
Genç bir avukatın ölümü, yalnızca bir trajedi değil; Türkiye'nin siyaset, para ve uyuşturucu üçgeninde giderek derinleşen karanlığın en çarpıcı fotoğrafıdır. Kripto patronunun sofrasında ölüm.. Genç avukat Göksu Çelebi, kripto para borsası ICRYPEX'in patronu Gökalp İçer'le uyuşturucu kullandı, komaya girdi ve günlerdir süren yaşam mücadelesini kaybetti. Bu, yalnızca bireysel bir ölüm değil; bir düzenin, bir anlayışın, bir kirli ağın ürettiği sonuçtur. Hızlı yükselişin, pervasızlığın, arsızlığın hayata yansımasıdır. Bu yüzden Gökalp İçer'in hikâyesi sıradan bir işadamının hikâyesi değil. Son 5–6 yılda öyle büyüdü ki, Türkiye'den Brezilya'ya uzanan bir kripto imparatorluğu kurdu. Ama bu sadece finansal bir ağ değil; siyaseti yönlendiren, medyayı finanse eden, toplum mühendisliğine soyunan bir karanlık yapı. MEDYADAN SİYASETE...
ICRYPEX, bir yandan aşırı milliyetçi- ırkçı yapılarla el sıkıştı, öte yandan Fatih Altaylı'dan solcu "Onlar TV"ye kadar uzanan sponsorluklarla görünürlüğünü pekiştirdi. Piyasada ve muhalif çevrelerde güven kazandı Bu tablo bize ne anlatıyor?
* Genel ve yerel seçimlere "para" ve "trol ağlarıyla" müdahil oldular mı?
* "Soğuk cüzdan" dosyasında şirketin gölgeli ağından yararlanıldı mı?
* CHP'nin yeni patronu Ekrem İmamoğlu'yla temas kuruldu mu? Meydanlarda "Başkanlarımız tertemizdir" diyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel, acaba seçim öncesi Gökalp İçer'le hiç yan yana geldi mi? Savcıların cevaplaması gereken sorular bunlar...
KANADA'YA GİDİŞİN SIRRI
Daha önce yazmıştım: Gökalp İçer'in ağabeyi Oğuzkaan İçer, tutuklamadan bir gün önce 600 milyon dolarla Kanada'ya uçmuştu. İddia buydu. Şimdi öğreniyoruz ki aslında Kanada'dan gelip alelacele geri dönmüş. Neden? Kardeşi böyle büyük bir krizin ortasındayken hangi izleri sildi, hangi karanlık yükü beraberinde götürdü? Bu soru hâlâ havada asılı.
BAROLAR NEDEN SESSİZ?
Bir uyuşturucu müptelasının, uyuşturucuyla mücadeleye sponsor olmasının, yangını çıkaranın, itfaiyeci kılığına bürünmesinden farkı var mı? İşte Türkiye'nin trajedisi bu: Sonradan görme para babalarının, tekno-feodal ağaların "Ben yaptım oldu" pervasızlığı. Göksu Çelebi'nin ölümü, yalnızca genç bir avukatın kaybı değil; hukuk düzenine, siyasete ve toplumsal ahlaka açılmış ağır bir yaradır. Barolar nerede? Genç bir meslektaşları uyuşturucu sofralarında ölüme sürüklenirken barolar ne yaptı? Sessizlikleri bu karanlığa ortaklık değil mi Son söz... Türkiye artık bu gözü dönmüşlüğe, bu çılgınlığa "dur" demek zorunda. Çünkü mesele sadece bir hayat değil; mesele, bütün bir ülkenin geleceği.
3. BERCAN TUTAR/Türkiye’nin önündeki tek engel
Dünya ve Ortadoğu kritik bir aşamadan geçiyor. Bu tarihi süreçte bütün gözler Türkiye'nin üzerinde. Devletimizin attığı iç ve dış adımlar çok yakından izleniyor. Çünkü ülkemizin devreye soktuğu oyun değiştirici stratejiler sadece bizim ve bölgemizin değil küresel siyasetin de dinamiklerini derinden şekillendirecek bir mahiyete sahip. Foreign Affairs, Foreign Policy, Le Point, The Economist ve The American Conservative (TAC) gibi Batılı dergilerle ana akım yazılı, görsel ve dijital medyadaki analizlerde Türkiye'nin yükselişinin özellikle Ortadoğu'da dört asırlık Batılı egemenliğin yol açtığı kaos ve talan düzenini sona erdireceğine işaret ediliyor. Analizlerin çoğunda "Neo-Osmanlı Türkiye geliyor, bunun önlemini acilen almalıyız!" paniği var. Türkiye'nin potansiyeli, imkân ve gücünü en büyük tehdit olarak lanse eden bu manipülatif yaklaşımların aksine konjonktürü doğru analiz edip ülkemizin önündeki iç ve dış engellere işaret eden değerlendirmelerle de karşılaşabiliyoruz bazen. Objektif diyebileceğimiz nadir kalemlerden olan Amerikalı stratejist Sumantra Maitra, TAC'da çıkan 18 Ağustos 2025 tarihli yazısının başlığını "Türkiye'nin Uzun Oyunu" diye koymuş. Bölgesel hegemonyanın stratejik sabır gerektirdiğinin altını çizen yazar, Türkiye'nin Ortadoğu'daki yükselişinin önünde iki temel bariyere dikkat çekiyor. İlki dış kaynaklı İsrail faktörü. İkincisi de iç kaynaklı çok kültürlü Osmanlı kozmolojisi ve evrenselliğini içselleştirmekte zorlanan Kemalist bürokrasi faktörü. 7 Ben İsrail faktörünü küçümsememekle birlikte bizim için asıl engelin ikinci faktör olduğu kanaatindeyim. Çünkü milletler sistemine dayalı çoğul kültürlü kadim medeniyet anlayışımızı yeniden pratiğe dökemezsek bütün dış faktörlerin aleyhimize çalıştığı bölgemizde kültürel ve siyasi hegemonyamızı yeniden hâkim kılmak öyle göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Eğer iç faktörün hegemonik ağırlığını kavrayamazsak bir asrı daha kaybeder ve yine Lozan parantezine sıkıştırılırız. Bu nedenden dolayı tehlikenin kaynağını gayet net gören Sayın Erdoğan ve Sayın Bahçeli, makûs talihimizi yenmek için bütün güçleriyle çabalıyor. Nitekim Sayın Erdoğan'ın dostluk ve kardeşlik irfanının mimarları olan İdris-i Bitlisi, Melayê Cizîrî ve Feqîyê Teyran'dan bahsettiği bir aşamada siyonist devşirmesi kesimler hâlâ işgal ideolojisinin değirmenine beyaz Toroslarla su taşıyor. Hem de Christopher Caldwell gibi Amerikalı gazetecilerin bile 'Eski konsensüs çöküyor' diyerek Amerika'nın İsrail'i terk etme senaryolarını açıkça konuştuğu bir dönemde... Bizdeki siyonist zihniyetle malul kullanışlı aptallar ise terörist yapılanmaları bahane ederek hemen her fırsatta kardeşlik iklimine saldırıyor ve içlerindeki kini vatanseverlik diye satıyor. Oysa asıl 'haramzade-i vatanfüruş/ vatanını satan haramzadeler' bunlardır. Zira bu ucuz retorik hokkabazlıkların devri artık kapanıyor. Çünkü İsrail'in bölgemizdeki nükleer güç tekeline karşı tek laf edemeyen bu 'haramzadelerin' asıl hedefi Kürtleri, Arapları, Farisileri ve Türkleri bir yüzyıl daha siyonist sömürgecilerin boyunduruğu altına almaktır. Hâsılı kelam, bölgemizin ve dünyanın kaderini değiştirecek kritik bir aşamadayız. Başarının yolu bize kalan mirasta gizli. Dolayısıyla Osmanlı'dan alacağımız ilhamla önce sömürgeci siyonist zihniyetten kurtulmak gerekiyor. Unutmayalım ki idrakimizi değiştiremezsek kendimizi de bölgemizi de dünyamızı da değiştiremeyiz.
4. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN / Pespâyelik ve köhnelik arasında
Diplomasi târihinin en garip, en tuhaf toplantılarından birisini idrâk ettik. Alaska’daki Trump-Putin Zirvesi biter bitmez, Avrupa’nın en önde gelen devletlerinin liderleri pür telâş ,neredeyse tam takım hâlinde, yanlarına Zelenski’yi de alarak Washington’ın yolunu tuttular. Kimler yoktu ki? Starmer, 8 Merz, Macron, Meloni , Rutte, Von der Leyen Trump’ın karşısında tespih tâneleri gibi dizildiler. Trump fırsatı kaçırır mı? Kasım kasım kasılarak karşıladı onları. Diplomatik usûller konusunda zerre miskâl hassasiyeti olmadığını bildiğimiz Trump’ın ilâve bir şey yapmasına gerek yoktu. Her bir fotograf karesi veyâ görüntü Avrupa’nın ABD karşısında yaşadığı aşağılanmayı kendiliğinden tevsik ediyordu. Hattâ Trump’ın ,her zaman olduğundan daha nâzik bir performans ortaya koymuş olduğunu bile söyleyebiliriz. Arada bir ağzından çıkan ve gûya onları onurlandıran sözleri bile, karşısında süt dökmüş kediler gibi dizilen ziyâretçileri kurtarmaya kâfi gelmedi. Hem Alaska hem de Washington toplantıları Avrupa’nın tükenmişliğini ispatlıyor. Trump-Putin Zirvesi için Alaska’nın seçilmesi Avrupa’nın by pass edilmesini ve NATO’nun boşa çıkarılmasını temsil ediyordu. Soğuk Savaş esnâsında ABD-SSCB ilişkileri hep Atlantik merkezli bir yapıya sâhipti. Ütülenmiş haritalar bunu perçinliyordu. Saf insanlar ABD ile Rusya’nın birbirlerine çok uzak iki diyâr olduğuna şartlandırılıyordu. Arada koca Atlantik Okyanusu ve Avrupa kıt’ası vardı. Hâlbuki dünyânın formu küreydi. Ve Rusya’ya âit olan Sibirya ile ABD’ye âit olan Alaska arasında sâdece Bering Boğazı vardı. Uzun mesâfe yüzücüsü Lyenne Cox, 1987’de bu mesâfeyi sâdece 2.5 saatte yüzerek geçmişti. Zirve için Alaska’nın seçilmesi ,bu iki devletin aralarındaki ilişkiyi artık Atlantik ağı ,yâni işin içine Avrupa’yı da katarak NATO üzerinden yürütmek istemediklerinin ilânından başka bir şey değildi. Avrupa devletlerinin ,nasırlarına basılmış gibi tepki vermesini ve palas pandıras Washington’ın yolunu tutmalarının esaslı sâiki bu terk edilmişlik şokuydu. ABD’nin şemsiyesi altında yaşamaya alışmış Avrupa’nın hâli sudan çıkmış çırpınan balığın hâlinden çok da farklı değildi. Esâsen bu sahnelerin hayli gecikmiş olarak yaşandığını düşünüyorum. I. ve II.Umûmî Harp sonrasında Avrupa fiilen final yapmıştı. 7 Sene savaşlarından(1756-1763) başlayarak ,kendi içinde yaşadığı kitlesel büyük ölçekli savaşlar bu yaşlı kıt’ayı kendi içine doğru çökertmişti. 1945’de Avrupa tamâmen bitik bir Avrupa’ydı. Yaşaması için tâze ; tâze olduğu kadar da sun’i bir nefese , bir hayat öpücüğüne ihtiyâcı vardı. Bunu yeni dünyânın yıldızı ABD verdi ona. Soğuk bir hayât öpücüğüydü bu. Karmaşık , karşılıklı ve hayli oynak çıkar dengelerine dayanan bir ilişkiler ağı kuruldu. Yıkılmış Avrupa yeniden ayağa kaldırıldı. Başta Almanya olmak üzere Avrupa devletleri ,ABD tarafından üretim merkebine çevrildi. (Kıt’anın NATO şemsiyesi altına girerek askerî harcamalarda bulunmaması en büyük kolaylaştırıcıydı). ABD hem devâsa üretimi için Avrupa’yı pazar hâline getiriyor hem de ticâreti Dolar merkezli (Eurodolar) yaparak Avrupa’nın ürettiği artığı neredeyse bedâvaya getirerek çekiyordu. Bilhassâ 1971 Nixon Şok ve 1973 Petrol Krizi’nden sonra yürürlüğe giren Petrodolar rejimi üzerinden Avrupa tam mânâsıyla ABD kontrolüne girdi. Avrupa bu baskıları, Détente sürecini avantaja çevirerek bir taraftan AB’yi kurmak sûretiyle , yâni Eurozone bölgesi oluşturmaya gayret ederek ; diğer taraftan da SSCB ve daha sonra Rusya ile enerji 9 alışverişine dayalı bir yakınlaşma sağlayarak aşmaya çalıştı.(Unutmayalım; Brandt Doktrinin hayâta geçmesi ile Petrodolar rejimin dayatılması ardışık yaşanmıştır). Bunda da bir derece başarı sağladı. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ABD -Avrupa ilişkilerini boşluğa düşürdü. Artık Sovyetler Birliği yoktu. ABD-Avrupa ilişkilerinin ideolojik sütunu devrilmişti. Bu, AB tarafından ABD vesâyetinden kurtulmak için bir fırsat olarak görüldü. AB’nin yıldızının parladığı seneler 90’lardır. Gelin görün ki Çin’in yükselişi bütün hesapları alt üst etti. Bundan evvel Avrupa-ABD ticâret hacmi %70’ler mertebesindeydi. Çin devreye girince bu oranlar dramatik bir düşüş yaşamaya başladı. Çin Avrupa ve ABD pazarlarını bir karadelik gibi yutmaya başladı. II.Umûmî Harp sonrasında ABD-Avrupa ilişkileri ve bu ilişkileri yürüten dengeler parçalanmaya, dağılmaya başladı. NATO avâra kasnak gibi dönmeye başlamış, sağa sola saldırıyordu. İngiltere durumu kavradı. AB’nin artık bir istikbâli kalmadığını gördü. BREXIT ile ,zâten eğreti olarak bağlandığı Avrupa’dan koptu. Angloamerikan çekirdeği canlandırarak ABD’nin ihtiraslı küresel fetih mâcerâsına dâhil olmak istedi. Daha derinlerdeki hesâbı elbette farklıydı. Bu sürecin ABD’yi de tüketecek bir potansiyele sâhip olduğunu görüyor; ilk fırsatta ,ABD’ye kaybettiği eski dünyâ hâkimiyetini yeniden kazanmak için kendisine fırsat sağladığını düşünüyordu. Niyeti bir taşla bir kaç kuş vurmaktı. Geliştirdiği projeksiyonlarda ezeli hasmı gördüğü Kıt’a Avrupası’nın da çökertilmesi vardı. Biden ve Demokratlara bu projeksiyonu kabûl ettirdiler. Hedefte yine eski düşman Rusya vardı. Ukrayna kışkırtıldı. Rusya’nın harekete geçeceği besbelliydi. Savaş, Rusya-Avrupa bağlarını koparacak, NATO disiplini yeniden sağlanacak ve nerede ve nasıl biteceği belli olmayan savaşta ABD askerî mânâda ağır masraflara sokulacaktı. İngiltere, görüntüde ister Rusya kazansın, ister ABD , esas kazananın kendisi olacağını düşünüyordu. İşler hiç de istediği gibi gitmedi. Hattâ ters tepti. Rusya, Çin ve Hindistan üzerinden durumunu istikrarlaştırdı. Ekonomisini hızla askerîleştirdi. Ukrayna’dan hatırı sayılır toprak kazandı. Diğer taraftan Trump bütün oyunları bozdu. Rusya ile buzları eritti. Artık savaşa 1 Cent bile vermeyeceğini ilân etti. Avrupa’yı ve İngiltere’nin ayağını boşa düşürdü. Târihin geriye çevrilebilir bir tarafı yok. Dökülen su toplanmıyor. Artık yaşlı ve köhne kıt’anın bir istikbâli yok. Dinsizin hakkından imansız gelir demiş atalarımız. Köhneliğin hakkından da pepâyelik geliyor. Kendisine bir çıkış yolu arayan İngiltere ve peşine taktığı Avrupa devletleri can havliyle Karadeniz, Hazar ve Kafkasya’da yeni oyunlar kurmaya çalışacaklardır. Yine can havliyle Türkiye’nin kapısını çalacaklarını öngörüyorum. Türk karar alıcıların ucuz vaadlerle bu oyunlara gelmeyecek kadar tecrübeli olduğuna inanıyorum. Kırım Harbi’nin Osmanlı’nın başına neler açtığını bir an bile unutmamak gerekiyor… 10
5. YAHYA BOSTAN/Garantörlük detayları:
Ukrayna kıyıları Türk donanmasına mı emanet?
Trafik hızlandı. Önce Alaska’da Trump-Putin buluşması… Sonra Washington’da Trump-Zelenski görüşmesi ve Avrupalı liderlerle toplantı… Tabloyu bir önceki yazıda anlatmıştık, özetleyelim: Trump’ın karşısına dizilen Avrupalı liderlerin yüz ifadesinden de anlaşılacağı gibi… ABD Başkanı, toprak talebi başta olmak üzere Putin’in ağır şartlarını Zelenski’nin kabul etmesini istiyor. Bunun için Kiev’e “olağanüstü bir baskı” uygulanıyor. Savaşın bitmesi için öne çıkan iki başlık var. Birincisi, Putin-Zelenski, sonra da Trump’ın bir araya gelmesi ve nihai anlaşma için konuşması. Bu hususta mayın çok. Ukraynalı ve Rus liderler anlaşabilecek mi, göreceğiz. Ama rota oluşturulmuş görünüyor. İkinci başlık, bununla paralel yürüyor ki o da garantörlük meselesidir. Avrupalılar, on yıl sonra yeni bir Rus saldırısı görmek istemiyor. Bu yüzden garantörlük konusunu çok önemsiyor. Ruslar bunu kabul etmiyordu. Ancak Özel Temsilci Witkoff, “Putin, güvenlik garantisi verilmesini kabul etti” dedi. Gündeme gelen formül şu: Ukrayna NATO üyesi olmayacak ama NATO üyelerine sağlanan müşterek savunma (5’inci madde vurgusu) hakkından faydalanabilecek.
WASHİNGTON’DAN ANKARA’YA GELEN UKRAYNA ANKETİ Bir barış olursa…
Ukrayna’ya kim konuşlanacak? Türkiye nasıl bir rol oynayacak? Şimdi size bazı bilgiler aktaracağım. Umarım, (Haber ve yazılarından çokça faydalandığım kıymetli meslektaşlarımı tenzih ederek söylüyorum) meslek hayatını başkaları ne yazmış diye didikleyerek geçiren, analiz düzeyi dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan gelişmeleri alt alta sıralamaktan ibaret olan, “İsrail İran’a saldırmaya kalkarsa Rusya-Çin buna asla izin vermez” diyecek bir “uzgörüye” sahip bazı isimler için de faydalı olur: Bir. Garantörlük konusu uzun süredir tartışılıyor. Tartışma şubat ayında, Riyad’da ABD-Rus görüşmeleri gerçekleşince alevlendi. Savaş sonrası döneme hazırlık çalışmaları yoğunlaştı. İki. Bu özel bir bilgidir… ABD, 2025 Şubat ayında, Brüksel’deki NATO karargahında, -Türkiye dahil- tüm müttefiklere bir anket dağıttı. Anket, Ukrayna’da garantörlük konusunda üyelerin nasıl bir katkı verebileceği ile ilgiliydi. Tüm üyeler anketi yanıtladı. Dolayısıyla elde bir envanter var.
İKİ TÜR GÜVENLİK GARANTİSİ VAR
Üç. Mart başında Londra’da “Güvenlik garantileri” konulu bir toplantı yapıldı. Avrupa’dan liderlerin katıldığı bu toplantıya Cumhurbaşkanı Erdoğan, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı gönderdi. (“Geçen hafta Washington’da neden yoktuk?” diye soranlar, Ankara’nın ‘o kareye’ lider düzeyinde girmek istemediğini” buradan da anlayabilir.) 11 Bu da özel bilgidir… O toplantıda iki tür güvenlik garantisi ele alındı. Ateşkesin gözlemi… Ve olası Rus saldırısına karşı, barışın korunması için, uzun vadeli güvenlik garantisi. Londra’daki toplantıda daha çok kısa vadeli, ateşkesin gözlemini içerecek güvenlik garantileri tartışıldı. Hava, kara ve deniz gözlem güçleri gündeme geldi. Dört. Ukrayna lideri Zelenski, 15 Nisan'da, NATO Genel Sekreteri Rutte ile basın toplantısı düzenledi. (Odesa ve Mykolaiv gibi kıyı şehirlerine atıfla) “Türkiye'nin deniz için gelecekteki güvenlik garantilerinde ciddi bir yere sahip olabileceğine inanıyoruz" dedi.
MONTRÖ’YÜ AŞMAYA ÇALIŞAN ÜLKELER
Beş. Bundan on gün sonra, Ankara’da, 21 ülkenin katılımıyla Karadeniz’in güvenliği toplantısı yapıldı. Milli Savunma Bakanlığı, “Türkiye, Karadeniz’deki barış ortamının muhafazası amacıyla askerî planlamaların deniz boyutuna liderlik etmekte” açıklaması yaptı. Toplantıda Ankara, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne verdiği önemin altını kalın bir şekilde çizdi (Türkiye, “Bölgesel sahiplik” vurgusu yapıyor, Karadeniz’e kimseyi sokmuyor. O dönem bazı NATO ülkeleri -isim de verelim, ABD ve Fransa- hülle yoluyla Montrö’yü aşmaya çalıştı. Bu girişimler reddedildi. Tahıl krizi sırasında bazı gemiler Türk boğazlarından geri çevrildi.) Altı. Bunlar o dönemde yapılan tartışmalar… Peki, şu anki durum ne? Ortada yeni bir tablo var. ABD karar değiştirdi ve garantörlük çalışmalarının bir parçası olabileceğini vurguladı. Trump, Avrupa Kuvvetleri’nin ilk savunma hattı olacağını söyledi. Washington, arka planda kalmak istiyor. Bu bağlamda radar gözlem desteği verebilir. Yeni durumdaki ikinci değişiklik, garantörlük konusunun hacmiyle ilgilidir. Konu, ateşkes gözleminden, uzun vadeli barışı korumaya, ileride yaşanacak olası bir Rus saldırısına karşı caydırıcılığa, yani Avrupa’nın da güvenliğinin sağlanmasına kayıyor. İlginç bir hamle: Ruslar denkleme Çin’i de sokmak istiyor ki bu çok şeyi değiştirir. Özellikle Avrupa buna sıcak bakmaz.
TÜRKİYE’YE AVRUPA’DAN DAVET VAR AMA TÜRK GÜCÜ SINIRA GİTMEZ
Yedi. ABD kararı sonrası ortaya çıkan yeni durum ne getirecek, araştırdım. Edindiğim izlenim şu: Ukrayna’ya garantörlük konusunda o dönem yapılan görüşmeler hazırlık aşamasıydı. Hatta planlamalar daha ileriydi. Şimdi olay ciddiye bindi. Taraflar farklı bir tavır sergilerler mi onu göreceğiz. Avrupa tarafından Türkiye’ye davet var (Fransız lider Macron önceki gün “İngiliz, Fransız, Alman ve Türkler Ukrayna’da da güvence operasyonları yürütmeye hazır” dedi.) Ukrayna da istiyor. Rusya’nın Türk varlığına hayır demesi beklenmiyor ki negatif bir mesaj gelmedi. ABD’nin oynayacağı rol ise belirsiz. 12 Türkiye’nin garantörlük çalışmalarına katkısını genel resim, genel resmi ise ABD’nin alacağı tutum belirleyecek. Ankara, herkes mutabık kalırsa, garantörlük konusunda sorumluluk üstlenir. Ukrayna barışına vereceği destek denizle de sınırlı kalmaz. İki tarafla da yakın ilişkide, bu yüzden sınırın temas noktasında varlık göstermez. Güvenliği sağlamak için geri destek pozisyonu alabilir. Odesa tarafları olabilir.
6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Gazze için çok az şey söyledik, kelimeler tükenmedi
Filistin ve hususi olarak Gazze için söylenebilecek her şey söylendi şeklindeki bir cümle esasen bir çaresizlik durumunu yansıtır. Bir diğer açıdan ise Filistinlilerin Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te dünyanın bütün güçlü devletleri karşısında devam eden mücadelesi geri plana itilir hatta biraz da yok sayılır. Bu, farkında olmadan onları İngiltere ve Almanya karşısında bir fail olarak görmeye alışık olmadığımızın itirafıdır. Belki de bu, önceden belirlenmiş bir sonucu, kaçınılması mümkün olmayan bir gerçeklik olarak görmemizden kaynaklanan edilgenlik durumuna teslimiyettir. Çünkü Yahudi gücü ve sermayesinin piramidin en tepe noktasında olduğu bir küresel düzen hiyerarşisi zihin dünyamızda sarsılmaz bir yer edinmiştir. Şükür ki HAMAS, 7 Ekim 2023’ten itibaren böyle bir hiyerarşi algısının gerçek olmadığını bütün dünyaya kanıtladı. Sadece bu bile Filistin direnişinin tarihin akışı üzerindeki muazzam etkisini görmemizi sağlayabilir. Yahudi gücü ve Yahudi sermayesi anlatısı Yahudi ilahiyatına dayanan bir kavramsal çerçevenin şekillenmesine imkân verdi. Bu anlatının Türkiye’de derinlere uzanan kökleri var. Bu kavramsal çerçeve, karşımıza, muazzam güçlerle teçhiz edilmiş hayali düşmanlar çıkarmıştı. Bir anlatı kurgulamışlar ve bu anlatı ile ortaya çıkan kahramanlara mutlak güç izafe etmişlerdi. Anlatının kahramanları dokunulmazlık zırhına bürünmüştü. Örneğin Almanya da bunlara teslim olmuştu. Alman devleti, Alman elitleri, Alman siyasi partileri ve sivil toplum örgütleri hiyerarşinin alt basamaklarında adeta zorunlu olarak bulunmaktaydı. İngiltere ve Fransa da Almanya’dan farklı değildi. ABD zaten Yahudiler tarafından kurulmuş bir devletti. Piramidin en tepe noktasında uluslararası Yahudi gücü ve Yahudi sermayesi oturduğu için İsrail’e sorgulanmaz bir güç atfedilmekteydi. Bunun bir düşünme ve hatta inanç biçimi olduğunu ifade etmek zorundayım. Bu düşünce ve inançtan dolayı kadir-i mutlak olarak göründüler. Onlar da kendilerinde tanrısal güçler bulunduğuna inanıyor. Böyle bir tablo ancak paganlara özgü bir duruma karşılık gelir. Özellikle Almanya, İngiltere ve ABD’nin bu paganik durumdan azami ölçüde istifade ettiğini söyleyebilirim. Siyonizm de bu paganik durumdan beslenen bir ideolojidir. Siyonist İsrail’in yeni kolonyal yayılmacılık saldırganlığının başladığı 7 Ekim 2023’ten itibaren özellikle Almanya’nın soykırıma katılmaya hevesli olduğu görüldü. Bu yeni bir durum değildi ama 13 bu sefer Almanya’nın pozisyonu çok açıktı. İngiltere de İsrail’e Almanya gibi inanılmaz boyutlarda destek verdi. ABD’nin tutumunu biraz daha farklı bir bağlama oturtmamız gerekiyor. Kuşkusuz ABD, İsrail’i en pervasız bir şekilde destekleyen ülkedir. Fakat bu zamana kadar ABD’nin pervasızlığı Almanya ve İngiltere’nin Filistin topraklarındaki varlığını önemsizleştirdi. Dikkatler daima başka yerlere çekildi. Hâlbuki Almanya ve İngiltere farklı bağlamlarda İsrail’in kolonyal yayılmacı saldırganlığının daima içindeydi. Fakat Yahudi ilahiyatı etrafında şekillenen kavramsal çerçeve bu durumun tartışılmasına imkân vermedi. Böylelikle Habermas gibi kamusal entellektüeller çok rahat bir şekilde Alman milliyetçiliğine alan açtı. Habermas, bilerek ve isteyerek 1991’den sonra İslam coğrafyasına yönelik bütün kolonyal saldırganlıkları teröre karşı savaş kategorisine indirgeyerek Almanya’nın ırksal üstünlük anlayışını yeniden inşa etti. Bu, bütün dünyanın gözü önünde oldu. Son dönemde yapılan yeni çalışmalarda Habermas gibi kamusal entellektüellerin ırksal üstünlük inancına bağlılıklarının Almanya’ya sağladığı avantajlar konuşulmaya başlandı. Bu çalışmalardan biri “Germany”s zeal for Israeli genocide revives its dangerous exceptionalism” başlığını taşıyor. Gjovalin Macaj’ın Middle East Eye’da yayımlanan makalesi çok çarpıcı görüşler ihtiva ediyor. Makalenin başlığını “Almanya’nın İsrail soykırımına coşkulu katılımı, onun tehlikeli istisnacılığını yeniden canlandırıyor” şeklinde tercüme edebiliriz. Makalede yer alan şu cümle çarpıcıdır: “Almanya, ulusal gururunu geri kazanmak için Holokost sorumluluğunu istismar ederek, İsrail’e sadakatinin korkunç bir göstergesi olarak Filistinlilere dolaylı bir soykırım yapma özgürlüğünü kendine tanıdı.” Macaj’ın Alman ırksal üstünlük inancının yeniden tesis edildiği yönündeki görüşü bambaşka bir dünyaya işaret ediyor: “Her şeyden önce Siyonizm”, her şeyden önce Almanya’dır. İngiltere’nin de 19. yüzyıl kolonyal arzuları ile dolup taştığı çok bariz. Bu makale üzerinde tekrar duracağız. Filistin ve Gazze için çok az şey söylediğimizi düşünüyorum. Kelimeler tükenmedi.
7. OĞUZHAN BİLGİN/ “Gurbet” kelimesini yabancı dillere çevirebilir misiniz?
2013 yılının sonları... Normalde her daim yağmurlu olan Edinburgh semalarında bu kez güneş parlıyor. Bir grup arkadaş heyecanla, hızla yürüyoruz. Hepimizde bir coşku... Çünkü o gün Edinburgh'ta Türk Başkonsolosluğu açılıyor. Caddelerde Türk bayrakları var ve biz sanki ilk kez görüyormuşuz gibi bayrakların önünde pozlar veriyoruz. Yurtdışında yaşamayana, gurbet nedir bilmeyene çok tuhaf gelecek bir vaziyet... 2015 yılı... Fenerbahçe Glasgow'a, Galatasaray Londra'ya Avrupa Kupası maçları oynamaya geliyor. Ben koyu bir Beşiktaşlı olarak elimde Türk bayrağımla başka şehirden kalkıp Fenerbahçe 14 ve Galatasaray deplasman tribünlerine koşuyorum. Benim gibi yüzlercesi... Neden mi? Çünkü gurbette tek bir ayrım var: Biz ve onlar... "Ben ondan daha eğitimliyim, daha iyi bir CV'm var, daha tecrübeliyim ama beni değil onu aldılar!" Böyle diyor Almanya'daki doktoralı arkadaşım. "Niye?" diye soruyorum sanki cevabını bilmiyormuş gibi... "Niye olacak! Adımızdan anlıyorlar Türk olduğumuzu..." Geçtiğimiz yıl Berlin... Türklerin mahallesi olarak bilinen Kreuzberg'de heyecan büyük... Türk Millî Takımı'nın Almanya'daki maçları sebebiyle Almanya'daki Türkler sabah akşam Türk bayraklarıyla konvoy yapıyor. Kreuzberg'in meydanında ise terörist kıyafeti, teröristbaşı ve terör örgütü paçavrasıyla bir PKK'lı terörist tek başına gösteri yapıyor. Yanında da iki tane Alman polis arabası ve polisler. Amaç Türkleri hem psikolojik olarak sindirmek hem de kışkırtarak kriminalize etmek... Benim bu bireysel anektodlarım Türk diasporasının tarihi bakımından kuşkusuz çok küçük. O tarihi de Türk diasporasının bugününü de değerlendirmek gerekiyor. Türkçeden başka hiçbir dilde olmayan bir kelime: gurbet. Yerinden, yurdundan, vatanından uzakta kalma mecburiyetinin duygusal izlerini anlatıyor. Bu duygunun yoğunluğunu, derinliğini ancak gurbette kalmış olanlar anlar. Elbette aynı zamanda bir yeri, yurdu ve vatanı olanlar... Bugünlerde yine her yaz olduğu gibi binlerce km uzaktan arabalarını hediyelerle doldurup memlekete, Türkiye'ye yaz tatilini geçirmek üzere geliyorlar. Peki, bu kadar sene sonra bu insanlar niye hâlâ Türkiye'ye bu kadar bağlılar? Bu bağın sağlamlığı, derinliği nereden geliyor? Büyük çoğu bundan uzun yıllar önce, Türkiye'nin geri kalmışlık girdabında kaldığı dönemlerde Avrupa'ya göç etmiş, çok uzun yıllar Avrupalıların çalışmak istemediği işlerde istihdam edilmiş ilk kuşaklar büyük bir emek sömürüsüyle, toplumsal hayatta kendileriyle en temel insani ilişkiler kurmaktan kaçınan "ev sahibi" toplumların her biçimiyle yaşattığı ayrımcılıklarla karşı karşıya kaldılar. Yetmedi, Avrupa tarihinin, toplumunun, kültürünün karanlık yüzü olan ırkçılık, neo-nazi ve aşırı sağ örgütlenmeler üzerinden kendisini örgütlü şiddet olarak gösterdi. Hollanda'da yüzlerce Hollandalının Türklerin evlerini taşlaması, Almanya'da onlarca Türk'ün diri diri yakılması gibi barbarlıklar hatırımızda. Dahası "Dönerci cinayetleri" gibi seri cinayetleri neo-nazi örgütlenmelerine işletenin Alman Derin Devleti olduğu da daha sonra ortaya çıktı. 15 Son yıllarda buna Avrupa ülkelerinde yaşanan ekonomik sorunların da eklenmesiyle çoğunlukla kısa süreli veya part-time işlerden oluşan bir eğreti istihdam modeli bilhassa Avrupa'da yaşayan Türklerin genç nesilleri için büyük bir problem teşkil etti. Yani öyle Türkiye'nin sosyal medyasında zannedildiği gibi gençler Avrupa'da hiç çalışmadan para ve lüks içinde yüzmüyor; tam tersi hem çok çalışıyor hem de çok kazanamıyor. Bütün o yukarıda anlatılan sorunlar yetmiyormuş gibi, bizim için çok tanıdık bir bela da Avrupa Türklerine büyük bir sorun oluşturuyor: PKK. Türkiye'de çok bilinmediği üzere PKK Avrupa'nın pek çok ülkesinde, şehrinde büyük bir konfor içinde terörünü estirmeye, Türklere saldırmaya devam ediyor. Peki, Avrupa'da yaşadıkları kâfi gelmemiş gibi, son yıllarda Türkiye içerisinde Türk diasporasına yönelik malum örgütlü kötülük odakları tarafından başlatılan saldırının amacı ne?
8. Blerim Mustafa/Avrupa’nın değişen tutumu: Filistin Devleti’nin tanınması ve diplomatik etkileri
Fransa ve Birleşik Krallık’ın Filistin Devleti’ni tanımaya hazırlanması, diplomasi sahnesinde önemli bir dönüm noktası anlamına geliyor. Bu karar, Orta Doğu’da kalıcı barışın ancak iki devletli çözümle mümkün olabileceği yönündeki uluslararası uzlaşıyı güçlendiriyor ve küresel düzeyde etkiler yaratıyor. Elbette tanıma tek başına işgali sona erdirmeyecek, ancak ciddi bir hukuki ve siyasi ağırlık taşıyor. Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını teyit ediyor ve İsrail’e açık bir mesaj veriyor: Filistin devletini reddetmek artık sürdürülebilir değil, uluslararası hukuka ve küresel mutabakata aykırı. Bu adım, Avrupa’daki genel eğilimin bir parçası. İsrail’in sürekli genişleyen yerleşim politikaları ve müzakereleri reddetmesi, pek çok ülkeyi tavırlarını yeniden değerlendirmeye itmiş durumda. Filistin'in tanınmasının sembolik ve hukuki etkileri son derece önemli. Tanıma kararı Filistin’in uluslararası hukukta meşruiyetini güçlendirirken, Uluslararası Adalet Divanı’nın 9 Temmuz 2004 ve 19 Temmuz 2024 tarihli iki danışma görüşünde "yasa dışı" olarak tanımladığı İsrail işgaline doğrudan meydan okumaktadır.
ULUSLARARASI HUKUKTA TANIMANIN ANLAMI
Uluslararası hukukta bir devleti tanımak, o varlığın devlet statüsünü kabul eden siyasi bir eylemdir. Tanıma, 1933 tarihli Montevideo Devletlerin Hak ve Yükümlülükleri Sözleşmesi’nin 1. maddesinde yer alan, sürekli nüfus, belirlenmiş toprak, işleyen hükümet ve diğer devletlerle ilişki kurabilme kapasitesi gibi kriterlere dayanır. Filistin’in işgal altındaki topraklarının parçalı yapısı devletin tam 16 anlamıyla işlevselliğini zorlaştırsa da, bugüne kadar 148 BM üyesi ülke tarafından tanınmış ve egemen bir devlet olarak meşruiyeti teyit edilmiştir. Tanımanın, İsrail işgalini sona erdirmeyeceği ya da İsrail ile Filistin arasındaki sınır sorunlarını çözemeyeceği açık olsa da Filistin’in uluslararası platformlarda ve hukuki süreçlerdeki konumunu güçlendirecektir. Aynı zamanda İsrail’e, yerleşimlerin genişletilmesi, ilhak tehditleri ve iyi niyetli müzakerelerden kaçınma gibi mevcut politikalarının küresel normlarla bağdaşmadığını ve yaptırımlarla sonuçlanabileceğini net bir şekilde gösterir. Uluslararası Adalet Divanı (UAD) ve BM Genel Kurulu, Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını birçok kez teyit etti ve işgal konusunda uluslararası hukuka uyulması çağrısında bulundu. UAD şu anda iki kritik dosyayı görüşüyor. Bunlardan ilki olan Güney Afrika’nın İsrail’e karşı açtığı dava, uluslararası insancıl hukuk ve insan hakları hukukunun ihlallerini, 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi kapsamındaki suçlamalar da dahil olmak üzere, ele almaktadır. Diğer dosya ise, bölgede faaliyet gösteren BM kuruluşlarına, özellikle UNRWA’ya karşı İsrail’in hukuki yükümlülüklerine ilişkin bir danışma görüşü. Filistin’in daha fazla Batılı ve Avrupalı devlet tarafından tanınması, bu hukuki emsalleri pekiştirecek ve İsrail’in politikalarını uluslararası hukuk nezdinde daha da yalnızlaştıracaktır.
KOSOVA’NIN BAĞIMSIZLIĞI: TANINMA DEVLETİ NASIL ŞEKİLLENDİRİR?
Kosova örneği çarpıcı bir benzerlik ortaya koyuyor. Sırbistan’ın güçlü itirazlarına rağmen, BM üyelerinin çoğunluğunun tanıması sayesinde, Kosova fiili devletliğini pekiştirdi, uluslararası kurumlara katılım sağladı ve Sırbistan’ın artık geri çeviremeyeceği hukuki emsaller oluşturdu. Rusya ve Çin’in, BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri olarak, itirazlarını sürdürmesi nedeniyle bağımsızlığı hala tartışmalı olsa da geniş çaplı tanınma Kosova’nın egemenliğini fiilen kabul edilebilir hale getirdi. Benzer şekilde, Filistin’in geniş çapta tanınması, devlet olma iddiasını güçlendirecek ve İsrail açısından onu anlamlı müzakerelerin dışında bırakmayı giderek daha imkansız hale getirecektir. Kosova örneğinde olduğu gibi, Filistin de BM Güvenlik Konseyi’nde Amerika Birleşik Devletleri’nin veto hakkını kullanması nedeniyle BM Şartı uyarınca tam üyelik elde edemeyebilir. Ancak etkili devletlerin diplomatik tanıması, Filistin’e gelecekteki müzakerelerde çok daha güçlü bir pazarlık gücü kazandıracaktır.
BATILI ÜLKELERİN ARTAN MUTABAKATI
Filistin Devleti'ni tanıma hususunda, Fransa ve Birleşik Krallık’a, Portekiz, Malta, San Marino ve Finlandiya gibi ülkeler de ekleniyor. İspanya, İrlanda, Norveç, Slovenya ve Belçika ise zaten tanıma 17 yönünde somut adımlar atmış durumda. Geleneksel olarak temkinli davranan Kanada ve Avustralya bile tutumlarını yeniden gözden geçirebileceklerinin sinyalini veriyor. Bu ivme, İsrail’in iki devletli çözüme direncine duyulan tepkiyi yansıtıyor ve diplomatik süreci canlandırmaya yönelik daha geniş girişimlerle örtüşüyor. Avrupa Birliği’nin tanıma yönünde kademeli olarak ilerlemesi ise mevcut durumun -süregelen işgal, yerleşimlerin yayılması ve Filistinliler için siyasi bir ufkun bulunmamasıartık sürdürülemez olduğunu gözler önüne seriyor.
İSRAİL’E MESAJ: TANIMA, DİPLOMATİK BİR GERÇEKLİK TESTİDİR
Tanıma, İsrail’e karşı bir düşmanlık değil, uluslararası hukukun yeniden teyidi olarak görülmelidir. Oslo Anlaşmaları geçici bir çerçeve olarak öngörülmüştü, ancak aradan otuz yıl geçmesine rağmen İsrail, askeri kontrol, işgalci yerleşimlerin artırılması ve Filistin topraklarının parçalanması yoluyla Filistin’in kendi kaderini tayin hakkını zayıflatmayı sürdürüyor. Avrupa ülkelerinin Filistin’i tanıması ise, İsrail’in koşulları süresiz biçimde dayatamayacağını ve bunun mutlaka sonuç doğuracağını net bir şekilde ortaya koyuyor. İki devletli çözüm, BM, AB ve önde gelen küresel güçler tarafından desteklenen tek yol olmayı sürdürüyor. Tanıma, müzakerelerin yerine geçmez, tam tersine, onların aciliyetini vurgular. Bu nedenle tanıma güçlü bir mesaj taşıyor: Filistin'in devlet olarak varlığını sürdürmesi bir taviz değil, haktır. Kosova örneğinde olduğu gibi uluslararası mutabakat sahadaki gerçekleri değiştirebilir. Barışın sağlanabilmesi için İsrail’in inkarın artık bir seçenek olmadığını kabul etmesi gerekir.
BARIŞTA BİR DÖNÜM NOKTASI
Fransa, Birleşik Krallık ve diğer Batılı ülkelerin Filistin’i tanıması yönündeki beklenti, çatışmanın diplomatik seyrinde kritik bir dönüm noktasına işaret ediyor. Bu adım işgali hemen sona erdirmese ya da tüm sorunları çözmese de Filistin’in kendi kaderini tayin hakkının tartışmaya kapalı olduğunu açık biçimde ortaya koyuyor. İsrail artık değişen uluslararası mutabakata uyum sağlamak ya da artan yalnızlaşma ve olası yaptırımlarla yüzleşmek yönünde bir tercih yapmak zorunda. Zorluklarla karşı karşıya olsa da iki devletli çözüm hala barışın tek uygulanabilir yolu. Tanıma elbette sürecin sonu değil, ancak BM Şartı çerçevesinde adil ve kalıcı bir barışa giden yolda kritik bir adımdır.