1. ABDULKADİR SELVİ/CHP kurultayı kritik hamle mi yoksa tiyatro mu

CHP’lilerin gözleri Ankara’daki olağanüstü kurultayda, ama akılları Bayrampaşa Belediyesi’ndeki seçimdeydi. Bayrampaşa’yı yeniden CHP kazandı. Zaten seçimlerde de millet CHP demişti. Dikkat ediyor musunuz; CHP’de bu süreç yeni isimleri parlatıyor. CHP İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik hem İstanbul İl Başkanlığı’na Gürsel Tekin’in atanması sürecinde hem Bayrampaşa Belediyesi’ndeki seçimde siyaseten başarılı bir performans ortaya koydu. Ankara’daki olağanüstü kurultaya gelmek yerine Bayrampaşa Belediyesi’ndeki seçimi yönetti. Bu tür kriz anları kimi siyasetçileri öğütür. Kimi siyasetçileri üretir.

KAZANANLAR KAYBEDENLER

Süreç Gürsel Tekin’i öğütürken, Özgür Çelik’i üretti. CHP’de yıldızı parlayan iki Özgür var; biri CHP Genel Başkanı Özgür Özel diğeri İstanbul İl Başkanı Özgür Çelik. CHP’de kaybeden iki isim ise Gürsel Tekin ile Kemal Kılıçdaroğlu. Siyaseten eleştirdiğim noktalar olabilir ama 12 Eylül’den sonra siyasi partilerin kurulması ve 1983’te ilk seçimlerin yapılmasından bu yana siyaseti izleyen gazetecilerden biriyim. Doğruya doğru, yanlışa yanlış. Süreçleri, siyasi profilleri doğru okumak gerekiyor. Özgür Özel ve Özgür Çelik, CHP siyasetinin doğru tarafından duruyorlar. Bu tür dönemler mücadele dönemleridir. Mücadele eden kazanır. Bunlar, CHP siyasetiyle ilgili gözlemlerim. Her CHP kurultayı olduğu gibi dünkü olağanüstü kurultayı da dikkatle takip ettim. Bu kurultayın ruhu diğerlerinden farklıydı. Listelerin yarıştığı, hiziplerin çarpıştığı, Parti Meclisi’ne girmek için kıran kırana mücadelenin verildiği, tribünlerden karşılıklı slogan yarışlarının devam ettiği CHP kurultaylarından biri değildi. Tam aksine tek adayın çıktığı, tek listenin oylandığı, tek sesin çıktığı bir kurultay oldu. Bu kurultayın teması; mutlak butlan kararı çıkmasına karşı düzenlenmiş olan “hamle kurultayı”ydı.

ZİNCİRLERLE KÖŞE

Kurultayın düzenlendiği Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin önüne “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz” pankartı asılmıştı. Salonun içinde ise “Silivri zindanı” diye zincirlerle ayrılıp üzerine kilit vurulmuş olan bir bölüm vardı. Oraya Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere Silivri’deki belediye başkanlarının fotoğrafları konulmuştu. Bu tür eylemlere HDP kurultaylarında rastlardık.

KILIÇDAROĞLU YOKTU

Kurultay salonunda CHP’nin eski genel başkanları Hikmet Çetin ile Murat Karayalçın vardı. Vefat etmese Altan Öymen’i de salonda görürdük. Ama Kemal Kılıçdaroğlu yoktu. Özgür Özel, kendisini telefonla davet etmişti ama katılmamayı tercih etti. Zaten kendisine koltuk ayrılmamıştı. Kılıçdaroğlu daha önceki olağanüstü kurultaya da katılmamıştı. Kılıçdaroğlu salona gelse nasıl bir hava olurdu merak ediyorum. Kılıçdaroğlu, CHP ile arasına mesafe koyuyor. Siyaseten bunun sonu nereye varır bilemiyorum. Ama kurultay salonunda Kılıçdaroğlu niye yok diye bir beklenti de yoktu. Kılıçdaroğlu’na destek mum gibi erimiş.

TAŞ ATTI

Özgür Özel, salona dava sürecinin rüzgârını alarak girdi. Açış konuşmasında Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin’e taş attı. “Bugünler dostumuzu, düşmanızı tanıdığımız günler. Taş kırmakta ustalaştık” dedi. Kurultayda İstanbul delegeleri oy kullanmadı. Her zaman yönetime güvenin tazelenmesi istenir ama Özgür Özel güvensizlik oyu verilerek yönetimin düşürülmesini istedi. 24 Ekim’de mahkemeden mutlak butlan kararı çıkarsa o yönetim güvensizlik oyuyla düşmüştü. ‘Bu, yeniden seçilen yönetim’ diyecekler. Bakalım bu taktik işe yarayacak mı?

SAFLARI SIKLAŞTIRALIM ÇAĞRISI

Özgür Özel, “Bu iktidar Trump’tan icazet almış bir iktidardır” eleştirisini getirdi. Bu iktidarı, Türk milletinin iradesi belirledi. Bu, seçimlerde oy kullanan milletin iradesine yönelik bir töhmettir. Halkımız yerel seçimlerde de CHP’yi seçti. Özgür Özel, safları sıklaştırma çağrısı yaptı. CHP yöneticileri, bunu muhalefet partilerine yapılmış bir çağrı olarak yorumladı ama buna en çok CHP’nin ihtiyacı var. Özgür Özel’den önce her mitingde, her toplantıda olduğu gibi uzun uzun Ekrem İmamoğlu’nun mesajı okundu. Ancak bir şey dikkatimi çekti. Eskisi gibi coşkulu alkışlar yoktu. Oysa gözaltına alındığı günden bu yana Ekrem İmamoğlu ismi geçtikçe meydanda bir heyecan dalgası oluşurdu. Bu kez Özgür Özel’e olan ilgi daha yüksekti. Ekrem İmamoğlu’nun yıldızı sönerken, Özgür Özel daha ön plana çıkıyor. Ayrıca Dilek İmamoğlu da kurultay salonunda yoktu.

GÜRSEL TEKİN KRİZİ

Özgür Özel tek aday olarak girdiği seçimi kazandı. PM listesi de değişmedi. Birilerinin Ekrem İmamoğlu ekibi tırpanlanacak beklentisi de boşa düştü. CHP’de rota önce 24 Eylül’de yapılacak olan İstanbul İl Kongresi’ne çevrildi. Ardından da 24 Ekim’deki mahkeme kararına. İstanbul İl Kongresi yapılmadan kriz patlak verdi. Gürsel Tekin, “Mahkeme kararıyla atandım, mahkeme kararı olmadan görevim sona ermez” dedi. CHP ise ‘il kongresini yaptığımız zaman Gürsel Tekin’in görevi sona ermiştir’ havasında. Bakalım bu işin içinden nasıl çıkacaklar? CHP, bir krizden diğerine koşuyor. Ama bu arada parti içinde bir bölünme, parçalanma yaşanmıyor. Tam aksine zorluklarla mücadele etmek CHP’yi daha çok motive ediyor. 24 Ekim’den sonra ne olur bilemiyorum. CHP’ye şu anda bir İskender’in kılıcı lazım. Tüm düğümleri çözecek olan.

2. DİDEM ÖZEL TÜMER/Trump ile bir değil 3 buluşma

New York - Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 21 25 Eylül 2025 tarihlerinde gerçekleştireceği ABD seyahati, son yıllardaki önemli mesajlarla yüklü, en yoğun programlarından biri olacak. Seyahate kısa süre kala seyahatin, BM Genel Kurulu / New York ayağına, Washington’un da eklendiğinin netleşmesi deyim yerindeyse çarpan etkisi yarattı. Erdoğan’a eşi Emine Erdoğan ile birlikte 9 bakanın eşlik ettiği ABD programlarının New York bölümünde Türk heyetinin iki temel gündem başlığı olacak. Birincisi Filistin, ikincisi ABD ile ticari ilişkiler. Cumhurbaşkanı beklendiği gibi Filistinlilerin kısıtlanma girişimlerine onların sesi olarak karşı koyacak. Buna bağlı olarak da İsrail’e yönelik uluslararası baskının artırılması yönündeki çabasını pekiştirecek. Erdoğan, 7 Ekim daha yaşanmadan önce de, BM kürsüsünde birden fazla kez Filistin’in hukukunu savunmuş, İsrail’i kınamış ve BM sistemini eleştirmiş, yetersizliğini yüzüne vurmuştu. Şimdi merak edilen bunu taşıyacağı boyut. Onun İsrail’e bu kez haddini nasıl bildireceği üzerine fikir jimnastiği yapılıyor. Erdoğan, bugüne Türk Amerikan İş Konseyi (TAİK) tarafından düzenlenen 17. Türk Yatırım Konferansı’nda (TRCON) Fortune 100 listesinde yer alan 20 ABD şirketinin üst düzey yöneticileriyle yapılacak yuvarlak masa toplantısıyla başlıyor. Üç günlük konferansta iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilerin yol haritası ele alınacak. Bu çerçevede üç bakan da alanlarıyla ilgili bilgilendirmeler yapacak. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, ABD’li enerji şirketi temsilcileriyle buluşurken, Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de 150’yi aşkın Amerikalı kurumsal yatırımcı ve fon yöneticisine yeni Orta Vadeli Program ile çizilen ekonomi yol haritasını anlatacak. Ticaret Bakanı Ömer Bolat ise yeni gümrük tarifelerine ilişkin stratejiyi ve ABD ile devam eden ticaret anlaşmasına ilişkin güncel durumu katılımcılarla paylaşacak. Konferansta Merkez Bankası Başkanı Fatih Karahan da, bir sunum yapacak. DEİK ve TAİK aynı günün akşamında bir de resepsiyon düzenleyecek. 6 Erdoğan, pazartesi öğleden sonra ise dün Filistin’i resmen tanıyacağını açıklayan Fransa ve S. Arabistan öncülüğünde düzenlenen Filistin Meselesine Çözüm Bulunması ve İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi konulu konferansa katılacak. Cumhurbaşkanı akşam da Türk Amerikan Ulusal Yönlendirme Komitesi (TASC) tarafından düzenlenen akşam yemeğinde olacak. Erdoğan’ın pazartesi günü Filistin’i tanıyacağını açıklayan bir başka ülke olan Kanada’nın Başbakanı M. Carney’i ve Kuveyt Veliaht Prensi S.H.Es- Sabah’ı kabul etmesi planlanıyor. 4. konuşmacı 23 Eylül Salı günü Erdoğan geleneksel olarak Brezilya, ev sahibi ABD ve Endonezya’nın ardından 4. sırada kürsüye çıkarak 15. kez BM Genel Kurulu’na hitap edecek ve merakla beklenen konuşmasını yapacak. Daha sonra Genel Sekreter A.Guterres ile görüşecek olan Erdoğan’ın Trump ile 5 gün içerisindeki ilk görüşmesi de o gün, Gazze konulu Bölgesel Toplantı’da olacak. Salı öğleden sonra programında ise yine bir klasik var. SETA eşgüdümünde ABD’li düşünce kuruluşu temsilcileriyle toplantı yapacak olan Erdoğan, akşam da eşi Emine Erdoğan ile birlikte Donald Melanie Trump ikilisinin Lotte Palace Hotel’de devlet başkanları ve eşleri onuruna verilen davetine katılacak. Cumhurbaşkanı’nın ziyaretinde diplomatik temasları kadar ekonomiye de açılan alanın bir başka göstergesi 24 Eylül Çarşamba sabahı gerçekleşecek programı olacak. Kısa süre önce markası Chobani ile Fenerbahçe’nin sponsorluğunu üstlenen Hamdi Ulukaya, imza töreninde “Türk” yerine “Türkiyeli” ifadesini kullanmıştı. Geçmişte Türkiye’den ayrılma gerekçesi olarak “Kürt olmam ve Kürtlerin haklarını savunmam” açıklamasıyla bunun yan yana getirilmesiyle tepki gören Ulukaya, Türk ABD İş Konseyi Başkanı sıfatıyla Erdoğan’ı ABD’li CEO’larla kahve buluşmasında bir araya getirecek. Erdoğan, öğleden sonra ise BM Genel Sekreteri İklim Zirvesi’de bir konuşma yapacak, Fransa Cumhurbaşkanı E. Makron ve Vietnam Devlet Başkanı L.Cuong ile ikili görüşme gerçekleştirerek New York temaslarını tamamlayacak. Erdoğan’ın Suriye Cumhurbaşkanı A. Şara gibi programında henüz günü ve saati yer almamış başka isimlerle de görüşmesi bekleniyor. Beyaz Saray ziyareti Seyahatin Washington ayağında ise 6 yıl aranın ardından gerçekleşecek Beyaz Saray ziyareti olacak. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Cumhurbaşkanı’nın Trump’ın oğlu ile yaptığı görüşmeyi “Gazze pazarlığı” olarak tanımlayarak duyurması, yüz yüze görüşme karşılığında “300 Boeing uçak alımı taahhüdü” iddiası Türkiye kamuoyunun bir kısmında istenen etkiyi yarattı.

Erdoğan, Trump ile daha önce yüz yüze görüşmemiş olsa, başkanlığının ilk dönemindeki gergin ilişki seyri de göz önünde bulundurularak bu iddia belki geniş bir alıcı kitlesi bulabilirdi. Ancak Erdoğan en son Hollanda’daki NATO Zirvesi’nde Trump ile zaten yüz yüze görüştü, hem de planlanandan biraz daha uzun süre. Cumhurbaşkanı’nın daha sonra notlarını ihtiva ettiği anlaşılan dizindeki zarf bu görüşmede merak uyandırmıştı. İkincisi THY için Boeing’den 200’den fazla uçak alımı konusu; 2023 yılında şirket Airbus ile 355 adet uçak sözleşmesi imzaladığından bu yana gündemde. O zamanlar Trump henüz ikinci kez seçilmemişti bile. THY Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bolat, Boeing ile 75 geniş gövdeli (787 serisi) ve 150 tek koridorlu (737 MAX) olmak üzere 225 uçaklık satın alma görüşmesinde olduklarını duyuralı çok oldu. Şirket bir süredir fiyat, teslimat programı ve motor bakım maliyetleri konularında Boeing’den haber bekliyordu. Boeing’in alternatifi ise Avrupalı Boeing. Acaba, ABD’li şirketlerin çıkarlarını korumak konusunda kararlı Trump, müşteriyi Avrupalılara kaptırıp kaptırmamanın hesabını yapıyor olmaz mı?

3. MELİH ALTINOK/Netenyahu’nun adamı

Erdoğan ve Trump'ın yüz yüze görüşmesi beklenen ABD'deki BM Zirvesi yaklaşırken Özgür Bey hemen pozisyonunu aldı. Günlerdir, iki başkanın varacakları olası mutabakatları değersizleştirmek için ön alıyor. Dün "Trump'ın adamı" dediği Cumhurbaşkanı'nı Gazze'yi önemsememekle eleştirdi. Evet, Gazze'ye destek eyleminde elinde Filistin bayrağı olan bir vatandaşı yumruklayan provokatöre kurumsal hukuk desteği verecek haldeki bir partinin lideri için iddialı sözler. ABD ziyareti öncesi gazeteciler, Özel'in "Trump'ın oğluyla Gazze pazarlığı yapıldığı" yönündeki iddiaları sorunca Cumhurbaşkanı da "O da yanımızda mıydı" diyerek güldü geçti. "Sayın Trump ile herhangi bir alışveriş, Türkiye-ABD arasında yapacak olursak bunu zaten oğluyla yapmamıza gerek yok. Trump'ın bizzat kendisiyle yaparız" demekle yetindi. Ama Özel, Trump-Erdoğan görüşmesinden hemen önce "Eyüpsultan'da Filistin Büyükelçiliği önüne olacağız" diye eklemeyi de ihmal etmeyecek kadar havaya girmiş. Biliyorum, konsolosluk orası ama asıl mesele neden Filistin misyonunu seçtiği. Öyle ya, ABD Konsolosluğu önünde bir eylem Özel'in sözlerine daha uygun olmaz mıydı? Olurdu ama dertleri ABD'yle değil, Trump'la. Trump, Gezi'de olduğu gibi medyayı CIA'yı Türkiye'ye yığan, seçimlerde açıkça muhalefete destek sözü veren demokratlar gibi, kendilerini ciddiye almıyor. İngiltere Başbakan'ına "Bizi desteklemiyorsunuz terk edilmişlik hissediyoruz" diyen Özel de haliyle Trump'tan ümidi kesmiş durumda. Ama okyanus ötesindeki müesses nizamdan tam olarak kopamıyor. Peki, "Neden İsrail konsolosluğu önünde eylem yapmıyorsunuz" sorusunun cevabı da Trump, Beyaz Saray'da kameraların önünde "Onu seviyorum, o da beni seviyor. Erdoğan 2000 yıldır kimsenin başaramadığını başardı" dediğinde Netanyahu'nun düşen yüzünde. Özel, düşmanın düşmanını gözünden tanıyor. Netanyahu, Suriye'de yol alan Erdoğan ve Trump diyaloğundan ödleri kopan adamlarından önce tepki veren Türkiye'nin ana muhalefet liderinin performansını mutlaka takdir ediyordur. CHP'yi yolsuzluk davası sanıklarının peşinde sürüklemekle meşgul olan Özgür Özel'e "Kafasını parti içi iktidar mücadelesine gömmüş, dış politika vizyonu yok" diyenler bilmem utanırlar mı?

CASUS BELLİ YA DA RUŞEN'İ SEVEN CASUS

Ağır bir soğuk algınlığını atlatan Mahmut Övür nekahat döneminde ama İngiliz MI6'nın görevini devretmeye hazırlanan başkanı Richard Moore'un Rusya karşıtı bir toplantı için İstanbul'u seçmesi radarından kaçmamış. "Hayırdır" diyerek İngiliz istihbarat servisinin, özellikle Rusya'dan yeni casuslar çekebilmek amacıyla dark web üzerinde devreye soktuğu "Silent Courier" (Sessiz Kurye) adlı güvenli mesajlaşma platformunun müjdesini neden İstanbul'dan verdiğini soruyordu. Kim bilir, belki Kremlin'in rahat rahat "casus belli" (savaş sebebi) sayacağı bu girişimi daha iyi duyması için yakına gelmiştir. Belki de sadece, Moore ile ilişkisini "O yeni bir diplomat, ben de genç bir gazeteciyken İstanbul'da tanıştık" diye izah eden ve sitesine dün "Richard Moore: Bizi seven casus" manşeti atan Foncu Ruşen gibi, İstanbul'da kendisini evinde hissettirenler vardır.

RAHMETLİ DE SOLLARDI

Rusya Devlet Başkanı Putin: "Eğer Saddam Hüseyin'in nükleer silahları olsaydı, onu devirmeye kimse cesaret edemezdi." Kazakistan Cumhurbaşkanı Tokayev: "Bazen nükleer silaha sahip olmamak, bunun yerine ekonomiye daha fazla yatırım çekmek ve dünyanın tüm ülkeleriyle iyi ilişkiler sürdürmek ve geliştirmek daha iyidir; ki Kazakistan da pratikte bunu yapıyor." Putin: "Saddam Hüseyin de aynı şekilde düşünüyordu." Böyle olmaz Sayın Putin, füze atsaydınız.

ÇOK RAHAT, ÇOK PROFESYONEL

Gürsel Tekin'i geçen gece TGRT haber'de Gürkan Hacır'a verdiği röportajda izledim. "Dava açan kim, CHP'li. Delilleri veren kim, CHP'li. Ses kayıtlarını veren kim, CHP'li. İtirafçıların hepsi sizin arkadaşınız. Beni infaz etmek sorunu çözüyorsa infaz edin kendimi kurban ederim" diye tane tane anlatıyordu. Tüm eleştirilerim bir yana, hakkını vermeliyim. Güçlü bir psikolojisi varmış. Kendinden emin, geri vitesi de yok.

4. NEBİ MİŞ/ BM, Gazze ve Erdoğan diplomasisi

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın heyeti ile birlikte New York'tayız. Dünya liderleri her yıl Eylül ayında New York'ta bir araya gelir. Bu yıl BM, 80. Genel Kurulu'nu yapacak. 1945'te 51 asıl üye ile kurulan BM, şu an 193 üyeye ulaşmış durumda. Dünyanın en önemli ve en geniş katılımlı örgütü olarak kurulsa da etki gücü yıldan yıla azalıyor. Beş daimi üyenin çıkarlarına hizmet edecek şekilde dizayn edildiğinden, seksen senedir de karar alma mekanizması tartışılıyor. Reforme edilmediği müddetçe güven aşınması devam edecek. Beklenti çıtası daha da düşecek. Barışı inşası ve adil bir düzen BM'nin kuruluş amacıydı. Bugün barış inşası bir yana, BM üç yıldır devam eden soykırımı bile durduracak bir mekanizması yok. Geçtiğimiz yıl BM'de konuşan liderler ateşkes konusunu öne çıkarmışlardı. Bir yıl içinde İsrail ateşkese yanaşmadı. ABD'nin desteği ile "üzerinde insan yaşayan, tanınacak bir toprak parçasının olmaması" için Filistinlileri yok etmeye çalıştı. BM'nin bu yıl teması, "Birlikte Daha İyi: Barış, Kalkınma ve İnsan Hakları için 80 Yıl ve Ötesi" olarak belirlenmiş. Aslında belirlenen bu temalar, herkesin mutabık olacağı süslü ifadelerden ibaret. Adında "birleşmiş" olan bir örgüte, "birlik" olmayı hatırlatmak herhalde bir ironi değildir. Olsa olsa yeniden bir arada olmanın önemsenmesi gerektiğine dair ince bir mesajdır. Resmi tema bu olsa da, bu yıl liderlerin İsrail soykırımına karşı söyleyeceklerinin gündem olmasını beklemeliyiz. Zirveye az bir süre kala Trump yönetimi, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas'ın BM Kurulu'na gelmesini, vizesini iptal ederek, engelledi. Abbas video konferansla hitabını gerçekleştirecek. Trump yönetimi, BM'de İsrail karşıtı bir havanın olmasını istemiyor. Zirve sırasında, Avusturalya, Belçika, Kanada ve Fransa'nın Filistin'i tanımalarını engellemeye çalıştı. Engelleme girişimlerine rağmen, soykırımın devam ettiği bu dönemde bu ülkelerin Filistin devletini tanımaları sembolik bir anlam içeriyor. Yine 58 yıl aradan sonra, devlet başkanı düzeyinde Suriye'nin BM kürsüsünde temsil edilecek olması bölge ve Türkiye açısından önemli. Ahmed Şara'nın BM'ye gelmesi hem yeni yönetimin meşruiyetini güçlendirme hem de Suriye'nin istikrarına olumlu katkı bağlamında değerlendirmek gerekir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM kürsüsünde 15. kez konuşacak. Zirveye en çok katılan ve en deneyimli lider. BM reform önerisini ilk kez 2009 yılında dile getirdi. 2014 yılından itibaren her toplantıda "dünya beşten büyüktür" diyerek, "daha adil bir dünyanın mümkün" olabileceğini vurguladı. Yıllar içinde reform konusunda bir farkındalık oluşturdu. Reform başlıkları somutlaştı. Yine zaman içinde bir çok ülke benzer reform önerilerini dile getirmeye başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın BM konuşmasının bu yılki ağırlık noktasını Gazze oluşturacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın güçlü konuşmasına ve Batılı bazı ülkelerin Filistin'i tanımasına ek olarak Arap ve İslam ülkeleri Katar zirvesinde verdikleri sözleri tutarlarsa, bu yıl BM'nin gayri resmi gündemini İsrail sorunu ve Filistinlilerin geleceği oluşturabilir. Daha önceki yıllarda olduğu gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın programı yoğun. Birçok devlet başkanı ile görüşme yapacak. Farklı toplantılara iştirak edecek. Salı günü Genel Kurul hitabından sonra, SETA'nın organize ettiği ABD'li düşünce kuruluşlarının temsilcileri ile bir araya gelecek. Programın yoğunluğuna bakıldığında, Türkevi bir öneki yılda olduğu gibi, alternatif bir diplomasi merkezi gibi işlev görecek. Belirsizlikler derinleşiyor. Küresel sorunlara çözüm bulmak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Çözümün nerede aranacağı bile kestirilemiyor. BM'nin fonksiyonu ile ilgili ümitsizlikler her geçen yıl artıyor. Bu yazı da dahil olmak üzere, BM üzerine son birkaç haftada yapılan analizlere bakıldığında BM'nin misyonu ile ilgili giderek daha da karamsarlığa giden bir tablo var. Dönem başkanı "dünyamız gerçekten açı çekiyor" diyerek bu yıl BM Genel Kurul toplantılarını başlattı. Ardından BM'nin sorumluluğunu hatırlattı. Kendi geleceği üzerinde oluşan bu karamsarlığı azaltmak ve yeniden bir pozitif ivme yakalamak için BM'nin önünde iyi bir fırsat var. Filistinlilerin geleceği için daha kararlı bir duruş sergilemek ve Filistin'e sahip çıkmak için adımlar atmak. Bu bir dönüm noktası olabilir. Ama zor.

5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Trump’ın sırrı

Trump ilişkilerinde son derecede tuhaf bir çizgi tâkip ediyor. Onun gözünde ekonomik nitelikli meseleler her zamân siyâsî veyâ diplomatik nitelikli meselelere göre baskın bir mâhiyet taşıyor. Yâni Trump kiminle masaya oturuyorsa zihninde ondan ne alacağı ve ona satacağından başka bir şey yok. Bir siyâsetçinin ekonomiyi merkeze alması kendi içinde anlaşılabilir bir durumdur. Trump’ın bu yaklaşımın sıkıntılı kulan husus, alacaklarını karşılıksız, hattâ gasp edici bir şekilde istemesi; buna mukâbil satacaklarını yüksek bedellerle, karşısındakine hiçbir pazarlık fırsatı vermeden dayatmasından kaynaklanıyor. İktidârının daha ilk haftalarında Kanada ve Grönland’ı gözdağı vererek ABD’ye katmak istemesi onun bu yaklaşımını son derecede açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bu talepler karşısında pek çok otorite bunu ABD’nin o herkesin çok âşina olduğu yayılmacı arzularının yeni bir açılımı; yeni bir kovboyluk olarak algıladı ve değerlendirdi. Hâlbuki ne Kanada ne de Danimarka’nın bir parçası olarak Grönland Batı (Atlantik) sisteminin hâricinde değildi ki. Bu tehdikârlığa, meydan okumaya ne ihtiyaç vardı ? Ama daha sonra anlaşıldı ki, Trump bu aşırı talepleri esas olarak Kuzey Kutbu ve Kuzey Denizi’nde var olan zengin nadir elementler için istiyormuş. Yâni stratejik ve askerî sâiklerle değil. Başka bir misâl verelim. Trump’ın Körfez çıkarmasını herkes hatırlayacaktır.İrili ufaklı zengin Arap devletlerine yaptığı ziyâret herkesi heyecanlandırdı. Medyalarda bu ziyâretlerin siyâsî ve stratejik çıktılarının neler olabileceği uzun uzun tartışıldı. Ama artık anlıyoruz ki, Trump’ın bagajında bunlardan hiçbiri yoktu. O, zengin Arapların paralarına göz dikmişti. Onlara ne kadar silâh satacağının, çöllere ne gibi teknolojik yatırımlar yapıp oralardan neler kaldıracağının derdindeydi. Ziyâretler tamamlandığında, Trump etrâfına gülücükler dağıtıyor, istediklerini elde etmiş başarılı bir işadamının pişkin edâsıyla beyânatlar veriyordu. Geride sâdece trilyonlarca Dolarlık anlaşmalar kalmıştı. (Sonrasını Doha saldırısında gördük) Bir başka misâl de şu meşhûr Alaska Zirvesi’nden verilebilir. Putin ve Trump ikilisinin müzâkerelerinde Rusya-Ukrayna savaşının isitkbâline dâir harâretli pazarlıkların yapılacağı , buradan da Avrupa’nın güvenliğine dâir kritik çıktılar türeyeceği zannedildi. Bu zirveyi Yalta konferansına benzeten, buradan Yeni Dünyâ Düzeni çıkacağını düşünen saflar bile çıktı. Hâlbuki öyle olmadı. Putin tecrübeli bir devlet adamı olarak Trump’ı çözmüştü. Berâber Kuzey Kutbu coğrafyasında hangi müşterek yatırımlar yapacaklarını, enerji mevzuunda hangi yeni ortaklıklar kuracaklarını konuştular. Herkes, en azından bir ateşkes beklerken Rusya-Ukrayna savaşı kaldığı yerden devâm etti. Bu saflığı Avrupa devletleri de yaptı. Dağ fâre doğurunca tutuşup soluğu Washington’da aldılar. Trump ise onları başından savdı…

Trump’ın son Birleşik Krallık ziyâretinin, ABD’yi yeniden Rusya’ya karşı NATO’nun içine çekmek için tertip edildiğini düşünenler çıktı. Belki de Buckingham’ın da hesâbı buydu. Gelin görün ki bu mutandan misâfirlikten çıka çıka 180 Milyar Sterling tutarında anlaşmalardan başka bir şey çıkmadı. Şu aralar Trump’ın nazarında Kral Charles’dan daha mühim olan sâbık Başbakan Tony Blair’den başkası değil. Berâberce kazınmış, zımparalanmış bir Gazze hayâliyle projeler hazırlıyor ve yüzbinlerce insanın kanıyla sulanmış o mübârek topraklarda hangi otelleri, kumarhâneleri nerelere kuracaklarının hesaplarını yapıyorlar. Evet, Trump’ın ajandasında siyâsî ve ideolojik meseleler çok tâlî br ehemmiyete sâhip. Üslubundaki dalgalanmalar, hattâ tutarsızlıklar doğrudan buradan kaynaklanıyor. Eğer odakta tatlı kârların potansiyelini hissettiren birileri varsa, o Trump’ın gözünde iş yapılacak; daha doğrusu âmiyâne tâbirle söğüşlenecek “hârika adamlar” muamelesine mazhâr oluyor. Trump’ın bu tarz ölçüsüz övgülerine muhatap olan bir devlet lideri eğer yanılıp bunlara kanarsa; hele hele bu sıcaklıktan siyâsî ve stratejik bir fayda elde etmeyi düşünürse yandı demektir. Trump’ın ekonomik beklentilerini karşılayıp ,bunu siyâsete ve stratejiye tahvil etmeye yeltenirseniz kaybettiniz. En az iki ihtimâl var. Eğer sizin beklentileriniz ve talepleriniz Trump’ın sâbitelerinin hâricinde bir yerlerdeyse, Trump sizi duymayacaktır bile. Muhtemelen anlamsız cevaplarla sizi savuşturacak, başından atacaktır. Meselâ Rusya-Ukrayna savaşı Trump’ı hiç, ama hiç ilgilendirmiyor. O, Ukrayna’daki nadir metal yataklarına çöktü. Yâni istediğini elde etti. Hattâ muhtemelen Putin ile buluşmasında berâberce bunları nasıl işletecekleri husûsunda ön anlaşmaları yaptılar. Gayrısı Trump için lâf-ı güzâf. Nitekim Londra’da savaşın âkıbeti mevzuunda kendisine soru soran gazetecilere eski masalları anlatarak tuhaf cevaplar verdi. Herşey Biden’ın suçuymuş. Eğer kendisi olsaymış savaş çıkmazmış. İki günde savaşı bitireceğini zannetmiş Yanılmış.. Bu savaşı bitirmek meğer çok zormuş..Ama inşaallah üç vakte kadar güzel şeyler olacakmış…Büyüklere masallar… İkinci ihtimâl ise siyâsî ve stratejik olarak dile getirdiğiniz taleplerinizle Trump’ın damarına; dokunulmaz olarak ilân ettiği haydi açık söyleyelim İsrâil’e ve siyonist faşizmin arazisine basmanız durumunda devreye giriyor.. İşte orada Trump âniden şâhinleşiyor. Çığrından çıkıyor ve sizi düpedüz aşağılıyor ve tehdit ediyor. TC Cumhûrbaşkanı yola çıktı. Trump ile görüşecek. Trump dostunu büyük bir heyecanla beklediğini beyân etti. Bununla da kalmadı, ajandayı açıkladı. Türkiye’ye satılacak sivil uçak filosundan bahsetti. Bence esas mesele de bu. Pazarlama taktiği olarak boncuk dağıtmayı ihmâl etmiyor. Yılan hikâyesine dönen, Türkiye’ye zamân kaybettiren, bu meyânda artık ahı gidip vahı kalan F 16 satışlarından bahsetti. F 35'ler için ise göz kırptı. Gelin de inanın.. Sanki, İsrâil lobisinin bastırmasıyla CAATSA yaptırımlarını koyan kendisi değildi. Trump ile ekonomiden başlayan bir pazarlık ve alışveriş üzerinden stratejik bâzı kazanımlar elde etmek mi? Ne diyeyim; müşterisi bu fikri satın alsın ve varsa hayrını görsün…

6. AYDIN ÜNAL/Sağ eliniz kuruyacak, diliniz damağınıza yapışacak

4.0 Büyüklüğünde Deprem Oldu
4.0 Büyüklüğünde Deprem Oldu
İçeriği Görüntüle

Terör devleti İsrail’in soykırımcı Başbakanı Netanyahu, eski Başbakanlardan Mesut Yılmaz’la bir diyaloğunu anlattı. Netanyahu, Mesut Yılmaz’dan Türkiye’de bulunan Siloam kitabesini istemiş, Yılmaz ise o dönem İBB Başkanı olan Erdoğan’ı gerekçe göstererek talebi geri çevirmiş. ABD’nin Siyonist Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun da dinleyiciler arasında bulunduğu konuşmada Netanyahu şu ifadeleri de kullandı: “Burası bizim şehrimiz Sayın Erdoğan. Sizin değil, bizim şehrimiz. Her zaman bizim şehrimiz olacak. Bir daha bölünmeyecek.” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cevabı ise keskin ve net oldu: “Kudüs-ü Şerif’i namahrem ellerin kirletmesine izin vermeyiz. Biz Müslümanlar olarak Doğu Kudüs üzerindeki haklarımızdan tek bir geri adım dahi atmayacağız… Değil size o kitabeyi, Kudüs-ü Şerif’e ait tek bir çakıl taşını dahi vermeyiz!” İncil, Tevrat ve Zebur’da, bu kitaplara sonradan eklenmiş, tarihi gerçeklerle uyuşmayan çok sayıda coğrafi yer ismi bulunuyor. Hristiyanlar ve Yahudiler, tahrif edilmiş kitaplarındaki masalları somutlaştırmak, Kudüs’ün kendilerine ait olduğunu ispatlamak için kanıt peşinde koşuyorlar. Yahudiler, sadece Kudüs’ün değil, kendilerine vadedildiğine inandıkları geniş bir coğrafyanın geçmişte de kendilerinin olduğunu ispat peşindeler. “Arkeoloji” dediğimiz şey aslında tam olarak bu amaçla ortaya çıkmış ve bu amaçla devam eden bir çaba. Netanyahu, Siloam Kitabesi’ni, “Bakın Kudüs bizimdi, işte bu da ispatı” diyebilmek için istiyor. İslâm Ansiklopedisi’ne göre “Kudüs” şehrinin ismi tarihte ilk kez M.Ö. 19 ve 18’inci yüzyıllara ait Mısır metinlerinde “Urusalim” olarak geçiyor. Tevrat’ta şehrin ismi hiç geçmiyor ama Yahudi metinlerinde şehir “Yeruşalem” olarak isimlendiriliyor. “Urusalim” ya da “Yeruşalem” kelimelerinin, “Şalem’in evi, yurdu, şehri” veya “Selâmın yani barışın evi, yurdu, şehri (yeri?)” anlamlarına geldiği iddia ediliyor. Kudüs’ün, M.Ö. 1010 yılında Hz. Davud tarafından fethedildiğine, Yahudilerin itirazlarına rağmen başkent yapıldığına, oğlu Hz. Süleyman’ın burada büyük bir mabet inşa ettiğine inanılıyor. Kudüs, Netanyahu’nun da konuşmasında vurguladığı gibi sonradan ikiye bölünüyor ve Babil Kralı Nebukadnezzar (Buhtunnasr) tarafından işgal edilerek yıkılıyor, sakinleri de Babil’e sürgüne götürülüyor. Kudüs’ün Yahudiler tarafından kutsallaştırılması bu sürgün döneminde başlıyor. Yahudiler Tanrı’nın Siyon’da (Kudüs’te) oturduğuna, tahtının orada olduğuna, Hz. Âdem’in yaratılması için toprağın Kudüs’ten alındığına, tüm dünyanın Kudüs’ten yaratıldığına, mahşerin Kudüs’te toplanacağına, Mesih’in Kudüs’te görüneceğine, Kudüs şehri gibi bir şehrin de gökte olduğuna, gökteki Kudüs’ün inip yerdekiyle birleşeceğine, Süleyman Tapınağı’nın da aynı şekilde gökten ineceğine, Tanrı’nın dünyayı yaratırken güzelliği on parçaya bölüp dokuzunu Kudüs’e verdiğine ve buna benzer birçok abartıya inanıyorlar. Tevrat’ta bulunmamasına rağmen, Babil sürgünü sırasındaki Kudüs özlemi, hastalıklı biçimde Yahudi kutsal metinlerine yerleştiriliyor. Mezmurlar’ın 137’nci kısmında şu ifadeler yer alıyor: “Babil ırmakları kenarında oturup Siyon’u (Kudüs’ü) andıkça ağladık… Ey Yeruşalim (Kudüs), seni unutursam, sağ elim kurusun / Seni anmaz, Yeruşalim’i en büyük sevincimden üstün tutmazsam, dilim damağıma yapışsın…” Yine dualarında Yahudilerin en çok kullandığı ifade “Gelecek yıl Kudüs’te” ifadesi olmuştur. Kudüs, biz Müslümanlar, bunun yanında Hristiyanlar ve Yahudiler için kutsal bir şehir. Bu şehir defalarca yıkılmış, defalarca kılıçtan geçirilmiş, halkları sürgün edilmiş. Ancak Kudüs, gerek Hz. Ömer’in gerek Selahaddin Eyyubi’nin gerekse de Osmanlı Sultanı Süleyman’ın fethi sırasında yıkıma ve kıyıma şahit olmamış, o dönemlerde antik ismiyle uyumlu şekilde bir selâm, barış şehri olmuş. Müslümanlar, bin yılı aşkın süre Kudüs’e hâkim oldular, bugün hâlâ Kudüs’teler ve hem Yahudilerin hem Hristiyanların değerlerine sonsuz hürmet gösteriyorlar. Yahudi kutsal metinlerinde yazanlar yaşanmış mıdır, ya da tam olarak böyle mi yaşanmıştır bilmiyoruz. Söylentilerin dışında elde hiçbir kanıt yok. Siyonistler, başta Netanyahu olmak üzere, bu söylentileri somutlaştırmak için hastalıklı, hırslı, sapkın bir gayret içindeler. 2 bin 500 yıldır içlerinde büyüttükleri “Kudüs ve Vadedilmiş Toprak hurafesini” gerçekleştirmek için yakıyor, yıkıyor, acımasızca öldürüyorlar. Kudüs bir Yahudi şehri değildir; Filistin de aynı şekilde Yahudi toprağı değildir. Ne Siloam Kitabesi, ne de bir başka buluntu Kudüs’ün tapusunu Siyonistlere verebilir. Eğer mesele bir müddet Kudüs’e hâkim olmak ise, -ki Siyonistlerin buna dair ellerinde delil bile yok- Müslümanlar bin yıldan fazladır Kudüs’e hakimler. Müslüman, Hristiyan, Yahudi dün İslam hakimiyetinde barış içinde bir arada yaşadılar, yarın da öyle olacak. Evet, Kudüs-ü Şerif’ten bir çakıl taşı dahi alamayacaklar. İşledikleri soykırım nedeniyle de sağ elleri kuruyacak, dilleri damaklarına yapışacak, değil gelecek sene, ebediyyen Kudüs’te buluşamayacaklar. Kudüs, her inanca saygı duyan bir selam şehri, bir Müslüman şehridir; dün öyleydi, bugün de öyle, inşallah hep öyle kalacak.

7. SELÇUK TÜRKYILMAZ/İngiltere ve ABD’de neokolonyalist ideolojiler yükselecek mi?

Avrupa ve ABD arasındaki zıtlığı ya da genel olarak İngiltere ve ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki farklılaşmayı kapitalizmin iç çelişkileri üzerinden değerlendirmek herhalde kolay olmayacak. Zaten genel olarak böyle güçlü bir eğilimden de bahsedemeyiz. Fakat ABD Başkanı Trump, Antifa’nın (Faşizm karşıtı hareket) terör örgütü olduğunu ilan etti. Bunun yanında daha önceden Hamas’ı da terör örgütü ilan ettiği için Trump, düşmanlarını sınırlandırmış ve netleştirmiş oluyor. Böylelikle düşmanlarını kapitalizm ideolojisinin sınırları içine dâhil etmek istediğini söyleyebiliriz. Fakat Hamas’ın bu çerçeveye sığmayacağı çok açıktır. Ne var ki Hamas için hazırlanan kategori çok daha önceden belirlendiği için bu da Anglosakson medeniyeti için çok büyük bir sorun olmayacaktır. Ellerinde din ve medeniyetler savaşı kategorisi hazır olarak bulunmaktadır ve en azından 1990’ın başından itibaren buna yatırım yaptılar. Avrupa ülkeleri ve ABD’de 7 Ekim 2023’ten sonra Anglosakson elitlerine yönelik ciddi bir muhalefetin ortaya çıktığını gözlemleyebiliyoruz. Bu muhalefeti tanımlamak için hangi kavramların kullanması gerektiği belirsizliğini koruyor. Trump, Keir Starmer ve Friedrich Merz’in neokolonyalist ideolojilerini belirsizleştirmek için ellerinden geleni yaptığı bir siyasal ortamda muhalif hareketlerin netlik kazanamaması gayet tabiîdir. Fakat ABD, İngiltere ve Almanya’nın muhalif hareketleri belirli bir kategoriye hapsederek düşmanlaştırmak istedikleri konusunda şüphe yok. Buna karşın bu üç ülkenin sokakları da dâhil olmak üzere neredeyse bütün dünyada, Siyonist Yahudilerle birlikte Anglosaksonların neokolonyalist siyasetine karşıtlık oluşmaktadır. İngiltere, ABD ve Almanya’da hâkim pozisyonda bulunan elitlere karşı Avrupa’nın geneline yayılan muhalif hareketlerin ne derecede etkili olacağını tahmin etmek kolay değil. Fakat bu üç ülkede ırk üstünlüğüne dayalı ideolojik hareketlerin de yükselişte olduğu biliniyor. Bunu, elitlerin tutumunun yansıması olarak görmemiz gerekir. Zaten ırk üstünlüğüne dayalı bu hareketleri gözlemlediğimizde Almanya, İngiltere ve ABD’de hâkim pozisyonda bulunan elitlerin ideolojileriyle ilgili hakiki verilere ulaşabiliriz. Özellikle İngiltere ve ABD neokolonyal bir bakış açısına göre hareket ediyor ve tabanda da ırk üstünlüğüne dayalı hareketlere yol veriyorlar. Irk üstünlüğüne dayalı gruplar da diğerlerine yönelik düşmanlığı körükleyerek tabanda güçlenmek istediklerini göstermiş oluyorlar. Medeniyet ve barbarlık gibi kavramları geçen yüz yıllarda olduğu gibi yeni karşıtlık içinde hayata geçirmek istediklerini söyleyebilirim. İsrailli Siyonist yöneticilerin Batı medeniyetini temsil ettiği yönündeki sözleri bu çerçevede oldukça önemlidir. Filistinlileri insan olarak görmemeleri sıradan bir hadise değildir. Bu sözler, İngiltere ve ABD örneğinde ortaya çıkan kolonyal söylemin bugüne yansımasından ibarettir. 7 Ekim 2023’ten itibaren İngiltere, ABD, Almanya ve İsrail’in Gazze’de başlattıkları soykırım savaşının neokolonyalist bir saldırganlık olduğunu ifade etmeye çalıştım. Bu tespit çok önemliydi. Bu yeni bir din savaşı değildi ve bunu en güçlü şekilde ifade etmek gerekiyordu. Filistinlilerin Müslümanlığını ve Filistin’in tarihî topraklarının İslam dünyasının merkez coğrafyasında bulunduğunu elbette göz ardı etmiyoruz. Soykırımcı saldırganlığın niteliğini ortaya koymamız çok çok önemliydi. Zira dünyanın neresinde olursa olsun Filistinlilerle aynı safta yer tutan insanlar vardı ve bunların temel motivasyonu da neokolonyalizm karşıtlığı idi. Hatta tarihte kaybolup gittiğini zannettiğimiz toplumların bile çıkıp Filistinlilerin yanında saf tuttuklarını gördük. Bu, sıradan bir hadise değildir. Aradan geçen iki yıllık olağanüstü uzun zamanda ABD, İngiltere ve Almanya dünyanın geri kalanından ayrıştı. Bu ülkeler Siyonist İsrail ile birlikte insanlık tarihinde unutulması mümkün olmayan bir vahşete imza attı ve ortaya çıkan soykırım şimdiden kayıtlara geçti. Siyonist Yahudiler, dinlerini de bu üç ülkenin hizmetine sundu. Sıraladığımız ülkeler ve Siyonist Yahudiler dünyanın en güçlü yapılarına sahiptirler. Onların güçlü olduklarıyla ilgili herhâlde bir tartışma olmaz. Fakat geride kalan bu iki yıllık zamanda ellerini kan gölünde yıkamaktan başka bir “başarı”ya ulaşamadıkları bir gerçektir. Korkarım bu kanı ırkçı gruplar üzerinden halklarına da bulaştırmak istiyorlar. Neokolonyal hırslarını yeni bir ideolojiye dönüştürerek tabanda derinleşmeye çalışacaklar. Bunu başarıp başaramayacaklarını zaman gösterecek.

8. OĞUZHAN BİLGİN/ 1999 yılında Erdoğan'ın hapse girmesinin arkasında İsrail mi vardı?

Akşam’ın diğer yazıları İsrail'in soykırımcı Başbakanı Netanyahu'nun yaptığı konuşmada 1998 yılında dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'la yaptığı görüşmeye ve o görüşmede Türkiye'den Silvan Tabletini istediğine dair sözleri birkaç gündür tartışılıyor. Netanyahu'nun sözleri Kudüs'ün sözde bir Yahudi şehri olduğunu söyleyen 2700 sene önceki tabletin dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz'dan istenmesi ve sonrasında Yılmaz'ın da o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Erdoğan'ın yükselişinden ve kitlesinden korkarak bu tableti İsrail'e vermeyişi üzerineydi. Öncelikle son dönemde İsrail'in Başbakanından bakanlarına, generallerinden istihbaratçılarına kadar tüm söylemlerinin odak noktasında yer alan ülkenin Türkiye olması dikkat çekiyor. Bu siyonist çetenin söylemlerinin odak noktasında yakın zamana kadar İran yer alıyordu. Bu söylemsel değişim bölgede İsrail'i durdurabilecek tek güç olarak Türkiye'yi görmelerinden kaynaklanıyor. Bu konuşmadaki esas dikkat çekmesi gereken nokta ise kimsenin dikkatini çekmedi. Belli ki 1990'ların ikinci yarısında hem Netanyahu hem İsrail devlet aklı o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Erdoğan'ı da partisini de kitlesini de ciddi bir tehdit olarak algılamış. Peki, tam da o süreçte Türkiye'de neler yaşanmıştı? 28 Şubat 1997'de ABD – İsrail ekseni dışında bir dış politika çizgisi izleyen Refah-Yol hükûmeti askerî müdahaleyle devrilmiş, Başbakan Erbakan siyasi yasaklı hâle getirilmişti. Sonrasında da Ziya Gökalp'e atfedilen ve Millî Mücadele'yi anlatan bir şiiri okuduğu için o dönem İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olan Recep Tayyip Erdoğan 1999 yılında hapse girmişti. Yani tam da İsrail'in tehdit olarak algıladığı dönemde. Tam da Netanyahu'nun anlattığı görüşmenin olduğu dönemde. Zaten tarih boyu tüm askerî darbelerin Türk hükûmetleri ABD-İsrail vesayetinden çıkıp bağımsızlıkçı politikalar izlediğinde yapıldığı bilinen bir gerçek. Ama özel olarak Erdoğan'ın hapse girmesi bu noktada çok dikkat çekici. Konunun daha da çarpıcı boyutu, o dönem 28 Şubat Darbesi'nin lideri olan Çevik Bir, Mossad ajanı bir akademisyenle birlikte yazdığı makalede darbeyi İsrail için yaptıklarını açıkça itiraf ediyor: "1990'lı yıllarda, İsrail-Türkiye ticaret hacmi sürekli arttı. Sivil değişim hacmi de (turistik, akademik, mesleki, sportif ve kültürel) önemli ölçüde genişledi. Fakat bu bağlar 1996'da Necmettin Erbakan'ın iktidara yükselişi ile yıprandı. Erbakan, iç ve dış politikada İslami bir gündeme girişti. Erbakan'ın İsrail karşıtı söylemi, geleneksel Yahudi karşıtı motifler ve efsaneler ile dolu idi. Erbakan için, İsrail bir 'ebedi düşman' ve 'Arap ve İslam dünyasının kalbinde bir kanser'. Erbakan, İsrail ile ilişkileri dondurmaya söz verdi. Ordu, dedi ki: "Ülkenin yüzünü İslam'a dönmesini ve İsrail ile ilişkilerin riske atılmasını izlemeyeceğiz. Erbakan, kontrol altında tutuldu. Türkiye ve İsrail MGK baskısıyla İslamcı Başbakan istifasını sundu". Yani darbenin lideri darbeyi yapmalarının esas sebebinin İsrail ile olan "iyi" ilişkileri korumak olduğunu itiraf ediyor. Peki, o zaman şu soru akıllara geliyor: İsrail'in Türkiye'de darbe yaptırabilecek bir gücü var mıydı? Çevik Bir adlı darbe suçlusu bu sözleri Middle East Quarterly Dergisi'ne Mossad ajanı Martin Sherman ile birlikte yazdığı makalede sarf ediyor. Prof. Yalçın Küçük gibi mevzuya yaklaşıp bu darbe suçlusu adama bakıp bu adı "Çevik" soyadı "Bir" olan tuhaf isimli kişinin soyağacına inmeyeceğim. Çünkü tartıştığım konu daha esaslı. Neticede yapbozun parçaları birleştiğinden 28 Şubat'ı yaptıran ve o dönem Erdoğan'ı hapse gönderen esas gücün İsrail olduğu görülüyor. Benzeri bir teşebbüsü 15 Temmuz 2016'da bir diğer İsrail aparatı olan FETÖ üzerinden denemişler ve yenilmişlerdi. Sonuç olarak İsrail'in de ABD'deki emperyalist-siyonist şebekelerin de esas olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'a olan düşmanlıklarının sebepleri de Türkiye üzerindeki kontrolleri kaybolmaya başladığında yaptıkları da böylelikle açıkça görülüyor.

Kaynak: GAMZE KARABULUT