1. ABDULKADİR SELVİ/CHP davasında mahkemeden hangi karar bekleniyor
CHP’de bugün gözler Ankara 42. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden çıkacak olan karara çevrildi. CHP mahkeme kararına karşı siyasi baskı oluşturması amacıyla dün Parti Meclisi’nde olağan kongrenin tarihini belirledi. CHP 28-30 Kasım’da olağan kurultay yapacak 15 Eylül’de mahkemeden “mutlak butlan” kararının çıkması büyük ölçüde satın alınmıştı. Ancak mahkeme erteleme kararı verdi. Bu kez ise erteleme kararı satın alınmış durumda. Ama bakalım ne karar çıkacak? Eğer beklendiği gibi erteleme kararı çıkarsa CHP, kasım ayında olağan kongresini yapacağı için daha sonra mutlak butlan kararı verilse dahi bir anlamı kalmayacağı söyleniyor.
KİM KAYBEDECEK
Bu durumda Kemal Kılıçdaroğlu bu sürecin en büyük kaybedeni olacak. Hem partinin başına dönemeyecek hem de bu süreçteki tutumu nedeniyle parti içindeki tüm gücünü kaybetmiş olacak. Kılıçdaroğlu’nu kurtaracak tek formül bugün mahkemeden mutlak butlan kararının çıkması. Bu kez çıkmazsa geçmiş olsun. Çünkü zaman Kılıçdaroğlu’nun aleyhine işliyor. CHP kurultayından çıkacak karar partinin geleceğini de şekillendirecek. Eğer Kılıçdaroğlu kazanırsa Ekrem İmamoğlu, Silivri’de unutulacak. Ama Özgür Özel kazanırsa bu kez Kemal Kılıçdaroğlu siyasete veda edecek.
ÖZGÜR ÖZEL BAŞARILI
Özgür Özel hem şaibeli kurultay sürecini hem de Ekrem İmamoğlu’na yönelik yolsuzluk operasyonlarını iyi yönetti. Tabanı konsolide etmeyi başardı. CHP tabanında yolsuzluk ve rüşvet iddiaları yerine siyasi operasyon söylemini tutturmayı başardı. CHP tabanı öyle ki Ekrem İmamoğlu bile çıkıp buradaki iddialar doğru, hatta ben daha fazlasını yaptım dese dahi inanmayacak durumda. Ekrem İmamoğlu’nu bile bu işin siyasi operasyon olduğuna ikna ederler. Bu sürecin en çok kazananı genel başkanlıktan liderliğe terfi eden Özgür Özel oldu.
CHP’YE YOLSUZLUKLAR İMAMOĞLU İLE Mİ BULAŞTI
CHP, 102 yaşında Türkiye’nin en köklü partisi. Cumhuriyet’in kurucu partisi olduğunu iddia eder. Atatürk’ün partisidir. CHP, 102 senedir görmediğini bu yıl gördü. 102 yıldır yaşamadığı şeyleri yaşıyor. CHP, 12 Eylül’de kapatıldı. Geçmişte malvarlıklarına el konuldu. Hizip yarışlarına neden oldu, kavgalı kurultaylar yaptı. Ama CHP hiç bu kadar kirlenmemişti.
NURETTİN SÖZEN FARKI
90’lı yıllarda İSKİ olayı olmuştu. İSKİ’deki yolsuzluklar hakkında suç duyurusunda bulunup yargıyı harekete geçiren CHP’li Belediye Başkanı Nurettin Sözen’di. Nurettin Sözen kendi belediyesindeki yolsuzlukların üstünü örtmemişti. CHP, koca bir çınardır. Siyasetin en köklü partisidir. Atatürk, İsmet Paşa, Ecevit gibi tarihi şahsiyetler genel başkanlıklarını yapmıştır. CHP; çok şey gördü, çok şey yaşadı ama ilk kez bu kadar yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık iddialarına muhatap oluyor. Peki CHP’de değişen ne oldu? CHP neden bu duruma düştü?
İMAMOĞLU FARKI
Çünkü o zaman Ekrem İmamoğlu yoktu. Ekrem İmamoğlu partiyle bu kadar hâkim değildi. Bir adam geldi ve CHP’nin bütün kodlarını değiştirdi. Ahlaki değerlerini yok etti. Rüşvet ve yolsuzluktan oluşan ‘Eko sistemi’ni kurdu. Aziz İhsan Aktaş iddianamesi açıklandı. Aziz İhsan Aktaş, 2019 yerel seçimlerinden sonra rotayı İstanbul’a çevirmiş. Ondan sonra altın çağını yaşamaya başlamış. Peki 2019’dan sonra İstanbul’da ne oldu? Ekrem İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu.
PARA KULELERİ
1)- CHP, İstanbul İl Başkanlığı binasının alınması ve para kuleleri davası nedeniyle mahkemelerde yargılanıyor. Para kuleleri davasının merkezinde İmamoğlu İnşaatın Genel Müdürü Tuncay Yılmaz ve İmamoğlu’nun en yakın adamlarından Fatih Keleş yer alıyor.
AZİZ İHSAN AKTAŞ DAVASI
2)- CHP, Beşiktaş Belediyesi’ndeki yolsuzluk iddiaları ve Aziz İhsan Aktaş davasından dolayı yargılanıyor. Aziz İhsan Aktaş’ın aracında bulunan ‘defter’de verilen rüşvetlerin listesi ortaya çıktı. Rıza Akpolat’ın özel kalem müdürünün tuttuğu notlarda ise daha fazla bir paradan söz ediliyor. Aziz İhsan Aktaş iddianamesinin 29 yerinde Ekrem İmamoğlu suç örgütünden söz ediliyor.
ŞAİBELİ KURULTAY
3)- CHP, şaibeli kurultay iddialarından dolayı mutlak butlan tehdidi ile karşı karşıya. CHP, pavyonda delege pazarlığının yapıldığı bir parti durumuna düşürüldü.
ASRIN DAVASI
4)- İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in “asrın davası” olarak nitelendirdiği İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki yolsuzluk, rüşvet ve irtikap suçlamalarının merkezinde de Ekrem İmamoğlu yer alıyor.
SAHTE DİPLOMA DAVASI
5)- Ekrem İmamoğlu’nun Beylikdüzü Belediye Başkanı olduğu dönemle ilgili ihaleye fesat karıştırma iddiasıyla açılan davada ise karar aşamasına gelindi.
6)- Ekrem İmamoğlu sahte diploma davasından dolayı yargılanıyor.
EKO SİSTEM
Bunlar benim alt alta sıraladığım davalar. Hepsinin merkezinde de Ekrem İmamoğlu yer alıyor. Buna, “Eko sistem” deniliyor. İmamoğlu’nun en yakın adamlarından biri olan Sarp Yalçınkaya, “Murat Gülibrahimoğlu’nun bir sohbetinde Fatih Keleş’in kendisine ‘Murat’cığım az kaldı, Ekrem baba cumhurbaşkanı oluyor. Memleketin bütün muslukları bize akacak” dediğini aktarmıştı. Bütün mesele bu. Olmak ya da olmamak. Soymak ya da soymamak. Bir adamın her işi şaibeli olur mu? Yolsuzluk, rüşvet davalarının merkezinde hep bir adam yer alır mı? Ey CHP’liler bu normal bir şey mi? Atatürk’ün CHP’si parayla her şeyi satın almaya çalışan, para gücüyle CHP’yi dizayn eden bir adamın faturasını ödemek zorunda mı?
2. NEDİM ŞENER/MİT’in dört operasyonuyla FETÖ’nün Dışişleri Bakanlığı’na sızması engellendi
MİLLİ İstihbarat Teşkilatı tarafından yapılan çalışmalar sonucunda Fetullahçı Terör Örgütü’nün Dışişleri Bakanlığı yapılanmasına yönelik sızma girişimleri deşifre edildi. Milli İstihbarat Teşkilatı bir yandan FETÖ’nün Dışişleri Bakanlığı’ndaki sınavlara kendilerinden olan kişileri yetiştirdiğini ortaya çıkarırken, Bakanlıkta halihazırda görev yapan kripto FETÖ’cüleri tespit etti. MİT, Dışişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 2025’in temmuz ayında başlayıp ekim ayına kadar sürdürdüğü ortak çalışmalar sonucunda Fetullahçı Terör Örgütü’nün Dışişleri Bakanlığı’ndaki yapısı ve Bakanlıktaki kadroları ele geçirme planları yaptığını belirledi. Örgütün, hem bakanlık sınavlarına kendi mensuplarını özel olarak hazırladığı hem de aktif olarak çalışan kripto FETÖ mensuplarının fişleme, himmet toplama, bilgi sızdırma gibi faaliyetlerde bulunduğu tespit edildi.
BAŞKONSOLOS, GENEL MÜDÜR, MASLAHATGÜZAR
MİT, Dışişleri Bakanlığı, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın yürüttüğü ortak çalışmalar sonucunda Temmuz 2025- Ekim 2025 ayları içerisinde Dışişleri Bakanlığı yapılanması içerisinde yer alan Almanya’nın eski Münster Başkonsolosu Arif Hakan Yeter, eski Dışişleri Bakanlığı Genel Müdür Yardımcısı Burak Karartı ve eski Tel Aviv Maslahatgüzarı Gürçay Şeker gibi isimler dahil olmak üzere 21’i Dışişleri Bakanlığı’nda aktif görevde olan toplamda 58 şahıs hakkında adli işlem yapıldı.
MİT’TEN DÖRT OPERASYON
9 Mayıs 2025 tarihli tespit tutanağına göre, FETÖ’nün Dışişleri yapılanmasında toplam 132 kişi tespit edildi. Buna göre 8 Temmuz 2025 ile 29 Eylül 2025 arasında eşzamanlı dört operasyon gerçekleştirildi. 8 Temmuz 2025 tarihinde 7’si aktif görevde 2’si başka bakanlıkta görevli 25 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. 16 Temmuz 2025 tarihinde 2’si aktif görevde olmak üzere 8 kişi hakkında gözaltı kararı verildi. 19 Eylül 2025 tarihinde 6’si aktif görevde olan 16 kişi hakkında gözaltı işlemi yapıldı. 26 Eylül 2025 tarihindeki dördüncü dalgada ise 2’si aktif görevde 15 kişiye yönelik gözaltı kararı verildi. 31 İTİRAFÇIDAN 700 İSİM Toplamda ise 4’ü diğer bakanlıklarda 21’i ise Dışişleri Bakanlığı’nda görevli olan 58 kişi hakkında gözaltı kararı verilirken toplam 31 şüpheli itirafçı oldu. İtirafçıların ifadelerinde 700 kişinin ismi geçerken, 553’ünün açık kimlik bilgilerine ulaşıldı. Kod isimleriyle ifadelerde yer alan 147 kişinin ise açık kimlikleri henüz belirlenemezken, 127 kişi hakkında henüz bir adli işlem yapılmadığı da belirlendi. İtirafçıların ifadelerinde adı geçen 70 kişinin kamuda değişik kurumlarda aktif olarak görev yaptığı belirlendi. Operasyonlar sonucunda 16 kişi de tutuklandı.
ALMANYA İMAMI ERFİDAN
Dışişleri Bakanlığı’ndaki bu yapılanmanın organizatörünün ise halihazırda örgütün Almanya imamı olan, öncesinde ise örgütün Dışişleri Bakanlığı imamlığını yapan Ömer Erfidan olduğu tespit edildi. Daha önce kamuda görev yaparken ayrılıp yurtdışına kaçan Ömer Erfidan, örgütün mahrem yapılanması içerisinde Almanya imamı olarak görev yapıyor. Erfidan hakkında halen devam eden bir soruşturma bulunuyor ve hakkında yakalama kararı bulunuyor.
SINAVA ÖZEL HAZIRLIK
Örgütün, Dışişleri Bakanlığı kadrolarına kendi mensuplarından kişilerin yerleşebilmesi için özel hazırlık yaptığı tespit edildi. Dışişleri Bakanlığı’na personel alımı diğer kurumlara nazaran hem daha az oluyor hem de alınacak personelde aranan kriterler oldukça yüksek tutuluyor. Örgüt önce Dışişleri Bakanlığı’nın aradığı yüksek profildeki örgüt unsurlarını belirliyor. Sonrasında bu profile uyan örgüt mensupları takibe alınıyor. Kriterler arasında seçkin üniversitelerden mezun olma, yabancı dil bilme ya da öğrenmeye yatkın olma yer alıyor.
MÜLAKAT PROVALARI YAPILIYOR
Kriterleri tamamlayan ve Dışişleri Bakanlığı’nda çalışabileceği düşünülen örgüt mensupları daha sonra ders çalışma evlerine alınıyor. Burada sıkı bir şekilde Dışişleri Bakanlığı sınavlarına hazırlanmaları sağlanıyor. Sınava hazırlanan öğrencilere bu evlerde Dışişleri Bakanlığı mülakatlarına benzer mülakatlar yapılıyor, çıkacak sorular veriliyor ve sınavda başarılı olmaları için gereken her şey sağlanıyor. Örgüt için özellikle “Meslek Memuru” ile “Konsolosluk İhtisas Memuru” birimleri çok önemli bir yer tutuyor. Kendilerinden olan kişilerin bu kadrolara girmesi sağlanmaya çalışılıyor.
GİZLİ BİLGİLERİ SIZDIRDILAR
Yapılan çalışmalarda FETÖ’nün 2009 öncesi ve sonrası Dışişleri Bakanlığı’nda nasıl yapılandığı da ortaya çıkarıldı. Buna göre Dışişleri Bakanlığı içinde aktif olarak çalışan kripto FETÖ’cüler de tespit edildi. Bu kişilerin kurum içinde fişleme yaptığı, örgüte toplanan himmet paralarını organize ettiği ortaya çıkarıldı. Tespitlere göre yurtdışında görevli olan FETÖ mensupları, kadın ve erkek ayrı sohbet grupları oluşturdu. Örgüt yöneticisinin evinde yapılan buluşmalarda erkek ve kadınlar aynı sohbet odalarında bir araya geldi. Dışişleri personelinin “izdivaç sorumluları” nezaretinde evlilik yapmaları sağlandı. Dışişleri Bakanlığı yapılanmasında sayının az olması sebebiyle başka kurumlarda memuriyeti olan kişilerin Dışişleri’ne yönlendirildiği, göreve başladıktan sonra tedbir ve gizliliğe özel önem verildiği belirlendi. Bunların arasında namaz kılmaları gerektiğinde tuvalette klozet üzerinde namaz kılmaları talimatı verildi. Operasyonel hat ve ankesörlü hatlar yanında örgüt evlerinde yalnızca bir tek telefon kullanılarak irtibat sağlanması istendi. Bakanlık içinde kendini saklayan FETÖ mensuplarının ayrıca devlete ait gizli bilgileri sızdırdığı ve örgütün yurtdışı faaliyetlerinde diplomatik kolaylık sağlamaya çalıştıkları da tespit edildi. 8 Örgütün kurduğu yapılanmada iletişim kurmak için ByLock ve benzeri uygulamalar ile ankesörlü telefonlar ve operasyonel hatlar kullandığı ortaya çıkarıldı. MİT’in çalışmaları kapsamında genişleyerek büyüyecek yeni operasyonlarla ileriki günlerde çok daha fazla FETÖ mensubunun ortaya çıkması sağlanacak.
3. DİDEM ÖZEL TÜMER/ Ankara’yı havadan dünyaya bağlayacak
Ankara’yı havayolu ile dünyaya entegre edecek olan Ajet başkentten Madrid ve Barselona’ya direk seferler başlattı. Hedef 5 milyon turist ve 5 milyar dolar gelir. Sırada Erbil ve Bağdat var. AJet’in Ankara’yı 3. büyük turizm başkenti yapma misyonu çerçevesinde Madrid ve Barselona’ya direk seferleri başladı. Ankara için 2028’de 5 milyon turist, 5 milyar dolar gelir hedefi koyduklarını belirten THY ve Ajet Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Bolat, başkenti çevre illeriyle beraber turizm destinasyonu olarak konumlandırmaya yönelik Ankara’da iki gün, çevre illerde üç günlük paketler oluşturacaklarını söyledi. 16 dış hat açıldı Bolat ve Sarp, İspanya’nın Barselona ve Madrid kentlerine düzenlenecek ilk seferler öncesinde Ankara’da gazeteciler ile biraraya geldi. Ajet’in ilk uçuşunu 2024 Mart ayında gerçekleştirdiğini anımsatan Bolat, bugün 34 ülkede 100 noktaya uçuş gerçekleştirdiğini belirterek, “İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’ndan 29 ülkede 52 şehre, Ankara Esenboğa’dan 26 ülkede 35 şehre sefer düzenleyen AJet, havacılığın yeni yıldızı olmaya aday olduğunu kanıtladı” dedi. Madrid ve Barcelona uçuşlarıyla birlikte sadece bu yıl içinde 16 yeni dış hat açmış olacaklarını vurgulayan Bolat, yıl sonuna kadar iki yeni dış hat daha açacaklarını, “Kazan-kazan, uç-uç” yaklaşımı ile ABD, Çin ve Avrupa ülkeleri ile diplomasi yürüttüklerini söyledi. Ankara’ya özel paketler Ankara’yı çevresindeki illerle birlikte turizm destinasyonu haline getirmeyi hedefledikleri proje kapsamında başkentte iki gün, çevre illerin bir ya da ikisinde ise üç gün geçirilebilecek şekilde paketler oluşturacaklarını kaydeden Bolat, “THY olarak dünyanın dört bir yanında düzenlediğimiz ‘Connect To Türkiye-Türkiye’ye bağlan’ etkinliklerinin yanı sıra AJet olarak da çeşitli projeler ve etkinliklerle bu misyonu yerine getiriyoruz. Ankara’dan yurt içinde 33, yurt dışında 35 noktaya, haftada 571 sefer düzenleyen AJet, 2024 yılında 700 bin turisti ülkemize taşıdı” diye konuştu. Ankara için 2028’de 5 milyon turist ve 5 milyar dolar gelir sağlama hedefi koyduklarını da ifade eden Bolat, sağlık turizmi için Ankara’ya özel paketler yanısıra, yabancı öğrencilerin tatillerini 9 aileleriyle birlikte başkentte geçirmelerine yönelik kampanyalar olacağını da belirtti. THY olarak 131 ülkede 6 kıtaya uçuş gerçekleştirerek dünyanın 541 noktasına yolcu ulaştırdıklarını anlatan Bolat, 512 olan uçak sayısını 2033 yılında 810’a ulaştırmayı planladıklarını belirtti. THY’nin 2024’te Türkiye’ye 18 milyar dolar döviz getirdiğini, bu yıl rakamın 19 milyar dolar olacağını da sözlerine ekledi.
4. ZAFER ŞAHİN/ 150 milyar dolarlık rant kavgası
Beşiktaş iddianamesiyle ortaya çıkan yalın ve saf gerçek şudur: CHP’de yaşanan kavga “İstanbul’un 150 milyar dolar büyüklüğündeki imar-inşaat rantını kim yönetecek” kavgasıdır. Bakmayın siz CHP yönetimin “Operasyonlar siyasi, iddianame boş” dediğine... İddianamenin dolu olduğunu ve siyasi olmadığını en iyi onlar biliyor. Yine havada uçan kuşlar da biliyor ki; bu kavga İmamoğlu ile Rıza Akpolat arasındaki koltuk rekabetiyle alevlendi. Kılıçdaroğlu’nu İstanbul rantıyla hallettikten sonra birbirlerine düştüler. İmamoğlu’nun meşhur “Pışık” çıkışını hatırladınız mı? İşte o çıkış bardağı taşıran son damlaydı. Akpolat’ın hamisi Erdoğan Toprak’ın “Sen Cumhurbaşkanı adayı olacaksın, İstanbul’u Rıza’ya bırak” talebini İmamoğlu “Niye ben öldüm mü?” diyerek kabul etmedi. Devasa İstanbul rantını yönetmeyi bırakmak istemedi. Sonra da “Pışık” hamlesi geldi... Birbirleri hakkında topladıkları delilleri, bilgi ve belgeleri bizzat kendileri ilgili yerlere ulaştırdı. Kavgada yumruk sayılmaz diyerek son sürat birbirlerinin kuyusunu kazdılar. İşini yapan savcıları hedef gösterenler de dahil herkes bu süreçte kimin, ne yaptığından haberdar. Sadece durumu idare etmek, kendilerinin de pay sahibi olduğu enkazın altında kalmamak için hedef saptırıyorlar. Ama işleri zor. Pandora’nın kutusu açıldı artık. Asıl kıyamet İmamoğlu iddianamesi açıklandıktan sonra kopacak.. Ballı komisyon vekillikten kıymetli. Bir iş insanı bir belediyeden ihale alıyor… Sonra iş insanı ve belediye başkanı yakın arkadaş oluyor. İş insanı belediye başkanından ricacı oluyor: Benim şirketin genel müdürünün karısını belediyede işe al… Belediye Başkanı “Hay hay” diyor. Kadını hem işe alıyor hem de İhale Komisyonu Başkanı yapıyor!! 10 Yukarıdaki örnek “Boş” dedikleri Beşiktaş iddianamesindeki çarpıcı detaylardan sadece biri.. Daha neler var! İş insanı neden belediyenin İhale Komisyonu’nun başkanlığına kendi adamını getirmek ister? Büyükşehir Meclislerinde “İmar Komisyonlarına” neden “Ballı komisyon” yakıştırması yapılır? Ve neden İmar Komisyonu üyesi olmak milletvekili olmaktan daha çok istenilen bir şeydir? Bu soruların cevapları Türk siyasetinin belediyeler üzerinden çekilmeye çalışıldığı dipsiz kuyunun özetidir. Belediye rantı deyip geçmeyin. O rant kullanılarak ülke ele geçirilmeye çalışıldı. Belediye kanunu, ihale mevzuatı, imar uygulamaları mevcut haliyle devam edemez. Sistemdeki açıklar artık bir milli güvenlik sorunu haline geldi. Erbil ve Bağdat seferleri sırada Ajet Genel Müdürü Sarp, halen Ankara’dan 26 ülkede 35 kente haftada 135 sefer icra etiklerine dikkat çekerek “Hedefimiz bunu 34 ülkede 50 şehre çıkarmak. 2025 yılı içinde Ankara’dan şimdiye kadar yeni 4 dış hat noktası açtık. Madrid ve Barselona sonrası Erbil seferimizi açıyoruz. Kasım’ın 3’ünde de Bağdat seferini açacağız” bilgisini verdi. 2025 yılı içinde şu ana kadar yeni nesil MAX uçağını filolarına dahil ettiklerini aktaran Sarp, gelecek yıl filonun yüzde 70’ininyeni nesil uçaklardan oluşacağını bildirdi. Sarp, THY ile birlikte Ankara Plus adlı bir vizyon projesi yürüttüklerini, Ankara ve çevresindeki 12 ili bir turizm destinasyonu olarak yurt dışında tanıttıklarını belirirken, “Ankara ve çevresi iller toplam 14 milyon uçması muhtemel bir popülasyonu barındırıyor” dedi. AJet’in İspanya hatları için önceki akşam TOBB’da bir lansman da gerçekleştirildi. AK Parti Türk Devletleri ile İlişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Kürşad Zorlu, “2026 yılı Türk Dünyası Turizm Başkenti olarak Ankaramız seçilmiştir. Türk Devletleri Teşkilatı Liderler Zirvesi’nin Ankara’da olmasını arzu ediyoruz. Yine NATO zirvesi burada yapılacak. Bu nedenle Ankara’da direk uçuşlar çok önemli” dedi.
5. MAHMUT ÖVÜR/ Türkiye NTE’nin farkında, peki CHP?
Çok partili hayata geçtikten sonra Türkiye'de iktidar ile muhalefetin ortaklaştığı meseleler neredeyse yok denecek kadar azdır, nadirdir. Tıpkı Nadir Toprak Elementleri konusunda olduğu gibi... Bunun en önemli nedeni herhalde muhalefeti 75 yıldır ağırlıkla CHP'nin temsil etmesi. Geriye dönüp bakın; otoyollara, köprülere, barajlara, kendi altınını çıkarmaya, havaalanlarına, yerli otomobile, savunma sanayii hamlelerine hep karşı çıkan bir CHP aklı vardı. Bırakın köprüleri, "Bu kadar enerjiyi toprağa mı vereceksiniz, kurbağalara göl yapılıyor" diyen bir CHP aklı. Benzer karşı çıkışları, "Libya'da ne işimiz var" diyerek dış politikada da gördük. Şimdi o CHP'nin savrulan yeni versiyonu, bu kez tersten bir hamleyle "nadir elementler" meselesine el attı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel büyük oranda Başkan Erdoğan'ın ABD gezisindeki etkinliğini gölgelemek için bodoslama girdiği "nadir elementler" meselesiyle ilgili şöyle diyordu: "Nadir elementleri Trump'a çuval çuval, kamyon kamyon verecek."
BU NASIL BİR İKİYÜZLÜLÜK
Özel'in bu alana bodoslama girdiği o kadar açıktı ki, kendi partisinin nadir elementlerle ilgili yatırıma karşı çıktığından bile haberi yoktu. Tokat gibi cevap, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar'dan geldi: "Eskişehir Beylikova'da yerli ve milli teknolojimizle Türkiye'nin kaderini değiştirecek Nadir Toprak Elementleri Tesisi'ni kurmak istedik. Ama ilk engel yine CHP'li Eskişehir Büyükşehir Belediyesi'nden geldi. ÇED olumlu raporuna rağmen, bilimsellikten uzak iddialarla yürütmeyi durdurma davası açtılar. Bugün çıkıp 'Neden maden işletmiyorsunuz?' diye soruyorlar. Bu nasıl bir ikiyüzlülük!" İşin daha ilginç tarafı, Türkiye'nin son 10 yılda enerji ve maden alanında son 100 yılda atılmayan adımları atmış olması ve hazırlanması. 2017 yılında dönemin bakanı Berat Albayrak'ın öncülüğünde, "Milli Enerji ve Maden Politikası" oluşturulmuş ve bu strateji ekseninde "Yeşil Kitap" hazırlanmıştı. Bakan Albayrak daha sonra yazdığı, "Burası Çok Önemli" kitabının "Cevherin Peşinde" bölümünde aynen şöyle diyordu: "Maden Tetkik Arama (MTA) kurumumuzu harekete geçirerek ülkemizin yeraltı kaynaklarının adeta MR'ını çektik. Jeo-fizik haritası için bizim zamanımıza kadar hiçbir çalışma yapılmamıştı."
NTE ENSTİTÜSÜ KURULDU
Bu dönemin yeni keşiflerinden biri de Nadir Toprak Elementleri (NTE) idi. Türkiye, özellikle ÇinABD ticaret savaşlarıyla gündeme gelen bu konunun stratejik önemini fark ettiği için harekete geçmiş ve önemli adımlar atmıştı. Çünkü dünyanın en önemli rezervine sahip iki önemli sahası vardı: Eti Maden bünyesindeki Eskişehir Beylikova ve MTA bünyesindeki Malatya Kuluncak. Rafinasyon konusunda Ar-Ge ve teknoloji kadar çevre hassasiyetine de dikkat çeken dönemin Bakanı Albayrak, Türkiye'nin nasıl hazırlandığına ilişkin de şunları yazıyordu: 12 "Biz ülke olarak bu konudaki gidişatı öngördüğümüzden 2018 yılında Enerji Bakanlığımız bünyesinde bu ürünlere ilişkin her türlü iş geliştirme ve Ar-Ge çalışmalarını yürütmek üzere Nadir Toprak Elementleri Araştırma Enstitüsü'nü (NATEN) kurduk. Dünyada sadece birkaç ülkenin sahip olduğu bu elementleri geliştirme teknolojisine ve kapasitesine ülkemizin de hızlı bir şekilde ulaşması için kurumlarımıza ve bilim insanlarımıza büyük iş düşüyor." Gel de Nâzım'ın o sözlerini hatırlama: "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda. Ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında..."
6. NEBİ MİŞ/ Körfez turu ve ilişkilerde stratejik derinleşme
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın üç ülkeyi kapsayan Körfez turunun son ayağı Umman'dı. Erdoğan, bu ülkeye en son 2005 yılında Başbakanlığı döneminde gelmişti. Yirmi yıl aradan sonra geldiği Maskat'ta Sultan Heysem bin Tarık tarafından sıcak bir şekilde karşılandı. Umman dış politikası, bölgesel çatışmalardan uzak ve daha çok tarafsızlık üzerine şekillenmiştir. Modern Umman'ın kurucu babası Sultan Kabus, Ocak 2020'de vefat ettiğinde elli yıldır iktidardaydı. Yerine gelen Heysem de Kabus dönemi politikalarını devam ettirmektedir. Diğer Körfez ülkelerinin aksine Umman, toplum olarak daha geleneksel, iç politikada istikrarlı, dış politikada ise bölgesel rekabetten uzak durmaya çalışmaktadır. İkili ilişkilerde uzlaşmacı bir politika takip etmektedir. Umman, Ortadoğu'nun diğer ülkelerinde olduğu gibi, yeraltı kaynaklarına bağımlılığı azaltarak ekonomisini son yıllarda çeşitlendirmeye çalışmaktadır. Erdoğan'ın ziyaretinin gündeminde ikili ilişkilerde, sanayi, ekonomi, savunma, ticaret gibi konular varken, bölgesel düzeyde de Gazze'de ateşkesin devamı, yardımların koordinasyonu ve iki devletli çözüm bulunmaktaydı. Devlet başkanları düzeyinde, karşılıklı ziyaretler az olsa da bölgesel konularda birçok konuda iki ülkenin bakış açıları örtüşmektedir. Bu ziyaret sırasında, 16 farklı belgenin kabul edilmesi iki ülke arasındaki stratejik bağları daha da güçlendirecektir. Körfez ziyaretinde, ekonomi ve kalkınma, enerji başlıklarının yanında, güvenlik ve savunma konularının da ön sırada olduğunu vurgulamaya gerek yok. Ülkeler, artan belirsizliklere ve güvenlik risklerine karşı savunmalarını güçlendirmenin ve çeşitlendirmenin yollarını aramaktadır. Körfez turuna savunma sanayii şirketlerinin üst düzey yöneticileri katıldı. Dolayısıyla, her üç ülkeyle imzalanan kâğıtlarda savunma sanayii ürünlerinin önemli bir yer tuttuğunu öngörebiliriz.
EUROFIGHTER TEDARİKİ
Türkiye savunma sanayii ürünlerinde ihracatçı bir ülke olarak küresel savunma ürünleri pazarında her geçen yıl konumunu yükseltirken, kendi savunma kapasitesinin eksikliklerini de çok yönlü olarak tamamlama yoluna gitmektedir. Bilindiği gibi Türkiye, Avrupa menşeli savaş uçağı olan 13 Eurofighter tedariki konusunda önemli bir mesafe kaydetti. Almanya uzun bir süre onay konusunda dirense de en nihayetinde yakın dönemde şerhini kaldırmak zorunda kaldı. Ancak Almanya'nın onayı geciktirmesi maalesef Türkiye'ye zaman kaybettirdi. Türkiye kendi milli uçaklarını envantere alana kadar, savunma sistemini dışarıdan alımlarla güçlendirmeye çalışıyor. ABD ile F-16 ve F-35 müzakereleri bir süredir devam ediyor. Ancak, müzakerelerin sonucunun ne yönde şekilleneceği muğlaklığını koruyor. Dolayısıyla, Türkiye daha fazla zaman kaybetmeden Eurofighter tedarikini hızlandırmak istiyor. Alımlarla geniş bir filolar kurulması hedefleniyor. Üretici ülkelerle anlaşma hemen imzalansa bile üretim süreçlerinden dolayı teslimat için genelde beklemek gerekiyor. Bundan dolayı da Türkiye, şu anda Katar, Umman ve İngiltere gibi ülkelerin elinde olan Eurofighter'lardan hemen almak ve teslimleri hızlandırmak için müzakere yürütüyor. Bu ziyaret kapsamında, Katar ve Umman ile bu alımların konuşulduğu gündeme gelince Türkiye'de bazı çevreler hızlı bir şekilde "ikinci el" tartışması başlattılar. Halbuki, daha alınacak uçakların yaşı ya da ne kadar kullanıldığı ile ilgili bir bilgiye sahip değiller. Ayrıca, bu sektörle ilgili "ikinci el" tartışmasının abesle iştigal olduğunu işin uzmanları söylüyor. Aslında Türkiye'nin Umman ve Katar'la bu konudaki müzakerelerini bir tür "araya girme" ya da "devretmek" gibi görmek gerekir. Katar ve Umman'ın bu uçakları tedariklerinin yeni olduğu ve neredeyse kullanmadıkları biliniyor. Körfez ülkeleri ile Türkiye'nin ilişkileri her geçen gün daha da derinleşiyor. Bu ziyaret sırasında "devletten devlete satış" anlaşmalarının yapılmış olmasını ilişkilerde yeni bir boyut olarak görebiliriz.
7. YAHYA BOSTAN/ Gazze’de Türk varlığına kim, neden itiraz ediyor?
Gazze ve Filistin’in geleceği, dolayısıyla geniş coğrafyada bölgesel güç dengesiyle ilgili kritik bir kavşaktayız. Türk askeri ateşkesi sürdürülebilir kılmak için Gazze’de konuşlanacak mı konuşlanmayacak mı? Bu soruya yanıt aranıyor. Türkiye’nin eli güçlü. Ama Netanyahu da boş durmuyor. Peki ne olacak? Önce yaşananları, İsrail’de beliren “planı”, Türkiye’ye karşı PH kampanyasını, ardından da -hafta başında- ortaya çıkması muhtemel nihai tabloyu anlatacağım.
TÜRKİYE HEM GARANTÖR HEM ADAY
13 Ekim’de Mısır’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte dört lider, Ortadoğu barışı niyet beyanına imza attığında, bir çok kişinin kafasında soru işaretleri vardı. İsrail’in kirli sicili, ateşkesi bozma potansiyeli, konuşulan anlaşmasındaki boşluklar önemli soru işaretleriydi. Bu gelişmeyi İsrail’e 14 karşı bir teslimiyet olarak okuyanlar da vardı. Ben ise bunun “kazanılmış bir mevzi” olduğunu düşünüyordum (Detaylar için bakınız; Suriye’de Kara Göründü, 14 Ekim.) İsrail’in de meseleyi böyle okuduğu daha sonra yapılan tartışmalarla ortaya çıktı. Türkiye’nin o niyet beyanına imza atması, Ankara’yı garantör ülke konumuna getirdi. Bu da beraberinde Türk askerinin Gazze’de konuşlanmasına ilişkin beklentiyi. ABD Başkan Yardımcısı Vance, İsrail’in ateşkesi bozma çabalarını engellemek için gittiği Tel Aviv’de bundan sonraki takvimi şöyle sıraladı: Hamas’ın silah bırakması, Uluslararası İstikrar Güçlerinin Gazze’de konuşlanması ve alternatif bir yönetimin kurulması. Önemli not: BM’deki dengeler karar alımını zorlaştırsa da muhtemelen uluslararası güç için BM Güvenlik Konseyi kararı çıkarılacak. Türkiye de buna sıcak bakıyor. Bu karar ateşkesi ve süreci kısmen öngörülebilir kılar. Ancak karar çıksa da bu bir BM Barış Gücü olmayacak. Arkaplan bilgisi: İsrailin yeşil ışık yaktığı iki grup ülke var. Bir. 7 Ekim’den bu yana Netanyahu’nun ilişkilerini sürdürebildiği ülkeler: Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır. İki. Orada Müslüman askerlerin çoğunlukta olması gerekiyor. Ancak İsrail bölgeden değil, bölge dışından ülkeleri istiyor. Bu kapsamda Endonezya, Pakistan ve Azerbaycan öne çıkıyor. Türkiye bu iki kategoriye de girmiyor.
İSRAİL TUTUMUNUN BEŞ NEDENİ
İsrail hükümetinin önemli bir kısmını oluşturan aşırı radikal Siyonistler istim üstünde. Netanyahu’ya baskı kuruyorlar. Geçtiğimiz günlerde İsrail’deki muhalefet partileri de İsrail Başbakanına iki şey söylediler: ABD himayesine girdin. Gazze’ye Türkiye ve Katar’ı sokuyorsun. Gazze’de Türk varlığına karşı çıkmalarının, bunu bir “kırmızı çizgi“ olarak görmelerinin birkaç sebebi var: Bir. İsrail’in en önemli hedefi Filistin’i Arapsızlaştırmak, nüfusu oradan çıkarmaktır. Türk varlığı bunu engeller. İki. Filistin’de Filistinli varlığı, iki devletli çözüm ihtimalini ayakta tutar. Üç. Türkiye’nin Gazze’de güç tutması sahada ve masada Filistinlilerin haklarını koruyacak askeri ve diplomatik varlık anlamı taşır. Dört. SDG üzerinden Türk sınırına gelmeye çalışan İsrail, Türk askerini yanı başında bulur. Beş. İsrail’in bölgesel hegemonya arayışı boşa düşer.
TÜRKİYE’Yİ UZAK TUT, 100 BİN SİYONİST GETİR
Tel Aviv bu yüzden Türkiye’nin uluslararası güce katılımını engellemeye çalışıyor. İsrail medyasında yazılanlardan yola çıkarak bir analiz yaparsak, radikal siyonistlerin hedeflerini şöyle özetleyebiliriz: Bir. Türkiye’yi masadan ve sahadan uzak tut. İki. Orta vadede Filistin Devletini engellemek için Batı Şeria’daki Yahudi nüfusu artır (İki yıl içinde 100 bin genç çifti Batı Şeria’ya taşımayı konuşuyorlar. İsrail Meclisi’nin Batı Şeria’nın ilhak edilmesini öngören tasarıyı tam da bu sırada onaylaması bu kapsamdadır.) Üç. Mümkünse ateşkesi boz. Türkiye’yi Gazze’den uzak tutmak için müthiş bir medya kampanyasına da başladılar. Hedefleri Türkiye ile ilgili olumsuz algı oluşturmak, bir yandan da Körfez ülkelerinin “kaygılarını” büyütmek. Bu konuda dünya basınında İsrail onaylı metinlerin dolaşıma girdiğini görüyoruz. Türkiye’nin “hegemon güç olmak istediği”, “Osmanlı geçmişi”, “Bölgede Şii eksenin yerini, liderliğini Türkiye’nin yaptığı Sünni bloğun almaya başladığı” ısrarla yazılıyor. Bu vurgularla sadece batıyı değil, Körfez ülkelerini de korkutmaya çalıştıkları açık.
KÖRFEZ NE YAPACAK?
Yapılan açıklamalardan Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinin (Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaret ettiği Katar, Kuveyt, Umman hariç) ABD ile eşgüdümlü, İsrail’le kısmen paralel hareket ettiği anlaşılıyor. ABD Başkanı Trump’ın “Orta Doğu’daki bazı müttefiklerimiz bana, eğer Hamas bizimle yaptıkları anlaşmayı ihlal etmeye devam ederse, Gazze’ye ağır bir güçle girme fırsatını memnuniyetle karşılayacaklarını bildirdiler” sözleri ilginçtir. ABD Başkan Yardımcısı Vance’in “İsrail ve bazı Körfez ülkeleri söz konusu Hamas olunca sabırsızlık gösteriyor, esnek olmalılar” sözleri daha ilginç.
TÜRK ASKERİ GAZZE’YE GİDECEK Mİ?
ABD Başkan Yardımcısı Vance dedi ki… “Yabancı güçlerden kimlerin buraya geleceğine ilişkin İsraillilere herhangi bir zorlama yapmayacağız.” Sonra da şunu ekledi: Herkesin oynayacağı bir rol var. Türklerin de bu anlamda şu ana kadar yapıcı bir rol oynadığını görüyoruz.” İki anlama da gelebilecek bir mesaj bu. Peki, Ankara‘dan bakınca mesele nasıl görünüyor? Bir. Önemli olan Türkiye’nin gitmesi değil. Ateşkesin sürmesi, bölgeye huzurun gelmesi. Mısır’da dört garantör ülkeden biri olarak Ankara zaten çok kritik bir rol oynadı. İki. Türkiye elbette Gazze’de olmak ister. Taraflar Ankara’nın bu niyetini biliyor. Bu yönde kararlılık gösteriliyor. Üç. İsrail engellemeye çalışıyor. Bu normal. Ama muhtemelen engelleyemeyecekler. Dört. Türk askerinin Gazze’ye gidip gitmeyeceği hafta başında netleşir.
8. AYDIN ÜNAL/ ‘Saltanat-ı milliye’den istibdada ve hürriyete
1922 yılında Yunan’a karşı zafer kazanılmasının ardından hem Ankara Hükümeti hem de İstanbul Hükümeti Lozan görüşmelerine davet edildiler. Ankara Hükümeti, İstanbul’un Lozan’a katılımını önlemek amacıyla 1 Kasım’da Büyük Millet Meclisi’nde saltanatı kaldırdı. Saltanatın kaldırılması, sanıldığının aksine, Ankara’daki Meclis’te ve hatta ülke genelinde bir tepkiyle karşılaşmadı. Hilafet devam ediyordu. Yeni rejimin ne olacağına, nasıl olacağına dair bir karar verilmemişti. O günlerde, “saltanat-ı milliye” kavramı dolaşıma girmiş, hakimiyetin tek kişiden alınarak bir şuraya yani Meclis’e devredilecek olması hemen herkeste memnuniyet doğurmuştu. Osmanlı toplumunda 1876’da ilan edilen Birinci Meşrutiyet bir “hürriyet” sevdası doğurmuştu. İlanından 2 yıl sonra, 1878’de Meclis kapatılıp Anayasa askıya alınınca “hürriyet” aşkı daha da körüklenmiş oldu. 1908’de, Sultan Abdülhamit, özellikle Enver Paşa ve Resneli Niyazi’nin isyanıyla Meclis’i yeniden açmak, Anayasa’yı yeniden ilan etmek zorunda kalmıştı. Zira “hürriyet” fikri sadece Osmanlı münevverleri arasında değil, tüm Osmanlı coğrafyasında artık önüne set çekilemez bir arzu idi. Namık Kemal’in o meşhur kasidesi adeta milli marşa dönüşmüştü: “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet / Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten”. İktidarın bir aileden, bir tek kişiden alınıp “saltanat-ı milliye”ye devredilmesi beklenen, arzulanan bir durumdu. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı sürpriz değildi. Türkiye’de bir “cumhuriyet düşmanlığı” hatta karşıtlığı hiç olmadı. Tıpkı “hürriyet” mefkuresi gibi gücün bir şûrada yani “saltanat-ı milliye”de olması 102 yıl önce olduğu gibi bugün de toplumun üzerinde ittifak ettiği bir konu. Sorun şu: 1922 yılında yeni rejimin ne olacağı tartışılıyor ama “saltanat-ı milliye” gibi genel bir kavram yerine geçecek somut isimlendirme yapılamıyordu. Ankara’da Meclis’te hükümetin yetkilerini düzenleyen kanun görüşülürken Mustafa Kemal şu ifadeleri kullanmıştı: “Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir ve hakikaten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin, mahiyet-i ilmiyesi itibariyle, hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat hâkimiyet-i milliyeyi, irade-i milliyeyi yegâne tecelli ettiren bir hükümettir, bu mahiyette bir hükümettir. İlmî, içtimai noktasından bizim hükümetimizi ifade etmek lâzım gelirse; “Halk hükümeti” deriz… Fakat ne yapalım ki, demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş, hiçbir şeye benzemiyormuş. Efendiler, biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz, efendiler”. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi ancak tam da Mustafa Kemal’in ifade ettiği gibi nevi şahsına münhasır bir rejim ortaya çıktı. Adı Cumhuriyetti, “saltanat-ı milliye” fikrinin neticesiydi ama uygulama son derece farklı oldu. Bir “halk hükümeti” beklenirken yeni bir istibdat zuhur etmişti. “Hürriyet” artık vuslatı imkânsız uzak bir sevgili olmuştu; eskiden en azından ismi terennüm ediliyordu, 1946’ya kadar ismini anmak da mümkün olmadı. 102 yılda dünya çok değişti, kavramlar farklı anlamlara evrildi. Bugün “hürriyet”, “demokrasi”, “cumhuriyet” kavramları düne göre çok daha tekâmül etmiş, anlamları da değişmiş kavramlar. Türkiye, yavaş, kesintili ve acılı da olsa, ağır bedeller de ödese, cumhurun benimsediği ve sahiplendiği bir demokratik cumhuriyeti inşa yolunda epey mesafe kat etti. O adına destanlar, kasideler yazılan, uğruna canlar verilen “hürriyet” artık çok yakınımızda. Tam bağımsız bir cumhuriyete, iradenin tamamen millette olduğu “saltanat-ı milliye” mefkuresine ulaşmak için önümüzde sadece birkaç engel kaldı: Birincisi, istiklalimize Lozan’da takılan zincirden kurtulmak. İkincisi, yeni, özgürlükçü, kucaklayıcı bir Anayasa yazmak. Üçüncüsü Cumhuriyet’i Kürtler başta olmak üzere bu topraklarda yaşayan herkesin cumhuriyeti haline getirmek. Dördüncüsü de 29 Ekim Cumhuriyeti’yle sınırsız imtiyazlar kazanan, bu imtiyazları kaybetmemek için özgürlük ve bağımsızlığa karşı direnen kesimleri rehabilite etmek. Tekrar yazalım: Türkiye’de bir Cumhuriyet karşıtlığı hiç olmadı; bugün de yok. Türkiye’de, kendisini Cumhuriyet’in yegâne sahibi addedip elde ettikleri sınırsız imtiyazlarını koruma mücadelesi verenlerin kuru gürültüsü var. Sermayenin, medyanın, fikir ve sanat tekelinin, akademinin, bürokrasinin, iktidarın, her türlü imtiyazın ellerinden uçup gitmesi, tabana yayılıyor olması karşısında feryat figan ediyorlar. Bunun dönüşü yok. Namık Kemal’le bitirelim: “Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et / Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten”.
9. AYŞE KEŞİR/ Yaşlanıyoruz yalnızlaşıyoruz
Türkiye’de doğuşta beklenen yaşam süresi yükseldi. TÜİK, verilerine göre erkeklerde 75,5, kadınlarda ise 80,7 yıl oldu. Bu rakamlar, sağlık hizmetlerinin geliştiğini ve yaşam kalitesinin arttığını gösteriyor. Aynı zamanda, deneyim ve birikimin genç kuşaklara aktarılabilmesi için de önemli bir fırsat sunuyor. Dahası, yaşlı nüfusa yönelik ürün ve hizmetleri kapsayan ‘’gümüş ekonomi’’ yeni bir sektör olarak yükseliyor. Ne var ki, bu artışı sadece olumlu göstergeler ile açıklamak mümkün değil. Doğurganlık hızındaki keskin düşüş, ortanca yaşın yükselmesi, toplam nüfus içinde yaşlı oranının artma eğilimi, beraberinde demografik dengesizliği, üretimde azalmayı, bakım yükünü ve en önemlisi de yalnızlaşmayı getiriyor. Milletçe hızla yaşlanıyor ve yalnızlaşıyoruz.
TEK KİŞİLİK HANELER NEDEN ARTIYOR? TÜİK
2023 yılında yaptığı Yaşlı Profil Araştırması ve Mayıs 2025’te yayınladığı Aile İstatistikleri bir başka gerçeği daha ortaya koyuyor. Ülkemizde tek kişilik hanelerin nüfusa oranı da hızla artıyor. Bunu sadece ‘’gençlerin yaşam tarzı değişikliği’’ olarak yorumlamak meseleyi fazlasıyla daraltmak olur. TÜİK verilerine göre, 2024 yılında tek kişilik hane oranında en yüksek il %31,7 ile Gümüşhane. Onu, %29,8 ile Tunceli ve %29,7 ile Giresun izliyor. Bu oranların, küçük Anadolu illerinde olması dikkat çekici. Tek kişilik hanelerdeki bu artış tercih değil, iç göçe bağlı olarak yalnız kalan, yalnız yaşayan yaşlı nüfusun artmasından kaynaklanıyor. Kırsalda doğal ortamında, çocukları ve torunları ile sağlıklı bir şekilde yaşlanmak, çocuk bakımı ve kuşaklar arası kültürel aktarımı da kolaylaştırıyordu. Hızlı iç göç, şehirde yeni yaşam modeli oluşturamamak, çocuk bakımı gibi yaşlı bakımını da zorlaştırıyor, kültürel yozlaşmayı da hızlandırıyor.
YAŞLILAR NE İSTİYOR?
TÜİK’in 2023 yılı Yaşlı Profili Araştırması, ileri yaş dönemi beklentilerini de ortaya koyuyor. 65 üstü kişilerin ileri yaş dönemlerindeki yaşam tercihlerine baktığımızda; Erkeklerin %55,7’si ‘evimde bakım hizmeti alırım’, %23,7’ise ‘oğlumun ya da kızımın yanında kalırım’ diyor. ‘Huzurevine giderim’ diyenlerin oranı ise sadece %6,4. Kadınların ise; %48,8 ‘evimde bakım hizmeti alırım’, %34,8’i ‘oğlumun ya da kızımın yanında kalırım’ derken, sadece %4,1’i ‘huzurevinde kalırım’ diyor. Özetle; erkeklerde %78,9 ve kadınlarda %83,6 ile ezici bir çoğunluk, evinde ya da çocuklarının yanında yaşlanmak istiyor. Yani, yalnız kalmak istemiyor.
MULTİDİSİPLİNER ÇALIŞMANIN ÖNEMİ
Bütün bu veriler bize aynı şeyi söylüyor, kesinlikle yaşlanıyoruz ve yalnızlaşıyoruz, Bu durum, sadece büyükşehirlerin değil küçük Anadolu kentlerinin de ‘yaşlı dostu’ hizmetler açısından yeniden düşünülmesi gerektiğini gösteriyor. Yaşlılıkta huzur evi tercihi hayli düşük, insanların evinde ya da ailesinin yanında yaşlanma beklentisi açıkça görülüyor. Diğer yandan bu tablo hem yaşlısına hem de çocuğuna bakmak durumunda kalan çiftlerin yükünü hafifletecek esnek, yenilikçi politikalar demek. Yeni dünyanın, şehir planlamasından, konut tiplerine kadar yeni bir şehircilik yapılanmasına ihtiyacı var. Hem yaşlısının yanında olmak hem de mahremiyetini korumak isteyenler tarafından, yan yana farklı metrekarelerde konut ihtiyacı sıklıkla dile geliyor. Yatılı bakıma ihtiyacı olmasa da evinde veya çocukları yanında, yakınında kalan yaşlıların gündüzlü, güvenli sosyalleşme ihtiyacını karşılayacak mola merkezleri, gündüzlü bakım evleri geleceğin en önemli hizmet modellerinden olacak gibi. Bugün belki farkında değiliz ama büyük bir sorumluluk kapımızda. Uygulanabilir politikaların üretilebilmesi için öncelikle toplum bilimcilerden şehir plancılarına, sağlık ve sosyal hizmet uzmanlarından psikologlara kadar pek çok disiplinin eşgüdümlü çalışmasına ve yeni model önerilerine ihtiyacımız var. Çünkü mesele sadece yaşlanmak değil, mesele yalnızlaşmadan yaşlanmak.
10. ATİLLA YAYLA/ Özgürlük ve sevmediğimiz sonuçları
Özgürlüğün önemli ve değerli olduğu hakkında toplumun çoğu kesiminde büyük bir mutabakat mevcut. Ancak, özgürlüğün ne olduğu ve nasıl sınırlanması gerektiği hakkında sosyal hayatta büyük bir uyumsuzluk ve çatışma da var. Hemen her kesim açısından durum bu... Yıllardır üniversitelerde özgürlük hakkında konuşma yapmaya davet edilirim. Konu özgürlük olduğunda öğrencilere hitabımdan sonra neredeyse şaşmaz biçimde “özgürlüğün zararlı sonuçlarından nasıl kurtulabileceğimiz” yolunda sorularla karşılaşırım. Ben de -şaka yollu olarak- “özgürlükten çatlamış, patlamış bir toplumun mensuplarıymış gibi bu konuyu öne çıkarmanız biraz garip” türünden sözlerle sorulara cevap vermeye başlarım... Özgürlük kolektif değil bireysel bir değerdir. Özgür olan veya olmayan bireydir. Kolektivitelerin özgürlük ile bir bağı ve bağlantısı yoktur. Mesela bir bireyin özgür olması ile bir milletin özgür olması birbirinden farklı şeylerdir. Özgür toplum deyince de kastedilen genellikle özgürlükçü toplumdur. Özgürlük özü itibarıyla negatif karakterlidir. Başka insanlar tarafından keyfî olarak engellenmemeyi gerektirir. Her ne kadar zaman içinde bir pozitif özgürlük kavramı ve bu özgürlük anlayışının değişik türleri geliştirilmişse de, akademik tartışmalara girmeden, şunu söylemek mümkün: Bir pozitif özgürlük negatif özgürlüğün özüne ve esasına dokunmadığı müddetçe özgürlük olarak anlaşılabilecek ve kabul edilebilecek bir şeydir. Özgürlük bir çerçeve değerdir. Yani özgürlüğün içi, bireyler tarafından doldurulana kadar, boştur. Bu boşluğa neyin konulacağı, başka bir deyişle bireylerin tercihlerinin neler olacağı, bireylere bırakılır. Bireyler bu açıdan şu veya bu istikamette hareket edebilir. Bu sayede özgürlük bir çerçeve değer olarak birbirinden farklı tarzların ve tercihlerin var olmasına izin verir. Örneğin din ve vicdan özgürlüğü negatif özgürlüğün bir yansımasıdır. Bir çerçeve değerdir. Din ve vicdan özgürlüğünün varlığı ve korunması bireylerin istediği dinî inancı veya dinî yorumu benimseyebileceği veya reddedebileceği anlamına gelir. Bu durumda özgür birey Müslüman da olabilir Hristiyan da olabilir, 20 bir dine inanamamayı da tercih edebilir. Ama bu kişiler birbirlerine şunu yapın, bunu yapmayın talimatı veremez, birbirlerini belli şekillerde inanmaya ve davranmaya zorlayamaz. Bu sayede "dinî çoğulluğa" sahip bir toplumda insanlar maksimum huzur ve barış içinde yaşayabilir... Hemen altını çizelim ki din ve vicdan özgürlüğü hayat bulması bakımından akılla ve bilimle bir ilişkisi olmayan bir değerdir. Başka bir deyişle bazılarının çok inandığı gibi o aklın ve bilimin eseri olarak ortaya çıkmadı ve uygulanmadı. Hayat tecrübelerinin eseri olarak doğdu. Özellikle Batı toplumlarının sonu gelmez din savaşları ve bu savaşların tüm taraflara çok ağır zararlar vermesi sonucunda insanların birbirinin dinine karışmaması ve kamu otoritesinin de dini tarz ve yaklaşımlar karşısında maksimum ölçüde tarafsız olması, resmî dinin olduğu yerlerde de bunun diğer dinlerin özgürlüğüne fazla zarar vermemesi fikri doğdu ve gelişti. Daha sonra bu özgürlüğün faydaları akla dayanarak açıklanmaya çalışıldı, ama doğuşu itibarıyla aklın değil hayatın ürünü oldu… Özgürlüğün, elbette, tabiri caizse, bir fiyatı, bir bedeli vardır. Bu da kendimize istediğimiz özgürlüğü başkalarına da vermeye, diğer insanlar için de tanımaya hazır olmaktır. “Sadece biz özgür olalım diğerleri peşimizden gelsin” denemez. Özgürlüğe inanıyorsak onun hoşumuza gitmeyen sonuçlar da verebileceğini baştan kabul etmemiz gerekir. Tıpkı bizim özgürlüğümüzün bizde başkalarının hoşuna gitmeyen sonuçlar verebilmesi gibi...
11. DR. MEHMET RAKİPOĞLU/ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez turu: Bölgesel sahiplenme hamlesi
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 21-23 Ekim arasında gerçekleştirdiği Kuveyt, Katar ve Umman ziyaretleri, Dışişleri Bakanı Hakan Fidan'ın ortaya attığı “bölgesel sahiplenme” (regional ownership) kavramının somut bir tezahürü olarak görülebilir. Bu doktrin, temelde bölgesel sorunlara en iyi çözümün yine bölge içinden çıkabileceği anlayışına dayanmakta ve küresel güçlerin müdahalelerinin sorunları daha karmaşık hale getirdiği varsayımından hareket etmektedir. Bölgesel sahiplenme kavramı, Türkiye'nin son dönem dış politikasının temel eksenini oluşturuyor. Bu anlayış, Balkanlar'dan Orta Doğu'ya, Rusya-Ukrayna Savaşı'ndan Gazze meselesine kadar uzanan geniş bir coğrafyada, bölge ülkelerinin küresel güçleri beklemeden sorunları sahiplenmesi gerektiği prensibine dayanıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Körfez turu, bu doktrinin üç temel ayağını oluşturan siyasi/diplomatik, ekonomik ve güvenlik boyutlarını somutlaştırmıştır.
GAZZE’DEN SURİYE’YE KRİZLERE BÖLGESEL ÇÖZÜM ARAYIŞI
Ziyaretlerin diplomatik önceliği geleneksel bölgesel istişarelerin ötesine geçerek, Gazze'deki ateşkes sürecine ve Suriye’deki istikrara odaklanmıştır. Bu anlamda Körfez ülkeleri ile Türkiye arasındaki bölgesel çözüm arayışı, Gazze'deki ateşkesin devamlılığının sağlanması ve Suriye'de istikrarın tesis edilmesi noktalarında kritik önem taşımaktadır. Her iki bölgede de İsrail yayılmacılığına karşı ortak bir duruş sergileyen Türkiye ve Körfez ülkeleri, bölgesel sahiplenme doktrini çerçevesinde küresel aktörlerin müdahalesi olmadan çözüm üretme çabası içindedir. Öte yandan, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Kuveyt'teki "Kalıcı barış için tek çözüm iki devletli formüldür" şeklindeki normatif vurgusu, Türkiye'nin sadece arabulucu değil, aynı zamanda çözümün siyasi parametrelerini belirleyen norm koyucu bir aktör olma iddiasını pekiştirmiştir. Bu söylem, uluslararası platformlarda sürekli tekrarlanan "Gazze'nin sahipsiz bırakılmaması" retoriğinin, bölgesel aktörler nezdinde somut bir diplomasi trafiğine dönüştürülme çabasını yansıtmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Körfez turunun Katar ayağında gerçekleştirilen Türkiye-Katar Yüksek Stratejik Komite 11. Toplantısı ve akabinde imzalanan ortak bildiri, iki ülkenin bölgesel istikrar, Filistin ve Suriye dosyalarında ortak vizyonunu kurumsal bir zemine taşımıştır. Körfez bölgesinde dengeleyici bir aktör olarak konumlanan Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın gerçekleştirdiği Katar ziyareti ve Körfez turu ile bölgedeki diplomatik ağırlığını pekiştirmektedir. Özellikle Gazze ve Suriye krizleri bağlamında derinleşen Türkiye-Körfez işbirliği Ankara'nın bölgesel diplomasideki etkin rolünü güçlendirirken, söz konusu krizlerin çözümünde Türkiye'nin ve bölge ülkelerinin diplomatik ağırlığını daha belirgin hale getirmektedir. Bu stratejik ortaklık, bölgesel istikrar arayışında Türkiye'ye yeni bir diplomatik manevra alanı kazandırmaktadır.
EKONOMİK ENTEGRASYON VE BÖLGESEL ÖZERKLİK ARAYIŞI
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Kuveyt, Katar ve Umman ziyaretleriyle Türkiye, Gazze ve Suriye krizlerindeki diplomatik etkinliğini, Körfez ülkeleriyle ekonomik işbirliğini derinleştirerek güçlendirmiştir. Bu kapsamda, Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) Dönem Başkanı Kuveyt ile yürütülen Serbest Ticaret Anlaşması (STA) müzakereleri, bölgesel sahiplenme stratejisini kurumsal bir temele oturtmayı hedefliyor. Körfez'le yapılan görüşmelerde "ihracatın finansmanına" öncelik verilmesi ise küresel finans sistemine bağımlılığı azaltacak bölgesel bir ekonomik özerklik arayışının somut göstergesi niteliğinde. Umman özelinde, iki ülke arasındaki ticaret hacminin 1 milyar dolar seviyesine yaklaşması ve 500 milyon dolarlık ortak yatırım fonu kurulması, bölgesel sahiplenme doktrininin ekonomik boyutunu 22 teşkil etmektedir. Umman’da faaliyet gösteren Türkiye merkezli şirket sayısının 2023'ten 2024'e yüzde 55 artışla 600’e yaklaşması, bu stratejinin somut başarı göstergelerindendir. Enerji güvenliği bağlamında Umman ile 10 yıllık sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) tedarik anlaşması, Türkiye'nin enerji kaynaklarını çeşitlendirerek küresel enerji piyasalarındaki dalgalanmalardan bağımsız hareket etme çabasını yansıtmaktadır. Türk müteahhitlik firmalarının Umman'da gerçekleştirdiği 6 milyar dolarlık altyapı projeleri ise ilişkilerin sürdürülebilir temelini oluşturmaktadır. Öte yandan Umman'ın Dukm, Salala ve Sohar limanları ile Türkiye'nin Mersin ve İzmir limanları arasında kurulacak lojistik koridor, küresel tedarik zincirlerine alternatif bölgesel ağlar oluşturma çabasını yansıtmaktadır. Bu koridor, Türkiye'nin Afrika'yla entegrasyon ve Asya'ya açılım stratejileri bağlamında, bölgesel sahiplenme doktrininin jeopolitik boyutunu temsil etmektedir.
SAVUNMA SANAYİ İŞBİRLİĞİ VE STRATEJİK OTONOMİ
Savunma sanayi alanındaki işbirliği, bölgesel sahiplenme doktrininin en kritik bileşenlerinden biridir. Katar ile imzalanan Savunma Sanayi Alanında Mutabakat Zaptı, mevcut stratejik ortaklığın askeri teknoloji geliştirme alanında da sürdürüldüğünü göstermektedir. Türkiye'nin hava gücünü yenileme stratejisi kapsamında, Katar ve Umman'dan Eurofighter jeti teminine yönelik müzakereler, Ankara'nın uluslararası savunma tedarik süreçlerinde karşılaştığı siyasi engelleri bölgesel stratejik ortakları vasıtasıyla aşmaya yönelik diplomasisini yansıtmaktadır. Bu yaklaşım, bölgesel sahiplenme stratejisini askeri kapasite temelli bir zemine taşımaktadır. Sonuç olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Körfez turu, bölgesel sahiplenme anlayışının kapsamlı bir uygulamasını teşkil etmektedir. Diplomatik ortaklık, enerji güvenliği, savunma sanayi işbirliği, ekonomik entegrasyon alanlarındaki somut adımlar, bu doktrinin hayata geçirilmesine hizmet etmektedir. Kuveyt, Katar ve Umman’a yapılan ziyaretler kapsamında imzalanan birçok anlaşma, bölgesel sahiplenme doktrininin sadece söylemlerle sınırlı kalmadığını, kurumsal bir temele oturduğunu göstermektedir. Türkiye'nin Körfez ile geliştirdiği bu kapsamlı işbirliği modeli, bölgesel sahiplenme doktrininin teorik bir kavram olmadığını, aksine ekonomik, güvenlik ve kültürel boyutları olan bütünleşik bir jeopolitik stratejiyi temsil ettiğini ortaya koymaktadır. Bu çerçeve, Türkiye'nin küresel sistemdeki konumunu yeniden tanımlarken, bölge ülkelerine de küresel güçlere bağımlılıktan kurtulma yolunda somut bir alternatif sunmaktadır.




