1. ABDULKADİR SELVİ / Meclis komisyonunun kararı terörün tasfiyesini hızlandıracak
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ‘Terörsüz Türkiye’ çalışmalarına ilişkin “Komisyonun aldığı en son kararı, sürecin önünü açan, sürece katkı sunacak, terörün tasfiyesini hızlandıracak bir karar olarak değerlendiriyoruz” dedi.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Güney Afrika’daki G20 Zirvesi dönüşü uçakta gazetecilerin sorularını yanıtlarken özetle şunları söyledi:
“(Meclis’te oluşturulan Milli Birlik ve Dayanışma Kardeşlik Demokrasi Komisyonu’nun İmralı’ya gitme kararı) Cumhur İttifakı olarak Terörsüz Türkiye çalışmalarını eşgüdüm içinde yürütüyoruz. Hem bizim Sayın Bahçeli’yle hem de arkadaşlarımızın MHP’deki muhataplarıyla yakın diyaloğu var. Ayrıca DEM Parti heyetini de belli periyotlarla kabul ediyoruz. Bu çalışma modeli ile süreci buraya kadar kazasız belasız getirdik. Meclis’te kurulan komisyon, farklı siyasi partilerin sürece dahil olması ve katkı vermesi açısından çok mühimdi. Komisyon Sayın Meclis Başkanımızın riyasetinde önemli işlere imza attı. Biz de komisyona her türlü katkıyı, desteği verdik. Terörsüz Türkiye sürecini, gündelik siyasetin yıpratıcı tartışmalarının uzağında tutmaya özen gösterdik. Komisyonun aldığı en son kararı, sürecin önünü açan, sürece katkı sunacak, terörün tasfiyesini hızlandıracak bir karar olarak değerlendiriyoruz. Partimizi temsilen Hatay Milletvekilimiz Hüseyin Yayman’ı malum görevlendirdik. Hüseyin Bey uzun yıllar bu meseleyi çalışmış, daha önce Akil İnsanlar Heyetimizde yer almış bir arkadaşımız. Bu konuya vukufiyeti sebebiyle partimiz adına çalışmalara Hüseyin Bey katılacak. Terörsüz Türkiye menziline varana kadar sabırla, samimiyetle, cesaretle ve kararlılıkla hareket etmeyi sürdüreceğiz.”
DÜNYA İSRAİL’E BASKIYI ARTIRMALI
(Gazze’de Trump’ın barış planı da katliamı engelleyemedi. Netanyahu’yu artık bu saatten sonra ne dizginleyebilir) Uluslararası toplumun kararlı, tutarlı ve yaptırım gücü olan bir irade ortaya koyması, ben inanıyorum ki; Netanyahu’yu durduracaktır. Verdiği sözü bir çırpıda çiğneyen, göz göre göre çekinmeden cinayet işleyen bir canilikle karşı karşıyayız. Özellikle İsrail’i böylesi pervasız hale getiren ülkeler bir an önce elini taşın altına koymalıdır. Birleşmiş Milletler maalesef bugüne kadar üzerine düşeni yapamadı. Bundan sonra atılacak adımlarla Birleşmiş Milletler’in ağırlığını hissettirebilmesi şart. İsrail’e yönelik diplomatik baskının hissedilir derecede artırılması ve engelsiz insani yardımların bölgeye kesintisiz ulaşımının önünün açılması ertelenemez bir mecburiyettir. Bölgede kış kendini hissettirmeye başlıyor. Türkiye olarak Gazze meselesinde ilk günkü kararlılığımızı devam ettiriyoruz.
SURİYE’NİN TOPRAK BÜTÜNLÜĞÜ ESASTIR
(Netanyahu’nun pervasızlığı ve ‘Biz Türkiye ile anlaşmak istiyoruz’ anlamına gelecek sözleri) Suriye’nin toprak bütünlüğü bizim için esastır. Suriye’nin kaderine, Suriye’nin halkı karar verecektir. Suriye’deki en ufak bir karışıklığın ve istikrarsızlığın nasıl ağır faturalar oluşturduğunu en iyi bilen ülke Türkiye’dir. Ülkemizin milli güvenliği ve huzuru söz konusu olduğunda daha önce hangi adımları attığımız herkesin malumudur. Benzeri bir tehdit ve tehlikeyle tekrar karşılaşmak istemeyiz, ama karşılaşırsak da gereğini yaparız. Hep söylüyorum, bizim kimsenin toprağında, egemenliğinde gözümüz yok. Biz Suriye, Irak ve Lübnan başta olmak üzere bölgemizin her karışında barış, huzur ve güvenlik istiyoruz. Bunu da hiçbir ayrım yapmadan herkes için, tüm halklar için istiyoruz. Aslında İsrail yönetimi bölgede attığı her adımın hem hukuksuz, hem de istikrarsızlık kaynağı olduğunu biliyor. Siz İsrail basınının ne yazdığından çok Türkiye’nin ne yaptığına odaklanın. Buradan zaten neticesini alırsınız. Biz, kendi stratejik önceliklerimiz çerçevesinde neye ihtiyaç duyuyorsak, onu yapıyoruz ve bundan sonra da yapacağız.
TRUMP’IN UKRAYNA PLANI
(ABD Başkanı Donald Trump’ın Ukrayna’ya sunduğu 28 maddelik barış planı) Ukrayna’da barış için bir zemin oluşması uzun zamandır bizim de gayret gösterdiğimiz bir konu. Amerikan Başkanı Donald Trump ile de Ukrayna konusunda neler düşündüğümüzü çeşitli vesilelerle konuştuk. Biz, adil bir barışın kaybedeninin olmayacağını düşünüyoruz. Bu plan üzerinde anlaşma mümkün mü? Evet, mümkündür. Ama nasıl? Bunun üzerinde durmak gerekiyor. Plan, tarafların meşru beklentilerini, güvenlik ihtiyaçlarını yeni istikrarsızlıklar doğurmayacak şekilde karşılarsa anlaşma mümkün olur. Biz uzlaşının, hemfikir olunan konularla, pozitif gündemle başlatılan bir müzakereyle mümkün olabileceğini düşünüyoruz. Herkesi tatmin eden bir zemin oluşturulursa, kalıcı bir çözüm kapısı açılır. Türkiye olarak daha önce İstanbul’da nasıl önemli bir rol oynadıysak, bugün de aynı yapıcı tavrı sürdürmeye hazırız.”
CHP’DE RÜŞVET İDDİALARI – KILIÇDAROĞLU İSYAN ETMİŞTİR
“(Belediye kaynaklarının çıkar amaçlı suç örgütleri tarafından kullanıldığına dair iddialar ve eski CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun son açıklaması) Malum belediyeler milletin biz yöneticilere emanetidir. Onların emanetine el uzatmaya yeltenenlerin ellerini kırmak ve açtıkları yolları tıkamak da devletin en temel vazifesidir. Milletin bir kuruşunu dahi kimsenin çetelerine, çıkar gruplarına peşkeş çekmesine izin vermedik, bundan sonra da vermeyiz. Değerli arkadaşlar, şayet birileri mevcut sistemden tünel kazarak, hırsızlıklarına, yolsuzluklarına, rüşvet çarklarına su taşıyan bir yol açmışlarsa kimsenin şüphesi olmasın, o yolları da keseriz. Sayın Kılıçdaroğlu da görüyoruz ki koyunlarında besledikleri yılanlardan rahatsız olmuş ve isyan etmiştir. CHP’yi rüşvet, irtikap, hırsızlık, yolsuzluk girdabına sürükleyen anlayıştan rahatsız olduğunu söylüyor. Demek ki bir rüşvet çarkı var. Onu kendisi de kabul ediyor. Bugün CHP yönetiminin tek gündemi yargının önündeki korkunç iddiaları perdelemek, dikkatleri başka yönlere çekmek, gürültü çıkartarak partinin içine düştüğü bataklığın görülmesini engellemektir. Umarız CHP’liler, partilerini çepeçevre kuşatan bu ahtapottan kurtarabilir.”
350 BİNİNCİ KONUT – BU, SIRADAN BİR RAKAM DEĞİL
“(Deprem bölgesinde 350 bininci konut teslimi ve muhalefetten eleştiriler) Değerli arkadaşlar, yıllardır milletimize bunların gözleri olduğunu ancak gerçekleri görmediklerini, kulakları olduğunu fakat hakikatleri işitmediklerini, dilleri olduğunu ancak doğruları söylemediklerini hep anlattık, anlatıyoruz. Bakın, en son deprem bölgesinde 350 bininci konutun anahtar teslimini yaptık. Bu sıradan bir rakam değil. Halep oradaysa arşın burada. Gidin asrın felaketinin yıktığı şehirlerimizin nasıl ayağa kalktığını görün. Fakat bunlar oralara sadece oy istemeye gittikleri için, milletin durumu ile zerre kadar ilgilenmedikleri için, çamur atmakla meşguller. Daha millete temel belediyecilik hizmetini veremeyen CHP, çıkıp bize ahkâm kesiyor. En büyük şehirleri trafiğe, susuzluğa mahkûm eden, çöplerini toplayamayan CHP’nin sözüne milletim de asla itibar etmeyecektir.”
2. ZAFER ŞAHİN / İmamoğlu’nun 4+1 talebi
CHP’nin resmi genel başkanı Özgür Özel. Fiili genel başkan ise Ekrem İmamoğlu. CHP’nin iki genel başkanı, iki de genel merkezi var. Söğütözü ve Silivri… 30 Kasım’daki kurultayda Silivri’deki fiili liderin Söğütözü’ndekinin koltuğunu altından çekme ihtimali daha önce hiç olmadığı kadar yüksek…
Kulislerde, İmamoğlu’nun Özgür Özel’e verdiği bir listeden bahsediliyor… O listenin ilk sırasında eşi Dilek İmamoğlu var… Davutoğlu’nun eski prenslerinden Serkan Özcan… İyi Parti’den sonra rotayı CHP’ye kıran hukukçu Bahadır Erdem ve yine İyi Parti’den seçildikten sonra CHP’ye katılan İzmir Milletvekili Ümit Özlale de listede…
İmamoğlu bu dört ismin Parti Meclisi’ne yazılmasını ve MYK’ya girmesini istiyor... Adları yolsuzluk soruşturmasında geçen Özgür Karabat, Turan Taşkın Özer ve Baki Aydöner’den kurtulmanın yolunu arayan Özgür Özel’in işi şimdi daha da zor.
Kılıçdaroğlu’nu sağ partilere verdiği kontenjanlar sebebiyle kıyasıya eleştiren Özel, şimdi İmamoğlu’nun isteğiyle partinin kadrolarını merkez sağ isimlere teslim etmek üzere. Peki Silivri’den gelen bu talebe direnemez mi? Çok olası görünmüyor… Eğer direnirse İmamoğlu’nu karşısında genel başkan adayı olarak görebilir. İmamoğlu’nun kendisi olmasa bile eşini Özel’e rakip çıkarma ihtimalini hiç yabana atmayın...
O sebeple dört talebi istemese de yerine getirecektir… CHP seçmeni bu tabloyu iyi analiz etmeli... İBB iddianamesinde suç örgütü olarak tanımlanan yapının üst yönetimdeki altı ismi de CHP’li değildi... Koca CHP aylardır o isimler hakkındaki yolsuzluk iddialarını yok sayıyor. CHP tabanına alkışlatıyor. Şimdi de CHP’li olmayan dört isme parti yönetimde yer arıyorlar.
Hiç düşündünüz mü? CHP bu kadar tavizi neden veriyor? Bu yönetimin İmamoğlu’na nasıl bir diyet borcu var? Galiba mesele göründüğünden ve gösterilenden daha derin. Biraz daha bekleyelim. Yakında çıkar kokusu.
3. MAHMUT ÖVÜR / CHP’yi şok eden hamle
İçinden geçtiğimiz bugünler "Terörsüz Türkiye" projesinin en kritik günleri. Sert bir tartışmanın eşiğindeyiz. Çünkü önceki gün Meclis, son dönemde atılan bütün hamleleri ete kemiğe büründürecek yeni bir adım attı, İmralı'ya gitme kararı verdi. Günlerdir bu karar alınmasın diye ortalığı ateşe verenler, ikircikli davrananlar, sağ gösterip sol vuranlar hatta dışarıda "Türkiye tökezlesin" diye pusuda bekleyenler deyim yerindeyse ayağa kalktı.
Meclis de onlara inat direndi ve gitme kararı verdi. İmralı'ya gidilecek, terörün devreden çıkarılması, toplumsal barışın hayata geçirilmesi için ve özellikle Suriye'de ayak sürüyen, bahane arayan YPG meselesinde de son adımlar atılmalıydı.
İşte tam bu noktada sürpriz bir destek de bir önceki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'ndan geldi. Kılıçdaroğlu, yaptığı açıklamayla sadece mevcut CHP yönetiminin değil, yakın çevresinin de, CHP'yi dışarıdan izleyenlerin de ezberini bozdu. Şu sözleri dinlerken; ister istemez, "Keşke bunları CHP genel başkanıyken de söyleseydi" demekten kendimi alamadım.
Sadece "İmralı'ya gidiş" konusundaki şu sözleri öyle etkili oldu ki, içeriden dışarıdan algı operatörleri hop oturup hop kaktı:
"Tarihin doğru tarafında yer almak çoğu zaman cesaret ve kararlılık gerektirir. Tarih önünde aziz milletimizle hak, hukuk ve adalet yürüyüşümüze devam edeceğiz."
Herhalde "İmamoğlu Suç Örgütü" iddianamesinde yer alan "yolsuzluk" iddialarıyla ilgili söyledikleri de CHP yönetimini "şoke" etmiştir:
"Her siyasi parti ve her siyasetçi savrulabilir, geri durabilir, rüşvet ve yolsuzluk sarmalına bulaşabilir ve hatta ihanet zincirine de tutunabilir. Ama, bakın büyük bir ama ile söylüyorum, Cumhuriyet Halk Partisi rüşvetlerle, yolsuzluklarla ve rüşvet çarkının müteahhitleri ile anılamaz, bunlarla bir araya gelemez. Üzerinde iftiralar ve yolsuzluk iddialarıyla yol alamaz, derhal arınmalı ve yoluna devam etmelidir."
Kılıçdaroğlu'nun bu çıkışı basit bir karşı atak değil, kendisi işin içinde olsun veya olmasın bu bir "siyasi duruş" çıkışıdır. CHP çevresi açısından yeni bir siyaset sayfasının açılmasıdır. Dış politikaya ilişkin söyledikleri de bunu tamamlıyor:
"Türkiye Cumhuriyeti at sürdüğü ve şehit verdiği coğrafyalarda sıkışamaz. Gönül bağı kurduğu kardeş milletler sofrasında sıkıştırılamaz, sıkışıklığa gelemez. Cumhuriyet Halk Partisi, Ortadoğu'da bizi bekleyen İsrail ve Amerika belasını bertaraf etmek ve devletin âli menfaatleri için sürecin içinde olmak zorundadır. Risk almalıdır."
Geç de olsa cesur bir çıkış... Namık Tan cevap vazifesini üstlenir mi bilemem ama herhalde İngilizlere, "Kendimizi terk edilmiş hissediyoruz" diyen sosyal demokrat Özgür Özel şaşkına dönmüştür. Ama asıl büyük şaşkınlığı, bu "siyasi duruş"un eninde sonunda siyasete yansımasıyla görecek.
ÜÇ İSİM VE TÜRKİYE SİYASETİ
İmralı'ya gidecek üç isim belli: AK Parti'den Hüseyin Yayman, MHP'den Feti Yıldız ve DEM Parti'den Gülistan Koçyiğit. Koçyiğit sürecin bilinen ismi. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız da son dönemde terör ve yargı meselelerinde objektif yaklaşımlarıyla dikkat çeken ve bilinen bir isim. Seçimi tesadüf değil.
Üç isim arasında sanıyorum en sürprizi AK Parti Genel Başkan Yardımcısı ve Hatay Milletvekili Hüseyin Yayman'dı. Ama arka planına bakıldığında sürpriz değil. Sevgili dostum Yayman, siyasetçi kimliğinden önce gazeteciliği ve akademisyenliğiyle bilinen ve özellikle de Kürt meselesi ve o meselenin sorunlarıyla ilgili ders niteliğinde saha çalışmaları olan bir entelektüel. Onun seçilmesi de tesadüf değil. Özellikle 1925'ten 2010'a uzanan süreci raporlar ışığında ele alan "Türkiye'nin Kürt Sorunu Hafızası" kitabı bugünleri anlamak açısından kılavuz niteliğinde.
İmralı notları da farklı olmayacak!
4. BERCAN TUTAR / Yeni küresel trend
Batılı ülkeler dünyaya dayattıkları yıkıcı stratejilerinin kurbanı olmaya başladı. Kendileriyle birlikte dünyayı da kaosa sürüklüyorlar. Hâliyle hem küresel hegemonyaları sarsılıyor hem de ulusal iç siyasetlerinde derin bir bölünme yaşanıyor. Batı'nın siyasi terörüne maruz kalan Latin Amerika'dan Ortadoğu ve Afrika'ya, Asya-Pasifik'ten Orta ve Güney Asya ile Doğu Avrupa'ya kadar dünyanın hemen her katmanı köklü bir kaotik süreçten geçiyor.
Bu çalkantılı tablo, istikrar ve güven arayışındaki ülkeleri yeni alternatiflere yöneltiyor. Bu alternatiflerin başında da Türkiye geliyor. Özellikle de Ortadoğu ülkeleri kalıcı bir barış ve istikrar için yüzlerini birer birer Türkiye'ye çeviriyor. Hatta Ortadoğu dışındaki Kafkasya, Orta Asya, Balkanlar, Kuzey Afrika, Asya Pasifik ve Avrupa bile umudunu Türkiye'ye bağlamış durumda.
Zira Yavuz Sultan Selim'in 1517 Mısır ve Suriye zaferleri sayesinde Afrika ve Ortadoğu'nun sömürgeleştirme ve Hıristiyanlaştırma projelerinden korunmasına yol açan benzer bir tarihsel süreç yeniden gerçekleşiyor. Batılı sömürgecilere karşı Türkiye yine beş asır önceki gibi bir umut, direnç ve istikrar kaynağı olarak yükseliyor.
Yavuz'un Mısır ve Suriye seferlerinin beş asır önce küresel ve bölgesel siyasette yol açtığı sarsıntıların bir benzerini şu an da yaşıyoruz. Türkiye'nin Libya, Somali, Sudan, Karabağ, Suriye ve Gazze'de devreye soktuğu stratejiler, bölgesel dengeleri yeniden kuruyor.
Ayrıca küresel güç rekabetine sahne olan cephelerde de Türkiye hem arabulucu hem oyun kurucu rolüyle dikkat çekiyor. Venezuela'dan Ukrayna'ya, Sudan'dan Suriye ve Gazze'ye, Pakistan'dan Mısır ve Libya'ya kadar yayılan alanlarda siyasi, askeri, insani ve ekonomik istikrarın tesisi için Türkiye'nin varlığına ihtiyaç duyuluyor.
Kuşku yok ki Türkiye'ye yönelik teveccühün nedeni ülkemizin sahip olduğu hasletler yanında reel politik zorunluluklardan da kaynaklanıyor. Zira Batı'nın güvenlik garantilerine, savunma anlaşmalarına ve askeri işbirliklerine bağımlı ülkeler, şu an derin bir beka kaygısına sürüklenmiş durumda.
Zira mevcut Batılı statükonun emperyal yapısı, Sayın Erdoğan'ın G20 zirvesinde de dile getirdiği gibi küresel çaptaki kargaşa ve adaletsizliğin lokomotifi konumunda. Hâliyle hegemonyaları sarsılan Batı ve taşeronlarının izlediği kaotik stratejiler birçok ülkeyi, Türkiye gibi güvenilir müttefikler bulma arayışına itiyor. Üstelik Türkiye'nin emperyal merkezlere karşı verdiği mücadelede elde ettiği siyasi ve askeri başarılar, ülkemize yönelik teveccühü daha da artırıyor.
Dolayısıyla Batı'nın azalan küresel hegemonyasını koruma çabalarının bölgesel çalkantı ve krizleri artırdığı bir dönemde en güvenilir limanlardan biri olarak öne çıkan Türkiye sadece Ortadoğu, Körfez, Afrika ve Asya ülkeleri için değil bizzat ABD ve Avrupa tarafından bile can simidi olarak görülüyor.
Bu bağlamda Türkiye askeri, siyasi ve teknolojik çözümlerin kaynağı, büyük altyapı ve enerji projelerinin ortağı, bölgesel ve küresel stratejilerin ise oyun kurucusu olarak öne çıkıyor. Kendi savunma yeteneklerini güçlendirmek ve çok vektörlü bir strateji izlemek isteyen ülkeler yüzünü Türkiye'ye çeviriyor.
Çünkü Türkiye dünya çapındaki güç rekabetinin yol açtığı sorunlara alternatif çözümler sunabilen kilit bir aktör olarak görülüyor ve takdir ediliyor. Bu nedenle de herkes Türkiye ile kalıcı stratejik ilişkiler kurma ve var olan ilişkilerini de geliştirme arayışı içinde. Bir bakıma Türkiye, jeopolitik anlamda her açıdan küresel trend konumunda.
5. YUSUF DİNÇ / 2026 ve sonrası: Ekopolitik bir okuma
Artık 2025’i kapatıyoruz. Yeni yılın ve yeni bir dönemin eşiğindeyiz. Bir öngörü vermenin zamanı geldi. Ekonomi gündemi önümüzdeki dönemin yönelimini belli edecek kadar nihayet şekillendi. Belirsizlik çağında öngörü paha biçilmezdir.
Yazacaklarım ekonomik birimler için hayati önemde olacak. Çünkü Türk ekonomisinin hata yapma lüksü vermeyeceği zamanlara doğru gidiyoruz. Sahip olduğumuz en iyi lüks hata yapma lüksüydü. Türkiye’nin nimetlerinden biriydi hata. Ama artık yok.
Hiçbir ülke bu argümanla pazarlanamaz doğrusu. ABD mesela kendisini fırsatlar ülkesi olarak sunar. Gerçi Türkiye’nin bir zaman sunduğu imkânı sunan başka bir ülke zaten yok ki böyle pazarlansın… Gene gerçi Türkiye fırsat kelimesiyle de pazarlanabilirdi ama git gide daha az fırsat daha dar bir gruba verilir hale geldi.
Bugünden sonra hata yapan bir daha telafi edemez. Türkiye şimdiye değin hatayı iki biçimde telafi imkânı veriyordu. Ya hatanın sahibi bizatihi hatasını kendi telafi edebiliyordu yahut toplum desteği veya iş çevresinin bereketiyle hatanın maliyeti gideriliyordu. Bugünden sonraysa hata yapan bedelini ekonomik varlığıyla öder. Hiçbir hata önemsiz olmayacaktır. Çok basit; hatalar ihtiyaçları büyütecek, büyüyen ihtiyaçlar karşılanamayacak. Hem artık herkesin kapitalist olduğu kabul edileceğinden kimse kimsenin umurunda olmayacak.
Peki değişen ne? Bu yazıyı yazmak için şartlar nasıl olgunlaştı? Belirsizlik çağında en paha biçilmez şey, öngörü, nasıl elimize geçti? Tabii ki pahalı yoldan. Gündeme düşen vatandaşlık maaşı sayesinde…
Biliniz ki; vatandaşlık maaşı gibi gündemler varsa Türkiye’nin artık hür teşebbüse dair bir tasavvuru kalmamıştır. Müteşebbisin gelirin yeniden dağıtımındaki rolü göz ardı edilmektedir.
Biliniz ki vatandaşlık maaşı gibi gündemleri varsa Türkiye’nin artık toplumun toplum olması beklenti dışıdır. Toplum sorumlulukları devlete transfer edilmektedir. Siyaset böyle bir vaadi şimdiden programına aldı bile. Halk partisi taslak programında vatandaşlık maaşına doğrudan yer verdi. Dolaylı olarak bu tür vaatler partilerin çoğunda var zaten.
Ve elimizde önemli bir veri var. Siyasette marjlar daralınca maliyetler yükseliyor. Bakınız EYT… Bundan sonra mücadele devletten böyle bir maaş almaya muhtaç olmamak mücadelesi olacaktır. Hatta devletin bir kuruşuna dahi muhtaç olan bitmediğini zannedecekse ben gerçeği şimdiden söyleyeyim; bitmiştir.
Peki ne öneriyorum? Evvelen şunu söyleyeyim; siyaset Türkiye’ye verdiği seçimsiz dört vaadini tutamadı. Seçim olduğundan değil, her gün seçim konuşulduğundan. Her gün seçim konuşulan ekonomide makroda yahut mikroda reform yapılamaz. Önümüzdeki seçimi kazanacak olansa belli; vaatlerin peşine değil, şeffaflığın peşine giden kazanacak. Belirsizlik çağındayız; vaatler belirsizliğe belirsizlik katmaktan başka işe yaramaz. Belirsizlik şartlarında şeffaflıktan başka tutunacak dal yoktur. Demokrasinin kendisi dahi belirsizlik kaynağı iken… Şeffaflık siyasetle başlayıp en aşağı kadar inecektir.
Saniyen söylenecek şudur; bir avuç insan hariç bugün Türkiye’de kim ne kazanmışsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’la kazanmıştır. Ve reel sektörde kazanmıştır. Bugünse Türk ekonomisi finansallaşmıştır. Finansı bilmeyen ve yönetemeyen daha da para kazanamaz. Kazanamadığı gibi hata da yapar. Üstelik ekopolitik yönelim çoktan değişmiştir ve yeni durumu anlayıp işini nasıl yapacağını da çözmek gerekir.
Salisen bizler işimizden biraz uzaklaştık. Sektör değiştirme derdine düştük. Bugünkü ekonomide iş değiştirmek işine sahip çıkmaktan risklidir. Çok az kişi bunu başarabilecek kapasitededir. O yüzden ekseriya işine sahip çıkmalıdır. Batanlardan kalacak pazar kalanları en az 2030’a kadar tatmin ede ede götürecektir.
Önümüzdeki Mayıs’a kadar öngörü verecek birkaç hususu daha söyleyebilirim. Kur uçmayacak, altın kaçmayacaktır. Daha doğrusu kur uçurulmayacak, altın kaçırılmayacaktır. Bunlardan birisi ulusal, diğeri global dengeleyicidir. Belirsizlik çağında kesin olmasa bile öngörülebilir olması gereken yegâne iki gösterge bunlardır. Bu göstergelerde anormal hareketler ortaya çıkarsa korkabilirsiniz ama çıkmaz. Ha, bu sözlerim döviz borcu olanların güvende olacağı anlamına gelmez, söyleyeyim. Bu periyotta borcun döviz kompozisyonunu değiştirebilen değiştirsin.
Bu kısımdaki öngörüm özellikle de kur için aslında daha uzun atımlı. Ancak Mayıs bir ara gözden geçirme dönemi olacak. O yüzden kendimi bağlayamam. Trump, Mayıs’ta FED’i yenileyecek ve nihayet planı görebileceğiz. Şimdiki FED Başkanı Powell planın bir parçası yapılmadığı için ve sonradan da olmadığı için istenmeyen adam oldu.
İşte bu son paragraflardaki öngörüler şimdilik yeterlidir. Daha fazlasını kimse veremez; matematikle, fizikle, kimyayla bile bulamaz. FED bile bıraktı matematik yapmayı. Yani bu söylediklerimden ötesi gaybtır. Bu andan itibaren işi, ekonomiyi, siyaseti veya başka bir şeyi değil; herkes kendi çapında belirsizliği yönetecek.
6. YAHYA BOSTAN / Dejavu: Türkiye Ukrayna planında nasıl bir rol oynuyor?
ABD ve Rusya’nın Ukrayna’yı teslim olmaya zorlayan 28 maddelik planı kimileri için şok etkisi yarattı. Süreci en başından bu yana takip edenler için ortaya çıkardığı duygu “Dejavu hissidir.” Çünkü bu 28 madde en başından bu yana masadaydı. Çerçevenin, 12 Şubat gibi erken bir tarihte, ilk Trump-Putin görüşmesinde çizildiği söylenir. Trump o gün demişti ki… “Putin’le müzakerelerin başlaması konusunda anlaştık.”
O tarihten sonra seyir inişli çıkışlıdır. Trump ve Putin çeşitli kereler önce yakınlaşmış sonra uzaklaşmıştır. Zelenski sürecin tüm kırılma anlarında -geçtiğimiz hafta olduğu gibi- Ankara’ya koşmuştur. Süreç gel-gitli olsa da ana çerçeve değişmemiştir. 28 maddelik plan, Rusların İstanbul’da Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında Ukrayna tarafına sunduğu maddelerle neredeyse aynıdır. Peki, bugün elde yeni ne var? İlginç perde arkaları… Anlatacağım, ancak önce çerçeveyi çizmem gerekiyor.
TRUMP NE İSTİYOR?
Ukrayna’da anahtar Trump’ın elinde. Ukrayna’nın savaşı sürdürmek için ABD desteğine ihtiyacı var. Hem maddi hem askeri/istihbari anlamda. Avrupa’nın desteği tek başına yeterli değil.
Trump mealen diyor ki… “Bu Batı-Rusya savaşı değil. AB/Ukrayna-Rusya savaşı. Barışmak isterseniz barıştırırım, karşılığında hem siyasi krediyi hem de parayı alırım.” Trump için Ukrayna’nın kayıpları önemli değil. Ukrayna, Trump’ın büyük resminin yanında bir hayli küçük kalıyor. Rusların Alaska görüşmesinden sonra “Alaska Düzeni” diye tanımladığı büyük resmin iki ayağı şöyle: Savunma alanında ABD’ye yük olmayan, Rusya ile kavgalı, bu yüzden ABD’ye mahkum bir AB… Çin’le küresel gerilimde tüm gücünü karşı kampa vermeyen bir Rusya…
RUSLAR İSTANBUL’DA MUHTIRA VERMİŞTİ
Ruslar, çalkantı yaratan 28 maddelik planın ilk sayfalarını Mayıs 2025’te İstanbul’da Ukrayna heyetine göstermişti. Haziran’da da aynı tekliflerle geldiler. Bir kaynağımın dediğine göre Ruslar o gün “muhtıra” vermişti. Neydi o maddeler? Ruslar, tamamı işgal edilen Kırım ve Luhansk ile önemli bir kısmını işgal ettikleri Donetsk, Kherson, Zaporizhia bölgelerinin tamamının ilhakının kabul edilmesini… Ukrayna’nın tarafsız olmasını, NATO’ya girmemesini… Ukrayna’da yabancı asker olmamasını (Avrupa’yı ilgilendiriyor)… Tazminat ödememeyi… Ateşkesin anlaşma imzalandıktan sonra sağlanmasını (Önce barış sonra ateşkes) istiyordu. İstanbul müzakerelerinde bu kritik konularda bir sonuç çıkmadı. Ama diplomasinin devamını sağlayan esir takası anlaşmaları yapıldı.
AB KENDİ GÜVENLİĞİ DERDİNDE
Bakmayın yapılan açıklamalara… Avrupalılar da bu savaşın artık bitmesi gerektiğini düşünüyor. Trump işbaşı yaptıktan hemen sonra Avrupa ülkeleri, savaş sonrası senaryoları çalışmaya başladılar. Nisan ayında, garantörlük sistemi konuşulmaya başlandı. Olası bir ateşkesin -aralarında Türkiye’nin de olacağı- uluslararası bir güç tarafından, havada, karada, denizde gözlemlenmesini istiyorlar. Rusya’nın o toprakları almasına kategorik olarak karşı değiller. Ama toprak müzakerelerinin ateşkes sağlandıktan sonra yapılmasını istiyorlar. Yani önce ateşkes sonra barış… Rusya’nın uluslararası sisteme entegrasyonunun kontrollü olmasını talep ediyorlar. Ukrayna’dan zaferle çıkacak bir Rusya’nın AB’ye tehdit oluşturacağını görüp, AB güvenliğini Ukrayna masasında kotarmaya çalışıyorlar. AB’nin önceki gün Cenevre’de gündeme getirdiği 24 maddelik plan da budur.
PEKİ, NE DEĞİŞTİ?
Bir. Ruslar, stratejik noktalardaki ilerlemesini yavaş da olsa sürdürüyor. Savaş bu şekilde devam ederse zaten o çok istedikleri bölgelerin tamamını almış olacaklar. Rusların durdurulamayacağı, ABD’nin ise Rusları durduracak askeri, ekonomik tedbirleri almaya istekli olmadığı net bir şekilde görülüyor.
İki. Zelenski, içeride yolsuzluk soruşturmasıyla sıkıştırılıyor. Soruşturma A Takımını değil bizzat kendisini hedefliyor. Eski ortağı Ukrayna dışına kaçtı. Ruslar, “Zelenski giderse masaya daha rahat otururuz” diyor.
Üç. En az birinci madde kadar önemli… Deniyor ki… Ukrayna’nın mali gücü bu savaşı Şubat ayından sonra sürdürmeye yetmeyecek. Zelenski’nin “Ya ağır 28 madde, ya en ağır kış” sözü de bununla ilgilidir.
ANKARA TARAFLARA DANIŞMANLIK YAPIYOR
Son süreçle ilgili edindiğim izlenim ve bilgileri aktarayım:
Bir. Uluslararası medyada, planın içeriği ve maddelerine ilişkin yazılan haberler doğrudur. Ancak “Avrupalılar plandan habersizdi” iddiası yanlış. Ayrıntıları biliyorlardı.
İki. Ankara’ya Zelenski ile görüşmek için Witkoff da gelecekti. Ancak Zelenski’nin ilk başta buna “Hayır” diyeceğini öngördüler. Amerikalılar, Zelenski’ye zaman vermek istedi. Witkoff bu yüzden Ankara’ya gelmedi.
Üç. Türkiye’nin süreçte oynadığı rol şöyle özetlenebilir: Amerikalılar Ruslarla anlaşmış, planı Zelenski’nin önüne koyuyorlar. Ama ABD, Ukrayna’ya doğrudan empoze eder bir pozisyonda görünmek istemiyor. Ukrayna da her şeye “Hayır” demek istemiyor. Rusya ve Ukrayna’yı iyi tanıyan ülke olarak Türkiye, onların neye evet neye hayır diyeceğine ilişkin (pozisyonların karşılıklı anlaşılması bağlamında) taraflara bir nevi danışmanlık yapıyor. Zelenski’yi Ankara’da ağırlayan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Putin’e verdiği mesajlar bu yüzden önem kazandı.
Dört. Ukrayna’ya bazı garantilerin verilmesi gerekiyor. Bu garantilerle Ukrayna’nın vazgeçmesi gereken şeyler arasında bir denge olmalı. ABD ve AB planları tartışılmaya devam edilecek.
Beş. Ruslar zamanın ve sahanın kendisine kazandırdığının farkında. El yükseltiyorlar. Takip edebildiğim kadarıyla, Ukrayna ordusunun 600 bin kişilik güçle sınırlandırılması masaya yeni gelen bir maddedir. Bu kez de anlaşılmazsa, bir sonraki müzakerede, Ruslar muhtemelen daha ağır şartlarla gelecek.
7. MUSTAFA KARTOĞLU / Yakından tanıdılar, sevmediler!
CHP eski Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde "Ekrem İmamoğlu çıkar amaçlı suç örgütü" soruşturmasına yönelik yeni bir açıklama yaptı.
Kılıçdaroğlu, CHP'yi parti olarak kapsayan bir ifadeyle başladı:
"Her siyasi parti ve her siyasi savrulabilir, geri durabilir, rüşvet ve yolsuzluk sarmalına bulaşabilir" dedi.
Daha ilerisini de söyledi: "Ve hatta ihanet zincirine de tutunabilir" dedi. 'İhanet zinciri' ifadesinin öylesine ağızdan çıkmaz. Hangi zincir? Hangi ihanet? Bu ülke, en son ve en vahşi ihanet olarak FETÖ'yü gördü.
Sonra belediyelere geldi:
"CHP rüşvetlerle yolsuzluklarla ve rüşvet çarkının müteahhitleriyle anılamaz, bunlarla bir araya gelemez. Üzerinde iftiralar ve yolsuzluk iddialarıyla yol alamaz. Derhal arınmalı ve yoluna devam etmelidir" dedi. İmamoğlu'nu Beylikdüzü ve Büyükşehir'de aday yapanlar da 'hukuki' geçmişine bakıp aday yapmadılar, siyasi geçmişi ve o geçmişten gelen 'oy getirme potansiyeli'ne bakıp aday yaptılar.
Sonra da birçok ifade, itiraf ve suç duyurusunda gördüğümüz gibi 'siyasi karakter' ve 'iş tutma yöntemleri' konusunda 'yakından tanıma' fırsatı buldular!
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu aday yaptı. Hakkında bilgiler, tavsiyeler aldı.
CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu, seçim ekibiyle birlikte çalıştı, İl başkanlığının nasıl satın alındığını, para kulelerinin nasıl inşa edildiğini, villaların nasıl el değiştiğini, ihalelerin nasıl verildiğini, İstanbul 'nimet'lerinin nasıl paylaştırıldığını, İBB kurumlarına kimlerin atandığını, müteahhit ve AVM sahiplerine nasıl çöküldüğünü 'bilmek zorunda olduğu' bir makamdaydı.
Dönemin İyi Parti Genel Başkanı Meral Akşener, seçimde İmamoğlu için CHP ile ittifak yaptı, 'alnında rabbi yesir gördüğünü' söyledi, hakkında hakaret davası açıldığında 'oldu bu iş' diye kucakladı, 'abla kardeşiz' dedi, cumhurbaşkanı adaylığı için 'altılı masa'da kendini feda etmeyi göze aldı. Sonra da "destek verdiklerimiz hırsız çıktı" dedi.
İmamoğlu ve iddianamedeki adıyla 'çıkar örgütü' hakkında hukuki kararı yargıdan alacağız. Ama siyasi sorumluluk, onu en iyi tanıyan bu üç kişinin üzerinde. Hem aday gösterirken hem 'iş' başında hem de kendilerine rakip olarak tanıdılar.
İmamoğlu, çok tanınmadan girdiği 2019 seçiminde, "Beni tanıdıkça çok sevecekler" demişti. Kılıçdaroğlu, Kaftancıoğlu, Akşener; Tanıdıkça sevmediler.
Bağımlılık ve madencilik
Bağımlılık ya 'karşılıklı' olacak ve birbirinizden vazgeçemeyeceksiniz. Ya da 'gerektiğinde başınızın çaresine bakabilecek kadar' aynı imkanları kendi başınıza sağlayabileceksiniz.
Enerji, savunma ve sağlık derken, daha önce ekonominin içinde olan bir alan, geleceğin bağımlılık riski açısından önem kazandı: Madencilik.
Eski çağların tuz, demir kaynakları, yakın çağın petrol yatakları ve her dönemin altın madenleri 'stratejik değer' olarak işlev görmüştü. Stratejik değerleri koruyamayanlar sömürge, o değerleri ele geçirenler güçlü refah devletleri oldular.
Şimdi de teknolojide kullanılan 'nadir elementler' bu stratejik değeri olan madenlere eklendi: Lityum, kobalt, nikel, bor, grafit, toryum... Ve elbette hala altın...
Avrupa ve ABD, madenler söz konusu olduğunda, işbirlikçi oldukları taktirde otoriter rejimleri sorun etmeyeceğini açıklıyor. Aynı şekilde, işbirliğine yanaşmayan yönetimleri -Venezuela örneğinde olduğu gibi- işbirlikçi muhalefetini destekleyerek, gerekirse askeri müdahale tehdidiyle itaate zorluyor! Venezuela madenlerini ABD'ye sunacağını açıklayan işbirlikçi muhalifin Nobel'le ödüllendirilmesine kadar vardı iş...
Başka halkların topraklarından kendine güç ve refah üreten Batı, bugün de aynı yolda. Türkiye, petrol ve gazın en yüksek değer olduğu dönemleri kaçırdı. O kaynakları bugün değerlendirmeye çalışıyor. Ama madencilikte uzun süredir 'değerlerimizin' farkındayız. En son Eskişehir'de açıklanan 694 milyon ton nadir toprak elementi, Çin'den sonra tek sahada bulunan ikinci büyük rezerv. Teknolojide tarihi adımlar atan Türkiye için büyük nimet.
Daha önemlisi, ekonomide yeterli büyüklüğe ulaşmayan 'tasarruf' yüzünden dış finansmana bağlılığı azaltma, hatta ortadan kaldırma potansiyeline sahip, tarihte değerini koruyan tek maden, 'altın'.. Türkiye'nin dış ticaret açığının en büyük kalemlerinden biri altın ama yer altında en fazla rezervi olan ülkelerden biri de Türkiye!
Türkiye'de tahmin edilen 6 bin 500 ton altın rezervi var ama bunun sadece yüzde 20'si işletmeye açık. Yer altında bugünkü değerle 460 milyar dolar altın yatıyor. 2020'de 42 tonla Cumhuriyet tarihinin en yüksek yıllık altın üretimini yapmışız. Geçen yıl bu rakam 32 tona gerilemiş.
Türkiye'nin yüreğini yakan maden kazalarından biriydi, Erzincan'ın İliç ilçesindeki Çöpler Altın Madeni faciası. Yıllar önce, Soma faciasından sonra moderatörü olduğum bir tv yayınında, madencilikte gelişmiş ülkelerin üretim ve güvenlik mevzuatlarının 'koca klasörler', Türkiye'ninkinin ise 'mavi şeffaf dosya' boyutunda olmasını eleştirmiştim. Havacılık gibi madencilikte de kurallar kanla yazılmıştır.
Türkiye artık yeni kuralları yeni kanların dökülmesine izin vermeyecek şekilde koyabilecek kabiliyet ve kapasiteye sahiptir. Bu noktaya da ulaşmıştır. Yaklaşık iki yıldır İliç'te bunu gözlemledik. Geçen hafta bir haber yayınladık Akşam'da, İliç'te AK Parti'den MHP'ye, CHP'ye kadar bütün siyasi partiler, kaza sonrası hem maden şehitlerinin anılarına, ailelerine yönelik saygı ve desteklerden, çalışma sisteminin, güvenlik önlemlerinin yenilenmesinden ve madenin kapalı kalmasının artık ilçeye, bölgeye ve Türkiye'ye zarar vermesinden bahisle, açılmasını talep ediyorlar. Kazayı araştıran TBMM komisyonunun raporunda belirtilenler yerine getirilmiş.
Türkiye'nin altın üretimi azalırken, tüketimi, talebi azalmamış. Yani üretilemeyen altın yurt dışından ithal edilmiş. Türkiye, değerli varlıklarını en güçlü şekilde değerlendirmeli ve bunu 'can pahasına' değil, gerekirse 'dünyada madeni en pahalıya çıkaran ülke' olma pahasına en güvenli şekilde yapmalıdır. Bunu talep etmeliyiz, çünkü yapabilir.
CHP dedi, AK Parti'yi anlattı!
Kılıçdaroğlu'nun açıklamasındaki bir bölüm çok acayip. CHP yerine AK Parti koyarak okuyun:
"CHP devlete istikamet çizen bir partidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin Ortadoğu'dan Asya'ya, Kafkaslar'dan Avrupa'ya, Altaylardan Tuna'ya söyleyecek sözü vardır. Türkiye Cumhuriyeti at sürdüğü ve şehit verdiği coğrafyalarda sıkışamaz. Gönül bağı kurduğu kardeş milletler sofrasında sıkıştırılmaz, sıkışıklılığa gelemez. CHP Ortadoğu'da tökezlememizi bekleyen İsrail ve Amerika belasını bertaraf etmek ve devletin âli menfaatleri için sürecin (Terörsüz Türkiye hedefli kardeşlik süreci) içinde olmak zorundadır. Risk almalıdır ve konuya siyaset üstü bakarak elini taşın altına koymalıdır."
Türkiye'yi Ege ve Akdeniz'de yayılmacılıkla, Karabağ'a terörist (!) göndermekle, Libya'da, Suriye'de macera aramakla, 'Yeni Osmanlıcı' hayaller kurmakla suçlayan CHP hiç var olmamış gibi!
Erdoğan, her şeye ve herkese rağmen başarılı oldukça, herkese bir cesaret, bir özgüven, bir genişleme duygusu geliyor...
İLİM YAYMA ÖDÜLLERİ VE DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Türkiye'nin 75 yıllık köklü sivil toplum kurumlarından İlim Yayma Vakfı ve İlim Yayma Cemiyeti'nin, bilimsel çalışmaları teşvik amaçlı 2 yılda bir verdiği İlim Yayma Ödülleri bu yıl dördüncü kez sahiplerini bulacak.
29 Kasım'da İstanbul AKM'de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın teşrifleriyle düzenlenecek ödül töreni öncesi, Vakıf ve Cemiyet yetkilileri, gazetecilerle buluşarak ön bilgilendirme yaptı, soruları cevapladı, görüşlerini aldı.
İlgili haberi Akşam'da okumuşsunuzdur. Benim dikkatimi çeken, savunmada olduğu gibi, sağlık teknolojilerinde de 'dışa bağımlılık' konusunu gündemlerine almaları.
Bu yılın ödül konularından biri de sağlık bilimleri ve teknolojileri. Savunma Sanayi Başkanlığı gibi sağlıkta da Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) kurulmasının önemine işaret ettiler. TÜSEB'in önemli çalışmaları var, ayrı bir yazıda değineceğim. Ancak daha görünür olması gerektiği konusunda hemfikir olduk.
'Bağımlılık'ın tek taraflı olması ve gerektiğinde ikame edilememesi tehlikesi bir beka sorunudur. Bunlardan biri de sermaye/finans konusudur. Türkiye artık 'yabancı sermaye girişi'ne bel bağlayan bir ülke olmaktan çıkmalı.
Bilimsel çalışmaları, teknolojik girişimleri teşvik eden İlim Yayma gibi kurumların çabaları, finansal bağımlılığı tek taraflı olmaktan çıkaracak, üretime, yatırıma, kalkınmaya, ticarete ve refahı 'faiz bağımlı fonlardan' kurtaracak bilimsel çalışmaların teşvik edilmesine de uzanmalıdır.
8. DOÇ. DR. YUNUS TURHAN / Güney Afrika’daki G20 zirvesi: Küresel adalet mümkün mü?
1998'de Asya'da yaşanan mali kriz sonrası kurulan G20, tarihinde ilk defa bir Afrika ülkesinde toplandı. Dünyanın sanayileşmiş en önemli ekonomilerini bir araya getiren G20 zirveleri, yolculuğuna makroekonomik meselelerle başlamıştı. Zirveye katılımlar, 2007’de devlet başkanları düzeyine yükseltildi.
Bu adımdan sonra zirvelerde işlenen konular, sağlık, tarım, iklim değişikliği, sürdürülebilir kalkınma gibi küresel sistemi dahili ve harici etkileyen tüm konuları kapsayacak şekilde genişletildi. Söz konusu kapsam genişlemesi, G20’nin küresel ölçekteki ağırlığı göz önüne alındığında anlam kazanmaktadır. Zira G20 ülkeleri, küresel gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYH) yaklaşık yüzde 85'ini, küresel ticaretin ise yüzde 75'inden fazlasını ve dünya nüfusunun yaklaşık üçte ikisini temsil etmektedir. G20’nin aldığı kararlar ve benimsediği politikalar, her ne kadar bağlayıcılığı olmasa da makroekonomik dengeleri ve küresel insani ve sosyal yapıları etkileme potansiyeli taşımaktadır.
ABD, RUSYA VE ÇİN'İN GÖLGESİNDE G20 LİDERLER ZİRVESİ
42 ülke ve uluslararası kurumdan temsilcilerin katıldığı G20 Zirvesi'ne ev sahipliği yapan Güney Afrika Cumhuriyeti, hem temsil ettiği kıtanın geleceği hem de Küresel Güney’in çok taraflı sistem içindeki yükselen rolünün teyit edilmesi açısından sembolik ve stratejik görev üstlenmiştir ancak ABD Başkanı Donald Trump’ın, Güney Afrika’daki toprak reformunu “beyaz nüfusa yönelik ayrımcılık” olarak nitelendirerek zirveyi boykot etmesi, zirvenin içeriği ve önemini gölgelemiştir.
G20’nin kurucu ülkelerinden ABD’nin bu hamlesi, kolektif karar alma dinamiklerine zarar verse de bazı görüşlere göre katılımcı devletlerin arasında daha fazla işbirliğine alan açtı. Aslında Trump, zirveye katılım sağlamayan tek lider değil. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Meksika Devlet Başkanı Claudia Sheinbaum ve ABD Başkanı Trump’ın ideolojik müttefiki Arjantin Devlet Başkanı Javier Milei, zirveye katılmayanlar arasında ancak bu ülkeler, zirveye üst düzey teknik ve siyasi heyetlerini göndererek diplomasi kanallarını açık tuttu.
Güney Afrika’dan sonra dönem başkanlığını devralacak ABD ise son dakika kararıyla Güney Afrika'daki büyükelçiliğinden bir yetkilinin G20 devir teslim törenine katılmasını planladığını açıkladı ancak Güney Afrika Cumhurbaşkanı Cyril Ramaphosa'nın görevi bir büyükelçilik görevlisine devretmesinin kendisine hakaret olduğunu söyleyerek reddetmesi, çok taraflılık anlayışının giderek zorlandığı uluslararası ortamda G20’nin kurumsal istikrarına yönelik sorgulamaları da beraberinde getirdi.
AFRİKA'NIN "UBUNTU RUHU" REHBERLİĞİNDE G20'YE YENİ BİR BAKIŞ AÇISI
Zirvenin ardından 30 sayfalık ve 122 maddeden oluşan "Liderler Bildirisi" kamuoyuyla paylaşıldı. Kapsamlı içeriğe sahip olan bu bildiri, 10 ana tematik başlık altında tasnif edilerek hazırlanmıştır: Barış, Çok Taraflılık ve Hukukun Üstünlüğü, Afet Direnci ve İklim Eylemi, Gelişmekte Olan Ülkelerde Borç Sürdürülebilirliği, Adil Enerji Dönüşümleri ve Temiz Pişirme, Kritik Mineraller ve Sürdürülebilir Sanayileşme, Gıda Güvenliği ve Tarım, Dijital Dönüşüm ve Yapay Zeka Yönetişimi, Küresel Kurumların Reformu, Sosyal Eşitlik ve İnsani Gelişme, G20'nin Kurumsal Evrimi.
122 maddelik Johannesburg Bildirisi, derinlemesine analize tabi tutulduğunda bir yandan geçmiş yıllardaki bildiri kararlarını teyit ederken diğer yandan ev sahibi Güney Afrika’nın, “Ubuntu (Ben, biz olduğumuz için varım) ruhu” rehberliğinde yeni bir bakış açısını ortaya koyuyor.
Diğer bir ifadeyle Roma (2021), Bali (2022), Yeni Delhi (2023) ve Rio (2024) zirvelerinde olduğu gibi Johannesburg Bildirisi de Birleşmiş Milletler (BM) sistemindeki reform ve çok taraflılık, iklim değişikliğiyle mücadele, sürdürülebilir kalkınma, sağlık sistemlerinin güçlendirilmesi ve kapsayıcı büyüme gibi klasik G20 sacayaklarına dair süreklilik arz eden taahhütleri, yeniden maddeler içerisine dahil etmiştir.
Öte yandan, ilk defa Afrika topraklarında düzenlenen zirve, geleneksel olarak hakim olan Euro-Atlantik veya Asya merkezli bakış açılarını aşarak Afrika'nın kadim "Ubuntu" felsefesinin etrafında inşa edilmiştir. Normatif bakış açısının entegre edildiği zirve bildirisi, dayanışma, ortak sorumluluk ve birbirine bağlılık gibi değerleri küresel işbirliğinin merkezine yerleştirerek bugüne kadar G20 zirve bildirilerinde ihmal edilen etik unsuru vurgulamıştır.
Özellikle Küresel Güney ülkelerinin maruz kaldığı gelir dağılımındaki adaletsizlik, iklim değişikliği ile mücadele, borç hafifletme, değerli minerallere erişimde küresel rekabetin daha adil dengede yürütülmesi ve kırılgan ekonomilere yönelik kalkınma finansmanının iyileştirilmesine kadar uzanan hususlara, "Ubuntu" felsefesinin anahtar rolüne büyük atıf yapılmıştır.
Güney Afrika’nın bu normatif çıkışı, zirveyi sadece liderlerin bir araya geldiği ve fikir alışverişi yaptığı platform olmanın ötesine taşıyarak yeni küresel işbirliği paradigmasının özüne “Ben değil, biz” olmayı yerleştirmiştir. Afrika insanının öncülüğünde ve Türkiye gibi stratejik ortakların desteğiyle şekillenen bu yeni yaklaşım, Batı merkezli geleneksel güç anlayışının ötesine geçerek Küresel Güney'in perspektifini uluslararası politikanın merkezine yerleştirmeyi hedeflemiştir.
AFRİKA’NIN YÜKSELİŞİ VE TÜRKİYE’NİN KÜRESEL ADALET VİZYONU G20’DE KESİŞTİ
Zirvenin Türkiye için önemi ise Türk dış politikası prensipleriyle örtüşmesi anlamında önem kazanmıştır. “Dünya beşten büyüktür” ve “daha adil bir dünya barışı” için kapsayıcı ve kolektif hareket ilkeleri, Ankara’nın her daim desteklediği dış politika sacayaklarındandır.
Ayrıca Güney Afrika’nın Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan için sembolik bir önemi vardır. Nitekim Erdoğan, Mart 2005'te Etiyopya ve Güney Afrika'ya diplomatik ziyaret gerçekleştirerek Sahra Altı Afrika'nın güneyine giden ilk Türk Başbakanı olarak kayda geçmiştir.
Erdoğan’ın G20 Liderler Zirvesi sonrası basın toplantısında kullandığı “Güney Afrika’da yaptığım ziyaretlerde gerçekten güzel anılarla ayrıldım, Afrikalı dostlarımızın misafirperverliği, sıcaklığı ve samimiyeti beni her zaman etkiledi. Gönül dünyamda silinmez izler bıraktı.” ifadeleri, Afrika halkları ile kurulan yakın ünsiyeti göstermektedir.
Sonuç olarak, Johannesburg Bildirisi, Afrika kıtasının küresel platformlarda temsiliyetini güçlendirirken Ubuntu felsefesinin rehber ilke olarak küresel sorunların çözümündeki anahtar rolünü teyit etmiştir.
Elbette ki dünyada daha adil bir sistemin hüküm sürdüğü düzeni tek bir bildiriyle hayata geçirmek mümkün değildir ancak bu yılki G20 Liderler Zirvesi, söz konusu uzun vadeli hedefe giden yolda normatif bakış açısına dair güçlü işaret vermiştir.
Bu bakış açısı, sadece söylemsel temelde kalmamış, Afrika'nın BRICS ve G20 gibi küresel etkisi her geçen gün artan ittifaklar içindeki varlığıyla da pekiştirilmeye çalışılmıştır. Afrika kıtası, 2050'lerin karmaşık küresel sınamaları karşısında uluslararası topluma liderlik etme ve bu süreçte merkezi rol üstlenme yönündeki stratejik arzusunu da bu 2025 Zirvesi ile birlikte net şekilde ortaya koymuştur.




