Yazarlar; siyasette yumuşama – gerilim hattını, bölgesel güvenlik politikalarını ve dünya düzenindeki yeni kırılmaları masaya yatırdı.
1. ABDULKADİR SELVİ/Erdoğan’ın yeni oyun planı Özgür Özel’in gerilim siyaseti
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 1 Ekim’deki Meclis’i açılış konuşmasını, “CHP protesto etti, Erdoğan kucaklayıcı konuştu” başlığı ile paylaşmıştım. Bu aslında yeni döneme ilişkin siyaset okumasıydı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Meclis’in açılış resepsiyonunda CHP dışındaki tüm partilerin liderlerini etrafında toplayıp sohbet etmesi ise sadece bir fotoğraf karesi değildi. Yeni dönem Erdoğan siyasetinin resmiydi.
ÖZGÜR ÖZEL SERTLİK YANLISI
Yeni dönemde iki siyaset tarzının mücadelesine tanık olacak. Yeni dönemde Özgür Özel’in gerilim siyaseti ile Erdoğan’ın kucaklayıcı siyasetinin çarpışmasını izleyeceğiz. Özgür Özel, gelecek sene de aynı tavrı sürdüreceklerini açıkladı. Özgür Özel, her fırsatta gerecek. Erdoğan’ı ve AK Parti’yi protesto edecek.
KUCAKLAYICI SİYASET
Cumhurbaşkanı Erdoğan ise her fırsatta kucaklayıcı ve kapsayıcı olacak. Muhalefet partilerinin tüm renklerini etrafında toplamaya çalışacak. Diyaloğu esas alacak. Erdoğan dün milletvekillerine yaptığı konuşmada bunun ipuçlarını verdi.“Gerginlik siyasetinin, kutuplaşma siyasetinin, kamplaşma siyasetinin içinde asla olmadık, inşallah bundan sonra da olmayacağız. 86 milyonun her bir mensubunun hassasiyetini gözeten, kuşatıcı ve kucaklayıcı bir tasavvurla siyaset yapmaya devam edeceğiz” dedi.
BAKALIM KİM KAZANACAK
Erdoğan, yeni dönemde CHP’yi yalnızlaştırmak için mücadele edecek. CHP’yi vurdukça vuracak. Özgür Özel’i hedef aldıkça alacak. Özgür Özel’e “Kukla genel başkan” dedi. CHP ile diğer muhalefet partilerinin arasını açmaya özen gösterecek. CHP’yi muhalefette tek başına bırakmak için çalışacak. Bakalım Erdoğan’ın kucaklayıcı siyaseti mi yoksa Özgür Özel’in sertlik siyaseti mi galip gelecek.
HEIDEGGER’İN KULÜBESİNDEN İSRAİL-HAMAS MÜZAKERELERİNE MİT
Başkanı İbrahim Kalın bunca yoğunluğu arasında “Heidegger’in Kulübesine Yolculuk” kitabını çıkardı. Kitabın arka kapağında ise kitabın hikâyesi yer alıyor. “Bu kitabın hikâyesi yazarın Heidegger’in kulübesini ziyaret etmesiyle başlıyor” diye başlıyor. “Kara ormanın eşsiz tabiatıyla bütünleşen bu kulübede yazar, Heidegger’le derin bir sohbete koyuluyor” diye devam ediyor. İbrahim Kalın, MİT Başkanı ama ondan öte önemli bir entelektüel. Özellikle felsefe konusunda derinleşmiş bir biliminsanı. Ama İbrahim Kalın’ı diğer felsefecilerden ayıran bir özellik, Batılı felsefecilerle Doğu’yu sentezlemeyi başarması. Kitapta bunun izlerini görmek mümkün. “Heidegger’le sohbetini kimi zaman Nesimi’nin, Yunus Emre’nin, Âşık Veysel’in meclisine davet ediyor”. Bunu Doğu ile Batı’nın sentezi olarak yorumlayanlar olabilir, ama ben bunu Doğu ile Batı düşüncesi arasındaki yolculuk olarak görüyorum.
İBRAHİM KALIN MASADA
Bu bir felsefe yazısı olmadığı için burada bir nokta koyup, Şarm El Şeyh’e uzanmak istiyorum. Çünkü İbrahim Kalın, Hamas ile İsrail arasındaki ateşkes görüşmeleri için Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde. Peki İbrahim Kalın’ın kitabından bu müzakerelere neden uzandım? Çünkü bu aynı zamanda İbrahim Kalın’ın müzakere yöntemini gösteriyor. İbrahim Kalın sorunları tabandan başlayarak değil, tavandan, lider kadrolardan çözmeyi tercih eden bir müzakereci. Dikkat ederseniz Terörsüz Türkiye sürecini de bu yöntemle başlattı. Daha önceki çözüm süreçleri Oslo’da temsilcilerle ya da akil insanlar heyetleriyle tabandan başlatılmıştı. Her müzakere aynı yöntemle yapılmaz. Ama İbrahim Kalın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la çalıştığı sürece birçok uluslararası sorun hakkında görüşmeler yönetti. Çok deneyimli bir isim. Ayrıca Şarm El Şeyh’teki müzakerelere hem Hamas hem de ABD tarafından talep üzerine davet edildi.
NOBEL’DEN ÖNCE Çünkü
Trump, 10 Ekim’deki Nobel ödülleri açıklanmadan önce ateşkesin sağlanmasını istiyor. Hamas ile İsrail arasında kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı biri olmadığı taktirde bu müzakerenin uzaması, hatta sabote edilme ihtimali de göz ardı edilmiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Azerbaycan dönüşünde umutlu ama ihtiyatlı olduğunu söyledi. İbrahim Kalın orada masanın sigortası olarak bulunuyor. Bakalım Heidegger’ci yöntem Gazze’de ateşkesi sağlayacak mı?
MİLLETVEKİLLERİNİN ÖCALAN’A GİTMESİ
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, “Milletvekillerinden bir grup İmralı’ya giderek Öcalan’la yüz yüze görüşme sağlanmalı” diye çağrı yapmıştı. Devlet Bahçeli’nin bu önerisinden sonra dün Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, “Terörsüz Türkiye” komisyonunda yer alan partilerin grup başkanvekilleriyle toplantı yaptı. Toplantıda DEM Parti Grup Başkanvekili Gülistan Koçyiğit, “İmralı’ya ne zaman gidiyoruz?” diye konuyu gündeme getiriyor. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ise net bir cevap vermiyor. İmralı’yı ziyaretin zaman ve zemin meselesi olduğunu ifade ediyor.
HASSASİYET SÖZ KONUSU
Bu sürecin en önemli hassasiyetlerinden biri PKK sorununu çözerken bir Türk sorunu çıkarmamak. Onun için özenli hareket ediliyor, şehit aileleri ve gazilerimizin hassasiyeti ön planda tutuluyor. Türk milliyetçiliğinin siyasi kalesi olan MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin umut hakkından söz etmesi, Öcalan’la milletvekillerinin görüşmesi yönünde çağrı yapması bu konuda alınan mesafeyi göstermiyor mu? Ama yine de özenli hareket etmek gerekiyor. Örneğin DEM Parti grubunda Öcalan lehine atılan sloganlar rahatsızlık verdi. Terörsüz Türkiye sürecine karşı olanların eline malzeme verdi. Ama Terörsüz Türkiye sürecini destekleyenleri de tedirgin etti. Benim edindiğim milletvekillerinin İmralı’ya gitmesi, şartların olgunlaşmasına bağlı.
2. AHMET HAKAN/ Hüseyin Kocabıyık’ın 10 yıl önce yediği hurmalar
KİMDİR Hüseyin Kocabıyık? AK Parti’de iki dönem milletvekilliği yapmış biridir. Kocabıyık, son zamanlarda iktidara eleştirel yaklaşmaya başlamıştı. Demokrasi adına, özgürlükler adına, adalet adına... İktidara yüklendikçe yükleniyordu. CHP medyası da Kocabıyık’ı el üstünde tutuyor, sayfalarında, ekranlarında ağırlıyordu. Kocabıyık, en son Cumhurbaşkanı Erdoğan’a şöyle dedi: “Cumhurbaşkanı için hâlâ çıkış yolu var. Bu inatla gidilirse hiçbir çıkış yolun görünmüyor. Kendi iyiliğiniz için size gönderdiğim dört mektubu açın okuyun.” Mahkeme, bu ve buna benzer sözlerini “tehdit” ve “hakaret” kapsamında değerlendirmiş olacak ki... Kocabıyık’ın tutuklanmasına karar verdi. Peki bu, haksız bir karar mı? Kocabıyık’ın geçmiş dönemde bu konuda verdiği içtihatlara bakacak olursak... Asla değil, kata değil. Yıl: 2015.O zamanlar Cumhurbaşkanı’nın baş savunucusu kesilen Hüseyin Kocabıyık’ın Halk TV’de Uğur Dündar’ın yönettiği bir program üzerine yazdığı cümle aynen şöyle:*“Halk TV adlı kanalda 4 tane puşt, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na hakaret ediyor.”*Tabii bu sözü çok tepki aldı. O da bunun üzerine konuyu şöyle izah etti: “Bakın beyler 6 tekrar anlatayım: Cumhurbaşkanımıza hakaret etmek, Türk milletine hakaret etmektir. Cumhurbaşkanımıza hakaret etmek, kanı bozukluktur. Cumhurbaşkanımıza hakaret etmek, tarihimize küfretmektir. Cumhurbaşkanımıza hakaret etmek, devletimize ve milletimize isyandır.” Bugün işte bu Hüseyin Kocabıyık, Cumhurbaşkanı’na tehditkâr ifadelerle saldırarak hakaret etmekle suçlanıyor. Yani kendi koyduğu ölçüye göre: Hem kanı bozukluk yapmakla hem de devlete isyan etmekle suçlanıyor. 2015 YILINDA: Cumhurbaşkanı’nın eleştirilmesinden hakaret sonucu çıkaran Hüseyin Kocabıyık, “Bu hakareti yapanlar, devlete ve millete isyan etmektedir” hükmünü vermişti. Üstelik ağzı da fena halde bozuk biçimde yapmıştı bunu.
2025 YILINDA: Aynı Hüseyin Kocabıyık, mahkemede “Ben sadece eleştirdim, benim tutuklanmamam lazım” falan diye ağlaşıyor. Tehditkâr ifadelerinin normal bir eleştiri olarak değerlendirilmesini talep ediyor. Eeee Hüseyin Efendi. 10 yıl önce yediğin hurmalar, 10 yıl sonra adamı işte böyle tırmalar.
TAMER KARADAĞLI’YA SEMPATİ DOĞURACAK NOBRANLIK AFİFE
Ödülleri töreninde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü alan sanatçı Sükun Işıtan, sahnede yaptığı konuşmada Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Tamer Karadağlı’ya teşekkür edince... Salonda başlamış ıslıklar, yuhalamalar, protestolar. Konuşturmamışlar Sükun Işıtan’ı. Öyle muazzam bir tepki. Tamer Karadağlı, benim sempatik bulduğum biri değil. Ne sempatisi! Düpedüz antipatik buluyorum Tamer Karadağlı’yı. Kanım ısınmıyor, “Benim kalemim değil” diyorum, adı geçtiğinde yüzümü buruşturuyorum. Kaş göz oynatmasını, bilmişliğini, tarzını, stilini falan sevmiyorum. Fakat Afife Ödül Töreni’ndeki protestocu kitlenin antipati ya da sempati ölçüsü, benimkinden çok farklı. Onların ölçüsü, şöyle bir ölçü: Muhalefetten yanaysan: Alkış kıyamet, büyük sanatçı, valla bravo! İktidardan yanaysan: Küfür kıyamet, sanatçı değil, yuh üstüne yuh! Eğer Tamer Karadağlı muhalif olup sabah akşam Özgür Özel / Ekrem İmamoğlu övgüsü yapsaydı... Eğer Tamer Karadağlı iktidarın kendisine verdiği Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevini “Ben bu iktidarın bana verdiği görevi kabul etmem arkadaş” deseydi... O salonu alkıştan yıkarlardı. Yani o protestonun beslenme kaynakları şunlar: İdeolojik nobranlık, politik tarafgirlik, bitmeyen nefret, tükenmeyen önyargı, ilkel cepheleşme dürtüsü... Bu nobranlığa, bu tarafgirliğe, bu nefrete, bu önyargıya, bu cepheleşme dürtüsüne duyduğum tiksinti yüzünden... Bu ödül töreninin ardından...Tamer Karadağlı sempatik gelmeye başladı gözüme.
O KAFAYA BAŞKA TÜRLÜ ULAŞILAMAZDI
SABAH sabah ünlülere uyuşturucu operasyonuyla uyandık. Operasyona konu olan ünlülerin tümü için olmasa da bazıları için şunu rahatlıkla söyleyebilirim: O haller, o tavırlar, o atraksiyonlar, o çılgınlıklar, o konuşmalar, o pervasızlıklar, o küstahlıklar, o tuhaflıklar... Mutlaka bir madde kullanımı gerektiriyor gibiydi. Kullanmasalar bile böyle düşünmek mümkündü. Çünkü normal şartlar altında o kafaya ulaşmaları neredeyse imkânsızdı.
CHP’NİN MHP TAKTİKLERİBİRİLERİ
“AK Parti ile MHP’nin arası açılıyor” diye fısıldadığında... Taktik şu: Erdoğan’a vuralım, Bahçeli’ye vurmayalım. MHP’yi yanımıza çekelim. Birileri “AK Parti ile MHP’nin arasının açılacağı dedikodusu yalan” diye fısıldadığında... Taktik şu: Madem öyle niye susuyoruz ki. Vuralım MHP’ye. Vuralım Bahçeli’ye.
ALİ BABACAN’A BİRDEN AYDINLANMA GELMİŞ
CHP’de kendilerine ağır biçimde yüklenenlere isyan etmiş Ali Babacan. “O tayfaya sesleniyorum” diyerek açmış ağzını yummuş gözünü. “28 Şubat kafası taşıyorsunuz” demiş. “AK Parti’nin kapatılma davasına destek olan güruha benziyorsunuz” demiş. “27 Nisan Muhtırası’nın arkasındaki zihniyete sahipsiniz” demiş. “367 kararı denilen hukuk garabetini tasarlayanlarla aynı kafadasınız” demiş. Ali Babacan’ın bunları söylemesinin nedeni... Meclis’teki meşhur fotoğraflar üzerinden CHP tayfasından kendilerine yönelen küfür ve hakaretler. Fakat küfür ve hakaret edenlere “Böyle terbiyesizlik olmaz. Siz ne terbiyesiz insanlarsınız” deyip geçmiyor Ali Babacan. Onun yerine bu tayfanın ideolojik özelliklerini sayıp dökmeyi tercih ediyor. İyi de Ali Babacan, CHP’den beleş milletvekilliklerini fazla fazla kaparken... Bu tayfanın bu özelliklerini aklının ucundan bile geçirmiyor muydun? Üç beş küfür ve hakaret işitince mi bu tayfanın darbeciliği, muhtıracılığı, parti kapatma yanlılığı birden aklına geliverdi?*Beleşten milletvekilliği kaparken “aman da ne cici bu CHP” havasında değil miydin sen?
3. MAHMUT ÖVÜR/Suriye’de istikrarsızlığa asla müsaade etmeyiz
Başkan Erdoğan, Azebaycan’dan dönüş yolunda konuştu: Türkiye, Suriye sahasındaki gelişmeleri yakından takip ediyor. Sabırlı, sağduyulu, vakur tavrımız acziyet olarak algılanmamalı Başkan Recep Tayyip Erdoğan, Türk Devletleri Teşkilatı Zirvesi için gittiği Azerbaycan dönüşünde uçakta gazetecilere gündemdeki konuları değerlendirdi. (Suriye'de SDG saldırılarıyla ilgili soruya cevaben) Bu konuda net bir duruş sergiliyoruz. Suriye'nin yeniden istikrarsızlığa sürüklenmesine asla müsaade etmeyiz. Türkiye, sahadaki tüm gelişmeleri yakından izliyor. Sabırlı, sağduyulu, vakur tavrımız, bir acziyet olarak asla algılanmamalı. SDG verdiği sözü tutmalı ve Suriye ile bütünleşmeyi tamamlamalı. Ortak tarih, ortak gelecek ruhuyla hareket edilirse birçok sorun çözülür. Yönünü Ankara'ya ve Şam'a dönenler kazanacaktır. Türk, Kürt ve Arap ittifakı bölgede ebedi barışın ve huzurun anahtarı. Kimse provokasyonlara gelmemeli, yanlış heveslere kapılmamalı. Halep'teki gerginlikte Suriye yönetimi hassasiyetini korumuş ve SDG'den 10 Mart mutabakatına uygun davranmasının beklendiğini de ilan etmiştir. Suriye'nin toprak bütünlüğü bizim için olmazsa olmazdır. Bunun aleyhine tutumları kabul etmemiz mümkün değildir. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ve yönetimi de bizimle aynı görüşte. Türkiye olarak Suriye halkının yanında olmaya devam edeceğiz.
TDT, KÜRESEL BİR AKTÖR OLACAK
Türk Devletleri Teşkilatı artan uluslararası görünürlüğü, genişleyen etki alanı ve derinleşen işbirliği zeminleriyle küresel bir aktör de olma yolunda ilerliyor. Bu yolda kurumsallaşmamızı derinleştirecek ve teşkilatımızı küresel ölçekte daha da müessir kılacağız. Türk Devletleri Teşkilatı artık sadece kültürel bir birliktelik değil stratejik bir dayanışma platformudur.
ENFLASYONLA MÜCADELE BAŞARIYA ULAŞACAK
Dönemsel etkilerden dolayı eylülde enflasyon, beklentilerin üzerinde geldi ama kimse bu durumu, Türkiye ekonomisine yönelik bir karamsarlık tablosuna dönüştürmesin. Çünkü biz günü kurtaran değil, geleceği inşa eden bir program yürütüyoruz. Programımızı kararlılıkla ve başarıyla uygulamaya da devam ediyoruz. Enflasyonla mücadele kolay değil ama geçmişte bu mücadeleyi biz başarıya ulaştırdık, yine biz ulaştırırız.
MECLİS'TEKİ BULUŞMA GERÇEK TÜRKİYE FOTOĞRAFI
Meclis açılış resepsiyonda çekilen fotoğraf karesi gerçek Türkiye fotoğrafıdır. Birileri Türkiye'yi kamplara bölünmüş, paramparça gibi göstermeye çalışıyor, ancak hakikat oradaki birlik ve beraberlik tablosudur. O tabloda olmayanlar oturup kendilerini hesaba çekmelidir.
F-35 VE CAATSA İÇİN MÜSPET MESAJLAR ALDIK
Sayın Trump'la yaptığımız görüşmede müspet mesajlar aldık. F-35 konusunu açık ve net bir şekilde gündeme getirdik. Bunun yanında Türkiye bu projede ortak, parasını ödemiş, yükümlülüklerini yerine getirmiş bir ülke. Bizi bu programdan çıkaran gerekçelerin hiçbir meşruiyeti yok. Bunu Sayın Trump da daha önce dolaylı olarak dile getirmişti. Somut adımların atılması için görüşülüyor. F-35 alımı ve CAATSA yaptırımlarının kaldırılması konusunu başarmamız lazım.
ÇOCUKLARIMIZI ÇETELERİN ELİNDEN KURTARACAĞIZ
18 yaş altı kişilerin işlediği cinayetler yüreğimizi yaktı, yakıyor. Çocuklarımızı terör örgütlerinin, suç çetelerinin elinden kurtarmakta kararlıyız. Devlet olarak bu konuda topyekûn bir mücadele içindeyiz. 11. Yargı Paketi'yle cezalarda caydırıcılığı artırıyoruz. Ama sadece ceza yetmez. Aileyi güçlendirmeden, eğitimi desteklemeden, sosyal dayanışmayı büyütmeden kalıcı çözüm olmaz. Çocukların suça bulaşmadan korunmasını önceleyen tedbirler üzerinde çalışıyoruz.
TRUMP BİZE 'HALK BANKASI PROBLEMİ BİTMİŞTİR' DEDİ
Sayın Trump gerek Amerika'daki temaslarımızda gerek son telefon görüşmemizde "Halk Bankası'nın problemi bizim için bitmiştir" dedi. Tabii bu önemli bir siyasi irade beyanıdır, bizim için de kıymetlidir. Diğer yandan, tamamlanması gereken bazı süreçlerin olduğunu da biliyoruz. Temennimiz, bu süreçlerin bir an önce olumlu şekilde neticelenmesidir.
SUMUD FİLOSU'NU AKINCI İHA'YLA İZLEDİM
Hem kendi vatandaşlarımızı hem de filodaki diğer ülke vatandaşlarını İsrail'in elinden almak için yoğun çalıştık. Türkiye'ye ulaşan aktivistlerin yaşadıklarını hem doktor raporları hem hukuki metinlerle kayıt altına aldık. Hem diplomasi hem hukuk cephesinde mücadelemizi sürdürüyoruz. Bundan bir milim geri adım atmayacağız. Bu filo hukuksuz ablukanın görünür olmasını sağlamıştır. Gemiler Gazze karasularına kadar ulaşmış ve ablukayı kırmışlardır. Başarının bana göre en önemli yanı bu. Türkiye olarak Sumud Filosu'nu yakından takip ettik. Örneğin pazar günü Akıncılarımızın elde ettiği görüntülerden, ben de sabahtan akşama kadar Sumud'u izledim.
GAZZE'Yİ FİLİSTİNLİLER YÖNETMELİ
Hamas'la hep temas halinde olduk. Şu anda da yine temastayız. En makul yolun ne olduğunu, Filistin'in geleceğe emin adımlarla yürüyebilmesi için ne yapılması gerektiğini anlatıyoruz. Arkadaşlarımız Şarm El-Şeyh'te görüşmelere başlayacak. Filistin'de çözümün nasıl gerçekleşebileceğini Trump'a izah ettik. Onun da bizden Hamas'ın ikna edilmesi ricası oldu. Hamas verdiği cevapla barışa ve müzakerelere hazır olduğunu bize ifade etti. İki devletli çözümle İsrailFilistin sorununu ortadan kaldırmaya çalışacağız. Önceliğimiz acil ve kapsamlı ateşkes. Gazze'nin Filistin halkının toprağı olarak kalması çok çok önemli. Gazze'yi Filistinlilerin yönetmesi çok mühim.
SESSİZ KALANLAR UTANÇ YAŞAYACAK
İsrail bebekleri öldürürken, hastaneleri, ambulansları, pazar yerlerini, mülteci çadırlarını, BM misyonlarını, okulları, ibadethaneleri hedef alırken, "ama"lı "fakat"lı cümleler kuranlar, gelecek 10 nesillere bu tutumlarını izah edemeyeceklerdir. Tarih doğru tarafta duranları da yanlışta ısrar edenleri de kayda alıyor. Nazilerin soykırımında kimin nerede durduğu ortadadır. Bosna'da ve diğer coğrafyalarda soykırımlar yaşanırken görmezden gelenler de ortadadır. Onları bizim jenerasyon gayet iyi biliyor. Bugün onlar nasıl bir utanç yaşıyor ise Gazze soykırımına sessiz kalanlar da benzerini yaşayacak.
4. BERCAN TUTAR/ Post- Siyonist dönemin ayak sesleri
Avrupa'daki liberal anlayışın gelişmesi sonucu Yahudiler, Hıristiyan dünyasında ilk kez nefret objesi olmaktan çıkarak yaşadıkları ülkelerde vatandaş statüsü kazanmaya başladı. Fakat bu normalleşme uzun sürmedi. 1848 devrimleri ile süreç tersine döndü. Sanayileşme ve burjuva kapitalizminin ezdiği kitleler, monarşilere ve kiliseye başkaldırdı. Fransız Devrimi'nin vaat ettiği romantik ulus devletler dönemi başladı Avrupa'da. Halklar sosyoekonomik sefaletin temel nedeni olarak daha önce teolojik düşman diye niteledikleri Yahudilere yöneldiler yine. Bu bağlamda Batı'daki modern antisemitizm Hitler'den çok önce başlayan kolektif bir meseledir. Çünkü Yahudiler, Avrupa'da tarih boyunca ayrımcılığa, zulme ve sürgüne maruz kaldı. Roma İmparatorluğu'ndan bu yana krallar, ülkelerinde kalmasına izin verdikleri Yahudileri toplumun diğer kesimlerinden ayrı tuttu. Katolik, Ortodoks ve Protestan Hıristiyan kiliseleri ise 'Tanrı katili' gördükleri Yahudileri Eski Ahit'in halkı olmasına rağmen hep dışladı. Her krizde Yahudiler hedef gösterildi. Örneğin 1491'de Reconquista'dan sonra İspanya'dan Yahudi nüfusu tamamen sürüldü. 19. yüzyıla geldiğimizde tarihsel aktör olarak artık uluslar ve ırklar öne çıktı. Yahudiler ise ulusu olmayan halktı. Almanya veya İngiltere'de yaşayan bir Yahudi, Alman veya İngiliz olarak algılanmıyordu. Hatta Avrupa'da 1903'te yayımlanan ve kamuoyunda çokça tartışılan Siyon Liderlerinin Protokolleri büyük yankı uyandırmıştı. Avrupalı halklar bu protokollerde Yahudilerin dünyadaki bütün ulusları yok edeceklerine ve dünyayı ele geçirme planları yaptıklarına inanıyordu. Tam da bu süreçte artan antisemitizmin etkisiyle Yahudiler arasında da uluslaşma ve ulus devlet kurma düşüncesi gelişti. Bir bakıma siyonizm, Avrupa'da had safhaya ulaşmış olan antisemitizm sorununu çözme arayışıdır. Batılı devletler bu nedenle siyonizmi destekledi. Böylece içlerindeki Yahudilerden kurtulacaklardı. 3 Kasım 1917'deki Balfour Deklarasyonu ile Yahudiler için Filistin topraklarında bir ulus devlet kurma projesinin temelleri atıldı. Ardından Yahudilerin Filistin'e göç etme furyası başladı. Bu süreç, Hitler'in Holokost'undan sonra zirveye ulaştı. Bu yolla siyonizmin devletleşmesinin önü açıldı. Bu yüzden Holokost'u en büyük siyonist proje olarak adlandıranlar da var. Ve 1948'de İsrail devleti ilan edildi. Batı dünyası, kendi Yahudi sorununu siyonistleştirerek İslam dünyasının kalbine bir hançer gibi sapladı. Bir taşla iki kuş vurdular. Ancak istedikleri sonuca aradan geçen 77 yıla rağmen ulaşamadılar. Soykırım, sürgün ve katliam üzerine kurulu İsrail adlı siyonist projenin başarıya ulaşma şansı yok. Gazze'deki vahşi soykırım bize bunu bir kez daha gösterdi. Soykırımcıların izlediği barbar politikalar antisemitizmin dünya çapında yeniden yükselmesine yol açtı. Küresel ve bölgesel gidişat bize siyonizm projesinin çöktüğünü gösteriyor. Dünya artık post-siyonist bir döneme doğru ilerliyor.
5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ 1492 rûhu geri dönüyor
Pişmanlık son derece insânî bir duygudur. Psişik sapmaları, yâni vicdânî muhasebeleri dumura uğramış olanlar hâriç her insan bu duyguyu şu veyâ bu ölçüde yaşar. Dinler bu duyguyu tertip eden bir dizi pratik geliştirmişlerdir. Meselâ bizim dinimiz olan İslâmiyet, Allah’ın dâveti üzerine bir tövbe mekanizması meydana getirmiştir. Tövbe Allah ile kul arasındadır. Yâni son derecede bireyseldir. İçeriden yapılır. Günah, haram, mekruh olan eylemlerinden pişmân olan kul sessizce Allah’a döner, pişmanlığını dile getirir ve yaptığı yanlış olan her neyse ondan vazgeçtiğine dâir bir söz verir. Bu sürecin bir aracısı yoktur. Buna mukâbil ,bilhassa Katolik ve Ortodoks Hristiyanlıkta itiraf bir din adamı nezâretinde yapılır. Bu iki mezhepte de günah çıkarma 7 temel sakramentten birisidir. Hâsılı, İslâmiyette bireysel tutulan pişmanlık ve onu tâkip eden tövbe mekanizması Hristiyanlığın pratikleri içinde aracılaştırılan bir ortopraksis temele oturtulur. Protestanlık ise günah çıkarma ve tövbekârlık pratiğini yeniden bireyselleştirir. Yâni aracıları ortadan kaldırır. Bunun ferahlatıcı bir gelişme olduğuna inanılır Hâlbuki daha dikkatli bakıldığında durumun hiç de öyle olmadığı, bizzat sorunlu olan bir pratiğin daha da sıkıntılı bir hâle getirildiği anlaşılır. Bunun arkasında “İlk Günah”(Original Sin) denilen bir inanış rol oynamaktadır. Hz.Âdem’in Cennet’ten kovulması olarak yorumlanan o ilk günah o kadar ağır bir günahtır ki, sâdece fâillerini değil, bu dünyâya gelen her bir Hristiyanı bağlar. Ezcümle, bu dünyâya gelen her insan yavrusu daha baştan o günahın vebâli altındadır.(Hristiyanlık Hz. İsâ’nın çarmıha gerilmesini , Çarmıhı sırtında taşımasını insanlığın bu büyük günâhının kefâretini ödemek için yapmış olduğuna inanır). Kilisenin, kurumsallaşmasını temelde bu doktrinin sağlamış olduğu avantajlar üzerinde sağlamış olduğunu söyleyebiliriz. Protestanlık İlk Günah düşüncesinden vazgeçmez. Tam aksine onun vebâlini daha da ağırlaştırır ve günlük hâyâtın her sâhasına yayar. Bireyselleştirdiği dindâr her an, sâdece kendi bireysel günahları için değil, parçası olduğu İlk Günah için de nedâmet getirme durumunda olmalı, hâyâtına bir çile olarak bakmalıdır. Protestanlığın ana çizgisini oluşturan Kalvinizmin pek çok türevinde bu son derece belirgindir. Buradan da anlaşılmaktadır ki, Katolikliğe göre Protestanlıkta durum daha da ağırlaşmıştır. İnsan vicdânına indirilmiş bir Tanrı kuluna içeride biteviye bir mahkeme kurmasını ve İsânın acısını temrin etmesini emretmektedir. Pratikte insan dünyânın her nev’i zevkinden, neş’esinden uzaklaşmalı, kendisine işkence edercesine çalışmalıdır. Târihçi Weber, bu bakışın kapitalist sermâye birikimini kolaylaştırdığını yazmıştır. Çileci bir şekilde çalışan Hristiyanın kazandıklarını kendisi için asla kulllanmadığını ve âdeta ondan kurtulmak adına yeniden yatırıma dönüştürdüğünü ifâde eder. Binlerce sene, ister geleneksel ister modern Hristiyanlığın pratikleri sayısız nesli suçluluk duygusu içinde yaşatmıştır. Bunun teolojik boyutu bir tarafa , çok kalıcı bir psikolojik boyutu mevcuttur. Bu duygunun sanattan ideolojilere çok yaygın bir tesiri olmuştur. Nesillerin dünyevîleşmesi, hattâ dinden tamâmen kopması bile bu durumu değiştirmiş görünmüyor. Suçluluk psikozu Batı insanının iliklerine işlemiş bir duygudur. II.Umûmî Harp esnâsında nazizmin yaptığı Yahudî katliamı, harp bittikten sonra bu duyguyla işlenmiştir. Elbette başta birinci ve doğrudan fâil olan Almanlar bu ekber günâhın muhatabıdırlar. Artık “İlk Günah”ın modern ve dünyevî bir karşılığı vardır: Holokost veyâ Soykırım. Bunu bilfiil işleyenler değildir suçlanan. Holokost yaşanırken hayatta bile olmayan ,meselâ baby boomer neslinden başlayarak doğacak olan tekmil Almanlar da suçludur. Her nesil, sıra kendisine geldiğinde günah çıkarma odasına girecek, hayâtı boyunca oradan çıkmayacak ve çileci âyinlere katılacaktır. Bu günâhın ağırlığını dağıtacak ona şirk koşacak hiçbir şey olamaz. O emsalsiz ve tektir. Buna ilâveten sâdece Almanlar değil, târihlerinde antisemizm tecrübesi olan diğer Batı ulusları da bu dâireye girecektir. Hâsılı bu günah, vebâli asla yok olmayacak sonsuz ve ekümenik bir günahtır. Bu uzun girişi yapmamın sebebi şimdiki zamanlarda yaşadığımız büyük kırılmaya işâret etmek içindi. II.Umûmî Harp’den sonra Yahudîliğin elde etmiş olduğu dünyâ hâkimiyetinin kültürel sütunu artık yıkılıyor. Bunu yıkan Netanyahu ve şürekâsından başkası değil. Aklı başında kalan Yahudi kamuoyundan beklenen dargörüşlü Netanyahu’yu ve arkasındaki suç ortaklarını Yahudi dâvasına ihânetten suçlaması ve mahkemeye sevk etmesidir. Netanyahu ve İsrâilli faşistler, tekmil dünyânın gözü önünde Gazze halkına revâ gördükleri soykırım üzerinden Batılılara büyük bir “iyilik” yapmış 13 oldu. Artık soykırım tek başına onların imtiyâzı olmaktan çıktı. Dahası, bunu zamânında kendisine soykırım yapılan bir kavim yaptı. Sosyal medya yıkılıyor. Meydanlar tıka basa doluyor. Yüzbinler, milyonlar haykırıyor ve İsrâil’i tel’in ediyor. En çok başvurulan sloganlar altını çize çize, en yüksek perdeden vurgulanarak İsrâil ile soykırımı ilişkilendiriyor. Soykırımcı İsrâil sloganı bir efsânenin sonunu getiriyor. Artık Batı, sitoplazması kapkara Günah Çıkarma Odası’ndan kitleler hâlinden çıkıyor. Aşağı yukarı bir asırlık hınçla haykırıyorlar. Bu, İsrâil’in, gûya kendisini büyütüp, coğrafyasını hallaç pamuğu gibi atarken uğradığı ağır mağlûbiyetin delili. Her ileri hareketi onu bir batağa çekiyor. Kaybettiler. Evet bedeli çok ağır oluyor; ama netice değişmiyor. Artık medeniyet İsrâil seviciliğin hassasiyetlerine riayet ile ölçülür olmaktan çıkıyor. Batı kamburundan kurtuluyor..Sonrası mı? Elbette bugünden de beter olacağı âşikâr..Hızla köklerine dönüyorlar. Bunun Batı kamuoylarını içine alan yaygın bir antisemitizm olacağı muhakkak. Ama Müslümân dünyâ bunu yanılıp hayra yormasın.. Yeni antisemitizm dalgası yeni bir Beyaz Hristiyan üstünlüğü ile berâber yükseliyor ve Müslümân dünyâ hâlâ hedefte…. Yeni Haçlılık, Yahudi, Müslümân kendisinden olmayan her unsuru düşman görüyor… Bir nev’i yeni bir Reconquista bu..1492’nin rûhu geri dönüyor…
6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Beyaz adamın omzundaki kolonyal suçlar
İlginç olaylara şahitlik ediyoruz. Hollanda gibi bir ülkede Filistin taraftarlarının yüz binlere ulaşan sayıyla sokakları ve meydanları doldurması alışık olduğumuz bir durum değildir. Çoğu kimse gibi ben de Avrupa şehirlerinde ve ABD üniversitelerinde seçkinlerden farklı olarak İsrail’in savaş suçları karşısında sessiz kalmayan kitlelerin Filistin taraftarlığını ilgiyle takip ediyorum. Onların eylemleri kuşkusuz bütün dünyaya çok olumlu mesajlar göndermektedir. İngiliz, Amerikan ve Alman elitlerini durdurabilecek en önemli unsurlardan biri de bu sıradan insanlardır. Fakat bu tespite bir şerh düşmeyi de ihmal etmemeliyiz. Birçok Avrupa şehrine yayılan eylemler şimdiye kadar bir sonuç üretebilmeliydi. Sokak ve meydanlarda elitleri korkuya salacak etkili bir çoğunluk oluşmadı. Elitleri durdurabilecek yaygın ve güçlü bir öfke patlamasına şahit olmadık. Buna rağmen çoğu kimse Batı ülkelerinde sıradan insanların tepkisini İslam coğrafyasında İsrail’e karşı kitlesel eylemlerin zayıflığı ile karşılaştırdı. Bu karşılaştırma yapanlar Avrupa ülkelerinde ortaya çıkan öfke selinden dolayı hayranlığını ifade ettiler. Avrupa ve ABD’de sıradan insanların öfkesinin elitleri tedirginliğe sürüklemekte geç kaldığını tespit ederken İsrail’in kolonyal suçlarının Batılı toplumların gözetiminde yapıldığını da söylememiz gerekir. Aynı şekilde İsrail’in kolonyal suçlarına karşı tepkinin büyüklüğü ve cılızlığı bakımından İslam dünyası ile Batı ülkelerini karşılaştırmanın mutlaka hatalı sonuçlara yol açacağını da söylemeliyiz. Çünkü bu türden bir karşılaştırma bizi yine demokrasi, özgürlükler, totaliterlik bakımından fasit bir daireye hapsedecektir. Herhangi bir karşılaştırma yapmadan İslam dünyasında Filistin’e desteğin boyutları elbette sorgulanabilir. Batı ülkeleriyle İslam dünyasını farklı bağlamlarda karşılaştırmaya karşı değilim. İsrail’in kolonyal suçlarına Almanya, Fransa, İngiltere ve ABD doğrudan dâhil oldu. Bu ülkeler soykırım suçunun failleri arasında yer alır. Bu da bizi bu ülkelerin halklarıyla ilgili bir sorgulamaya götürmelidir. Ne yazık ki sıradan Alman, İngiliz, Amerikan ve Fransızlar bugüne kadar kendi ülkelerinin kolonyal suçlarını seyretmekle yetindi. Haddizatında bu suçlar onların gözetiminde işlendi. Eğer aynı suça eleştiri konusu olan İslam ülkeleri dâhil olsaydı o zaman durum değişirdi. Avrupa toplumları, yüzlerce yıl hafızalardan silinmeyecek kolonyal suçlar karşısında kitlesel olarak hâlâ bocalamaktadır. Bunun yanında yabancı düşmanlığı gibi ırkçı fikirler çok daha hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Batılı toplumların gözetiminde işlenen kolonyal suçlarla ilgili yeni bir gündemin oluşmaya başlaması elbette umut vericidir. Fakat yeni gündem hâlâ derin bir karşılık bulmamıştır. İsrail’in kolonyal suçlarının Batı toplumlarının gözetiminde işlendiğine yönelik tespitler Francesca Albanese gibi “içerideki” meşru muhalifler tarafından yapılıyor. Albanese’nin temsil değeri üzerinde durmamıza lüzum yok. İyi bir hukukçu olduğu anlaşılıyor. Bu dönemde Habermas gibiler koşa koşa İsrail’in yanında yer alarak “Beyaz adam” rolünü üstlenirken Albaneselerin ortaya atılması yeni bir duyarlılığa işaret eder. Üstelik bu, hakikaten, Batı dünyası için bir kazanımdır. Fakat Albaneselerin de baskıya maruz kaldıkları anlaşılıyor. Onlar da yeni yeni şekillenen kitlelere önem atfediyorlar. Bu durum da Batı toplumlarının gözetimini ne yazık ki ortadan kaldırmıyor. İslam dünyasına yönelik suçlamalarla ilgili olarak alınganlık gösterecek bir durumda değilim. Bir ayrımı belirginleştirmemiz gerekiyor. Bugün Avrupa’da ırkçılığın yükselişinden bahsediliyor. Çok yakın bir zaman önce ABD’li ırkçı, beyazların üstünlüğüne inanan bir grup İngiltere’de yabancı düşmanı olduğu anlaşılan ciddi bir kalabalığı topladı. Dünyaya meydan okudukları anlaşılıyordu. Onların eylemlerinde İngiltere, Almanya ve ABD’nin fiilî katılımıyla işlenen kolonyal suçlara dair herhangi bir eleştiri gündeme gelmedi. Bunun yerine yabancı karşıtı sözler havada uçuştu. Asıl bu türden kitlesel eylemleri Türk ve İslam coğrafyasında hangi eğilimlerle karşılaştırmak gerekir sorusuna cevap bulabiliriz. Türk ve İslam coğrafyasında Filistin meselesine kayıtsız kalanlar elbette var. Hatta aynı meseleyle ilgili olarak devletlerin ilgisizliği ve çekingenliği üzerinde de durulabilir. Fakat bu durum başka bir sorundur. Mutlaka başka bağlamlarda tartışılmalıdır. Çünkü ifade edildiği gibi anlamsız karşılaştırmalar mutlaka “biz hatayı kendimizde aramalıyız” hükmüne bağlanacaktır. Avrupalılar ve Amerikalılar aslında kendileriyle hesaplaşmaktadırlar. Çünkü Siyonizm bütün bu suçları onların omuzlarına yüklemektedir.
7. OĞUZHAN BİLGİN/ Turan Ordusu
Son dönemde İsrail'in başta Gazze olmak üzere Ortadoğu ülkelerine yaptığı saldırılar ve Suriye'de Türkiye'nin güvenliğini ilgilendiren gelişmeler haklı olarak odağımızın merkezine Ortadoğu'yu koymamıza sebep oldu. Tüm bu meseleler de bölgesel ve küresel diğer pek çok sorunda da Türkiye'nin daha da büyük ve güçlü bir orduya, ekonomiye, siyasal ve kültürel etkiye sahip olmasının bir mecburiyet haline geldiği görülüyor. İşte "Büyük Türkiye"ye giden yolda, Türkiye'nin sahip olduğu güç unsurlarının başında da hem eski imparatorluk topraklarındaki hem de İslam Dünyasında sahip olduğu tarih-politik güç unsurlarının zeminini oluşturduğu işbirliği ve ittifak stratejileri gelirken bunun daha da güçlü bir zemin bulacağı esas alanı da Türk Dünyası teşkil ediyor. Türk Devletleri Teşkilatı'nın 12. Zirvesi Azerbaycan'da bu hafta toplandı. Bir yandan İsrail'in ve ABD'nin, diğer yandan tarihten bugüne kadar yarattığı tehditlerle Rusya'nın, öte yandan Çin ve İran'ın yarattığı askeri, siyasi ve ekonomik risklere karşı hem Türkiye hem de Türk Dünyası için TDT önemli bir ittifak alternatifi teşkil ediyor. Günümüzün istikrarsızlaştırıcı risk alanları karşısında ve ciddi millî güvenlik tehditleri varken Türk Devletleri Teşkilatı'nın bugüne kadar katettiği aşamayı çok daha ileriye taşımak gerekiyor. Daha önce TDT'nin siyasi, ekonomik ve kültürel boyutlarını, geldiği aşamayı, yapması gerekenleri ele aldığım için bugün artık giderek daha acil bir konu haline gelen askeri boyutunu odağıma almak istiyorum. Tüm ulus-ötesi ittifaklarda olduğu gibi TDT de ancak siyasi, ekonomik, kültürel ve askeri karşılıklı bağımlılık ilişkilerine dayanan bir kurumsallaşma ile gelişebilir. Bu noktada ekonomik ve siyasi karşılıklı bağımlılığı arttırarak, TDT'nin bu boyutlarını bir strateji çerçevesinde kurumsallaştıracak daha çok şey yapılması gerekiyor. Ama bugüne kadar TDT için daha az gündeme gelmiş savunma ittifakı konusunun üzerine bugün artık daha fazla eğilmek gerekiyor. Rusya-Ukrayna Savaşı ile birlikte başlayan süreçte ve sonrasında Rusya'nın Kazakistan, Özbekistan ve Azerbaycan'a dönük düşmanca hareketleri üzerine Rusya'nın Türk Dünyası için hala ciddi bir risk teşkil ettiğini tartışmıştım. Başta İsrail olmak üzere, İran gibi bazı bölgesel aktörlerin yine hem Türkiye hem de bölge için tehdit oluşturabildiğini sık sık ele almıştım. Dünya ve bölge böylesine bir güvenlik krizi ortasındayken artık TDT'nin askeri ittifaklarını oluşturması, askeri tatbikatlar yapması ve savunma ittifakını güçlü bir şekilde kurması gerektiği görülüyor. Türk savunma sanayinin de Türkiye ile yapılan askeri eğitim ve stratejik işbirliklerinin de Azerbaycan'ı Karabağ'da nasıl zafere götürdüğünü biliyoruz. Bu hakikatin TDT için ciddi bir güven ve cesaret kaynağı oluşturduğunu da biliyoruz. Bu zemini genişletmek gerekiyor. Nitekim Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev de 2026'da TDT üyesi devletlerin ortak askeri tatbikat yapmaları önerisini yaparak bu konuda önemli bir çıkış yaptı. Elbette bu NATO benzeri savunma ittifakını oluşturmak kolay olmadığı gibi önemli engeller var. Eski Sovyet döneminden kalan bürokratik kalıntıların, refleks ve tedirginliklerin bazı Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde belli oranlarda bulunması; farklılaşan dış politika anlayışları, Rusya'dan duyulan tedirginlik bu engellerden bazıları. Ama bunun gibi engelleri aşma konusunda ortak bir iradeye ve stratejiye sahip olmak ve bu hedef konusunda bir mutabakata varmak bile önemli bir aşama olacaktır. Bu, Türkiye'nin askeri etkisinin Çin sınırına kadar ulaşabileceği, küresel aktörlüğe giden yolda önemli bir ivme kazanacağı bir süreç oluşturacağı gibi TDT üyesi tüm ülkeler için de yeni bir "çelik kubbe" imkânı sunacak ve ciddi bir caydırıcılık katacaktır. Bunun uzun vadede ortak bir "Turan Ordusu" hedefine varacak şekilde üzerine çalışılması ve bir hedef birliğine varılması bu noktada önemli olacaktır. Böylelikle belki şu an hayal gibi görünen bir "Turan Ordusu" böyle bir strateji ve anlayışla uzun vadede inşa edilecek ve dosta düşmana karşı önemli bir caydırıcı güç ortaya çıkmış olacaktır.
8. DR. CAVİD VELİYEV/TDT 12. Zirvesi: Masada hangi konular vardı?
TDT Devlet Başkanları 12. Zirvesi, 6-7 Ekim 2025'te Azerbaycan'ın Gebele kentinde "Bölgesel Barış ve Güvenlik" temasıyla gerçekleşti. Zirve kapsamında TDT dönem başkanlığı Kırgızistan'dan Azerbaycan'a geçti. Özellikle bütün üye ve gözlemci devletlerin üst düzey temsil edilmesi nedeniyle bu zirvenin TDT kapsamında gerçekleşen en güçlü zirvelerden biri olduğunu söylemek mümkündür. Zirvenin sonunda liderler 121 maddelik Gebele Bildirisi'ni kabul ederken, "TDT+" formatının kurulması, TÜRKSOY'un kuvvetlendirilmesi ve Türk Akademisi'nde düzenlemeler yapılması hakkında anlaşmalar imzalandı. Zirvede, Türkmenistan Türk Akademisi ve Türk Kültür ve Miras Vakfına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ise Türk Akademisine gözlemci üye oldu.
AZERBAYCAN'DA YAPILMASININ ÖNEMİ
TDT; Anadolu, Güney Kafkasya ve Türkistan olmak üzere üç önemli jeopolitik parçadan oluşmaktadır. Bunların içinde Güney Kafkasya'nın lider devleti Azerbaycan, Türk dünyasının birleştirici noktası olma özelliğine sahiptir. Türkistan coğrafyası ile Türkiye arasında en güvenli bağ, Azerbaycan üzerinden kurulmaktadır. Zaten bugünlerde TDT de Orta Koridor projesiyle bunu hedeflemektedir. TDT ile ilişkileri dış politika önceliği olarak gören Azerbaycan, aynı zamanda teşkilatın kuvvetlendirilmesi ve küresel aktör haline gelmesi için çaba sarf etmektedir. Bölgede faaliyet gösteren diğer bölgesel ve küresel örgütlerin varlığını dikkate aldığımızda bunun ne kadar önemli olduğunu görmek mümkündür. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, "Bizim ailemiz Türk dünyasıdır, başka ailemiz yoktur." diyerek TDT'nin Azerbaycan için ne kadar önemli olduğuna dikkati çekmiştir. Bu nedenle Azerbaycan son yıllarda TDT çerçevesinde olduğu gibi ikili ilişkilerinde de Türk devletlerine önem vermektedir. Azerbaycan'ın dört ülkeyle müttefiklik anlaşması veya bildirisi vardır. Bu ülkelerden 3'ü Türkiye, Kazakistan ve Özbekistan'dır. Türk dünyasının öncelikli politika olması sadece siyasilerin tercihi değildir, bu Azerbaycan'da toplumsal bir mutabakattır.
DIŞ POLİTİKADA UZLAŞI
TDT'nin Gebele Sonuç Bildirisi'nde dış politikada birçok konuda dayanışma fikri ön plana çıktı: Özellikle Zengezur Koridoru ve Azerbaycan-Nahçıvan arasında engelsiz geçişin sağlanması, işgalden kurtarılan topraklarda yeniden yapılanma süreçlerine destek verecek Azerbaycan-ÇinKırgızistan-Özbekistan Demiryolu Hattı, Türkistan coğrafyasının korunması bağlamında Afganistan'ın güvenliğine verilen önem, Kıbrıs Türk halkıyla dayanışma ve onların Türk dünyasının önemli bir parçası olduğunun vurgulanmasıyla Suriye'de güvenlik, istikrar ve yeniden yapılanma çalışmalarına verilen destek, Türkiye açısından oldukça önemli dış politika adımları olarak değerlendirilebilir. Bildirideki önemli maddelerden biri konsolosluk hizmetlerinin kolaylaştırılması, yurt dışındaki vatandaşların korunması ve üye devletler arasındaki koordinasyonun artırılması amacıyla Konsolosluk İşbirliği Platformunun kurulmasına ilişkin maddenin yer alması oldu. Bu madde, TDT devletlerinin konsolosluklarının bütün üye devletlerin vatandaşlarına karşılıklı hizmetinin önünü açacaktır.
GÜVENLİK ALANINDA İŞBİRLİĞİ
Zirvede tarafların güvenlikle ilgili kendi teklifleri oldu. Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, tarafların askeri alanda işbirliğinin artırılmasını ve 2026'da üye devletlerin ortak askeri tatbikat yapmasını önerdi. Kazakistan Cumhurbaşkanı Kasım Cömert Tokayev, siber güvenlik alanında işbirliği yapılması gerektiğine dikkati çekti. Özbekistan Cumhurbaşkanı Şevket Mirziyoyev, Türk devletleri arasında Stratejik Ortaklık, Ebedi Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması imzalanmasını önerdi ve liderler bu anlaşmanın taslağının hazırlanmasını kararlaştırdı. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise "Güvenliğimizi ilgilendiren her alanda her katkıyı aile meclisimiz içinde sağlamaya hazırız." diyerek bütün çağrılara destek verdi. Son yıllarda dünyada ve bölgede artan güvensizlik nedeniyle TDT ülkeleri arasında güvenlik alanında işbirliği artarak devam etmektedir. Üye ve gözlemci ülkelerin savunma sanayi bakan ve başkanları Temmuz 2025'te Türkiye'de toplanmışlardı. Gebele Zirvesi'nde aynı toplantının 2026'da Azerbaycan'da yapılması kararı verildi. Öte yandan, 11-12 Eylül 2025'te Bişkek'te üye ve gözlemci ülkelerin Güvenlik Konseyi sekreterleri dördüncü defa toplandı. Bu toplantıda TDT ülkelerini hedef alan mevcut güvenlik tehditleri ve zorlukların yanı sıra bazı bölgesel ve küresel durumlar ve eğilimlerin Türk Dünyası'na olası yansımaları ele alındı. Bunun da ötesinde 1992'den itibaren TDT'ye üye ülkelerin Milli İstihbarat Teşkilatı başkanlarının sürekli görüşmeleri devam etmektedir. Dünyada ve bölgede yaşanan olayların yaratmış olduğu tehdit ve fırsatlar, TDT çerçevesinde askerigüvenlik alanında işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Dünyada yaşanan jeopolitik değişimden kaynaklı olarak Türk Dünyası jeopolitiğinin enerji taşımacılığı açısından stratejik öneminin artması, bölgede küresel mücadeleyi artırmaktadır. TDT çerçevesinde bu coğrafyanın korunması açısından askerigüvenlik işbirliği kurulmalıdır. Türk devletleri tarafından kurulmayacak askeri işbirliği ise bu coğrafyanın kaderinin başkaları tarafından belirlenmesine neden olabilir. Ancak askeri işbirliği konusunda üye devletler arasında farklı yaklaşımların olduğu gözlemlenmektedir.
"TDT+" FORMATI NE İFADE EDİYOR?
Ortak kültür, dil, medeniyet ve köklere dayanan TDT, kurulduğu günden bugüne bölgede ve dünyada oluşan şartlara göre dönüşmeye başladı. TDT dönüştükçe ve kuvvetlendikçe teşkilata yönelik ilgi de arttı. Ancak teşkilata tam ve gözlemci üyelik yalnız ortak kültür, dil ve millet anlayışına göre şekillenmektedir. Bu nedenle de 2021 İstanbul Zirvesi'nde ek protokollerle Nahçıvan Anlaşması'nda küçük değişiklik yapıldı ve bir devletin üye olması için resmi dilinin Türkçe olması gerektiği eklendi. Ancak bu madde küresel sorunların çözümünde etkili olmayı hedefleyen teşkilatı kapalı bir teşkilata çevirebilirdi. Nitekim, 2021 İstanbul Zirvesi'nde "diyalog ortağı" ve "stratejik ortak" gibi yeni kavramlar geliştirildi ve üye de olmadan devletler de TDT ile yakın işbirliği içinde olabilirdi. Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan da sonuncu zirvede, TDT'nin içinde kapalı bir teşkilat olmaması ve üçüncü taraflarla işbirliği yapması gerektiğine vurgu yaptı. Gerçekten de eğer TDT küresel sorunların çözümünde aktif rol almak isterse, dünyayla işbirliğine açık olmalıdır. Bu bağlamda "TDT+" formatı, bölgesel örgütler ve devletlerle yeni işbirliği pencereleri açmaktadır. Sonuç olarak kuvvetli bir TDT, yabancı güçlerin bölgeye girmesine engel olduğu gibi küresel enerji, gıda ve mal güvenliğine de çok büyük katkı sağlayacaktır. Bu işbirliği aynı zamanda ekonomik ve ticaretin bölgede canlanmasına da hizmet edecektir. Bu durum bölgede savaş ve risklerin önüne geçmek anlamına gelir. Bu noktada TDT kurulduğu günden itibaren rasyonel ve ileriye dönük adımlar atarak bu hedeflere hizmet ettiğini gösterdi. TDT, bir taraftan kendi içinde bütünleşmeyi ve kuvvetlenmeyi sürdürürken, diğer taraftan dış dünyayla işbirliğine açık olduğunu göstererek küresel aktör olma yolunda ilerlemektedir.