1. ABDULKADİR SELVİ/SURİYE’DE SDG’YE ASKERİ OPERASYON HAZIRLIĞI
Suriye’de SDG’ye yönelik askeri operasyon hazırlığı yapılıyor. Ama askeri operasyona Türkiye
değil, Suriye hükümeti hazırlanıyor. SDG operasyonu durdurmak için İlham Ahmed
başkanlığındaki bir heyeti Şam’a gönderdi. Ancak Suriye yönetiminde sabır tükeniyor.
Mazlum Abdi, 10 Mart’ta Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile 8 maddelik bir anlaşma imzalamıştı.
Anlaşmaya göre SDG, yıl sonuna kadar Suriye ordusuna entegre olacaktı.
Tişrin Barajı ile sınır kapılarının, havalimanının ve petrol ile doğalgaz sahalarının Suriye
hükümetine devredilmesi gerekiyordu. Bu süreç içinde aynı zamanda SDG’nin silah bırakarak
Suriye ordusuna entegrasyonu öngörülüyordu. Bu sürecin yıl sonunda tamamlanması öngörülüyor.
Ama SDG, şu ana kadar taahhüt ettiklerinin hiçbirini yerine getirmedi. Tam aksine İsrail ve Fransa
ile ilişki kurarak yeni şartlar ileri sürmeye başladı.
OPERASYON HAZIRLIĞI
SDG’nin bu tavrı sabırları taşırmaya başladı.
Suriye hükümeti, SDG’nin kontrol ettiği bölgelere yönelik askeri operasyon hazırlıklarına başladı.
Bunun üzerine SDG, İlham Ahmed başkanlığındaki bir heyeti Şam’a gönderdi. SDG operasyonu
önlemek için çaba gösterirken, Şam hükümetinin tutumunda bir değişiklik yok. Suriye yönetimi,
SDG’nin silah bırakıp Suriye ordusuna entegre olmasını ve petrol ile doğalgaz sahalarından çekilip
sınır kapılarını teslim etmesini istiyor. Tişrin Barajı’nın teslimi konusundaki ısrarını da koruyor.
İSRAİL’E GÜVENİYOR
Burada bizim pozisyonumuz ne? PKK’nın tüm uzantılarıyla birlikte silah bırakması temel şartımız.
Bundan taviz yok. SDG ise İsrail’in desteğiyle zaman kazanmaya ve federasyon şartını kabul
ettirmeye çalışıyor. Bunun kabul edilmesi imkânsız. Çünkü hem Türkiye hem Suriye yönetimi bu
konuda kararlı.
ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack da Suriye’nin üniter bir devlet
olacağını belirterek, SDG’ye federasyon sözü vermediklerini ifade etmişti.
Ama Mazlum Abdi, İsrail’e güvenerek suları tersine akıtmaya çalışıyor. Ama bakalım İsrail desteği
onu kurtarabilecek mi?
TÜRKİYE’NİN HASSASİYETLERİ
Türkiye, Suriye yönetimi ile birlikte SDG’ye yönelik kapsamlı bir askeri harekât düzenleyebilir. Bu
seçenek her zaman masada. Türkiye’nin bu konudaki politikasını şöyle özetlemek mümkün.
1-PKK’nın silah bırakma ve tasfiye kararına zarar vermemesi.
2-ABD’nin, SDG’nin silah bırakması ve Suriye ordusuna entegrasyonu konusundaki olumlu tavrı.
3-Suriye hükümetinin kararlılığı nedeniyle askeri harekâta gerek kalmadan sürecin tamamlanması
için çaba gösteriliyor.
PETROL VE DOĞALGAZ
Suriye yönetiminin hem iç bütünlüğünü sağlamak hem de kaynak bulmak için SDG’nin kontrol
ettiği bölgelerde hâkimiyet kurması gerekiyor. Suriye’nin yeniden inşası için anlaşmalar yapılıyor.
Bunun için kaynak gerekiyor. Suriye’nin en büyük gelir kapısı olan petrol ve doğalgaz sahaları ise
SDG’nin elinde bulunuyor. Suriye yönetimi bunları bir an önce devralmak istiyor. Ayrıca Tişrin
Barajı, Halep’in su ihtiyacını karşılaması nedeniyle stratejik öneme sahip. Havaalanının
devredilmesi, sınır kapıları ve gümrüklerin Suriye yönetimine geçmesi ise hükümranlık hakları
açısından önemseniyor.
ASKERİ GÜCÜ
Ancak, SDG’nin İsrail ve Fransa’dan aldığı cesaretle süreci uzatması üzerine Suriye yönetimi askeri
operasyon için harekete geçti. SDG’nin kontrol ettiği bölgenin etrafına askeri yığınak başladı. Kimse
Suriye yönetiminin gücünü hafife almasın. 27 Kasım’da Halep’ten başlattıkları harekât sonucunda,
15 gün içinde Şam’a girip Esed rejimini devirdiler. 8 Aralık’ta Suriye’nin yönetimini ele geçirdiler.
Tabii böyle bir askeri harekât söz konusu olursa Suriye hükümetinin yalnız olmayacağı net.
İSRAİL-İRAN ELELE
Suriye’de ilginç gelişmeler yaşanıyor. Öyle ilginç ki, 12 Gün Savaşı’nda birbirini vuran iki ülke
İsrail ve İran, Suriye’de işbirliği yapıyor.
SDG, Haseke’de bir konferans düzenledi. Konferansa, İsrail’in maşası olan Dürzi lider Hikmet elHicri ile İran’ın desteklediği Suriye Alevi Meclis Başkanı Şeyh Gazal online olarak katıldı.
Toplantıda Suriye’nin bütünlüğünü hedef alan kararlar alındı. Suriye’de üniter devlet kurulmasına
karşı çıktılar. Özerk bölge sistemini savunan kararlar aldılar.
İran ve İsrail için “düşman kardeşler” denilirdi. Bunu, Suriye’de yaptıkları işbirliği ile bir kez daha
göstermiş oldular.
BİR KARE FOTOĞRAF
Bazen bir kare fotoğraf her şeyi anlatır. Bu fotoğraf depremle sarsılan Balıkesir Sındırgı’dan geldi.
Depremden sonra hemen bölgele intikal eden İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya sadece yapılan
çalışmaları denetlemedi. Bence daha önemli bir şey yaptı. Halkla kucaklaştı. Onların dertlerini
paylaştı. Gönül köprüleri kurdu. Depremin sarstığı duygu dünyalarını onarmaya çalıştı. Ortaya bu
kare çıktı.
Van depreminden sonra bölgeye gittiğimde, “Biz bu depremle kardeş olduğumuzu hatırladık”
demişlerdi. Kardeş olmak felaket anında yanında olmaktır. İnsanlarımız başına bir felaket geldiğinde
ise devleti yanlarında görmek isterler. Devlet ‘baba’dır. Devlet sığınılacak limandır. Devlet candır.
İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya da devletin şefkatli yüzünü gösterdiği için bu fotoğraf karesini
yansıtmak istedim.
2. NEDİM ŞENER/KURNAZ MURAT’LARIN İFADE OYUNU
İBB’ye yönelik yolsuzluk ve rüşvet çarkının önemli aktörü adaş iki Murat, resmen ifade oyunu
oynuyor. Birisi ihaleye fesat karıştıran, kara para aklayan, naylon faturacı Murat Kapki, diğeri rüşvet
paralarıyla cumhurbaşkanlığı hayali kuran Ekrem İmamoğlu’nun sır küpü Murat Ongun.
Murat Kapki tahliye olmak için avukat üstüne avukatlarla konuşuyor, milyonlarca dolar teklif
ediyor. Ancak “etkin pişmanlıktan” yararlanıp verdiği üç ifadede kendisi dışında ortağı Hüseyin
Köksal başta olmak üzere Murat Ongun ve kirli işlerinin ortağı Emrah Bağdatlı etrafında dönen
dolapları anlatıyor.
Kapki, 7 Ağustos 2025 tarihli ifadesinde de şunları anlatmış: “Önceki ifademde bahsetmiş olduğum
Murat Ongun, Hüseyin Köksal ve beraberindekilerin tekne kiralayarak Yunanistan’a gittikleri
hakkında bilgiler vermiştim. Bu ifademi somutlaştırmak adına benim aracılığımla kiralanan
teknenin bilgilerini şu an belirtmek istiyorum. Bu gezi, 14/06/2024 tarihinde Marmaris Limanı’ndan
Ubi Bene isimli yelkenli tekne ile gerçekleşmiştir. Bu teknenin transitlog kayıtları Marmaris Liman
Başkanlığı’ndan istenildiğinde, zaten bu tekne ile kimlerin seyahat ettiği net bir şekilde ortaya
çıkacak olup benim ifademi somutlaştıracaktır. Bu teknede Soner Yalçın, Halide Didem Kurt,
Zeynep Ayten Gözdem Ongun, Uğur Ongun, Reyhan Lal Ongun, Nihat Koray Ongun, Murat
Ongun, Hüseyin Köksal, Ayşegül Köksal ve Ali Köksal’ın birlikte seyahat ettikleri ilgili kayıtlar
istenildiğinde ortaya çıkacaktır.
EKREM İMAMOĞLU SİSTEMİ
Ramazan bayramlarında Murat Ongun, Kültür A.Ş. kanalıyla ben ve benim gibi bazı şirketlerden
market kartı almak için Kültür A.Ş. hesabına para göndermemizi veya market kartı göndermemizi
istiyordu. Senede ben de BVA olarak 500 bin TL civarı parayı Kültür A.Ş. hesabına gönderiyordum.
Daha önceki ifademde de bahsettiğim üzere Gönül Dursun isimli muhasebeci, Hüseyin Köksal’ın
yine daha önceki ifadelerimde bahsettiğim gizli finans işlerini bilmektedir. Hüseyin Köksal’ın BVA
şirketinden almış olduğu kâr paylarının EKREM İMAMOĞLU’NUN SİSTEMİ’ne nasıl
aktarıldığını, bu paranın bankadan çekilmesi, başka hesaplara aktarılması hususlarını Gönül Dursun
isimli şahıs net olarak bilmektedir. Hatta Hüseyin Köksal bu kişiye 2024 senesi içerisinde bir araba
satın alıp hediye etmiştir. Aynı şekilde Urbanmedia’da çalışan Fatma Köksal da Hüseyin Köksal’ın
gayrı resmi para işleri hakkında bilgi sahibidir.
'KEŞKE BİZ DE GİTSEYDİK'
Bu soruşturma dosyası kapsamında tutuklandıktan sonra cezaevine sevkimiz sırasında otobüste
Murat Ongun ortama ‘Emrah Bağdatlı’yı yurtdışına kaçırdık, keşke biz de gitseydik aptal mıyız?’
şeklinde bir söylemde bulundu. Emrah Bağdatlı, belediyeden direkt veya dolaylı şekilde aldığı
işlerden elde ettiği haksız kazancı sahte fatura yöntemiyle aklamaktadır. Zaten bu husus vergi
incelemesinde ortaya çıkacaktır. Şu an firari olarak bulunan Emrah Bağdatlı benim vermiş olduğum
ifadeden sonra atmış olduğu tweet’te Murat Ongun ile aramızın iyi olmadığını ve birbirimizden
hazzetmediğimizi teyitlemiştir.”
KARŞILIKLI SUÇLAMALAR
Firari Emrah Bağdatlı da 29 Temmuz günü sosyal medyadan yayınladığı mesajında, naylon faturacı
ve kara para aklamakla suçladığı Murat Kapki’yi, “Naylon faturalar ve illegal işlerden elde ettiğin
servetin, dolandırdığın iş arkadaşların, apar topar el değiştirttiğin evlerin ve hatta 22 milyon liraya
aldığın Ferrari’ni ocak ayında apar topar sattığın MASAK raporlarıyla tescillenmis, dolandırıcılıktan
elde ettiğin sanat eserlerin depolarda basılmış birisin” diyerek suçlamıştı.
İlginçtir, Murat Ongun dün sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada Murat Kapki’nin
ifadesinde geçen hakkındaki iddialara cevap vermek yerine, kurnazca bir hamle ile ifadeyi
haberleştiren Sabah gazetesine yüklenmeyi tercih etmiş.
ONGUN 'PATRONUNUN' YOLUNDA
Cezaevine sevk sırasında otobüste “Emrah Bağdatlı’yı yurtdışına kaçırdık, keşke biz de gitseydik
aptal mıyız?” sözüne, “Bugün dahi kapıları açsanız Türkiye’den ayrılmam” diyen Ongun, “Sabah
gazetesi daha önce Murat Kapki’nin dosyaya giren telefon kaydını yayınladı. Kendisine 2 yıldır
randevu vermediğim için bana galiz küfürler ediyordu. Lakin, bugün kendisinden sık sık yardım
kartı aldığım iddia edilmiş. Senaryo yine patlak” diyerek iddiaları savuşturduğunu sanıyor.
Murat Ongun kendisi hakkında tarih, yer ve isim vererek suçlamalarda bulunan Murat Kapki’nin
daha fazla konuşmasını önlemek için “Murat Kapki’nin iftiralarına karşı ona laf etmem, çünkü
kendisi eşiyle tehdit edilmiştir. Ben düşene vurmam” diyor.
Tıpkı sır küpü olduğu Ekrem İmamoğlu ile benzer taktiği uyguluyor. Ekrem İmamoğlu da sayıları
75’i geçen itirafçılara tek söz etmemiş, “Buradan dostlarıma sesleniyorum: Onurunuzu,
haysiyetinizi, ailelerinizi ve evlatlarınızı koruyun. Gerekirse önünüze konulan o iftiranameleri
düzmece olduğunu bilerek imzalayın. Hiçbirinizin çocuğunun geleceği benim özgürlüğümden daha
kıymetsiz değil. Ben o imzaların yükünü tek başıma taşırım” diyerek itirafçıların baskı ile ifade
verdiği yalanını ortaya atıyor, yeni itirafçı olacakların önünü kesmek için onların çocuklarını,
ailelerini, şereflerini gündeme getiriyor, suçu kendisine atabileceklerine dair sahte kahramanlık
yapıyordu.
Murat Ongun da “patronunun” yolundan gidiyor. Ancak her geçen gün sayıları artan itirafçılar,
MASAK, BDDK, iletişim ve HTS raporları, banka dekontları, rüşvet villalarının ispatı tapu ve şirket
devir kayıtları ve rüşvet görüntüleri; ne yaparlarsa yapsınlar gerçeği gizleyemeyeceklerini ortaya
koyuyor.
3. NEBİ MİŞ/TOPLUMSAL DİRENÇ VE ULUSAL ÖZGÜVEN (SABAH)
Sabah’ın diğer köşeleri
Sadece son birkaç ay içinde bile Batılı medyada Türkiye'nin yakaladığı fırsatlarla ilgili onlarca
pozitif analiz yayınlandı. Türkiye'nin yeni yüzyılın yükselen güçlerinden biri olma yolunda
ilerlemesinin gerekçeleri somut içeriklerle ortaya kondu.
Çoklu kriz ve belirsizliklerin derinleştiği bir dünyada, Türkiye'nin jeopolitik yükselmesini sadece
coğrafyasından değil, askeri, ekonomik ve diplomasi alanında giderek belirleyici bir aktör olması
ile açıkladılar.
Türkiye'nin sahip olduğu potansiyelini ve yakaladığı ivmeyi etkileyebilecek sorun olarak da
genellikle uzun süredir muhalefetin farklı kesimleri tarafından Batılılara yazılan şikâyet
mektuplarında dile getirilen içerikler gösterildi.
Mesela bunlardan biri, gençlerin geleceğe yönelik endişe ve umutsuzluğu ile ilgili söylemler. Bir
diğeri siyasal kutuplaşmanın artması. Yine bunlara yargı ile ilgili güven meselesi ekleniyor.
Siyasal bir toplumda gençlerin potansiyeli yerine sürekli onların özgüvenini olumsuz etkileyecek
meseleleri gündeme getirdiğinizde onlara iyilik değil, kötülük yapmış oluyorsunuz. Sürekli olumsuz
meseleler üzerinden etiketleme yaptığınızda onların duygularını negatif yönde etkilersiniz.
Siyasal kutuplaşma bir sorunsa bu sorunun en az iki tarafı olması gerekir. Demokrasilerde siyasal
kutuplaşma olur. Ancak, bunu daimi muhalefet aktivizmine dönüştürüp toplumsal direnci azaltmak
için özel bir siyaset yaparsanız bu sadece yapana değil, ülkeye de zarar verir.
Herhangi bir sorunu güvensizlik üzerinden etiketleyip, mevcut olanı da daha kötü göstererek bu
konuda siyaset yaparsanız güvensizliği derinleştirirsiniz. Herhangi bir kişiye kendisinin hiç
tecrübesi olmadığı bir konuda soru sorarsanız, toplumda oluşan algıya göre görüş bildirir. Güven,
kaygı, endişe gibi negatif temalı konularda yapılan anketlerin sonucu çoğu zaman bir öncekine göre
daha olumsuz çıkar. Çünkü yankı odalarında negatif meseleler daha çabuk alıcı bulur.
Muhalefet partileri doğal olarak iktidarı eleştirecektir. Burada bir beis yok. Hatta bir eleştiri
yaparken abartılı cümleler de kurabilir.
Ancak eleştirirken, meseleyi mecrasından saptırarak siyasal bir enstrümana dönüştürdüğünüzde
hakikat perdelenmiş olur. Toplum da sorunun ne olduğunu tam anlayamaz.
Örneğin, e-imza sahtekârlığı ve sahte diploma hırsızlığı çok ciddi bir sorundur. Devletin bunun
üzerine her yönden gitmesi gerekir. Bu sahtekârlığın nasıl yapıldığının, burada her bir kurumun
sorumluluğunun teknik yönlerini de içerecek şekilde ortaya çıkarılması gerekir. Yani, e-imza
hırsızlığı konuşulurken meselenin esasına inmek gerekir. Böyle yapmak yerine konu ile ilgisi olsun
ya da olmasın farklı tartışma başlıklarını buraya taşıyıp manipülasyona başvurduğunuzda esas
sorunun ne olduğunu perdelemiş oluyorsunuz.
Sorunu tartışmak yerine diğer meseleler konuşuluyor. Bireysel ya da kurumsal sorumluluklar tam
manasıyla konuşulamamış ve alınacak önemlerle ilgili siyasal, toplumsal ve teknik katkılar da
verilememiş oluyor. Toplum da meselenin tam ne olduğunu anlayamıyor.
Muhalefet; ulusal özgüveni zedeleyerek, toplumsal direnci azaltarak, devlet ve millet arasındaki
güveni aşındırarak seçim kazanacağını düşünüyor. Bütün siyasetini de bu bakış açısına indirgemiş
durumda.
Muhalefet, MİT TIR'ları kumpasında, 17-25 Aralık ve 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ve
benzer birçok gelişmede bu stratejiye göre hareket etti. Ama hepsinde yanlış siyaset izlemesine ve
bunun sonuçlarını görmesine rağmen bir türlü bu taktiğinden vazgeçmedi.
Batılıların bile Türkiye'nin yükselen potansiyelinden bahsettiği bir dönemde, siz ülkeye faydası ve
katkısı olmayan bir siyasette ısrar ederseniz, bundan siz de siyasal bir fayda görmezsiniz.
4. NEDRET ERSANEL/ TRUMP, PUTİN’E GİDERKEN, ULUSAL MUHAFIZLARI NEDEN WASHİNGTON’A
GETİRDİ?
İngiltere, Fransa ve kısmen Almanya’nın, İsrail-Filistin’de barış isteme haliyle Amerika’nın barış
arayışı arasında zıtlık var. Aynısı Rusya-Ukrayna savaşı için de geçerli. Orada da zıtlık var. Eski
kıtanın üçgeni, İsrail’in durmasını istiyor. Filistin’e üzüldükleri için değil. Sebebi uzun ama özünde
“Trump barışı” ile anlaşamamaları!..
Büyükelçi Barrack’ın bölgesel planı, jeopolitikası ile kendi yaklaşımları arasındaki farklılılar olarak
görelim, biraz da Ukrayna kefesinin karşılığına ağırlık koymak diyelim. (‘Büyükelçi’nin DNA’sına
bakarken, ‘Amerikan DNA’nızı mı kullanıyorsunuz?’, 02/08.)
Yine de şunu netleştirebiliriz; merkezinde Londra var ve Kanada veya Avustralya hatta Yeni
Zelanda gibi “kolonilerini” de peşlerinden sürüklüyor. Bu ülkelerin, “Filistin’i tanıyacağız”
minvalindeki açıklamaları hep odur…
ABD Dışişleri Bakanı’nın ateş püskürmesinin sebebi de bu; “Hamas’la görüşmeler, Macron’un tek
taraflı bir adım atarak Filistin devletini tanıyacağını açıkladığı gün çöktü. Daha sonra başka ülkeler
de çıkıp, (İngiltere’yi kastediyor) ‘Eylül ayına kadar ateşkes olmazsa biz de tanıyacağız’ dediler.
Ben de Hamas’ın yerinde olsam, ‘ateşkes yapmayalım. Buradan bir zafer çıkarabiliriz’ diye
düşünürüm. Filistin devletini tanıma yönünde atılacak sembolik adımlar Hamas’la anlaşma yapmayı
ve bölgede ateşkese varmayı zorlaştırıyor.”
İlginç değil mi; ABD, açıkça Fransa ve İngiltere’yi, “Pax-Trumpa”yı sabote etmekle suçluyor! Açıyı
büyütürseniz, Büyükelçi Barrack’ın anlattığı ‘Ortadoğu Planı’nı kundaklamakla itham ediyor…
Ankara’nın duygularını da karmaşıklaştırıyor mu bilinmez ama, Londra, Paris ve kimi AB
ülkelerinin Filistin’i tanıma kartları elbette kabul ediliyor. Tabii şu unutulmadan; bu ülkelerin
tamamı kısa süre öncesine kadar İsrail’e her türlü maddi-manevi desteği verdiler. Haliyle Filistinli
masumların öldürülmesinde birinci dereceden suçlular. Yani, gelen siyasi desteği İsrail’e fatura
etmek adına alabilirsiniz ama onları ‘temize çekemezsiniz’!
Ukrayna meselesinde de durum aynı ama roller farklı demiştik; Ortadoğu’da “İsrail’e karşı barış
isteyenler”, Rusya’ya karşı savaşın devamını istiyorlar. Trump-Putin randevusu onlar için şok edici
oldu. Alaska’da buluşacak iki süper gücün liderleri öyle veya böyle yakınlaşmış olacak. Üstelik
Ukrayna konusunda…
Beyaz Saray, Avrupa’nın rolünü dışlamadan rötuşlamak istiyor. Zirveden evvel başta İngiltere,
Avrupalılarla buluşulmasının sebebi o. Trump’ın özel temsilcisi Witkoff’ın Moskova ziyaretinde bir
takım çözüm modellerini Putin’e sunduğu biliniyor. Avrupalıların bu önerilere ne kadar ikna edildiği
şimdilik meçhul ama İngiltere, Fransa, Almanya ve AB’nin ortak Ukrayna açıklaması, şeklen Trump
diplomasisini alkışlamakla birlikte, tam da arzu edilen yerde durmuyor. Nitekim, Amerikan
yönetimine onlar da bir teklif taslağı sundu. ‘Karşı teklif’ diye okuyabiliriz…
Nasıl Dışişleri Bakanı Rubio, İsrail-Filistin meselesinde Fransa ve İngiltere’yi sürece zımnen mayın
döşemekle itham ettiyse, Ukrayna konusunda da Başkan Yardımcısı Vance, benzerini yapıyor;
“Artık Ukrayna’nın Rus işgaline karşı savunmasını finanse etmek istemiyoruz. Ancak Kiev’e askeri
destek sağlamak isteyen Avrupa ülkelerinin Amerikalı şirketlerden silah satın almaları sorun olmaz.
Meseleye barışçıl çözüm istiyoruz. Ölümleri durdurmak istiyoruz. Ama savaşı biz finanse
etmeyeceğiz.”
Zaten bu cümleleri Vance’in ağzından çıkmadan günler evvel burada ve ‘birebir’ okumuştunuz.
(‘Hydra’, 09/08.)
Sonuç olarak, hem Avrupa’da hem Ortadoğu’da, Batı’nın iki bloğu arasında itiş-kakış var. Siyasi
sebeplerini Trump’ın tekrar seçilmesiyle bedenlenen, gerileyen neoliberal küreselcilerin yerleşik
düzene tutunma gayretlerinde kareleştirebilirsiniz. Yukarıdaki örnekler bunu anlatıyor. Hatta, AsyaPasifik yani Çin ve son olarak Hazar-Güney Kafkasya haritasındaki gelişmelerde de gölgelerini
yakalamak mümkündür…
Zengezur Koridoru’nun, “Trump Yolu” olarak plakalandırılması, stratejik bir kaymayı işaretliyor.
Gürcistan da buna eklemlenecek. Suriye’nin ardından İran ve Rusya’nın bu sefer ön ve arka
bahçelerinde gerilemesi bir yeni gerçeklik olarak takip edilebilir. Ama İngiltere ve Fransa acaba
buraya nasıl bakıyorlar? Acaba buradaki ortakları ve rakipleri, Ukrayna ve Ortadoğu’daki ortak ve
rakipleri ile aynı mı? Suriye’de de Şam yönetiminin el değiştirme sürecinin başında İngiltere’yi
görüyorduk, şimdi Amerika var?
Eş-dost eliyle köşe tutanlar veya akşam programlarında strateji paralayanlar şimdi ABD’nin
Kafkasya’ya yerleşmesini nihayet gördükleri için çocuklar gibi şenler. Oysa oraları geçtik! Şeytan,
kumaşını verevine keser…
Putin-Trump görüşmesi belli ki çok tartışılacak ama bu satırlar yazılırken gerçekleşmemiş
olduğundan “sonuçları” üzerinde duramayacağız…
Onun yerine zamanı bir “komplo teorisi” ile değerlendirelim, oyuncular arasında bir şebeke
gösteriyor mu, düşünelim…
Başkan Trump, Alaska’ya Putin’le buluşmak için bavullarını hazırlarken, Washington’da tuhaf bir
olay yaşandı…
Beyaz Saray, Savunma Bakanı’nın da katıldığı bir oturumda, “federalleri” ABD’nin başkentinde
görevlendirdi ve yetmezse Ulusal Muhafızlar ile orduyu da getireceğini açıkladı. “Federal
hükümetin Washington’un kontrolünü ele geçirmesi” türünden cümleler kuruldu! (Washington
D.C., Demokrat Belediye’de. Bizden farklı olarak emniyet teşkilatı da ona bağlı.)
Trump yönetimi sebep olarak, şehirdeki kriminal yapılanmaları gösteriyor ama haklı olsa dahi garip
bir hareket bu. Hele bu kararı açıklarken, “Yarın Putin’le buluşacağım ama bu konuyla
uğraşıyorum” demiş olması iyice tuhaf!
5. YUSUF ALABARDA/ KOMİSYON ÇAMAŞIR MAKİNESİ DEĞİLDİR
Malumunuz Terörsüz Türkiye çerçevesinde bir komisyon kuruldu ve CHP de komisyona üye verdi.
Verdi vermesine lakin CHP'nin ileri sürdüğü söylemlere baktığımızda CHP mezkur komisyonu
çamaşır makinesi maksatlı kullanmak niyetinde.
CHP tarafından şimdiden öne sürülen şartların içerisinde 'Siyasi nedenlerle cezaevinde bulunan
siyasetçilerin (Örneğin Ekrem İmamoğlu...) serbest bırakılması için hukuki süreçlerin ele alınmasını
şart koşmuştur.
Örnek verilen listede elbette sadece Ekrem İmamoğlu yok lakin benim takılı kaldığım İmamoğlu
için hangi yasal düzenlemeler yapılabilir ki bunu şart olarak sunuyorlar?
Nihayetinde Ekrem İmamoğlu'na İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından 'suç işlemek amacıyla
örgüt kurmak ve yönetmek' suçu isnat ediliyor. Bu kapsamda da her geçen gün yeni deliller gazete
manşetlerini dolduruyor. Şu ana kadar itirafçı olan en yakın çalışma arkadaşlarının sayısı yetmişi
geçmiş durumda.
Bu itirafçılara her ne kadar iftiracı yaftası vurulmuş olsa da bugüne kadar bir tanesi için dahi iftira
etmekten hakkında işlem başlatılması için İmamoğlu'nun avukatları tarafından bir dilekçe verilmiş
değil
Sizin anlayacağınız mızrak çuvala sığmıyor ve en kısa zamanda ortaya çıkacak iddianameden çok
daha detaylı konuları kaleme almak mümkün olacak.
İşte tam böyle bir ortamda, denize düşen yılana sarılır misali komisyon imdatlarına yetişti.
Yakın bir zamanda ortamı bulandırmak maksadıyla komisyonda bolca İmamoğlu salvolarını
duyuyor olacağız ta ki Ekrem İmamoğlu komisyon marifeti ile aklansın.
Çamaşır makinesi benzetmesi yapma sebebim bu lakin görünen o ki komisyon dahi Ekrem
İmamoğlu ile alakalı ortaya konulan iddiaları temize çıkartacak gibi gözükmüyor.
İmamoğlu'nun tam bu ortamda cezaevinde Kürtçe öğrenmeye başladığını duyurması aslında direkt
komisyona üye veren DEM Partisi'ne verilmiş bir selamdan ötesi değil.
NEREDEN Mİ BİLİYORUM?
Daha önce malum aynı anda Nutuk, Kur'an, Hacı Bektaşi Veli ile ilgili kitaplar ve Nazım Hikmet
şiirleri okuduğunu söylüyordu.
Eh az iş değil hani ama şimdi Kürtçe de öğrenmeye başlamış.
BU KADAR POPÜLİZMİ BU TOPLUM YER Mİ?
CHP tabanının kahir ekseriyeti evet, içselleştirip müdafaa bile ediyorlar. Baksanıza kameraların
bantlanma gerekçesi olan 'üzerlerine yemek yerken çorba dökülme' hikayesine dahi sahip çıktılar.
İnsan komşusuna bu hikayeyi anlatmaya utanır ama zavallı bazı isimler ekranda bu hikayeyi
savunuyorlar.
Şimdi de Kürtçe öğrenmeye başladım hikayesi üzerinden ekranlarda, sosyal medyada ve gazete
köşelerinde ne cümleler kurarlar, bekleyin görün.
DEM PARTİSİ'NE UYARILAR
Çok açıktır ki CHP daha önce DEM Partisi ve öncülü olan HDP ile sadece seçimlerde kazanmak
maksadıyla bir yol yürüdü. Şimdi CHP bu yolu inkar etmemek adına ve tabanınızdan oy almak adına
komisyona üye veriyor.
Bu işten o denli mustaripler ki bir taraftan komisyona üye veriyorlar, diğer taraftan CHP'li Bolu
Belediye Başkanı üzerinden komisyon eleştirisi yaparak tabanın Zafer Partisi ve İyi Parti'ye
gitmesinin önünü kapamaya çalışıyorlar, yerel yönetimlerde patlamış kanalizasyonun etrafa saçtığı
kötü kokuları kapatmak istiyorlar.
DEM Partisi üyeleri de diğer partilerin komisyon üyeleri de CHP için çamaşır makinesi vazifesi
görmemelidirler.
6. ATİLLA YAYLA/ YAŞ ve Türkiye: Nereden nereye?
Geçen hafta Yüksek Askerî Şûra (YAŞ) toplantısı yapıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri komuta
kademesinde yenilikler yapıldı. Genelkurmay Başkanı ve Kara Kuvvetleri Komutanı değişti...
YAŞ toplantısı yayın organlarında haber odu. Ertesi gün her şey unutuldu. Hayat olağan şekilde
akmaya devam etti. Yaşı yetmeyen gençler bunun sıradan bir durum olduğunu zannedebilir.
Muhtemelen konu hakkında konuşmayı ve yazmayı da gereksiz görür. Bunu bir zaman ve enerji
israfı sayabilir. Ancak benim gibi yaşı yetenler ve farklı tecrübeleri olanlar için durum çok farklı.
Bir zamanlar diye başlayarak anlatayım, ama önce bir zamanlar diye başlayabilmenin mutluluğunu
da yansıtayım ve okuyucularımla paylaşayım. Evet, bir zamanlar YAŞ toplantıları çok büyük bir
olaydı. Bunun ana sebebi ülkedeki bürokratik vesayet sistemiydi. Bu sistem içinde devletin iktidar
alanı bir kısmı seçilmiş siyasetçilere kalan bir kısmı daha ziyade kendi kendini atamakta olan asker
bürokratlara ait olan iki kısma ayrılmıştı. Cumhurbaşkanlığı makamı da bürokratik iktidar odağının
ortağı olacak şekilde düşünülmüş ve planlanmıştı.
Bu yapılanma içinde asıl mühim olan ve gerçek iktidar alanı bürokratlara aitti. Kritik alanlarda son
sözü onlar söylerlerdi. Dediklerine itiraz eden siyasetçiler muhtıradan darbeye uzanan bir askerî
müdahaleler zinciri tarafından hizaya getirilirdi. Bu durum kurumsallaşmış ve hem siyasetçi
sınıfında hem de halk tabakalarında bir öğrenilmiş çaresizliğe dönüşmüştü. Bu çaresizlik nesilden
nesile aktarılabildiği için aynı zamanda bir tür öğretilmiş çaresizlik olmuştu. Bu sistemin şu veya bu
ölçüde dışına çıkma çabası demokratik sağ iktidarlar tarafından daima sergilendi. Bunlar kısmen
başarılı kısmen başarısız teşebbüslerdi. Sanırım ilk önemli gediğin açılması da merhum Turgut
Özal’ın sivil kimliğiyle cumhurbaşkanlığı makamına oturması ile oldu. Ancak bu daha ziyade bir
şahsi çabanın sonucuydu ve sistemin genel niteliklerinde dikkate almaya değer bir değişikliğin
yolunu açamadı.
Sistem çerçevesinde YAŞ toplantıları da asker bürokratların gövde gösterisine dönüşürdü. YAŞ üye
kompozisyonunda seçilmiş siyasetçiler çok küçük bir azınlıktı. Başbakan bile askerler tarafından
hesaba çekilirdi. Mesela 28 Şubat sürecinde merhum Erbakan’a yapılan bunun iyi bir örneği olarak
görülebilir.
YAŞ’taki atama kararlarını askerler alırdı. Yani hangi askerin hangi göreve geleceğinin
belirlenmesinde sivillerin etkisi yok denecek kadar azdı. O yıllarda çoğu askerî mevkilerdeki isimler
toplum tarafından bilinirdi. Kimin hangi göreve getirildiği, nereye atandığı takip edilirdi. Bugün
sınıfta öğrencilerime GKB kim diye soruyorum ve cevap alamıyorum. Bu o zamanlar hayal dahi
edilemezdi...
Bürokratik vesayetin çözülmesi ve siyasetçinin öne çıkması uzun bir süreç oldu. Bunda bütün
merkez sağ iktidarların rolü ve payı var. Gelişmeler Erdoğan zamanında arttı. 27 Nisan askerî
bildirisine seçilmiş hükûmetin verdiği cevapla başlayan süreç zamanla iyice hareketlendi.
FETÖ’nün darbe teşebbüsünün bastırılması işleri hızlandırdı. FETÖ başarılı olsaydı Kemalist
bürokratik vesayetin yeri FETÖ’cü bürokratik vesayet tarafından alınacaktı. Bereket versin ki siyasi
liderliğin ve halkın direnmesiyle durum değişti. Sonrasında sivillerin egemenliğini tesis edecek
çeşitli reformlar gerçekleşti. Bu çerçevede YAŞ’ın üye kompozisyonu da değişti. Sivil üyeler hem
çoğunluk hâline geldi hem de belirleyici rolü üstlendi.
Bir kısmı vefat etmiş bir kısmı hayatta olan tüm siyasetçilere, özellikle Erdoğan’a, bürokratik
vesayetin tasfiyesinde-geriletilmesinde oynadıkları rol için teşekkürü bir borç biliyorum.
7. DR. ADAM YOUSEF/ HER PARLAYAN ŞEY ALTIN DEĞİLDİR: TRUMP'IN YENİ TİCARET ANLAŞMALARININ KAPSAMI VE SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ
7 Ağustos'ta ABD Başkanı Donald Trump'ın pek çok ülkeden gelen ürünlere uyguladığı yeni
gümrük tarifeleri yürürlüğe girdi. Bundan önce Trump yönetimi, Avrupa Birliği (AB), Birleşik
Krallık ve Japonya'nın da aralarında bulunduğu çeşitli ülkelerle bir dizi anlaşma imzalamıştı. Bu
anlaşmalar akıllara şu soruları getiriyor:
Neden kabul edildiler?
Taraflar hangi kazanımları hedefledi?
Bunların hayata geçirilmesi gerçekten mümkün mü?
Anlaşmalar, gelecekte yeni gümrük tarifeleri ve ekonomik anlaşmazlıkların önüne geçebilir mi?
Uzlaşma ihtiyacı
Anadolu Ajansı için yazdığım başka bir yazıda, Trump yönetiminin gümrük tarifelerine ilişkin
söylemini sertleştirmesiyle birlikte ülkelerin ya ellerindeki ABD Hazine tahvillerini artırmaya
(ileride satmak üzere) yöneldiğini ya da mevcut varlıklarını satma tehdidinde bulunduğunu
belirtmiştim. 37 trilyon doları aşan ulusal borç, yaklaşan ekonomik yavaşlama ve artan enflasyon
riski, Amerika Birleşik Devletleri'ni kırılgan bir noktaya sürüklüyor. Buna, Trump yönetiminin
anketlerde geride olduğu iç siyasi tablo ile Avrupa ve Orta Doğu'da süren savaşlar ve derinleşen
küresel kutuplaşma da eklendiğinde, ortaya hem içeride hem dışarıda baskının arttığı bir durum
çıkıyor.
Bu arada büyüme beklentileri görece zayıf olan birçok ülke, ABD'nin hala dünyanın en büyük
ithalatçısı olması gerçeğinden hareketle Amerikan gümrük tarifelerinin ihracatları üzerindeki
etkisini azaltmaya çalışıyor. Vietnam, Endonezya ve Çin gibi ülkeler, büyüme stratejilerini imalat
ürünleri ihracatına dayandırmış durumda ancak Trump yönetimi, üretimi yeniden ülke içine taşımak
amacıyla bu ürünleri doğrudan hedef alıyor. Avrupa ülkeleri ise ABD'nin ulusal çıkarları açısından
kritik gördüğü sektörlerde (örneğin, otomotiv ve çelik) tarifelerin etkisini hafifletmeye çalışırken,
bazı ortaklar (örneğin, BAE), öncü endüstrilerdeki yeni faaliyetlerini büyütmek için Washington'dan
destek arıyor. Tüm bu dinamikler, tarafların anlaşmaya varmasını ve ihtiyaç duyulan istikrarı
yeniden tesis etmesini kaçınılmaz hale getirdi.
TİCARET VE TARİFELERİN ÖTESİNDE
Anlaşmaların arka planına dair hala tüm ayrıntılara sahip değiliz. Yine de açıklamalara yakından
bakıldığında, kapsam ve büyüklükleri insanı şaşırtacak düzeyde. Örneğin,
BAE ile yapılan anlaşma, havacılık, alüminyum, enerji ve yapay zeka alanlarını kapsayan 200 milyar
dolarlık ticari anlaşma sağlıyor.
AB ile yapılan anlaşma, 2028'e kadar ABD'den 750 milyar dolarlık enerji alımını ve ülkeye 600
milyar dolarlık yatırım yapılmasını taahhüt ediyor.
Japonya ile yapılan anlaşma ise enerji, yarı iletkenler, kritik maden çıkarımı ve ilaç sektörü gibi
kritik alanlara 550 milyar dolarlık yatırım yapılmasını öngörüyor.
Bu duyurular yalnızca gümrük tarifeleriyle sınırlı değil. Dolayısıyla bunları "ekonomik işbirliği
anlaşmaları" olarak nitelendirmek daha isabetli olur, zira tarife dışı engeller, yatırımlar ve sektörlere
özel kapsamlı işbirlikleri gibi çok çeşitli meseleleri kapsıyorlar. Bu durum, Trump yönetiminin
müttefik ya da rakip diğer ülkelerle ekonomik ilişkilere stratejik bakışla yaklaştığını gösteriyor.
Gümrük tarifeleri ve ticaret politikaları, ABD'ye siyasi, ekonomik ve endüstriyel avantajlar
sağlamak için kullanılan daha geniş bir araç setinin parçaları. Üstelik Trump yönetimi, bu ülkeler
için Mart 2025 öncesine kıyasla daha yüksek tarife oranlarını korudu (BAE: yüzde 10, Japonya:
yüzde 15, AB: yüzde 15). Kısacası, bu anlaşmalar tarifesiz ticaret anlamına gelmiyor.
Vurgulanması gereken bir diğer unsur ise açıklanan rakamların olağanüstü büyüklüğü. Örneğin,
Japonya'nın taahhüt ettiği 550 milyar dolar, ülkenin yıllık gayrisafi yurt içi hasılasının yaklaşık
yüzde 14'üne ve dünyanın en büyük emeklilik fonu olan Japonya Devlet Emeklilik Yatırım Fonu'nun
yönettiği toplam varlıkların yüzde 32'sine karşılık geliyor. Bu denli büyük rakamların gerçekte
hayata geçirilmesi zor görünüyor, aynı durum diğer bazı duyurular için de geçerli.
Bu durum, anlaşmalardaki rakamların asıl odak noktası olarak görülmemesi gerektiğini net biçimde
ortaya koyuyor. ABD açısından bakıldığında, Körfez ülkeleriyle yapılan anlaşmalar mevcut
ekonomik ve güvenlik ortaklıklarını güçlendirmenin yanı sıra Çin'in bu ülkelerle geliştirdiği siyasi,
askeri ve ekonomik yakınlaşmaya karşı bir denge unsuru oluşturmayı hedefliyor. AB ile yapılan
anlaşma ise Avrupa'nın ABD enerji ithalatına bağımlılığını artırmayı, ABD'nin AB pazarına
erişimini korumayı ve yüzde 15'lik gümrük vergisi ile Amerikan şirketlerine sağlanan korumaları
sürdürmeyi amaçlıyor. Diğer ülkeler açısından ortak nokta ise ihracatlarındaki tarife oranlarını
düşürürken ABD'nin siyasi, askeri ve ekonomik desteğini güvence altına almak.
GELECEĞE BAKIŞ
Peki, bu anlaşmaların geleceği var mı? Geleceği kesin biçimde öngörmek neredeyse imkansız olsa
da tarafların zaman içinde bu metinleri değiştirmeyi ya da yerlerine yenilerini koymayı tercih
edebileceği bir senaryo mümkün. Nitekim, ABD-AB anlaşması şimdiden önde gelen Fransız ve
Alman siyasetçilerin sert eleştirilerine hedef olmuş durumda. Ayrıca, ABD'li tüketicilerle yapılan
son anketler de mevcut ticaret politikasına yönelik memnuniyetsizliğin arttığını gösteriyor.
Trump yönetiminin ilk döneminde Meksika ve Kanada ile yürürlükte olan Kuzey Amerika Serbest
Ticaret Anlaşması'nın (NAFTA) yerini ABD-Meksika-Kanada Anlaşması'nın (USMCA) almasına
zaten tanık olduk. Bu nedenle mevcut anlaşmaların, kalıcı belgeler ya da gelecekteki gümrük
tarifelerine karşı sağlam birer güvence olarak görülmesi pek mümkün değil. Ekonomik
milliyetçiliğin ve jeostratejik rekabetin giderek tırmandığı bir dönemde, taraflar arasındaki
anlaşmazlık ihtimali her zaman masada olacaktır.