1. ABDULKADİR SELVİ/Türkiye, İsrail’le savaş tuzağına çekilmek isteniyor
NETANYAHU’nun Gazze’yi işgal etmek için kara operasyonunu başlattığı bir sırada, Sumud filosunun Gazze’ye doğru ilerlediği bir dönemde bu yazıyı yazmanın zorluklarını biliyorum. Bazen inandığını yazmak akıntının tersine kürek çekmeye benzer. Türkiye, İsrail’le bir savaşa çekilmeye çalışılıyor. Bunu bir tuzak olarak görüyorum. Aman bu tuzağa düşmeyelim diye uyarmak istiyorum. Önce iki tehlikeli kişinin yazısından alıntı yapmak istiyorum.
TEHLİKELİ İKİ YAZAR
Biri, Türkiye ve Erdoğan düşmanı Michael Rubin. 15 Temmuz darbe girişiminden 2 ay önce Erdoğan’ın darbeyle görevinden uzaklaştırılmasını savunan ve 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında olan isimlerden biri. Michael Rubin, Middle East Forumu’ndaki köşesinde İsrail’in Katar saldırısını değerlendirirken sıradaki adresin Türkiye olabileceğini yazdı. Bu yazıyı sosyal medya hesabından paylaşan Sinan Ciddi ise onunla yetinmedi; İsrail’in Haaretz gazetesinde benzer bir yazı kaleme aldı. Türkiye’nin Hamas’a altyapı sunduğunu iddia ettiği yazısında, “İsrail’in örgütün Türkiye’deki ajanlarını hedef almayacağını kim söyleyebilir?” sorusunu ortaya attı Bu Sinan Ciddi ile Michael Rubin benzer yayın organlarına çıkıyorlar. Birbirlerinin yazılarını paylaşıyorlar. Benzer operasyonlara imza atıyorlar. Firari FETÖ’cüler de bunların yazılarının üzerinden algı operasyonu yapıyorlar. Mossad, FETÖ ve bunlar ortak operasyon elemanı olarak çalışıyorlar.
GEREKÇE
Bunları neden anlatıyorum?
1 7 Ekim’den bu yana bölgemizdeki 7 ülkeyi vuran İsrail’in hedeflerinden birinin Türkiye olduğu belli. Devletimiz buna göre tedbirini alıyor.
2 Türkiye, başka ülkelere benzemez. Kendisine yönelik bir tehdit hissederse vurulmadan önce vurur.
3 Türkiye, bölgesinde ve dünyada yükselen güç. İsrail, gerileyen bir güç. Türkiye’nin yükselişini sürdürmesi gerekiyor.
NETANYAHU, ESAD’A BAK ANLA
4 Hafız Esad, Türkiye’yi zayıflatmak için PKK’yı kullandı. Oğlu Beşşar Esed, Türkiye’ye düşman oldu. Sonuçta kim kazandı? 8 Aralık’ta Türkiye’nin desteğiyle Esed rejimi yıkıldı.
5 Türkiye ile İsrail’in Suriye üzerinde rekabet halinde olduğu bir gerçek. Ancak Suriye’de İsrail kaybeden tarafta, kazanan tarafta ise Türkiye yer alıyor.
6 Eğer bir savaş kaçınılmazsa, önce gereken tüm hazırlıkları yapacaksınız. Türkiye, İsrail’le bir savaşa girecekse, kendi belirlediği tarihte, kendi belirlediği şartlarda girer. İsrail’in belirlediği tarihte ve şartlar da değil.
BÖLGEDE GÜÇLENMELİYİZ
7 Türkiye’nin şimdi savaşa değil, Suriye, Irak ve Lübnan’daki varlığını tahkim etmeye ihtiyacı var. Suriye, Irak ve Lübnan’da tarihimizin en büyük fırsatlarını yakalamış durumdayız. Bizim bu bölgelerde bir süre daha güçlenmemiz lazım. Türkiye’nin güvenliği Ankara’dan değil Beyrut’tan, Şam’dan ve Bağdat’tan başlar.
RUSYA’YLA SAVAŞ TUZAĞI
8 Şimdi geliyorum Türkiye’ye kurulmak istenen tuzağa. Türkiye’yi Rusya’yla savaşa sokmak isteyen yapı, CIA aparatı olan FETÖ üzerinden operasyon yaptı. FETÖ’cü tetikçi Ankara’nın ortasında Rus Büyükelçisi’ni vurdu. Rus uçağını düşürdüler. İlk kez bir NATO üyesi ülke, Rus uçağı düşürdü. Birinci Dünya Savaşı’nın Avusturya-Macaristan tahtının varisi Arşidük Franz Ferdinand’ın Sırp destekli bir terörist tarafından vurulmasıyla çıktığı unutulmamalı. Bir kurşun bir dünya savaşına yol açtı. Eğer Erdoğan ve Putin’in dirayetli liderlikleri olmasa iki ülke savaşa girerdi. ABD ve İngiltere’nin kışkırtmasıyla Rusya’yla savaşa giren Zelenski’nin durumu ortada.
İSRAİL’LE SAVAŞI KIŞKIRTIYOR
9 Şimdi aynı ekip, bu kez Türkiye’yi İsrail’le savaşa sokmaya çalışıyor. Bu, Türkiye’ye karşı kurulmuş bir tuzaktır. Bu, Mossad ve FETÖ aparatlarının yürüttüğü psikolojik savaştır.
10 “En büyük zafer, savaşsız elde edilen zaferdir” derler. Şimdi biz bunun peşindeyiz.
11 Son söz. Savaşa girecek olursak kendi belirlediğimiz zaman ve kendi belirlediğimiz şartlarda gireriz. Ayrıca Türkiye, başka ülkelere benzemez. Savaşa girersek Kudüs’ü almadan çıkmayız.
FIKRA AMA KOMİK DEĞİL
ABD Başkanı Trump, “Netanyahu artık Katar’a saldırmayacak” diyor. Peki bundan Netanyahu’nun haberi var mı? Trump bu sözü verirken Netanyahu’dan izin aldın mı?
5 SURİYE’DE SDG İŞİ NE OLACAK
PKK silah bırakma kararı aldı. Bir grup PKK’lı silahlarını yaktı. Ama kamuoyunda şöyle bir intiba var. O tarihten itibaren hiçbir şey yapılmıyor. PKK silah bırakmıyor. Bu kanaatin olması normal. Çünkü halk, PKK’nın silah bıraktığını görmek istiyor. Halkımızın bunu görmemesi demek, PKK’nın silah bırakmadığı anlamına gelmiyor. Bir defa bu süreç farklı. PKK’lıların silah bırakması ve mağaraları teslim etmeleri yönündeki çalışmalar sürüyor. Önemli ilerlemeler var. Ancak dedim ya bu süreç çok farklı. Şimdilik kamuoyuna açıklanmıyor. Fakat gerekli mekanizmalar işliyor.
ÖCALAN ELİNİ TAŞIN ALTINA KOYMALI
Problemli bir nokta olarak Suriye’deki SDG varlığı gözüküyor. 10 Mart’ta yapılan mutabakata rağmen SDG, Suriye yönetimine entegre olma konusunda adım atmıyor. SDG konusunda Türkiye’nin ABD ve Suriye yönetimi ile ortak perspektifi var. Bunun bozulması istenmiyor. O nedenle sahada diplomatik baskı uygulanıyor. Askeri müdahale seçeneği hazır tutuluyor. Ama Öcalan’ın da SDG konusunda elini taşın altına koyması gerekiyor. Çünkü kum saati dolmaya başladı. SDG, Suriye’yi parçalamak isteyen İsrail’in planlarına alet oluyor. Ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Katar dönüşü ifade ettiği gibi “Suriye’de artık eski zamanlar geride kaldı. Şimdi Suriye’de yeni bir dönem başladı”. Mazlum Abdi bunun farkında değil herhalde. SDG’nin ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini akamete uğratmasına izin verilmeyecek. Mazlum Abdi’nin ‘Terörsüz Türkiye’ sürecini zehirlemesine imkân tanınmayacak. SDG işi ya çözülecek ya çözülecek. Ötesi yok.
2. MELİH ALTINOK/Yetmez ama az bile
Zamanında iktidarla iyi ilişkilerinden ötürü halkın kendisine taktığı "Özköşk" soyadından sitayişle bahseden Ertuğrul Bey, Hürriyet'in başındayken de sık sık "iktidara faydalı olacak" isimler önerirdi. Şimdilerde İmamoğlu'nun kayığında "Yetmez ama evetçilere" yer açmakla meşgul. "Bir zamanlar Erdoğan ve AK Parti'yi iktidara taşıyan, onu savunan aydın gücü bugün artık CHP, Özgür Özel, Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş'ın yanında" diyor. Peki kimmiş Erdoğan'ı iktidara taşıyan Özkök'ün aydınları? Biri Tandoğan'daki CHP mitingini gözleri yaşararak izlediğini yazan Hasan Cemal. Diğeri geçtiğimiz günlerde "Ben bu CHP'den yanayım" diyen Murat Belge'ymiş. Bu isimlerin Erdoğan'ı 23 yıldır iktidara taşıyan kitleler üzerinde etkisine dair yorum bile yapmayacağım. Zira olsa olsa son seçimlerde 150 bin oy alan Ali Babacan'ın ve 34 bin oyda kalan Ahmet Davutoğlu'nun kitlesinin bir kısmında sempati uyandırıyorlardır. Kaldı ki ortada yeni bir durum yok. 27 Mayıs'tan 28 Şubat'a kadar her darbeyi elinden geldiğince desteklediğini itiraf ettiği, özeleştiri verdiği kitaplarıyla büyüdüğüm Hasan Abi, ta ilk Çözüm Süreci başlayınca oluşan panikte Erdoğan'ın karşısında pozisyon aldı. Kandil'e kadar gidip "Tam olarak istediğini alamadınız, silah bırakmanın zamanı mı" türünden sorularla "barış" röportajları yaptı. Murat Belge ise "Bu iş bitti, safınızı seçin" denilerek herkese haber edildiği Gezi'de, Birikim'in her nüshasında kabaca "faşist" olarak tarif ettiği kesimlerle saf tutmayı seçti. "CHP'liyim" yazmadan çok çok önce "Kemalizmin faydalarına" değiniyor, Erdoğan'ın askeri darbeyle devrilmesi olasılığına eskisi kadar mesafeli olmadığını anlatıyordu yani. Bu arada Ertuğrul Özkök kendisine haksızlık ediyor. Eğer kitlelerin Erdoğan'a yönelmesinde medyadan birilerinin katkısından söz edilecekse o gazetecilerin başında kendisi gelir. "Muhtar bile olamaz" haberiyle, Ahmet Kaya için attığı "Vay şerefsiz" manşetiyle, Hrant Dink, 367 krizi ve başörtüsü meselesindeki provokatif yayıncılığıyla, generaller, bakanlar, işadamları ve patronu arasında oynadığı gazetecilik dışı rolle karanlık bir dönemin sembol karakteriydi. Olsa olsa seçmene "Bu kangreni Erdoğan kesip atar" dedirtip motive etmiştir. Şimdi gerisini CHP düşünsün.
ÖZEL, CHP MEDYASINA SESLENDİ
Özgür Özel dün sosyal medya hesabından, "Bu devletin; acıyı yıllarca sabırla taşıyan ama bir gün bile, bize borçlusunuz demeyen Alevilere borcu çoktur" mesajını paylaştı. Alo, kurultay uğruna Alevilere demediğini bırakmayan CHP'li kalemler, size söylüyor.
'ABİM TRUMP'
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2020 yılında TBMM'de yaptığı bir konuşmada "Kudüs bizim şehrimiz, bizden bir şehir" demişti. Osmanlı döneminde kente verilen öneme dikkat çekmişti. Netanyahu'dan cevap 5 yıl sonra geldi. "Burası bizim şehrimiz Sayın Erdoğan. Sizin şehriniz değil, bizim şehrimiz. Hep bizim şehrimiz olarak kalacak. Bir daha asla bölünmeyecek." Onca yıl sonra nereden icap etti diyorsanız cevabı Netanyahu'nun konuşmasının devamında: "İşte bu yüzden, Başkan Trump'ın bu konudaki liderliğini çok takdir ettim; Kudüs'ü başkent ilan ettiğinde ve bunu dünyanın tüm liderleri kabul ettiğinde. Ardından da Amerikan büyükelçiliğini buraya taşıdı." Erdoğan ile Trump'ın arasını biraz açabilse derin bir nefes alacak ama...
NARSİSİZM DERKEN...
Seçimlerde Demokratlara 128 milyon dolar bağış yaparak adayını açık eden Yahudi para spekülatörü George Soros, Trump'ın hedefinde. Başkan, Fox News'te katıldığı programda ülke genelinde artan ve zaman zaman şiddete dönüşen protestoların finansörünün Soros olduğunu iddia ederek, Adalet Bakanlığı'nın "örgütlü suç" kapsamındaki RICO Yasası çerçevesinde soruşturma başlatacağını açıkladı. Soros ise "Başkan Trump bir dolandırıcı ve dünyanın onun etrafında dönmesini isteyen nihai narsist. Başkan olma fantezisi gerçek olduğunda, narsisizmi patolojik bir boyut kazandı" diyerek kendini savunuyor. Doğrudur, herkesin mücadelesi kendiyle. ABD'ye başkan seçilenin de sınavı ağır. Ne var ki, İngiltere'den ABD'ye kadar dünyanın her coğrafyasında iktidarlara ortak olma hayalleri kuran, servetini bu uğurda harcayan ve memleketinden kovulan 95 yaşındaki bir adamın narsisizmden bahsetmesi de ne bileyim...
3. NEBİ MİŞ/ İsrail’in bölgesel kaos hedefi
İsrail sadece dün, 68'den fazla Filistinliyi katletti. Gazze'ye kara harekatı ile işgale başlaması, İsrail soykırımının son aşamasına işaret ediyor. İşgal yönetiminin en baştan iki hedefi vardı. İlki, Gazze'den Filistinlilerin sürgün edilmesi ve ardından Batı Şeria'nın ilhakı. İkincisi de, bu soykırım ve etnik temizlikle Gazze'nin insansızlaştırılmasından sonra bölgesel kaos ortamını oluşturarak istikrarsızlığı tüm bölge ülkelerine yaymak. İsrail bu amaca ulaşmak için saldırganlığını devam ettiriyor. Katar'a ve müzakerecilere saldırarak diplomasiye ve herhangi bir ateşkes anlaşmasına yanaşmayacağını filen gösterdi. Gelecek hafta başlayacak BM toplantısından önce, Gazze'yi tamamen işgal ederek, iki devletli çözümün ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasının konuşulmasını engellemeye çalışıyor. İsrail durdurulmaz ise; Gazze'den Filistinlilerin sürgün edilmesi ve ardından Batı Şeria'nın ilhakı, bölge yönetimlerini kaçınılmaz olarak etkileyecek. Çünkü öyle ya da böyle birçok ülkede halklar kendi yönetimlerinin İsrail'e karşı etkisiz politikalarından rahatsız olacaklar. Toplumların kendi yönetimlerine tepkilerinin farklı şekillerde tezahür etmesi, her bir ülkenin iç istikrarının sarsılmasına yol açabilir. İsrail'in halklar düzeyinde muhtemel manipülasyon ve dezenformasyon kapasitesini dikkate aldığımızda toplumsal huzursuzlukların kısa sürede kaosa dönüşme ihtimali var Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Ligi Zirvesi'nde yaptığı konuşmada vurguladığı gibi, İsrail sorununa karşı bölge ülkeleri daha erken politikalarını ortaklaştırsaydı, soykırım bu kadar kolay gerçekleşmezdi. Arap Ligi ve İİT'nin ortaklaşa toplantısında liderlerin konuşmalarında dile getirdikleri hususlardan, İsrail'in kaos ve istikrarsızlıkla bölgesel yayılmacılık hedefinin farkında oldukları anlaşılıyor. Ancak bu farkındalık somut adımlara dönüşmeyince İsrail saldırganlığını durdurmuyor. Öncelikle, Katar toplantısına katılan ülkelerin, kendi içlerinde İsrail'e karşı somut politikalarını ortaklaştırmaları gerekiyor. Eş zamanlı olarak da her bir ülke İsrail saldırganlığına karşı, uluslararası toplumu ortak yaptırımlar konusunda harekete geçirmeye çalışmalıdır. En nihayetinde, bölgesel istikrarın devamı, İsrail saldırganlığı ve yayılmacılığının durdurulması için devletlerin savunma kapasitelerini güçlendirmeleri gerekir. Devletlerin mevcut kapasitelerinin ortaklaşa kullanılması için de ortak bir savunma ve güvenlik mimarisi oluşturulmalıdır. Katar toplantısının sonuç bildirgesinde, Katar'a yapılan saldırının "tüm Arap ve İslam devletlerine yönelik bir saldırı" olduğunun ifade edilmesi ve "ortak güvenlik" ihtiyacına vurgu yapılması önemlidir. Herhangi bir Arap veya İslam ülkesinin güvenliği ve istikrarının, "kolektif güvenliğin" ayrılmaz bir parçası olduğunun ifade edilmesini de bu bağlamda görmek gerekir. Toplantıda birçok devlet başkanının vurguladığı gibi, kınamaların füzeleri durdurmadığı görüldü. Bildirgelerin Filistinlileri korumadığı biliniyor. Cezalandırıcı yaptırımlar devreye sokulmadığı müddetçe İsrail'in bölgesel kaos planı önce bölge devletlerini ardından da uluslararası düzeni kökten sarsacaktır.
4. NEDRET ERSANEL/ ‘İsrail’i durduracak güce sahip miyiz’?
EvelAllah biz sahibiz de, onlar, yani bu sözün muhatapları sahip mi? “… haddini bilmez bazı İsrailli siyasetçi müsveddelerinin 'Büyük İsrail' hezeyanını sık sık tekrarladığını görüyoruz. İsrail'in komşu ülkelerdeki işgallerini genişletme çabaları bu hedefin somut birer tezahürüdür. İslam âlemi İsrail'in bu yayılmacı emellerini boşa çıkaracak dirayete ve imkâna Allah'ın izniyle sahiptir…” Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, İslam İşbirliği Teşkilatı ve Arap Ligi Olağanüstü Zirvesi’nde yaptığı konuşma, rahatlıkla söylenebilir ki, sadece bölgede değil dünyada da en dikkatle izlenen hitaplardandı. Türkiye’de de birçok gazetenin manşeti aynı yere odaklandı; “İsrail’i durduracak güce sahibiz”… Bu sorunun somut yanıtı aranıyorsa, yani ‘Arap ve/veya İslam dünyası İsrail’i durduracak güce sahip midir’ diye, evet sahiptir! Üstelik, hemen araya girip, “İsrail tek başına olsa mesele değil, arkasını biliyorsunuz” diyenlerin önünü de baştan keselim; Arap-İslam dünyası gerçekten bir olsa, ABD veya herhangi bir süper güç böylesi kalın bir ekseni toptan karşısına almaya cüret edemez… Fakat mesele, “güç” değil... Sayın Cumhurbaşkanı’nın, “dirayet ve imkân” diye sıraladığı ikili içinde “imkân” dediği, işte o “güç”tür… Cumhurbaşkanı haklı ve var bu. Fakat, ‘dirayet’? Türkiye’nin zikrettiği bu kelime aslında bir tespiti değil, davet ve teşviki diplomatik zarafetle vurguluyor… “Artık iradenizi gösterin, bir olun, kımıldayın” manasınadır. Öncülü cümlelere baktığınızda da, “artık sizi, başkentlerinizi vuruyorlar, daha ne olacak, ne bekliyorsunuz” meallerine ulaşabiliriz… Benzer emareyi Cumhurbaşkanı’nın yaptığı konuşmanın son satırlarında yakalamak yine mümkün; “Zirvenin ve alacağımız kararların İsrail tehdidini durdurmak için ilave adımlar atılmasına vesile olmasını ve toplantımızın sonuçlarının harfiyen takip edilmesini temenni ediyorum.” “Toplanıp toplanıp, bir sürü ve güzel karar alıyoruz, sonra arkası sıkılanmıyor” yorumu çıkarılsa, zorlama olur mu? Bu metinler kılı-kırk yararak hazırlanıyor, zorlama bir şeyin çıkarılmasına müsade edilmez… ABD’nin, Katar’a gerçekleştirilen saldırıdan mutlu olduğunu söyleyemeyiz ama Washington’u uyku tutmadığını iddia etmek de aşırı olur. Doha’da bu zirve gerçekleşirken, ABD Dışişleri Bakanı Rubio, İsrail’de ağlama duvarına dilek mektupları sıkıştırıyordu. Nihayetinde söylediği de şudur; “İsrail’in Doha’ya müdahalesinden memnun değiliz ama bu İsrail’le ilişkilerimizin doğasını değiştirmez.” Nokta. Sonra ne oldu biliyor musunuz; Rubio, Katar’a geçti. Muhtemelen gönül aldı ve zaten Başkan Trump’ın, “bir daha İsrail Katar’a saldırmayacak” açıklamaları bölgeye ulaştığından mesele halloldu! Ardından Rubio’nun ilk açıklaması geldi; “Washington ve Doha, gelişmiş bir savunma işbirliği anlaşmasını sonuçlandırmaya yakın…” Saldırıdan sonra tüm Körfez/Arap ülkelerinin, “ABD ile yaptığımız ‘koruma anlaşmalarına’ güvenemeyecek miyiz” kaygısına düştüğünü herkes yazdı. Üzerine gelen daha gelişmiş bir anlaşma belli ki ABD’nin gönül alma girişiminin parçası ama.. Katar bizim kardeşimiz, dostumuz. Aramızda önemli ilişkiler kadar samimi gönül bağı var. Bu yüzden kimse kırılmasın, gerçek dost acı söyler, dışarıdan görüntü şudur; ‘ABD önce dövdürdü şimdi silah satacak.’ Hadi bu bir tarafa, yeni savunma anlaşması İran saldırırsa çalışır ama İsrail yine saldırırsa çalışacağına kim inanır? Dün sevgili dostum İbrahim Karagül gayet sağlam yazmış gerçek durumu ve ülkelerin hallerini. Hiç alıntı yapmayayım, üşenmeyin, bulup okuyun. Ayrıca bölgede iki askeri eksen kurulmasını salık veriyor. Biri Araplar arasında… Mısır, “Arap NATO”su diye adlandırılan bir öneri getirdi. Daha doğrusu hatırlattı. 2015’te de yapmıştı, olduğu gibi kaldı. Bu öneri ta 1950’deki ‘Ortak Savunma ve Ekonomik İşbirliği’ anlaşmasının alt başlığıdır. Yani Araplar arasındadır. Yeni teklifin içinde Türkiye’nin olmamasının sebebi bu. Ama niye genişletmek düşünülmüyor? Oysa bölgenin en güçlü ordusuna sahip Müslüman devlet değil miyiz? Peki karşılık bulur mu? Zor. Kaldı ki, hepsi birden vaziyet etseler, “kime karşı bu” diye sorulduğunda, ABD’ye ne cevap verecekler? “Sizin silahlarınızla İsrail’e, yani sana karşı mı” diyecekler? “Zor” demem o yüzden. İnşallah yanılırız… Ankara’nın da bu seçenekteki adımları yakından takip ettiğini biliyorum fakat gerçekçi buluyor mu? Katılmaz anlamına gelmesin; gerçekten hayat bulsa Türkiye el verir… Cumhurbaşkanı ne diyor; “… bölgenin güvenliğini el birliğiyle kendimizin sağlayacağı somut adımları ve mekanizmaları hayata geçirebilmeliyiz. Bu noktada İslam İşbirliği Teşkilatı bünyesinde yapılabilecekler olduğuna inanıyorum”… Diğeri ise, Mısır, Cezayir, Türkiye, Pakistan, Endonezya, Suudi Arabistan. Bu olur, hatta hızlı çalışır. Ama ikisi bir olsa daha iyi değil mi? Neden olmaz? Dert burada zaten… Bu yüzden, yine Cumhurbaşkanı’nın konuşmasında sıralanan, “neler yapılması gerektiği”ne de bakalım… “(İsrail’e yönelik) adımlar somut ve güçlü yaptırımlarla desteklenmediği takdirde netice vermekte zorlanacaktır.” “Diplomatik gayretlerimizi, İsrail'e yaptırım uygulamalarının artması için yoğunlaştırmalı, İsrailli yetkililerin adalet önünde hesap vermeleri için uluslararası hukuk mekanizmaları kullanılmalıdır." “… Artık bazı alanlarda kendi kendine yeter seviyeye ulaşmamız şarttır. Bunların başında caydırıcı bir savunma sanayisi ve kalkınma geliyor. Gelecek on yılları kazanmak için şimdiden bu alanlarda işbirliğimizi yoğunlaştırmamız gerektiğini düşünüyorum.” “İsrail'in ekonomik olarak da sıkıştırılması gerektiğine inanıyorum. Daha önceki tecrübeler bu tür adımların netice verdiğini gösteriyor.”
5. ATİLLA YAYLA/Barış ve kardeşlik söylemlerinde yanlış nerede?
Terörsüz Türkiye süreci ilerliyor. Umudumuz odur ki süreç tamamlanacak ve hedeflerine ulaşacak. Böylece yeni şiddet vakalarının ve ölümlerin önüne geçilecek. Kuşku yok ki bu süreçte ülkede yaşayan herkese düşen sorumluluklar var, zira problem tüm ülkenin. Her kesimden insanlar terörden zarar görmekte. Gereksiz gerginlikler, kavgalar ve çatışmalar ülkeyi âdeta yiyip bitirmekte. Ülkenin maddi ve manevi kaynakları heba edilmekte. Bu yüzden her kişi ve kesimin üzerine düşen sorumlulukların idrakine varması ve gereğini yapması şart Süreçle ilgili adlandırma ve konuşmalarda DEM çizgisi barış kelimesini öne çıkarıyor. Sürecin esas itibarıyla barışın sağlanması süreci olduğunu vurguluyor. Hükûmet ve Cumhur İttifakı tarafı ise kardeşlik kavramına vurgu yapıyor. Türkler ve Kürtler arasında bin yıldır devam eden bir kardeşliğin olduğunu ve bunun yeniden tesis edilmesi gerektiğini vurguluyor. Bence her iki yaklaşım da bazı bakımlardan doğru ama bazı bakımlardan da yanlış ve eksik. DEM çizgisinin barış söylemi gerçeğe tekabül etmiyor. Tarihi yarım asra ulaşan PKK terörüne rağmen Türk halkı ile Kürt halkı arasında bir savaş olmadı. Türkler ve Kürtler kitleler hâlinde birbirine saldırmadı, bir diğerini katletmedi. Sorun çeşitli iddialarla ortaya çıkan ve Kürtleri temsil ettiğini öne süren bir terör örgütünün varlığı ve eylemleriydi. Bu örgüt sadece Türklere ve devlete değil Kürtlere de saldırdı ve zarar verdi. Örgütle mücadelede de olması gerektiği gibi güvenlik kuvvetleri öne çıktı. Dolayısıyla, sanki iki büyük toplum kesimi arasında bir savaş varmış ve Terörsüz Türkiye süreci bu savaşı sona erdirecekmiş gibi konuşmak temelsiz ve asılsız. Olması gereken terör örgütünün ve terörün ortadan kalkması ve hedeflerin demokratik yollar ve süreçlerle takip edilmesi. Kardeşlik söylemi de gerçekle tam olarak çakışmıyor. Türklerin ve Kürtlerin bin yıldır kardeş olduğu elbette söylenebilir. Ancak, kardeşler arasında eşitlik olması ve birine veya diğerine negatif veya pozitif ayrımcılık yapılmaması da gerekir. Türkiye’de fiilî durumun bu olduğu ne yazık ki söylenemez. Açıkça söylemek gerekirse Kürt toplumu Türkler karşısında negatif ayrımcılığa uğratılmıştır. Dilinin toplumsal hayatta kullanılması yasaklanan ve ana dilinde eğitim imkânlarından mahrum edilenler Türkler değil Kürtlerdir. Tamam, Türkçeye de tepeden inme ve totaliter mahiyette müdahaleler olmuştur ama bu müdahaleler dil yasağı seviyesine ulaşmamıştır. Aynı şekilde, kendisini Türk değil Kürt hissedenlere de zorla “Ne mutlu Türk'üm” dedirtilmiştir. Bu ifadedeki Türk kavramı ise bir vatandaşlık bağından ziyade bir etnik çağrışım yapmıştır. Bu gerçekleri mesela Diyarbakır’da her siyasi çizgiden ve görüşten Kürtlerle konuşunca anlamak mümkündür. Aralarındaki görüş farkları ne olursa olsun bütün Kürtler bu konuda hemfikirdir. Bu yüzden kardeşlik söylemi bir başlangıç olabilir ama bir son olamaz. Kardeşliğin gereği olan şeylerin de yapılması gerekir ve beklenir. Bu çerçevede terörün bitmesi belediyelere kayyım atanmasının maddi temellerini ortadan kaldıracaktır. Böylece bölgedeki seçmenler Türkiye’nin her yerinde veya çoğu yerinde olduğu gibi belediyeleri halka hizmet sunmadaki başarısı ile değerlendirecektir. Ancak, en azından Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılması meselesinin de tartışmaya açılması icap etmektedir. Bu konudaki “Burası Türkiye’dir, burada herkes Türkçe konuşmak ve tahsil görmek zorundadır” şeklindeki faşist argümanların hiçbir geçerliliği yoktur. Kürt dili Türkiye Cumhuriyeti’nden çok daha eski ve yaşlıdır. İnsanların yeni bir siyasi varlık ortaya çıktı diye dillerinden vazgeçmesi talep edilemez. Böyle bir talep akla da ahlaka da aykırıdır. Her şeye rağmen Terörsüz Türkiye sürecinin iyi gittiğini düşünüyorum. Umutluyum.
6. YUSUF ALABARDA/ Bakalım kim pes edecek?
Bilmiyorum bu köşede kaçıncı kez kaleme almış olacağım ama bir kez daha belirtmek isterim ki şu hali ile coğrafyamızın İsrail'e karşı birleşerek bir karşılık geliştirmesi pek mümkün gözükmüyor. Bu kapsamda Katar'ın başkenti Doha'da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) ve Arap Birliği Olağanüstü Ortak Zirvesi'nden derde deva olacak bir sonuç çıkmadı, çıkması da beklenemezdi. İsrail, Arap İsrail savaşlarından çıkarttığı dersler sonucunda Arapların kendi aleyhine ittifak olabilmesinin önüne geçecek zemini son 40 seneden bu yana adım adım inşa ediyor. Bu kapsamda Irak'ın işgalinden Arap Baharı'nın dizayn edilmesine, Suriye'de Beşer Esed eli ile yüz binlerce Suriyelinin katledilmesinden Mısır'daki darbeye varıncaya kadar sayısız köklü yatırımlar yaptı. En son İbrahim Anlaşması gibi tamamen Büyük İsrail projesine hizmet edecek bir safsatayı dahi bölge ülkelerinden Fas'a kadar birçok diktatöre kabul ettirdi. Şimdi İsrail de iyi biliyor ki Arap Orduları İsrail için tehdit olmaktan çıkarıldı. İsrail'i dengeleyebilecek ülkeler ya parçalandı ya da yönetimleri darbeler yoluyla ele geçirildi. İsrailli gazeteci David Weinberg'in daha 2013 yılında yaptığı bir konuşmada bu durum şöyle özetleniyor. "Irak ordusu tamamen bitirildi, Suriye ordusunun yarısı etkisiz hale getirildi (2013 senesi için yapılan değerlendirme), Mısır ordusuna gelirsek onların da yarısı faal durumda, geri kalanı yozlaşmış durumda. Libya, Tunus, Mısır ve Ürdün iç çatışmalarla sarsılmış durumda. Önümüzdeki 10 yılı kafalarını dahi kaldıramayacakları iç çatışma ve ekonomik sıkıntılarla geçirecekleri için İsrail için konvansiyonel bir tehdit olmaktan çıkacaklar. Arap orduları artık İsrail için konvansiyonel tehdit olmaktan çıkmıştır. Mısır'daki otoriter rejim (Demokratik yollarla iktidara gelmiş Mursi hükümetini kastediyor) toplumun tamamına nüfuz etmişti. Onlardan habersiz nefes dahi alınamıyordu. Bu durum şimdi ortadan kalktı. Mursi ise (protesto gösterilerden dolayı) artık Kahire sokaklarında eski gücünü kaybetmiş durumda." 28 Şubat İsrail adına Türkiye'yi kıskaca alma girişimiydi Arap ülkelerine el atılırken Türkiye istisna tutulmadı elbette. 28 Şubat sürecinde İsrail'in Türkiye'yi kendi çıkarları doğrultusunda nasıl dizayn ettiğini anlamak isteyen 2002 yılında Middle East Quarterly'de 'Formula for Stability: Turkey Plus Israel' isimli makaleyi okusun. Yazanlar mı kim? 28 Şubat'ın başaktörlerinden Çevik Bir ile Siyonist yazar Martin Sherman. Kendilerinden hiçbir zaman hesap sorulmayacağı özgüveni ile 28 Şubat sürecinde İsrail adına Türkiye'yi ele geçirmek için ne herzeler yediklerini bizzat kendileri kaleme almışlar. Bu yapılan melanetleri bu millete anlatmak yerine, İsrail'e hakaret etmeyi analiz olarak sunanların rağbet gördüğü bir ülkede asıl bu hususların gündem olmasını umut ediyoruz ama işimizin de ne kadar zor olduğunun farkındayız. Eh, artık 15 Temmuz ihanetini yapanların da kendi tabirleri ile bu alçak girişimi kendi ifadeleri ile 'güneydeki sevdikleri ülke' adına yaptıklarından zerre kuşkumuz yok. Bu tablo çok açık göstermektedir ki Siyonizm Türkiye'yi kendi kullanabileceği çizgiye çekene kadar saldırganlığı devam edecektir. Burada söylemem lazım gelir ki Siyonizm, planlarını birkaç deneyle askıya alacak bir ideoloji değildir. Bizim ise şartlar bizi zorlamadığı sürece konfor alanımızdan taviz vermek istemediğimiz bilinen bir konu.
7. DOÇ. DR. MURAT ASLAN/Çin'in Zafer Günü kutlamaları: Yeni bir kutup mu doğuyor?
Çin'in İkinci Dünya Savaşı anısına düzenlediği Zafer Günü kutlamaları, 3 Eylül'de görkemli bir şekilde gerçekleştirildi. ABD ile yaşanan gerginlikler gölgesinde gerçekleşen kutlamalara Çin'in siyasi ve askeri güç gösterisi damga vurdu. Çin’in "çok taraflılık" söylemleri seslendirilirken, aslında iki kutuplu dönemin yeniden başladığı ve karşıt kutbun lideri olarak Çin'in öne çıktığı görüldü. Zafer Günü kutlamalarının röntgenini çekmek, stratejik kırılımın istikametini anlamak adına faydalı olacak. Ayrıca İsrail'in Gazze, Yemen, İran, Suriye ve Katar’daki saldırganlığını, ABD'nin Venezuela ile yaşadığı gerilimi, Avrupa'nın Rus tehdidi algısını Çin odaklı değerlendirmelerle harmanlamak gerekli. Bu bağlamda öncelikle Çin’i kısaca tanımlamak gerekir. Çin, 2023 yılı sonu itibarıyla 1,409 milyar nüfusu ile Hindistan’dan sonra en fazla nüfusa sahip ülke. Okuryazarlık oranı %96,8 (genç ve orta yaş için %99), üniversite mezunu sayısı ise 240 milyon civarında. Askerlik çağında ve 18-22 yaş aralığında olan insan sayısı 70-75 milyon civarında. Öte yandan seferber edilebilecek 20-44 yaş aralığındaki insan sayısı 475 milyon. Diğer bir ifadeyle Çin’in nitelikli insan gücü problemi olmadığı gibi, harp için hazır veya seferber edilebilecek insan sayısı, toplam nüfusun 1/3’üyle ABD’nin nüfusundan fazla. Bir savaş halinde Çin, nitelikli insan kaynağı sıkıntısı yaşamayacak ender ülkelerden biridir. Ekonomik güç bağlamında Çin’in verileri çok iyi durumda. 2023 yılı sonu verilerine göre nominal GSMH’sı 18,56 trilyon dolar olan Çin’in satın alma gücü paritesi 33,01 trilyon dolar. Dış borcu ise 2,54 trilyon dolar seviyesinde ve ihmal edilebilir. Dolar ve altın cinsinden Çin Merkez Bankası net rezervi 5,14 trilyon dolar ile ABD ve Japonya’nın gerisinde üçüncü sırada. Yılda 1 trilyon dolar civarında ticaret fazlası olan Çin’in askeri harcaması 2024 yılı sonu itibarıyla 318 milyar dolar seviyesinde gerçekleşti. ABD ise 38 trilyon dolar borç stoku ile birlikte yıllık 1,2 trilyon dolar ticaret açığı nedeniyle adeta batmakta olan Titanik’i hatırlatıyor. Sonuç olarak stratejik rekabette ABD karşısında Çin, yeni bir kutbu oluşturacak ekonomik güce sahip. Zafer Günü’nde toplumsal dokusu, ekonomik altyapısı ve yekpare siyasetiyle öne çıkan Çin, büyük bir gövde gösterisi yaptı. Böyle bir eğilimi resmedebilmek için töreni baştan sonra görmek gerekir.
TÖRENİN SİYASİ MESAJLARI
Karşılama törenine katılımda, Çin ile askeri, siyasi ve ekonomik ilişkileri yoğun olan devletlerin Devlet Başkanları düzeyinde ilgi gösterdiği görüldü. Bu kapsamda, ABD ve Batı ile sorunları olan Rusya, Kuzey Kore, Belarus ve İran'ın yanında Sırbistan, Ermenistan, Azerbaycan, Pakistan, Endonezya, Vietnam, Kamboçya ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları düzeyinde törene katıldı. Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ve Kuzey Kore lideri Kim Jong Un’a özel ilgi göstermesi dikkatlerden kaçmadı. Bu noktada müttefiklikten ziyade "dayanışma" ile çerçevelenen ve Çin etrafında şekillenen yeni dünya kompozisyonuna yönelik emareler verildi. Fotoğraf çekimi sonrasında Şi tarafından beş dakika süren bir konuşma yapıldı. Konuşmasında, geleneksel "Japon saldırganlığı" argümanını net bir şekilde dillendiren Şi, "ortak güvenlik, savaşın temel nedenlerini ortadan kaldırmak ve tarihsel trajedilerin tekrarlanmasını önlemek" temennisini tekrarladı. Ancak ABD liderliğindeki Batı'ya dolaylı göndermeler yapmaktan geri durmadı ve "İnsanlık yine barış ve savaş, diyalog ve çatışma, kazan-kazan işbirliği ve sıfır toplamlı oyun arasında seçim yapmak zorunda kalıyor." vurgusunu yaptı. Konuşmanın üçüncü kısmında, Çinlilere hitap eden Şi, ideolojik pusula bağlamında "Çin Komunist Partisinin güçlü liderliği altında; Marksizm-Leninizm, Mao Zedong Düşüncesi, Deng Xiaoping Teorisi, Üç Temsil Teorisi ve Bilimsel Kalkınma Anlayışını takip etmek ve Yeni Çağ için Çin Özellikli Sosyalizm Düşüncesini tam olarak uygulamak" hedefini gösterdi. Çin halkının birlik ruhuna vurgu yaparken "Çin halkının tüm etnisiteleri" ifadesini kullandı. Bu noktada Çin dışında yaşayan (Güneydoğu Asya, Endonezya, Malezya, Avustralya) Çin kökeni olan tüm Çin toplumuna yönelik bir konuşma yaptığı ifade edilebilir. Tören geçişinde ise yeni Çin silahları teşhir edildi. Bu silahların teknolojiyle harmanlanmış, yapay zeka ile desteklenen karmaşık silah sistemlerini içerdiği görülüyor. Robotik ve insansız sistemler, akıllı mühimmatlar ile hipersonik füzeler ön plana çıktı. Kadın ve erkek, Çin askerinin robotlaşmış tören ritüelleri eşliğinde disiplin gösterileri de sergilendi. Ancak bu törenin silahlanma boyutunu mutlaka değerlendirmek gerekir.
SAVUNMA SANAYİSİNDE ÇİN’İN YÜKSELİŞİ
Öncelikle silahlar sadece savunma maksatlı değil, saldırıya yönelik nitelikleri ile dikkat çekti. DF5C serisi füzeler kamuoyuna sergilenirken nükleer kabiliyeti olan 10 başlıkla Amerika kıtasına kadar erişebileceği söylendi. Teşhir edilen silah ve mühimmattan özellikle deniz tehditlerine yönelik olan YJ-20 gemi savar füzelerine özel bir yer verildi. Böylece Tayvan odaklı bir gerginlikte ABD uçak gemilerine karşı tedbir olarak geliştirilmiş olduğu ortaya çıktı. Öte yandan HQ-29 füzeleri ile uzaydaki uydu altyapısının da hedef alınabileceği ima edildi. Ayrıca uçaktan atılabilecek füzeler arasında nükleer başlık taşıyabilecek akıllı mühimmatlar dikkat çekiciydi. Basında pek gündeme gelmeyen diğer sistem ise Çin’in elektronik harp araçlarıydı. Çin’in tüm askeri araçlara kimyasal, biyolojik, nükleer ve radyolojik koruma özelliği kazandırmış olması da gözden kaçmadı. Zafer Günü kutlamalarından çıkarılacak askeri sonuç öncelikle savunma sanayi ile ilgili. Çin, artık silah ihracatında AB ve ABD’nin koltuğunu sarsabilecek bir mimariye sahip. Batı ile sorun yaşayan devletler, politik önkoşul olmaksızın ve düşük maliyetle savunma sanayi ürünleri ithal edebilir. Bu durum da Çin’e siyasi, ekonomik ve askeri bağlılık ve bağımlılık yaratacaktır. Doğal olarak, Küresel Güney'in "haksızlığa uğradığını" düşünen devletler, bölgesel güç olma amacıyla Çin lokomotifine eklemlenebilir ve Pekin, ekonomik gücü ile birleştirildiğinde Küresel Güney'in liderliğini üstlenebilir.
ABD-ÇİN REKABETİNDE YENİ SAFHA
Uluslararası siyaset açısından Güney Çin Denizi, Hint Pasifik ve Tayvan ile ilgili Çin siyaseti açısından ABD’yi caydırabilecek yeni bir safha başlamış oldu. Çin'in askeri aktivizmine bağlı olarak, ABD ve Çin arasında, ya yeni bir "güç dengesi" ya da Çin’in alternatif hegemon olduğu yeni bir dönem başlayabilir. ABD’nin içinde bulunduğu siyasi karmaşa ve tarife/yaptırım tehditlerine dayanan çelişkili tutumu, Çin’in uluslararası sistemdeki konumunu şekillendirecektir. "Güçlünün cazibesine" kapılabilecek Küresel Güney ile birlikte Rusya, İran ve Kuzey Kore ile (bir ihtimal) Hindistan'ın somut bir ittifaka yönelmesi belirsiz. Ancak, bu ihtimalin ABD’nin agresif siyaseti nedeniyle mümkün olduğunu itiraf etmek gerekiyor. Bu noktada ekonomik ve askeri gücü yanında Çin’in norm üretme kabiliyetine bakmak gerekiyor. BRICS ve Şanghay İşbirliği Örgütü çatısı altında gelişmekte olan ülkeleri ve Küresel Güney'i toparlayan Çin, uluslararası siyasetin kodlarını yazmaya başlarsa "çok taraflı" veya "iki kutuplu" sistem yapılandırılabilir. Sonuç olarak, ekonomik ve toplumsal gücünü askeri kapasitesiyle birleştiren Çin, artık bir süper güç konumunda. Ancak küresel siyasette güvenlik ve refah alanlarındaki gelişmelere ilişkin Çin’in aktif bir tutum sergilemesi ya da doğrudan müdahalede bulunması söz konusu değil. Güvenlik meselelerine karşı Çin’in askeri ve ekonomik gücünü seferber etmesi halinde alternatif "süper güç" tescil edilmiş olacak.