1. ABDULKADİR SELVİ/ABD kara operasyonu için İsrail’e ne demiş

ABD Dışişleri Bakanı Rubio, İsrail’i ziyaretinde başına kipa takıp, soykırımcı Netanyahu ile birlikte Ağlama Duvarı’nı ziyaret edip dilek diledi. Rubio, Küba kökenli, katolik bir Hıristiyan. Kipa takması gibi bir zorunluluğu yok. Zaten her Yahudi de kipa takmıyor. Ama dünyanın gözü önünde kipa takıp, katil Netanyahu ile Ağlama Duvarı’nı ziyaret etti, oradan Mescid-i Aksa’nın altında devam eden kazıların olduğu tünele girdi. Netanyahu, “Rubio, ABD’nin desteğini göstermek için İsrail’i ziyaret etti” dedi. Rubio’dan önceki ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken da 7 Ekim’den sonra İsrail’e “Bir Yahudi olarak geldim” demişti. NETANYAHU BEYAZ SARAY’DA ABD Başkanı Trump, 20 Ocak’ta görevi devraldı. Bu arada Netanyahu, Beyaz Saray’da üç kez ağırlandı. Netanyahu bu ay içinde dördüncü kez Beyaz Saray’ı ziyaret edecek. Netanyahu’nun Beyaz Saray’da kalış süresi neredeyse Trump’a yaklaştı. Bu dünyaya bir mesaj. Tüm bunları niçin yazdım? Şimdi biz kalkıp bu Amerika’dan Gazze’de ateşkesi sağlamasını, adaletli olmasını bekleyeceğiz! Buna kargalar bile güler. Sorun tek başına İsrail sorunu değil. Sorun aynı zamanda ABD sorunu. Gazze’de ABD-İsrail ortak yapımı bir katliamı izliyoruz. Sorun sadece soykırımcı Netanyahu değil. Sorun aynı zamanda Trump sorunu. Önceden ABD, İsrail’in gücünün sınırlarını belirlerdi. Şimdi İsrail, ABD’nin ne yapacağını tayin ediyor. Önceden ABD başkanları, İsrail başbakanlarına ayar verirdi. Şimdi İsrail Başbakanı, Amerikan başkanlarının konumunu belirliyor. Piramit dersine döndü. İsrail amir, ABD memur.

ABD’NİN FİLİSTİN ÇABASI

ABD yönetimi, Filistin konusunda kolları sıvadı. Sakın Gazze’deki katliamı durdurmaya çalıştığını, Batı Şeria’nın ilhakının önüne geçmeye çalıştığını düşünmeyin. ABD’nin tek derdi, Filistin’i tanıyacağını ilan eden ülkeleri bu kararlarından vazgeçirmek. Rubio, Batılı ülkelerin Filistin devletini tanımasının “İsrail’i tepki vermeye zorlayacağını” savundu. Ne tepki verecek? Fransa’yı, İngiltere’yi, Kanada’yı, Malta’yı mı vuracak?

Trump’ın Birleşik Krallığı ziyaretindeki gündem maddelerinden biri de İngiltere’nin Filistin’i tanıma kararını önlemekti. ABD yönetimi, önümüzdeki hafta başlayacak olan BM Genel Kurulu’nun Filistin’i tanıma ve İsrail’in katliamlarını lanetleme girişimlerine sahne olmasını önlemek için seferber olmuş durumda. Mahmut Abbas başta olmak üzere Filistin yönetiminin vizelerini iptal ederek işe başladı. Şimdi de kimi ülkeleri tehdit ediyor, kimi ülkeleri satın alıyorlar. ABD’nin bu desteğini arkasına alan Netanyahu ise katliamlarını sürdürüyor. O nedenle diyorum ki Gazze’deki soykırım suçu sadece İsrail’in işi değil. ABD de bu soykırımdan dolayı suçlu. ABD de hesap vermeli. Netanyahu, 7 Ekim’den bu yana 7 ülkeyi vurdu. İsrail askerlerinin korkudan bebek bezi bağladığı söyleniyor. Altına bebek bezi bağlayan askerlerle mi 7 ülkeyi vurma cesaretini gösterdi? Hayır. ABD’den aldığı destekle. RUBIO

YEŞİL IŞIK YAKTI

ABD Dışişleri Bakanı Rubio, İsrail’den ayrılmadan Netanyahu, Gazze’ye kara harekâtı başlattı. Çünkü kara harekâtına birlikte karar verdiler. Rubio’nun kara harekâtıyla ilgili brifing aldığı ve “Elinizi çabuk tutun” dediği söyleniyor. ABD, kara harekâtına yeşil ışık yakmış. Sadece katliam yaparken ellerini çabuk tutup işlerini bir an önce bitirmelerini istemiş. Hatırladınız mı 7 Ekim’den sonra İsrail, Gazze’ye saldırınca o dönem ABD Başkanı olan Biden da aynı şeyi söylemişti. “Elinizi çabuk tutun” demişti. İsrail, 24 aydır saldırmaya devam ediyor. Tabii ABD’den aldığı silah, para ve destekle. Rubio’nun “Elinizi çabuk tutun” sözünün sürecinin ve sonuçlarının ne olacağını bilemiyoruz. Çünkü bunu sadece ABD ile İsrail biliyor.

SIRA KÖRFEZ ÜLKELERİNE GELECEK

Bu arada İsrail’in kara operasyonu başlattığı Gazze’den ürkütücü haberler geliyor. Zaman zaman Gazze’nin dünya ile irtibatı kopuyor. Bu demektir ki Gazze’de büyük bir katliam yapıyorlar. ABD’ye 3.2 trilyon veren Körfez ülkeleri. Arapların gururunu ayaklar altına alıp Trump’ı genç kızların saç dansıyla karşılayanlar, bu katliamda sizin de payınız var. Gazze’ye atılan bombaların parasını siz veriyorsunuz. Ama unutmayın. Bugün Gazze’ye yarın size. Bugün Katar’a yarın size.

TRUMP’IN KARİZMASINI ÇİZDİLER

İsrail, ABD’yi parmağına taktı oynatıyor. Netanyahu, Amerikan başkanlarını karikatüre çevirdi. Yalancı durumuna düşürdü. Amerikan başkanlarının prestiji bu kadar sarsılmamıştı. İsrail’in Katar’ı vurduğu gün Beyaz Saray’da gazeteciler ile Trump arasında şöyle bir diyalog yaşanıyor. Gazeteci- İsrail, Katar’ı vurmadan önce size bilgi verdi mi? Trump-Hayır. Gazeteci- Peki ne zaman haberiniz oldu? Trump- Sizinle aynı zamanda. Peki bu açıklama karşısında İsrail ne yaptı?

TRUMP’I YALANLADILAR

ABD merkezli Axios haber sitesinde, isminin açıklanmasını istemeyen İsrailli yetkililere dayandırılan bir haber yayınlandı. Haberde Katar saldırısıyla ilgili olarak Trump’ın ABD saatiyle saat 08.00’de aranarak bilgi verildiği iddia edildi. Katar saldırısı ise 08.51’de başlamıştı. Yani Trump saldırıdan 51 dakika önce bilgilendirilmiş. Haberde Trump’ı kimin arayarak bilgilendirdiği yazmıyor. Ama herhalde Netanyahu’nun konutunun bekçisi yapmamıştır. Ayrıca Trump, saldırıya “Hayır” dememiş. Trump, istese Katar saldırısını önleyebilirmiş. Tam tersine “Hayır” bile dememiş. “Hayır” demediyse bu “Evet” olarak anlaşılır. Netanyahu da öyle anlamış.

2. AHMET HAKAN/ Netanyahu’yu en çok kudurtan lider

ŞU kesin: Netanyahu’yu en çok kudurtan lider Tayyip Erdoğan. Tırnaklarını yiyor adı geçtiğinde. Öfkeden kıpkırmızı oluyor. Hedefinde hep Erdoğan var. Bazen trolleriyle saldırıyor Erdoğan’a. Bazen aşırı fanatik ve süper deli bakanlarıyla Erdoğan’ı hedef alıyor. Bazen beslediği gazeteciler üzerinden Erdoğan’a hücum ediyor. Bazen Erdoğan’a yönelik psikolojik harp teknikleri uyguluyor. Dayanamıyor, bazen de kendisi Erdoğan’a sarıyor. Sözde Gazze duyarı kasıp Erdoğan’a yüklenen bazı tipler var. “Erdoğan, İsrail’le işbirliği yapıyor” falan diye palavralar sıkıyorlar. İşte bu tipler... Erdoğan’ın sadece adı geçtiğinde bile... Netanyahu ve avenesinin aşırı kudurmalarını bize bir analiz edebilirler mi acaba?

HİKMET ABİ GÖRÜNTÜLÜ ARADI

Geçen gün öğle saatleri. WhatsApp’tan görüntülü arandım. Arayan: Hikmet Abi, yani Hikmet Çetin Görüntülü aramalara cevap vermeme prensibimi tabii ki çiğnedim ve telefonu açtım. Selam kelamdan sonra şöyle dedi Hikmet Çetin: “Ben T24’e verdiğim röportajda MHP ile CHP’nin koalisyon kurmasını istemedim. Ben geçmişte böyle bir koalisyon kurulsaydı iyi olurdu dedim. Alparslan Türkeş dönemiydi benim söz ettiğim.” 6 Gerçi Hikmet Çetin, söz konusu röportajda sadece geçmişten söz etmiyor, bugün için de CHP ile MHP’nin koalisyonunu arzu ettiğini söylüyordu. Ama yaşına hürmeten aksi aksi.... “Yooo Hikmet Bey. Sadece geçmiş için söylemediniz, bugün için de söylediniz. Bakın işte cümleleriniz” falan demedim. “Öyle mi Hikmet Bey. Ben bir daha bakayım o röportaja” falan diyerek geçiştirdim. Hikmet Çetin’in bende bir kredisi var. Yaşından mı, deneyiminden mi, nezaketin mi? Bilmiyorum. Ama var.

Erdoğan: “Bu Zafer Kalıcı Barışın Kilometre Taşıdır”
Erdoğan: “Bu Zafer Kalıcı Barışın Kilometre Taşıdır”
İçeriği Görüntüle

HASAN CEMAL ÖRNEK OLAYI… MUHAFAZAKÂR NE YAPARDI, SEKÜLER NE YAPIYOR

YILLARCA muhafazakârlara itiraz etmiş, muhafazakârların karşı tarafında yer almış, muhafazakârlara ağır biçimde yüklenmiş bir gazeteci, bir aydın, bir düşünür, bir şair, bir yönetmen... Fikir değiştirip muhafazakârların tezlerini savunmaya, muhafazakârların yaklaşımlarına hak vermeye, muhafazakârlarla ilgili kanaatlerini değiştirmeye başladığında... Muhafazakâr kesimin tavrı hep şöyle olur: - Aramıza hoş geldin abi. - Seninle artık daha güçlüyüz abla. - Kendini aramızda sakın yabancı hissetme. Hiçbirinin aklına “yürü git be adam, sen ki yıllarca bize neler dedin” falan demek gelmez. Hasan Cemal, geçtiğimiz günlerde... Özgür Özel’e övgüler dizdi. “Özgür Özel konuşurken gözlerim doldu” dedi. Özgür Özel’e tam destek verdi. Seküler kesimin geneline yakınının tepkileri şöyle oldu: Yürü git be yetmez ama evetçi. Sana ihtiyacımız yok, bizden uzak dur. Senin yüzünden bu hallere düştük. İki kesim arasındaki bu tavır farkının nedeni nedir acaba? Muhafazakârlar “ikna etme arzusu” içindeyken... Sekülerler “biz hep haklıyız, ezelden ebede haklıyız” üstenciliğinde mi?

KEMAL KILIÇDAROĞLU NEDEN MAKALE YAZMAYA BAŞLADI

KEMAL Kılıçdaroğlu, dünyanın gidişatını anlamaya çalışan, dünya siyasetini analiz eden makaleler yazmaya başladı. Bir makalesi yayımlandı. Devamı da gelecek gibi. Kılıçdaroğlu, neden bu makale işine yoğunlaştı acaba? 7 Sanırım “mutlak butlan” ile yeniden CHP’nin başına gelme umudu kalmayınca... Çareyi kendisine “Onursal CHP Genel Başkanı” kimliği inşa etmekte buldu. Sadece şunu söylemek isterim: Üzgünüm Kemal Bey. Çok geç.

BENİM GÖZÜMDE ROBERT REDFORD

- Robert Redford / Paul Newman... Hep birlikte belirmiştir hafızamda. Ayhan Işık / Sadri Alışık gibi.

- Clint Baba’dan daha yakışıklıydı Robert Bey ama yönetmenliği ondan daha iyi değildi. - Kartpostal çocukluğundan ağır sosyal içeriğe kaydı. Tıpkı Tarık Akan gibi.

- Atlara fısıldayan adamdı. Parkta çıplak ayak gezerdi. Karizması hayvan gibi değildi ama yakışıklılığı öyleydi.

- Bir erken dönem Brad Pitt’i.

- “Başkan’ın Bütün Adamları”nda Dustin Hoffman’la nasıl da döktürüyordu. - Barbra Streisand’sız Robert Redford... Düşünülemez.

- “Akbaba’nın Üç Günü” filmini pek beğenirim. Anısına bu akşam onu izleyeceğim.

TCK’YA ŞÖYLE BİR SUÇ GİRMELİ

İKİ çocuk ve bir baba. Magandanın teki çıkıyor, çocuklarının önünde babaya saldırıyor. Tokat atıyor, haysiyet kırıyor, çocukları perişan ediyor. Sonuç? Yüreklerimiz parçalanıyor. Öfkeden kuduruyoruz. Şehir magandasını parçalamak istiyoruz. Ama Türk Ceza Kanunu’nda bir tokat atmanın cezası nedir ki? Maganda kolayca yırtıyor bu işten. “Bir babaya çocuklarının önünde saldırmak” diye bir suç koymak gerek TCK’ya... Yoksa çoluk çocuk önünde babaların haysiyetini sarsmaya kalkan bu alçaklar adam olmayacak.

İLKİN ROLLENDİ Mİ

CUMHURBAŞKANI Erdoğan, Filenin Sultanları’nı kabul etmiş. Görüntüleri izledim. Anormal bir şey görmedim. Gayet sıcak, gayet düzeyli, gayet güzel bir buluşma. Bazıları İlkin Aydın isimli voleybolcumuzun... Yüzünün asık olduğunu, tavır yaptığını, tuhaf davranışlar içine girdiğini iddia ettiler. Videoyu izledim. O gözle baktım. Bir daha izledim. Bir daha o gözle baktım. Yok. Öyle bir sonuç çıkaramadım. Mesafeli bir nezaket göstermiş İlkin. O kadar. İlkin rollendiyse bile rollenip rollenmediği belli olmuyor. En azından benim açımdan.

3. MAHMUT ÖVÜR/Gürsel Tekin neyi saklıyor?

Bir süredir sağlık sorunlarım nedeniyle yazamasam da gündemi, özellikle CHP'de yaşananları dikkatle izledim. "CHP'de ne oluyor?" sorusunun cevabını ne şaibeli kurultaylarla partiyi ele geçirenler veriyor ne de kaybedenler... Yönetenler, "İktidar bizi bölmek istiyor" masalıyla günü kurtarıyor. Oysa her şey planlı: Kongreleri ve kurultayları yeni bir siyaset üreterek değil, para ve makam dağıtarak kazandılar. Bu stratejiye hazırlıklılar. Ama asıl ilginç olan, kaybedenlerin hâli. Kemal Kılıçdaroğlu'ndan Gürsel Tekin'e uzanan eski kadrolar, ortadaki organize işleri görmelerine rağmen hâlâ karnından konuşuyorlar. Kılıçdaroğlu, "Hançerlendim" dedi ama siyasi cesaret gösterip "Partimi hırsızlar ele geçirdi" diyemedi.

HİKMET ABİ'NİN GÖR DEDİĞİ

Karşı taraf ise çok daha saldırgan. Özgür Özel açıkça Kılıçdaroğlu'nu hedef alıyor, "Yüzüne tükürülür" diyebiliyor. Arkasından "Sarayın adamı" yaftaları, haysiyet tartışmaları, yolsuzlukları ve rüşvetleri görmezden gelen çıkışlar geliyor. Hatta iş o kadar büyüyor ki CHP'nin ağır abisi Hikmet Çetin bile devreye giriyor ve sarayla gizli görüşmelerden söz ediyor. Sonradan özür dilese ne olur? Bu itibarsızlaştırma kampanyasından Gürsel Tekin de nasibini aldı. İmamoğlu-Özel ekibi onu hain ilan etti, İstanbul il binası önünde kalabalık saatlerce "Hain Gürsel Tekin" sloganı attı. Belli ki böylece Tekin'in damarına bastılar. İlk kez, muhalif CHP'lilerin bile dillendirmediği bir gerçeği ima etti. Genel başkan yardımcıları Ensar Aytekin ve Namık Tan'la tartışırken öfkeyle şu sözleri söyledi: "Ben Aziz İhsan Aktaş'la, Ertan Yıldız'la arkadaş değilim. Beni partiden atıyorlar ama Ertan Yıldız partide." Bu, sıradan bir serzeniş değil. İBB'de kurulan devasa yolsuzluk sistemine ve o sistemi deşifre eden isimlere gönderme. Tekin'in "Beni konuşturmayın, üzülürsünüz" demesi boşuna değil. Biraz "Konuşursam yer yerinden oynar" yaklaşımına benziyor ama yine de herkesin bildiği ama dile getirmediği çok şey var. Peki "halkçı" Tekin neden bildiklerini halktan saklıyor?

ORTADA SUÇ ORTAKLIĞI VAR!

Özgür Özel'in "Cumhuriyete saldıranlara karşı duracağız" çıkışına Tekin'in cevabı daha da sert oldu: "Öyle saldırılarla karşı karşıyayız ki inanılır gibi değil. Bakıyorum bir suç ortaklığını bozuyoruz galiba. Aziz İhsan'lara yenilmeyeceğiz, nokta." Artık mesele çok net: CHP içindeki asıl kavga, bir "suç ortaklığı" kavgasıdır. Bir yanda Aziz İhsan Aktaş'larla "sistem" kurup siyaseti dizayn eden İmamoğlu-Özel yönetimi, diğer yanda kaybetmiş ama hâlâ konuşmaktan korkan Kılıçdaroğlu- Tekin kanadı. Bu CHP içi bir kavga ve bu kavga hukukla değil, ancak siyasetin diliyle çözülebilir. Başta İBB olmak üzere belediyelerdeki arsız ve pervasız yolsuzluklara zamanında tepki verilseydi ve kavganın adı "hırsızlıkla mücadele" olsaydı bugün başka bir CHP tartışıyor olurduk. Kılıçdaroğlu ve Gürsel Tekin dün ne ektiyse bugün onu biçiyor. Ve şimdi, Sezen Aksu'nun sözleri kulaklarda yankılanıyor: "Hiçbirimiz masum değiliz..."

4. BERCAN TUTAR/ Siyonist ‘Gal’eyan

İdeolojik sapkınlığı giderek derinleşen siyonist rejimin kalemşorlarından Shay Gal, Israel Hayom'daki son yazısında "Doha teröristlere ev sahipliği yapmanın bedelini ödüyor, sıradaki Ankara olabilir" diyerek travmatik bir çıkışta daha bulunmuş. Zira İsrail Teknoloji ve Bilim Bakanlığı'na bağlı Uzay Ajansı'nın direktör yardımcılığını da yapan Gal, daha önce de 29 Temmuz'daki yazısında "KKTC sadece Rumların değil İsrail'in de sorunudur" diyerek Rum kesimi ve Yunanistan ile birlikte İsrail ordusunun Türkiye'nin Kıbrıs'taki varlığına karşı askeri müdahale çağrısında bulunmuştu. Aç tavuğun kendini darı ambarında görmesi misali Gal da Poseidon'un Gazabı adını verdiği saldırı planında, İsrail'in KKTC'deki hava savunma sistemlerini etkisiz hale getirmesini, istihbarat merkezlerini yok edip Türk güçlerini çekilmeye zorlamasını öngörüyordu. Ne var ki Gal'in hayali kursağında kalacak. Öyle klavye şövalyeliğine benzemiyor bu işler. Türkiye devletine karşı harekete geçmek yürek ister. Karşılarında Gazze'deki gibi eli kolu bağlanmış, aç ve çaresiz bırakılmış masum kadın ve çocuklar yok! Nitekim 2 Eylül'deki yazısında Türkiye'nin gerçek gücü karşısında serzenişlerini kaleme almak zorunda kaldı. "Türkiye ve Libya'nın hayali sınırı İsrail ve Mısır'ı hedef alıyor" başlıklı analizde 10 Ankara'nın İsrail'i Akdeniz'in üstünden ve altından tamamen kuşatan hamlelerde bulunduğunu itiraf edip Avrupa ve ABD'den yardım dilenmişti. Soykırımcı siyonist rejimin Suriye'deki temel stratejisini "Dürzileri savun, YPG'yi koru" üzerine inşa etmesi gerektiğinin altını da çizen Gal, Doha saldırısının yapıldığı 9 Eylül günü kaleme aldığı yazısında ise hezeyan içinde sıradaki hedefin Ankara ve Beştepe olacağı küstahlığında bulunmuşu. Siyonist siyasiler de saldırı köpekleri de Türkiye'nin İsrail'in bölgesel projeleri önündeki en büyük engel olduğunu artık saklamıyor. Hatta daha da öteye giden Gal gibi fanatikler Gazze, Yemen, Suriye, İran, Lübnan ve Katar ile karıştırdıkları Türkiye'ye askeri saldırılar düzenlenmesi çağrısında bulunabiliyor. İsrail'in Türkiye topraklarında Hamas üyelerine karşı harekete geçmesi gerektiğini savunan Gal, Irak (1981), Suriye (2007) ve İran'da (2025) devreye sokulan Begin Doktrini'nin Türkiye'ye karşı da uygulanmasını istiyor. Hatta Akkuyu Nükleer Santrali'ni de vurulması gereken hedeflerden biri diye gösteriyor. Türkiye'nin özellikle Akdeniz'den ablukaya alınmasını savunuyor. Ve yazısını "Kapılarını Hamas'a açan Beştepe artık dokunulmazlık bekleyemez" hezeyanıyla bitiriyor. Osmanlı tokadı yemeyen siyonist Gal kendi yumruğunu balyoz zannediyor. Oysa ateşle oynadığının farkında değil. İsrail'in Türkiye'ye karşı istediği yerde istediği zaman güç kullanabileceği vehmine kapılıyor. Hayal âleminde yaşıyor. Oysa kendi askeri uzmanları ve siyasileri bile Türkiye ile savaş veya olası bir çatışmanın İsrail için tam bir felaket olacağını bas bas bağırıyor. Ne var ki galeyana gelen Gal'i zaptedene aşk olsun! En çok da kendi gücünden ziyade Batılı ağababalarına güveniyor. Haliyle yazılarına sinmiş tükenmişliği de açıkça görüyoruz. Kuyruğu dik tutmaya çalışıyor. Çünkü Batı dâhil hiçbir kuvvetin İsrail'i bu saatten sonra Türkiye'nin gazabından kurtaramayacağını kendisi de efendileri de iyi biliyor. Yaklaşan ecelden kurtuluş yok. Siyonistlerin ruhlarına sinmiş beka korkusu er veya geç gerçekleşecek. O yüzden böyle histerikler!

5. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Dinsizin hakkından imansız gelir

20. asrın en büyük felâketi milyonlarca mâsum Yahudînin toplama kamplarında ağır işkencelere mâruz bırakılması ve katledilmesiydi. Bu, Batı medeniyetinin ağır bir krizi ve hayâl kırıklığı ile neticelenen bir hâdiseydi. Çünkü çok değil, daha asrın başlarında akıl, bilim, sanat ve felsefe temelinde Batı aydınlanmasının târihi daha insânî ve ahlâkî kılacak gelişmelerin bayraktarlığını yapacağına inanılıyordu. Gelin görün ki, yine Batı medeniyetinin bağrından yükselen faşizm ve Nazizmler bu beklentileri tersyüz etti. Faşizm ve Nazizm arkasına bu medeniyetin bilim, teknoloji ve teşkilatlanmasının sağladığı bütün altyapıyı almıştı. Üstelik kendisine özgü bir felsefî derinliği de vardı. Irkçılığın ideolojik zemininin, doğrudan modern biyoloji biliminin veri ve bulgularıyla destekli olduğunu unutmamak gerekir. Nazizm ve faşizm sâdece bir çılgınlık değildi. Kendisine göre bir aklı vardı. Daha doğrusu bu ideolojilerin aklıydı o çılgınlığı örgütleyen.

II. Umûmî Harp’te güç belâ da olsa Nazizm ve faşizmin mağlup edilmesinden hemen sonra çıkılan düzlükte bu derin çelişki masaya yatırıldı. Demek ki artık Batı medeniyetinin bir garantisi yoktu. Medeniyet iddialarını, daha doğrusu kültürel hegemonyalarını yeniden ayağa kaldırabilmek için en başta çelişkilerinin en büyüklerinden birisi olan sömürgecilikten kurtulmaları gerekiyordu. Peki, bu nasıl olacaktı? Çünkü Batı’nın zenginliğinin en büyük kısmı sömürgelerinden geliyordu. Hemen bir formül buldular. Aşamalı ve çatışmalı da olsa sömürgelerine siyâsî bağımsızlıklarını vermeyi kabûl ettiler. Ama hemen hepsini ekonomik olarak bağlayarak ve menfaatlerini garantiye alarak. Tâze, bağımsız; lâkin alabildiğine fakir olan ulusların buna karşı yapacakları fazlaca bir şeyleri yoktu. Siyâsî ve hukûkî kazanımlarıyla yetinmek zorundaydılar. Sermâyeye ihtiyaçları vardı. Bu da sâdece eski efendilerinde olan kaynaklardan gelebilirdi... Ekonomik bağımsızlık ideallerini tehir ettiler. Kendilerini, bir gün kalkınacaklarına ve ekonomik bağımsızlıklarını ondan sonra kazanacaklarına inandırdılar. Tuzak da zâten buydu. Kısa zamanda hem altyapıları hem de üstyapılarıyla yeni sömürgeciliğin bir parçası hâline geldiklerini gördüler. Kaşık ile kazandıklarını kepçe ile kaybediyorlardı. Yeni sömürgeciliğin adı emperyalizmdi. Batı için ise en azından vitrin değişmiş, şeklen de olsa kaba sömürgecilikten arınmış oluyorlardı. Nazizan geçmiş için de yeniden vaftiz olmaları gerekiyordu. Günah çıkarma işinde ustaydılar. İlk yaptıkları Nazizm karşısında faşizm, falanjizm ve diğer türev ideolojiler için hafifletici sebepler bulmak oldu. Varsa yoksa Almanlar ve Naziler suçlandı. Hâlbuki Hitler’in yakın müttefiki olan Salazar ve Franco 1970’lere kadar işbaşında kalacak ve Avrupalı turistler hiç yüksünmeden bu memleketlerde tatlı tatlı tâtil yapmakta bir beis görmeyeceklerdi. İkinci yaptıkları şey ise komünist Rusya’yı Nazizm ile eşlendirerek bir düşmanlık nesnesine dönüştürmekti. Bunu da şaşılası bir Ali 12 Cengiz oyunuyla hallettiler. Hitler’i dize getiren müttefik ordularının başat ortaklarından birisinin Kızıl Ordu olduğu, Sovyet halklarının savaşta 23 milyon insanını kaybettiğini kimse hatırlamak istemedi. ABD’nin kaybı ise sâdece 450 bin civârındaydı. Ama II. Umûmî Harp sonrasında çekilen ve dünyânın beynini yıkayan sayısız filmde hep “kahraman” Amerikan askerlerini seyrettik. Hâsılı Batı, üzerindeki bütün kirleri Sovyetler Birliği’ne boca etti. II. Umûmî Harp olsa olsa bir yol kazasıydı. Batı kendisi için aslî olan demokratik, lâik ve hukukî kazanımlarına geri dönüyordu. Bunun için “ötekisini” yaratmak elzemdi. Artık Hitler yoktu ama Stalin onun gölgesi olarak mevcuttu. Artık Nazi Almanya’sı yoktu ama Sovyetler Birliği onun yerini almıştı. Dişleri-tırnakları sökülmüş, hadım edilmiş Almanya ve Japonya ise sonu gelmez bir utanca mahkûm edildiler ve disipline sokulup dünyânın iş merkeplerine dönüştürüldüler. II. Umûmî Harp sonrasında Yahudîler sâhip oldukları akıl almaz ölçekteki finansal kaynaklarıyla kapitalizmin yeni efendileri oldular. Aslında bu, pek de farkına varılmayan çok derin bir kırılmayı ifâde ediyordu. Çünkü kapitalist birikim esâsen Hristiyan/püriten temelli bir kültürel arka plâna oturmaktaydı. Târihçi Weber bunu zihniyet zemininde son derecede çarpıcı bir şekilde kavratan çalışmalar ortaya koymuştur. Katolikler antisemitizmleriyle zâten tescilliydiler. Protestan/püritenler arasında bu durumun genel olarak yumuşadığını söyleyebiliriz. (Hoş, Martin Luther’in keskin Yahudi düşmanlığı çok dikkat çekicidir. Katolik kültürden gelen Voltaire, Yahudilikten hiç hoşlanmıyor, buna mukabil Cenevreli Rousseau onlara sempati besliyordu. Her neyse, Kalvenizm, Protestanlığın ana akımı olduktan sonra bu, görece değişmiştir). Buna rağmen bilhassa ABD’de her zaman %20 civârında antisemit hislere sâhip olan bir kesim var olmuştur. Bu hiç de azımsanmayacak bir çekirdek orandır. Nitekim reel sektörlerin hâkim olduğu sermâye, Henry Ford gibiler başta olmak üzere II. Umûmî Harp esnâsında düpedüz Nazileri desteklemişlerdi. Artık mağluptular. Yeni sermâye aklı Yahudîlik olacaktı. Bunun için bilhassa ABD’deki püritenleri de dönüştürmek gerekiyordu. İki dinin arasını bulan Evanjelizm desteklendi ve Amerikan püritenizminde varolan antisemitizm bastırıldı. Bugün Yahudilerin hâkim olduğu finansal sektör ile enerji ve reel sektör arasındaki sermâye savaşı keskinleşmiş durumda. MAGA ideolojisi yükseliyor ve berâberinde antisemitizmi getiriyor. Son zamanlarda ABD’de antisemitizm hissiyat %900 oranında yükselmiş vaziyette. 7 Ekim sonrası İsrâil’in Gazze’de yürüttüğü katliam buna tuz biber ekiyor. Sâdece ABD’de mi? Avrupa’da yükselen yeni ve aşırı sağ hareketlerin de dip dalgalarında kuvvetli bir antisemitizmin baskın olduğunu görüyoruz. Diğer tarafta bilhassa Latin Katolik dünyâda çok kuvvetli bir antisiyonist taban mevcut. İsrâil giderek zora düşüyor. Bu tepkilerin bir kısmı insancıl değerlerden hareket ediyor. Ama ana akımın Beyaz Hristiyan üstünlüğüne dayanan ırkçı bir antisemitizm olduğu muhakkak. Bu elbette 13 en başta sığınmacı ve göçmenleri tehdit ediyor. Ama anntisemitist taraflarıyla İsrâil’i ve Yahudileri de hedef alıyor. Bu açıdan bakınca insanın, “Dinsizin hakkından imansız gelir” atasözünü hatırlayası geliyor…

6. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Geçmişin hayaletlerine karşı Akdeniz filosu

Küresel kararlılık ve direniş filosu Akdeniz’de hedefine doğru ilerliyor. Filonun hedefi Gazze’deki ablukayı kırmak. Kuşkusuz Gazze’ye doğru ilerleyen gemiler savaş filosunun bir parçası değil. Bu sebeple gemidekiler kendi başlarına ablukayı kıramazlar. Fakat onlar silahlardan çok daha güçlü olduğuna inandığımız bir şeye sahip. Evet, küresel kararlılık ve direniş filosu Akdeniz’de bir fikri, bir inancı taşıyor. Bu fikir Gazze’de doğdu ve bütün bir insanlığın zihin dünyasında karşılık buldu. Bugün İsrail’in kolonyal saldırganlığının kaynağı olan Avrupa ülkelerinin kentleri de dâhil olmak üzere dünyanın her bir tarafında bir isyan dalgası yayılıyor. Yüzbinlerce insan kitleler hâlinde sokakları doldurarak on dokuzuncu yüzyılda zirveye ulaşan Avrupa emperyalizmine karşı harekete geçti. Artık ne ABD’nin ne İngiltere’nin ne de Almanya’nın siyasî meşruiyetinden söz edilmiyor. Ortalıkta dolaşan sadece geçmişin hayaletinden arta kalan bir korkudur. Devletler bu korku ile yüzleşmekten çekinse de toplumlar ayağa kalktı. Dolayısıyla küresel kararlılık ve direniş filosunu taşıdığı yükün ağırlığıyla ve gücüyle değil, bütün bir yeryüzüne yaydığı fikirlerle değerlendirmek gerekir. Anladığım kadarıyla ne olacaksa Akdeniz’de olacak. Daha düne kadar Akdeniz, Avrupa şehirlerine ulaşmak için can havliyle mavi sulara atlayan göçmenlere mezar oluyordu. Ne yazık ki bu hâlâ devam ediyor. Suriyelilerin büyük göçü başladığında yüzlerce masum, Akdeniz’in sularında boğulmuştu. Adeta bir insan seli Doğu’dan Batı’ya doğru akıyordu. O zaman da çoğu kimse kabahati kendimizde arayalım gibi oldukça edilgen bir tutuma ideolojik bir boyut kazandırmıştı. Birtakım siyasal ideolojilerin değerden düşmesinde bu türden tutumların rolünü ayrıca değerlendirmeliyiz. Almanya, İngiltere ve ABD’nin coğrafyamız üzerindeki etkilerini görünmez kılmak için ne gerekiyorsa yapıldı. Bunun nereden kaynaklandığını tespit etmek çok zor fakat bağımlı yapıların gündemi hiçbir zaman emperyalizmle ilgili tartışmalara uygun değildi. Dolayısıyla Akdeniz’in bir mezarlığa dönüşmesinin “suçu”nu da kolaylıkla kendimizde aradık. Hemen hemen aynı çevreler bugün yine Filistin ve Gazze’yle ilgili olarak Erdoğan’ı ve Türkiye’yi suçluyor. Siyasal hadiselerin psikolojik sebepleri üzerinde durmaktan hoşlanmadığımı ifade etmek isterim. Fakat bu suçlama işinin bir boyutu herhâlde psikolojik. Açık söylemekte bir sakınca yok. Bu türden hastalıklı zihinlerin yeni fikirlere öncülük etmesi neredeyse imkânsızdır. Çünkü bizi de içine alan meselelerin birilerini suçlamakla alakası yok.

Peki, ne değişti de Akdeniz, bu sefer, bütün bir yeryüzünde yeni bir fikre zemin teşkil ediyor? Nasıl oluyor da bunca yıkıntının arasında bütün bir yeryüzünü hareketlendiren yeni bir fikirden bahsedebiliyoruz? ABD, İngiltere ve Almanya Gazze’de açıktan savaşın içindedir. Bunlar neredeyse beş yüz yıllık bir emperyalist dönemin temsilcisi ülkelerdir. Bilindiği gibi kültürleri ve medeniyetleri birleştiren Akdeniz, yüz yıllar içinde önemini kaybetti. Atlantik merkezli bir dünya kuruldu, pagan kültürler her yönde istilacı bir güç olarak ilerledi. En nihayetinde Akdeniz’i de hâkimiyetleri altına aldılar. “Kuzeye Göç Mevsimi” çok ilginç bir kitaptır. Mutlaka okunmalı. Geçmişin hayaleti bu hâkimiyetin ürünüdür. Bu hayalet ile ilk defa Bosna’da yüzleştiğimize inanıyorum. ABD, İngiltere ve Almanya her adımda karşımıza çıktı. Kanaatime göre bu üç ülke insanlığın karşılaştığı en büyük sorundur. Aynı ülkeler Latin Amerika’dan Uzak Asya’ya kadar bütün bir insanlığı tehdit etmektedir. “Küresel Güney” kavramı da bu sebeple çok önemlidir. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’ya Gazze’de işlenen savaş suçları hatırlatılıyor, o, umurumda değil, diye cevaplıyor. Daha dün Almanya Başbakanı Friedrich Merz, Yahudiler için kameralar önünde ağladı. İngiltere Başbakanı Starmer ise soykırım suçu sabit olan bir kolonyal yapının liderlerini dünyanın gözü önünde ağırladı. Bütün bir yeryüzünün bu bağnaz şarlatanlarla yüzleşmesi gerekir. Açık söylemek gerekirse çok kısa bir zaman önceye kadar kimse bu bağnaz şarlatanlara karşı söz söyleme cesaretini dahi gösteremezdi. Ama Filistinliler tek başlarına dünyanın üzerindeki korku yükünü kaldırmayı başardı. Bu sebeple Akdeniz limanlarından kalkan kararlılık ve direniş gemilerinin Gazze’ye doğru ilerlerken yeryüzünde yeni bir fikri yayması boşuna değildir. Gazzeliler hepimize emperyalistlerle yiğitçe savaşılabileceğini öğretti. Artık kimse geçmişin hayaletlerinden korkmayacak.

7. OĞUZHAN BİLGİN/ İsrail, Trump'ı nasıl teslim aldı?

Bu köşenin okuyucuları ve televizyonlardaki yorumlarımı takip edenler bilir: Trump'ı herhangi bir diğer ABD Başkanı gibi görmeye çalışanlara ilk günden beri itiraz etmiştim. Tüm sorunları, saldırgan ve üslupsuz hareketleri ile çok rahatsız edici sözleri, tavırları olsa da Trump küreselcilerin kontrolündeki ve İsrail ile organik bir bütün arz eden Amerikan müesses nizamının (başta Pentagon) çizgisinin dışında birisiydi. Bu nedenle suikast girişimine uğruyor, davalarla karşı karşı kalıyor, Epstein videoları üzerinden şantajlar yapılıyordu. 15 Peki, şimdi neden mi "-di"li geçmiş zaman kullanıyorum? Çünkü İsrail ve ABD'deki Siyonistler Trump'ı teslim almayı başardılar. Nasıl mı? Anlatayım...

Trump, her ne kadar kendisi, başta Evanjelistler olmak üzere Hıristiyan Siyonist bir seçmen tabanına sahip olsa da ve kendisi de İsrail'e sempatiyle bakan birisi olsa da ve hatta ilk başkanlığında Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanısa da İsrail konusunda onu diğer ABD başkanlarından ayıran iki özelliği vardı. Birincisi Trump'ın "ben ABD'nin başkanıyım, burayı ben yönetirim" diye açıklanabilecek iktidar mücadelesiydi. İkincisi de geçen hafta bu köşede analiz ettiğim üzere, Trump, dünyanın ve bilhassa da Ortadoğu'nun meseleleriyle uğraşmanın ABD'ye para, zaman ve insan kaybettirdiğini, çıkarlarına aykırı olduğunu ve ABD'nin hegemonya kaybını hızlandırdığını düşünüyordu. Bu nedenle ilk başkanlık döneminde Suriye'den askerini çekmeyi istemiş ama onun çekmesine izin vermemişlerdi. İkinci başkanlığı döneminde de Grönland'dan, Kanada'dan, Panama'dan ve daha önemlisi Pasifik'te Çin ile mücadele etmekten bahseden ve stratejik olarak da bunu hedefleyen ABD'nin Ortadoğu'daki ağırlıklarını çekmesini, odağını Ortadoğu'dan kaydırmak istemesini kim istemez? İsrail. Ve elbette İsrail ile birlikte onun ABD içerisindeki uzantısı olan Pentagon. Suriye Devrimi sonrası Beyaz Saray'a büyük bir panikle giden ve Trump'tan Şara'yı tanımamasını, yaptırımları kaldırmamasını, PKK-SDG'ye desteğini çekmemesini, Yeni Suriye'deki Türkiye etkisine engel olmasını isteyen Netanyahu'yu dünya gözünün önünde "makul ol" diyerek küçük düşüren bir Trump vardı. "Gazze'de 1-2 hafta içerisinde ateşkes olacak" diye bundan 3 ay önce konuşan ve Hamas'la görüşen bir Trump vardı. İsrail, İran'a saldırırken nükleer tesisleri vurup, "artık nükleer tesisler yok oldu, İsrail uçaklarını geri çeksin" diye bağıra çağıra İsrail uçaklarını geri çektirdiğinde, "İsrail'e daha çok kızgınım" dediğinde, Husilerle ateşkes yapıp, Ahmed Şara ile görüştüğünde İsrail'in çizgisinden çıktığı tartışılmıştı. Bu süreçte Trump'ın buraya gönderdiği önemli adamı Tom Barrack'ın "Sykes-Picot dönemi sona erdi" demesi, "SDG = PKK" demesi, "SDG silah bırakıp Suriye'ye entegre olması lazım" demesi ise bir ABD yetkilisi için tarihte ilkti. İşte tüm bunlar sebebiyle Trump'a yönelik Pentagon sızıntıları üzerinden yapılan operasyonlar, Charlie Kirk suikasti, 'DEAŞ saldırısı' gibi görünen saldırılar, bazı sokak olayları üzerinden verilen gözdağları ve esas olarak da haftalardır ABD medyasının esas gündemi olan Epstein videoları ile yapılan şantajlarla Trump üzerinde büyük bir baskı kuruldu ve belli ki neticede Trump teslim alındı. Bu nedenle daha yeni yüz milyarlarca dolarını aldığı Katar'ın vurulmasına sesini bile çıkaramayan ve hatta baştan itibaren sürece ortak edilen bir Trump karşımızda. 16 Trump'ın en başından beri böyle olduğunu söyleyenler ise yanılıyorlar. Mesela, Katar'ın vurulması ABD'nin ve spesifik olarak Trump'ın çıkarlarına uygun mudur yoksa aykırı mıdır? Elbette aykırıdır. Peki, çıkarlarına net bir şekilde aykırı olan Katar saldırısına ve İsrail'in diğer tüm yaptıklarına tek laf edemeyecek kadar aciz bir hale gelen Trump geçtiğimiz hafta ne demişti? "Eskiden ABD'yi İsrail lobileri yönetiyordu, onlar çok güçlüydü ama artık o kadar güçlü değiller." Trump durduk yere neden böyle bir açıklamaya ihtiyaç duydu? Çünkü kendisi İsrail'e teslim oldu ve bunun bir şekilde perdelenmesi gerekiyordu.

8. Prof. Dr. Balakrishnan Rajagopal/BM'nin Filistin kararında süre doldu: Uluslararası düzenin en büyük sınavı

İsrail’in Filistin’de işgal ettiği yasadışı yerleşimlerden tamamen çekilmesi için Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun tanıdığı bir yıllık süre [1] doluyorken şu sorular öne çıkıyor: Eğer bu süre felaket niteliğindeki mevcut tablo değişmeden dolarsa, ne yapılacak, ne yapılabilir, ne yapılmalıdır? Özellikle Gazze’de, kente yönelik acımasız saldırılar altında soykırıma varan bir yıkımla karşı karşıya kalan Filistinlilerin geleceği ne olacak? Uluslararası düzen, küresel hukuk ve kuruluşundan bu yana en ağır krizini yaşayan BM kurumlarının akıbeti ne olacak?

TARİHİ BİR KARAR BM

Genel Kurulu'nun bir yıl önce kabul ettiği karar [2], tarihi bir dönüm noktası olarak öne çıkıyor. Karar yalnızca İsrail'in, diğer devletlerin ve BM sisteminin atması gereken adımları açık ve ayrıntılı biçimde sıralamakla kalmıyor, aynı zamanda 1980'lerden bu yana Filistin meselesine dair alınmış en kapsamlı ve güçlü karar olma özelliğini taşıyor. Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonraki dönemde Genel Kurul'un Filistin konusuna ilgisi geçmiş yıllara kıyasla çok daha sınırlı ve aralıklıydı. Bu nedenle 2024'te kabul edilen karar, hem kapsamı hem de taleplerinin netliğiyle tarihi bir önem kazandı. Bu kararlar şu şekildeydi: İsrail’in Filistin'deki işgaline son vererek askerlerini ve yasadışı yerleşimlerini geri çekmesi, böylece Uluslararası Adalet Divanı'nın 2024’te aldığı tarihi karara, kararın kabulünden itibaren bir yıl içinde uyması, Filistinlilere karşı ayrımcılık yapan ve ülkenin demografik yapısını değiştiren tüm yasa ve uygulamaların kaldırılması, İşgal edilen toprakların iadesi, tazminat ödenmesi ve Filistinlilere geri dönüş hakkının tanınması, Gazze halkının korunması için Uluslararası Adalet Divanı’nın soykırım davasında aldığı geçici tedbir kararlarına derhal uyulması, 17 Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanmasının hiçbir şekilde engellenmemesi. Ayrıca karar, diğer devletleri İsrail'e ve işgal altındaki Filistin'den gelen ürünlere karşı yaptırımlar, silah ve ticaret ambargosu uygulamaya, vatandaşlarını ve diğer kişileri suçlardan sorumlu tutmaya, İsrail’in Filistin’in statüsünü, topraklarını veya halkını değiştirmeye yönelik hiçbir eylemini tanımamaya, uluslararası insancıl hukuka uyumu sağlamaya ve Filistin’deki sistematik ayrımcılığı sona erdirmeye çağırdı.

İSRAİL’İN SALDIRILARI VE KARAR TANIMAZLIĞI

Ne yazık ki bu taleplerin neredeyse hiçbiri ne İsrail ne de diğer devletler tarafından yerine getirildi, aksine İsrail’in karar tanımaz tutumu daha da arttı. Gazze’ye yönelik soykırımsal saldırılar giderek şiddetlendi ve insani kayıplar tarihi boyutlara ulaştı, Gazze’de 230 bin Filistinli öldü ya da yaralandı. Bunların arasında binlerce çocuk bulunuyor, birçoğu enkaz altında kalarak ya da yakılarak hayatını kaybetti. Bugün ise 2,1 milyon kişi, yani Gazze nüfusunun neredeyse tamamı, açlık ve evsizlikle boğuşuyor. İsrail, Gazze'de soykırım yapıp Batı Şeria'daki ilhakını pekiştirirken, Katar'ın da aralarında bulunduğu altı Arap ülkesine saldırılar düzenledi, hatta Katar'da barış müzakerecilerini öldürmeye kalkıştı. Katar’a yönelik saldırıyla aynı gün İsrail, Gazze'ye karşı operasyonlarında yeni bir aşamaya geçtiğini duyurdu. Yaklaşık 1 milyon kişiye Gazze kentini terk etme emri verildi, ancak güvenlikleri için hiçbir önlem alınmadı, bu sırada konutlar ve yüksek binalar sistematik biçimde yerle bir edildi. Aynı dönemde İsrail hükümeti, Doğu Kudüs yakınındaki sözde E1 “Maale Adumim” projesini onaylayarak Batı Şeria'yı fiilen ikiye böldü. İsrail Başbakanı ise bu adımın, Filistin devletinin kurulmasını engelleme vaadini yerine getirmek için atıldığını açıkça dile getirdi. Bu adımlar, Filistin topraklarının, tarım arazilerinin ve bahçelerinin kalıcı olarak ilhak edilmesine yönelik girişimler arasına giriyor. Nitekim kısa süre önce İsrail hükümeti, İsrailli insan hakları örgütü HaMoked’in açtığı bir davada [3] yüksek mahkemeye, Filistinli çiftçilerin sözde "dikiş hattı bölgesi"ne (ayrım duvarı ile yeşil hat arasındaki alan) girişinin kalıcı olarak yasaklanacağını bildirdi. Böylece çiftçilerin kendi topraklarına erişimi tamamen engellenecek. Bu tür kademeli toprak gaspı uygulamaları sessizce hayata geçiriliyor ve sahada fiili durum yaratarak İsrail’in işgal yoluyla ilhak projesi tamamlanıyor.

DEVLETLER NE YAPMALI?

Bu gelişmeler ve İsrail kontrolünün Filistin'in tamamında giderek artması, kritik bir soruyu gündeme getiriyor: BM Genel Kurulu'nun tanıdığı bir yıllık sürenin sona ermesine ramak kala, diğer devletler 18 şimdi ne yapmalı, ne yapabilir ve ne yapmak zorunda? Peki uluslararası düzen, hukuk ve BM sistemi nasıl bir gelecekle karşı karşıya kalacak? Devletler, hem tek tek hem de birlikte hareket ederek, derhal İsrail'e karşı yaptırım ve ambargo uygulamalı ve bunların kendi topraklarında etkin biçimde hayata geçirilmesini sağlamalıdır. Cenevre Sözleşmeleri çerçevesinde taraf devletler konferansını toplama yetkisine sahip olan İsviçre'den, İsrail'e, generallerine, askerlerine ve liderlerine yönelik ciddi önlemler alınmasını resmen talep etmelidirler. BM Genel Kurulu'nda "Barış için Birleşme" kararı uyarınca zorlayıcı adımlar atma yetkilerini kullanmalı ve 1974'te apartheid Güney Afrika'ya yapıldığı gibi İsrail'in üyeliğinin düşürülmesini gündeme getirmelidirler. Ayrıca İsrail ile tüm ticaret ve yatırımlar durdurulmalı, akademik ya da sportif etkinlikler dahil İsrail'in yer aldığı tüm organizasyonlar boykot edilmelidir. Apartheid Güney Afrika'ya karşı yürütülen küresel dayanışma, halkın kahramanca direnişini güçlendirmiş ve rejimin çöküşünü hızlandırmıştı. Dünya barış ve güvenliğine büyük bir tehdit oluşturan ve ağır insan hakları ihlalleri işleyen bugünkü ırkçı İsrail rejiminin de benzer biçimde dönüştürülmesi mümkün. İsrail'in hukuk tanımaz tutumuyla yüzleşilmediği sürece, devletler uluslararası sistemde hukuk ve düzenin çökmesi ve BM'nin işlevsiz hale gelmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.

Muhabir: Buse YILDIRIM