Abdülkadir Selvi, “Gazze’de ne olacak, Mehmetçik Gazze’ye gidecek mi… Böyle ateşkes olur mu?” başlıklı yazısında İsrail’in ateşkesi ihlal ettiğini belirtiyor. Ateşkesin ilan edilmesinden bu yana İsrail’in katlettiği Filistinli sayısının 200’ü aştığını, yardım kamyonlarının geçmesine, Refah Sınır Kapısı’nın açılmasına ve sarı hatta çekilmeye dair hiçbir yükümlülüğün yerine getirilmediğini ifade ediyor. Selvi, bu sürece “Trump Barış Planı” adı verildiğini, ancak ABD’nin kendi planına sahip çıkmadığını vurguluyor. Trump’ın İsrail saldırılarını savunmasını eleştiren yazar, “Trump’ın görevi İsrail’in katliamlarını savunmak mı?” diye soruyor. Hamas’ın saldırıyı üstlenmediğini, ateşkese bağlılığını açıkladığını, saldırının İsrail güdümündeki Halk Güçleri tarafından gerçekleştirildiğini belirtiyor. Selvi’ye göre Netanyahu’nun asıl amacı ateşkesi sabote etmek. Bu plan İsrail ile Hamas arasında değil, Trump’ın adını taşıyan ve Türkiye’nin de garantör olduğu, 35 devlet ve hükümet başkanının huzurunda imzalanan bir barış planı. Ancak ABD, İsrail’in ihlallerini önleyemezse Trump planı çöpe gidecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Sayın Trump’ın öncülük ettiği bu sürece sahip çıkacağına inanıyorum” sözlerini hatırlatan Selvi, “İsrail’in ateşkesi sabote etmesine izin verilmemeli” diyor.
Selvi, yazısının devamında “Mehmetçik Gazze’ye gidecek mi?” sorusuna yanıt arıyor. Edindiği bilgilere göre, oluşturulacak Barış Gücü’nde Türk askerinin yer almasına İsrail karşı çıkıyor. Buna karşın ABD, Katar, Azerbaycan, Pakistan ve Mısır dahil birçok ülke Türkiye’nin bu güçte yer almasını istiyor. Türkiye’nin ısrarı olmadığını, konunun zamana bırakıldığını belirten Selvi, “İster 10 ister 20 asker olsun, İsrail bunu istemiyor. Mehmetçik korkusu İsrail’in dağlarını sarmış durumda” ifadelerini kullanıyor.
Gazze’nin geleceğine ilişkin ise kısa soru-cevaplarla bilgiler veriyor. Hamas’ın Gazze’nin idaresini devredeceğini, Gazzelilerden oluşacak bir idare kurulacağını, Mısır’ın eğiteceği bir Gazze Polis Gücü oluşturulacağını, Uluslararası İstikrar Gücü’nün ise BM kararıyla hayata geçirileceğini anlatıyor. Bu süreçte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da Trump, Katar Emiri Al Sani ve Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile birlikte kurulacak uluslararası komitede yer almasının istendiğini aktarıyor. Tony Blair’in bu komitede olmayacağını, ancak Gazze’nin yeniden imarı için oluşturulacak fonun yönetiminde yer alabileceğini söylüyor. Hamas’ın silah bırakma sürecine ilişkin olarak da “Gazze polisi göreve başlayınca silahlar toplanacak, Hamas da silahlarını gömecek” bilgisini paylaşıyor. Ayrıca Hamas’ın Katar’da kalmaya devam edeceğini belirtiyor.
Ahmet Hakan, “Uzak Şehir yapımcısının isyanı: Gazze ve Filistin duyarlılığımızı hiç kimseye sorgulatmayız” başlıklı yazısında, dizinin yapımcılarına yönelik sosyal medya saldırılarını ele alıyor. Uzak Şehir’in Mardin’i dünyaya tanıtan, milli bir dizi olduğunu ve büyük ilgi gördüğünü hatırlatan Hakan, dizinin bir sahnesindeki kostüm renkleri üzerinden yapılan karalama kampanyasına tepki gösteriyor. Yapımcıların kendisine “Filistin duyarlılığımız sorgulanamaz, masum insanların katledilmesini lanetliyoruz” açıklamasını yaptığını aktarıyor. Hakan, “Bu açıklamaya rağmen dururlar mı? Sanmıyorum. Çünkü dertleri Filistin değil, dizinin popülaritesinden faydalanmak” diyor.
Aynı yazıda Hakan, “Kadın kaymakam” Tuğçe Orhan’ın sosyal medyada fiziksel özellikleriyle gündeme getirilmesini eleştiriyor. 2022’de Hürriyet’te yayımlanan “Kaymakamlık koltuğunda 68 kadın” haberini hatırlatarak Tuğçe Orhan’ın aslında çok çalışan, halkla iç içe, fedakâr bir yönetici olduğunu vurguluyor. “Tuğçe Orhan fiziksel özelliklere indirgenecek bir kaymakam değildir, biz şahidiz” ifadelerini kullanıyor.
Yazar, AK Parti’nin Cumhuriyet’in 102. yılına özel hazırladığı Atatürk temalı kutlama filmini de değerlendirmiş. Filmin, Atatürk’ün hedeflerini Erdoğan dönemindeki icraatlarla birleştiren mesajını başarılı buluyor. “Film, Cumhuriyet’i yaşam biçimi dayatma aracı olmaktan çıkarıp hizmete ve esere odaklanıyor. Çok başarılı bir film olmuş” diyor.
Ahmet Hakan ayrıca Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş’un “Terörsüz Türkiye” komisyonundaki dirayetli liderliğini ve Mehmet Güllüoğlu’nun Filistin İnsani Yardımlar Koordinatörlüğü görevine getirilmesini övgüyle anıyor. Yazının sonunda Ahmet Davutoğlu’nun “Başbakanlığı bıraktım, nefsimi ayaklar altına aldım” sözlerini eleştiriyor ve “Davutoğlu’nun başbakanlığı bırakması, nefsini yenmesinden değil, görevini Erdoğan’a borçlu olmasındandır” ifadeleriyle yanıtlıyor.
Bercan Tutar, “Post-Siyonist Ortadoğu’ya doğru” başlıklı yazısında Gazze’deki son gelişmeleri analiz ediyor. İsrail’in ateşkesi bozarak çocuklar dahil 100’den fazla sivili öldürdüğünü, bu saldırıların siyonist rejimin çöküşünü hızlandırdığını belirtiyor. İsrail’in halkı sürgüne gönderme planının başarısız olduğunu, artık “siyonist kanser hücresinin” tüm bedene yayıldığını söylüyor. Bu durumun ABD’nin çıkarlarını da tehdit ettiğini, çünkü İsrail’in kontrolden çıkmasının ABD’nin bölgedeki nüfuzuna zarar verdiğini ifade ediyor.
Yazara göre ABD, bu nedenle Gazze ateşkesi sürecini devreye soktu. Çünkü bölgesel kaos stratejisi, ABD’nin çıkarlarını da baltalıyor. Trump yönetimi artık ideolojik sadakat yerine ekonomik ve stratejik çıkarları önceleyen bir “Amerikan pragmatizmine” yönelmiş durumda. Bu yeni yaklaşımda Türkiye ve Körfez ülkeleri, İsrail kadar önemli hale geldi. Tutar, ABD’nin artık Ortadoğu’daki nüfuzunun zedelenmesi yerine İsrail ile ilişkilerinin zedelenmesini tercih edeceğini belirtiyor. Ona göre bu süreç, emperyalist statükoya dayalı eski düzenin çözülmesi ve yeni bir post-Siyonist Ortadoğu düzeninin doğuşuna işaret ediyor.
Süleyman Seyfi Öğün, “Avrupa ile yakınlaşma” başlıklı yazısında Türkiye-AB ilişkilerini tarihsel bir çerçevede değerlendiriyor. Türkiye’nin Batılılaşma macerasının 1960’larda AB süreciyle başladığını, dönem dönem tartışmalar ve çelişkilerle ilerlediğini anlatıyor. 1970’lerde hem CHP’nin hem de Milli Görüş hareketinin “Onlar ortak biz pazar” sloganıyla AB’ye karşı çıktığını, 1980’lerden itibaren ANAP ve liberal çevrelerin destek vermeye başladığını hatırlatıyor.
Öğün, 2000’lerde AB sürecinin hızlandığını, AB Bakanlığı ve enstitüler kurulduğunu ancak sonrasında demokratikleşme konusunda özellikle Kürt ve Alevi meseleleri üzerinden yaşanan gerilimlerin süreci tersine çevirdiğini belirtiyor. Gezi olaylarıyla birlikte kopuşun başladığını, Türkiye’nin hiçbir zaman Hristiyan kulübü olarak gördüğü AB’ye tam kabul edilmeyeceğini acı tecrübelerle anladığını söylüyor.
Yazar, Avrupa’nın 2008 kriziyle birlikte ekonomik olarak zayıfladığını, buna çare olarak ekonomiyi askerîleştirme yoluna gittiğini, Rusya-Ukrayna savaşıyla bu eğilimin güçlendiğini ifade ediyor. Ancak sosyal devlet yapısına alışmış Avrupa toplumlarının bu dönüşüme tepki göstereceğini, bunun da faşist ve ırkçı akımları beslediğini belirtiyor. Trump’ın, Avrupa’nın askerî bağımlılığına dair eleştirilerini hatırlatan Öğün, Avrupa liderlerinin yeniden Türkiye’nin kapısını çalmaya başladığını söylüyor. Yazısını “Bayram değil, seyran değil… Ne oluyor?” sorusuyla bitiriyor.
Selçuk Türkyılmaz, “Küresel şirketler ve devletlerin İsrail’le işbirliği” başlıklı yazısında, Gazze Mahkemesi’nin nihai oturum raporuyla birlikte bir kez daha teyit edilen önemli bir noktayı vurguluyor: Yargılanan yalnızca İsrail’in işlediği savaş suçları değil, aynı zamanda İsrail’i ortaya çıkaran sistemin kendisidir. Türkyılmaz’a göre, Türkiye’de soykırım kavramı üzerinde yoğunlaşılırken, İsrail’in arkasındaki sistemin kolonyal ve ideolojik yapısına yeterince dikkat edilmiyor. Halbuki “Siyonizm, apartheid ve yerleşimci kolonyalizm” kavramlarının Filistin’in tarihî toprakları üzerindeki etkileri, bu sistemin korkunç yüzünü ortaya koyuyor. Filistin meselesi yalnızca Filistinlilerle sınırlı bir çatışma değil; aynı zamanda Batı’nın kolonyal düzeninin bir tezahürüdür.
Yazar, Batı sisteminin hâlâ birçok ülkede değerler hiyerarşisinin tepesinde görüldüğünü, ancak bu sistemin iki yüz yıldır yarattığı bağımlılığın tam olarak fark edilmediğini belirtiyor. Ona göre, kendi ülkesinden ve kültüründen uzaklaşmayı marifet sanan insanların fazlalığı, bu sistemli durumun yalnızca Filistin’le sınırlı olmadığını gösteriyor. “Siyonizm, apartheid ve yerleşimci kolonyalizm” kavramlarının Batı sisteminin temel unsurları olduğunu, bu nedenle de Batı’nın İsrail’le olan ilişkisini tarihsel bağlamda analiz etmeden anlamanın mümkün olmadığını ifade ediyor.
İngiltere, ABD ve Almanya’nın İsrail’le ilişkilerinin hâlâ yüzeysel biçimde yorumlandığını belirten Türkyılmaz, bu ülkelerin sistemin bir parçası olarak “soykırımı mümkün kılan düzenin” sürdürücüleri olduklarını vurguluyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bu hegemonik düzenin, Almanya’yı da içine alarak Ortadoğu’ya yeni bir kolonyal sistem dayattığını söylüyor. Almanya ve Yahudiler arasındaki tarihsel ilişkinin de hiçbir zaman sistem karşıtı bir mücadeleye işaret etmediğini belirtiyor.
Türkyılmaz, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Siyonist Yahudilerin İngiltere ve ABD adına Güney Afrika’nın kolonizasyonuna katıldıklarını hatırlatıyor. Bugün ABD merkezli teknoloji şirketlerinin Güney Afrika kökenli kolonilerle ilişkilerinin, bu tarihsel sistemin devamı olduğunu ifade ediyor. Ona göre, “Siyonizm, apartheid ve yerleşimci kolonyalizm” Anglosakson merkezli sistemin asli unsurlarıdır. Bu nedenle yalnızca İsrail’in değil, onun işbirlikçilerinin de yargılanması gereklidir. Bu ifadeyi, Gazze Mahkemesi raporuna dair açıklamasında Richard Falk da kullanmıştır. Falk, “Filistinliler Gazze’nin yeniden inşasını yönetmeli, İsrail ve işbirlikçileri ise tüm tazminatlardan sorumlu tutulmalıdır” demiştir.
Türkyılmaz, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Raportörü Francesca Albanese’nin raporlarına da dikkat çekiyor. Albanese’nin önceki raporunda küresel şirketlerin İsrail’le işbirliğini ortaya koyduğunu, son raporunda ise İsrail’le birlikte hareket eden ülkeleri tek tek sıraladığını belirtiyor. Ona göre bu işbirliğini mümkün kılan sistem, küresel şirketlerle koloni devletleri aynı çıkar mekanizmasında buluşturmaktadır. Türkyılmaz, “Küresel şirketlerle sistemi kuran devletleri İsrail gibi koloni devletlerle bir araya getiren mekanizmayı anlamadan, Filistin’deki trajedinin arkasındaki yapıyı çözemeyiz” diyerek yazısını tamamlıyor.
Oğuzhan Bilgin, “Karadağ’da neler oluyor?” başlıklı yazısında Balkanlar’daki yeni gerilimleri değerlendiriyor. Balkan coğrafyasının hem tarihimiz hem de bugünkü Türkiye açısından büyük öneme sahip olduğunu vurgulayan Bilgin, Karadağ’da geçtiğimiz hafta yaşanan bir kavganın kısa sürede Türk karşıtı bir kampanyaya dönüşmesinin tesadüf olmadığını belirtiyor. Ona göre bu olaylar, sosyal medyada örgütlenen bir yabancı düşmanlığı dalgasının ya da bölgedeki genetik Türk düşmanlığının birleşmesinden doğmuş olabilir.
Bilgin, Karadağ’ın asırlarca Osmanlı hâkimiyetinde kaldığını, Balkan Savaşı’nda ise Türkiye’ye ilk hançeri saplayan ülkelerden biri olduğunu hatırlatıyor. Bugün ise Türk turistlerin ve yatırımcıların yoğun ilgisiyle yeniden Türkiye’yle güçlü ekonomik bağlar kuran Karadağ’da, bu olayların sistematik bir provokasyonla büyütüldüğünü belirtiyor. “Türk varlığını bir korku nesnesine dönüştürmek isteyen bir akıl var. Bu akıl Balkanlar’daki Türk etkisini kırmak istiyor.” diyen Bilgin, olayların Kosova’ya satılan Türk silahlarına Sırbistan Cumhurbaşkanı Vucic’in gösterdiği abartılı tepkilerle de bağlantılı olabileceğini öne sürüyor.
Yazar, Türkiye’nin son yıllarda Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde geliştirdiği “Balkanlar’da çok boyutlu diplomasi” anlayışının bölgedeki güç dengelerini değiştirdiğini söylüyor. Bu politikanın Türkiye’yi yeniden Balkanlar’da etkin bir oyuncu haline getirdiğini vurguluyor. Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Sırbistan’da Türk etkisinin arttığını, bu durumun bazı Batılı ve Rus yanlısı çevreleri rahatsız ettiğini ifade ediyor.
Bilgin’e göre Karadağ’da yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin Balkanlar’daki etkisini kırmak isteyen güçlerin provokasyonudur. “Ekonomisinin önemli kısmı Türk yatırımları ve turizmine dayanan Karadağ, vize serbestisini kaldırmakta ısrar ederse karşısında bölgenin tarihsel sahibi Türkiye’yi bulur” diyen Bilgin, Türkiye’nin gerektiğinde caydırıcı önlemler alması gerektiğini savunuyor. Yazısını, “Bölgesel lider Türkiye, gücünü göstermekten çekinmemelidir” cümlesiyle bitiriyor.
Doç. Dr. Murat Aslan, “Cumhuriyetin 102. yılında: Şahi’den KAAN’a uzanan yol” başlıklı analizinde, Türk savunma sanayisinin tarihsel gelişimini ele alıyor. Fatih Sultan Mehmet’in Macar Orban’a döktürdüğü Şahi topunun bir çağın kapanışını simgelediğini belirten Aslan, Osmanlı’nın yükseliş döneminin teknik ilerlemelerle yakından ilişkili olduğunu söylüyor. Mühendishane-i Bahri Hümayun ve Mühendishane-i Berri Hümayun’un kuruluşuyla Osmanlı’nın Batı’yla arasındaki farkı kapatma çabalarının başladığını, ancak bu ivmenin Cumhuriyet döneminde gerçek bir dönüşüme dönüştüğünü ifade ediyor.
Aslan’a göre, Cumhuriyet’in kuruluşunda yaşanan yoksulluk ve sermaye eksikliği devlet eliyle sanayileşmeyi zorunlu kılmıştı. Sümerbank, Etibank ve Maden Tetkik Arama Enstitüsü gibi kurumlar, yabancı imtiyazlara karşı milli üretim modelinin simgesiydi. Bu dönemde Türkiye’nin savunma sanayisi dışa bağımlıydı; Sakarya Savaşı’nda bile Sovyet mühimmatına muhtaç olan ordu, hedefe isabet eden topların patlamadığını görmüştü.
Yazar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin ABD’nin Marshall yardımlarıyla Batı bloğuna yöneldiğini, ancak askeri alanda dışa bağımlılığın devam ettiğini vurguluyor. 1950’lerde kurulan Makine Kimya Endüstrisi’nin bu alanda yeni bir dönemin başlangıcı olduğunu belirtiyor. 1960’larda ABD’den alınan tank ve jetlerin Türkiye’yi Doğu Bloku’na karşı cephe ülkesi haline getirdiğini anlatıyor.
Aslan, 2000’li yıllardan itibaren Türkiye’nin “milli ve yerli” parolasını benimsediğini, özellikle savunma sanayisinde büyük ilerleme kaydettiğini belirtiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin artık yerli üretim silah, mühimmat, helikopter ve insansız hava araçlarını kullandığını, ATAK, GÖKBEY, ANKA ve HÜRJET projelerinin bu dönüşümün simgesi olduğunu ifade ediyor.
Bununla birlikte, Türkiye’nin dijital ve yazılım alanında hâlâ geride olduğunu, çip üretimi gibi stratejik alanlarda kendi kaynaklarını geliştirmesi gerektiğini vurguluyor. Nadir elementler, kimya ve ilaç sektörlerinde millileşmenin önemine dikkat çeken Aslan, Türkiye’nin hammadde ihracatçısı değil, nihai mamul üreticisi bir ülke olması gerektiğini savunuyor. Yazısını, “Kalite ve marka yaratma konusunda cesur olmalı, Şahi’de başlayan süreci KAAN sonrasına taşımalıyız” diyerek tamamlıyor.




