1.ABDULKADİR SELVİ / ASGARİ ÜCRET, MEMUR VE EMEKLİ MAAŞ ZAMMI (HÜRRİYET)
Asgari Ücret Komisyonu cuma günü çalışmalarına başlayacak. Memur ve emeklilerin gözü ise yapılacak olan zamlarda. Sıkı para politikası ve enflasyonla mücadelenin yükünü çeken asgari ücretli, emekli ve dar gelirliler, 2026 yılında iyi bir artış yapılmasını bekliyorlar. Geçen yıllarda yaşadıkları kayıpları ve katlandıkları fedakârlıkları dikkate alınca iyi bir artışı hak ettiklerini söyleyebilirim.
ÜLKENİN ÇİMENTOSUDUR
Enflasyon düşerken asgari ücretlilerin, emeklilerin ve memurların refah artışıyla birlikte bunu yaşamlarında hissetmeleri gerekiyor. AK Parti iktidarı, pandemi sürecinde dahi çalışanlarımızı mağdur etmemeye çalışmıştı. Enflasyon ve hayat pahalılığı hemen önlenemiyorsa en azından çalışanların bundan daha fazla etkilenmemesi için refah artışı sağlanmaya çalışmıştı. Asgari ücret, ortalama ücret hâline geldi. Asgari ücretlilerimiz, emeklilerimiz, alın teriyle çalışanlarımız bu ülkenin çimentosudur.
SIVASIZ EVLER
Şehitler o sıvasız evlerden çıkar. Onlar sıvasız evlerin sahipleridir. Şehit haberi geldiğinde “Vatan sağ olsun” derler. En çok onlar şükreder. En çok onlar çalışır. Sabahın erken saatlerinde otobüs kuyruklarında, dolmuş sıralarında yerini alıp bir an önce iş yerine ulaşmak için çırpınırlar. Geçinmek için bazen iki iş yapar ama yaz gelince deniz kenarında tatil yapacak imkânları olmaz. Çocuk okutur, oğlan evlendirir, kız gelin eder. Torun bakarlar. Devlete asker, millete hizmetkâr onların arasından çıkar. O nedenle maaşlarına yapılacak zammı en çok onlar hak eder. “Göbeğini kaşıyan adam”, “bidon kafalı”, “pijamalı şahıs” diye küçümsenirler. Ama siyasi istikrarın güvencesidir. Ama bir de ders vermek, iktidarı uyarmak istediklerinde elleri ağırdır. Sandığa gittiklerinde deprem etkisi yaratırlar. 2024 yerel seçimlerinde görüldüğü gibi. O nedenle sessiz çoğunluğun sesidir.
Asgari ücret belirlenirken, memur ve emekli zamları tespit edilirken sadece rakamlara değil, bu sosyolojiye de dikkat edilmesi gerekir. Dilerim bu kez çalışanların yüzünü güldüren rakamlar çıkar.
SDG’YE KARŞI ASKERÎ HAREKETLİLİK ARTTI
PKK’nın Suriye kolu olan SDG’nin kontrol ettiği bölgede Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hareketliliği artmaya başladı. 10 Mart’ta Şam yönetimi ile SDG arasında varılan anlaşmaya rağmen sahada herhangi bir ilerleme olmadı. SDG’ye yıl sonuna kadar tanınan süre 21 gün sonra dolacak. Ama sahada en ufak bir gelişme yok. Tam aksine Mazlum Abdi, İsrail’i göreve davet ediyor. ABD’nin kendilerini desteklemeye devam etmesini talep ediyor. Yani hâlâ oyun peşinde. Terörsüz Türkiye sürecine olumsuz etki yapmaması için stratejik sabır uygulanıyor. Ama sabır taşı çatlamak üzere.
SDG’nin müzakereler yoluyla Suriye yönetimine entegre olması yönündeki beklentiler azalıyor. Ankara ile Şam arasındaki koordinasyonda SDG’ye yönelik askerî operasyon eğilimi ağırlık kazanıyor. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu’nun Suriye temasları bu açıdan önemli bir gösterge. SDG’ye neden bu kadar uzun vadeli bir kredi tanındı?
NEDEN?
1- ABD, geçmişte iş birliği yaptığı SDG’yi ortada bırakmak istemedi.
2- Ancak Trump yönetimi SDG’nin Suriye ordusuna entegre olmasını istedi. CENTCOM Komutanı Cooper, Mazlum Abdi’ye “Biz ilelebet burada olmayacağız. Şam’la anlaş” demişti. Mazlum Abdi iki kez Amerikan helikopterine bindirilip Şam’a getirildi. ABD Başkanı Trump, “Suriye’nin anahtarı Türkiye’nin elinde” dedi. Türkiye, ABD ile ortak perspektifin sonuç alması için çaba gösterdi. Ancak Kandil ve Mazlum Abdi bunları görmezden gelmeye devam etti. Amerikan atından inip İsrail atına binmeye çalışıyorlar.
3- Türkiye, yürütülen “Terörsüz Türkiye ve terörsüz bölge” sürecinin zarar görmemesi için diplomasi ve müzakereye olanak tanıdı.
4- Doğrudan Kandil tarafından yönetilen Mazlum Abdi, süreci istismar etmeye başladı.
5- 2026 yılının ilk çeyreği bölge açısından hareketli geçecek. SDG, Suriye ordusuna entegre olmamakta direndiği takdirde askerî operasyonun düğmesine basılacak. Suriye ordusunun başlatacağı operasyonlara Türk Silahlı Kuvvetleri de güçlü bir şekilde destek verecek. Bakalım o zaman İsrail bunları kurtarabilecek mi?
NEÇİRVAN BARZANİ RAHATSIZLIĞI
IKBY Başkanı Neçirvan Barzani, Türkiye ile ilişkileri en iyi olan isimlerden birisidir. Ankara’da kredisi vardır. Zaman zaman Türkiye’ye gelir, Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından kabul edilir. Türkiye, SDG’nin Suriye ordusuna entegre olması için bir çalışma yürütüyor. Bu, Terörsüz Türkiye sürecinin en önemli kilometre taşlarından biri olacak. Eğer SDG, Suriye ordusuna entegre olmayı kabul etmezse askerî operasyon düşünülüyor. Durum bu kadar ciddi.
Ancak Neçirvan Barzani’den şaşırtıcı bir çıkış geldi. Duhok’taki toplantıya Mazlum Abdi’yi davet eden Neçirvan Barzani, “Silahları bırakmayın” diye akıl verdi. Suriye ordusuna katılmalarının yanlış olduğunu savundu. “YPG-SDG’nin dağıtılması için yapılan çağrılar gerçekçi değil. 2023’te biz de Amerikalılarla benzer bir sorun yaşamıştık. Bize de herkes ‘yeni orduya katılmalı’ dedi ama biz bunun pratik ve gerçekçi olmadığını söyledik. SDG için de aynı durum geçerli. Suriye ordusuna katılmalarını düşünmek yanlış bir yaklaşım” dedi.
MİSYON EDİNMİŞ
Neçirvan Barzani, SDG’nin silah bırakmamasını kendine misyon edinmiş olmalı ki, “Onlardan silahlarını bırakıp üniformalarını çıkarıp entegrasyonları için hiçbir garanti verilmeden bireysel olarak topluma karışmalarını bekleyemezsiniz” dedi.
Neçirvan Barzani, SDG konusunda Türkiye’nin tam karşısında bir tutum takındı. SDG’nin silah bırakmaması konusundaki çabaları Ankara’da rahatsızlığa yol açtı.
2.AHMET HAKAN / ADALET BAKANI YILMAZ TUNÇ: ADLİ EMANETLERE BANKALARDAKİ SİSTEMİN BENZERİNİ GETİRECEĞİZ (HÜRRİYET)
Büyükçekmece’deki olayın ardından gözler adli emanetlerde. Türkiye’nin değişik yerlerinden adli emanetlerden hırsızlık haberleri geliyor.
Evet, bu olayların üzerlerine gidiliyor. Evet, gözaltılar ve tutuklamalar sürüyor. Evet, idari soruşturmalar yapılıyor. Ancak adli emanetlerde “mevzuat” ve “uygulama” açısından bir sorun olduğu da görülüyor.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç’la konuştum. Bakan Tunç, bu konuda çok önemli açıklamalar yaptı. Adli emanetler konusunda denetim mekanizmalarının tam olarak işletilmesine rağmen yine de istismar vakalarının yaşandığını söyleyen Bakan Tunç, bu konuda bir acil eylem planı üzerinde çalıştıklarını ve mahkemelerdeki adli emanetler bölümlerine neşter atacaklarını söyledi. Öncelikle şunu söylüyor Bakan Tunç:
“Adli emanet, adı üstünde emanet. Emanete hıyanet edenler kim olursa olsunlar gözlerinin yaşına bakılmıyor. Hepsinin üzerine kararlılıkla gidiliyor. Yargı bu konuda atılması gereken adımları atıyor. İdari açıdan kimin sorumluluğu varsa hepsinden hesap soruluyor.”
PEKİ YA SİSTEME MÜDAHALE?
Bakan Tunç, bu konuda da bir acil eylem planı üzerinde çalıştıklarını söyledi. Bakan Tunç’un açıklamasına göre… Uygulamadan kaynaklanan eksikler varsa onlar giderilecek. Mevzuattan kaynaklanan eksikler varsa onlar çıkarılacak.
Bir eylem planı yapılacak. Bakan Tunç, oluşturacakları yeni sistem için bankaları örnek göstererek şöyle dedi:
“Bankalardaki uygulama ne ise adli sisteme de onu taşıyacağız. Mesela bankalarda kasaların güvenliği üç anahtarla sağlanıyor, üç kişide üç anahtar oluyor. Üçünün bir araya gelmesiyle kasa açılıyor. Benzer bir uygulamaya yer vereceğiz. Güvenli, istismara kapalı bir yapı kuracağız. Biz bu konuda yapılması gerekenleri yapıyoruz. Kâğıt üzerinde denetimler yapılıyor. Ancak görüldü ki bunun ötesine geçmek gerekiyor. Adli emanetlerimiz, en hırsız, en yolsuz kişilerin en kapsamlı planlarıyla bile el uzatamayacakları yerler olmalı. Bunun üzerinde çalışıyoruz.”
Bakan Bey’in anlattıklarından benim çıkardığım sonuç şu: Adli emanetler konusunda kapsamlı bir reform geliyor.
SENİN DERDİN NE BE DİLİPAK
Sakarya Büyükşehir Belediye Başkanı Yusuf Alemdar, şahane bir çalışma yapmış. Tam 105 dönümlük bir alana “Sokak Hayvanları Doğal Yaşam Kampüsü” adı altında bir yaşam alanı oluşturmuş. Fotoğrafları inceledim: Medeniyetimizin bize öğrettiği şefkati, merhameti, yüce gönüllülüğü gördüm. Köpekler, kediler… Hepsi bu yaşam alanı içinde mutlu mesut yaşıyor.
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Ali İhsan Yavuz, işte bu kampüsü ziyarete gitmiş. Bir sosyal medya paylaşımıyla da kampüsü övmüş. Yılların Abdurrahman Dilipak’ının, Ali İhsan Yavuz’un kampüsü övdüğü paylaşımın altına yazdığı yorumu görünce canım sıkıldı. Şöyle demiş Dilipak: “Bu işten AK Parti’ye oy değil öfke çıkar.”
Niye öfke çıkarmış Dilipak?
Bu hayvanlar sokaklara bırakıldıklarında… Öfke çıkarıyorsun.
Bu hayvanların medeni bir alanda yaşamalarına imkân sağlandığında… Öfke çıkarıyorsun.
Ne istiyorsun sen Dilipak? Derdin nedir senin?
Kan mı istiyorsun? Katliam mı istiyorsun?
Merhametin ‘m’si bile olmasın mı istiyorsun?
Şefkatin ‘ş’si bile olmasın mı istiyorsun?
Peygamber sevgisine mazhar olan kediler öldürülsün mü istiyorsun?
Bütün köpekler acımasızca katledilsin mi istiyorsun?
Sen eskiden yüreği nasırlaşmış bir adam değildin. Sen ne ara böyle gaddar, böyle vicdansız, böyle sevgisiz, böyle merhametsiz, böyle şefkatsiz birine dönüştün yahu?
Tarihi camilerde kuşların su içmelerini sağlamak için kuş sebilleri yapılırdı. Osmanlı medeniyetinde hayvanlara duyulan sevgi ve merhametin en zarif mimari örnekleriydi bunlar. Şu anlayıştan geldiğimiz yere bak.
SADECE ÇAY VE GOFRETLE BİR ÖMÜR
Birkaç gündür haberleri çıkıyor: Muş’ta yaşayan 86 yaşındaki Rüstem Balık, tam 50 yıldır sadece şu iki şeyi tüketiyormuş:
ÇAY
GOFRET
Başka? Başka hiçbir şey yemiyormuş, içmiyormuş. Ayrıca laf aramızda sigara da içiyormuş. Sonuç: Yokuşlara çıkacak, dağlara tırmanacak kadar sağlıklıymış Rüstem Amca.
Sabah gazetesinde Mevlüt Tezel bu konuda dün enfes bir yazı yazdı. Şöyle demiş Mevlüt Tezel yazısında:
“Sürekli brokoli yiyenler, yeşil çay içenler, glütensiz beslenenler, her gün 10 bin adım atanlar, vitamin takviyeleri alanlar, fast-food gördüğünde koşar adım kaçanlar, ağzına işlenmiş gıda sokmayanlar... Söz sizde! Rüstem Dede 86 yaşına kadar nasıl yaşadı?”
Gerçi Mevlüt Tezel de yazısının sonunda bunun sıradışı bir örnek olabileceğini belirtmiş ama ben yine de minik bir anımı yazmadan geçemeyeceğim. Ben küçükken çok âlim tavırlı, süper babacan bir doktor amcamız vardı. Ona sorardım:
“Bizim sınıfta Erkan var, karda tişörtle dolaşıyor, hiçbir şey olmuyor. Ben iki dakika palto giymesem anında yorgan döşek hasta oluyorum. Bu nasıl oluyor?”
Bana şu cevabı verirdi tatlı dilli, âlim edalı doktor amcamız:
“Evladım şunu unutma: Bazısı demirden, bazısı tahtadan.”
3. DİDEM ÖZEL TÜMER / ŞARA’NIN ÜNİFORMASI, ABDİ’NİN RÖPORTAJI (MİLLİYET)
Dün yayımlanan “3.5 haftalık geri sayım” başlıklı yazımın mürekkebi kurumadan, Suriye’den bir günde gelen üç haber, geri sayım sürecinin beklediğim gibi hareketli geçeceğinin kanıtı oldu. Bunlardan birincisi, pazar akşam saatlerinde kamuoyuna yansıyan; Afrin, Resulayn ve Halep’in kuzeyinden giren TSK konvoylarının Münbiç hattında ilerlediğini gösteren videolardı. Bir diğeri, Şam’ın ele geçirilişinin yıl dönümünde Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın Emevi Camii’ndeki namazını askeri üniformasıyla kılmasıydı. Üçüncüsü de SDG Komutanı Mazlum Abdi’nin, Baas rejiminin çöküşünün yıl dönümünde kontrolü altındaki bölgede kutlamalara katılmayı yasakladığı gibi, bir de röportaj vermek için bir İsrail gazetesini tercih etmesiydi.
Sondan başlayarak ilerleyelim.
Abdi’nin açıklamaları, Şam’ı ve Ankara’yı kışkırtırken Washington’a da “nanik” yapmaktır. Lazkiye ve Süveyda’da yaşananları hatırlatıp, orduya entegrasyon için kendisine tanınan sürenin dolmasına 3.5 hafta kalmışken “Sırada Kürtler var” demek suretiyle aslında bir kez daha “beni arkalayın” diye çığırmaktır. Aynı zamanda, kendisini entegrasyona teşvik eden Washington’a da “bana sahip çıkmazsan çıkacak olanı hazırda bekliyor” demektir. “70 bini savaşçı, 30 bini polis; 100 bin kişilik silahlı gücü olduğu” iddiası da bir yetkilinin ifadesiyle “düpedüz palavradır.” Sözde komutan, elini yüksekte tutma konusunda ısrar etmeye çalışmaktadır. Buna karşın Ankara’da Abdi konusundaki hava, “provokatif açıklamalarla vakit kaybetmek yerine, Şam’dan gelecek işareti bekleyen Arap aşiretlerine odaklansa daha iyi olur” şeklinde aktarılabilir.
DANANIN KUYRUĞU ŞARA’NIN ELİNDE
Eli en az onun kadar yüksekte olan bir başkası da kuşkusuz Suriye Cumhurbaşkanı Şara. Üniformasını Suriye Devrimi’nin yıl dönümünde dolabından çıkararak giymesi, üzerindeki tozu atmak için nostalji ya da özlem olarak okunursa hata edilir. Üniformayı sırtına geçirmek, daha çok “hatırlatma” ve “gerekirse giyilir” demek olarak tercüme edilirse daha yerinde olur. Suriye ordusunun son bir aydır geçtiği “seferberlik hâline” ilişkin detayları, Milliyet’ten Uğur Yıldırım’ın haberlerinden okuyabilirsiniz. İzinler iptal edilmiş durumda ve gerekli görülen alanlara takviyeler yapılıyor. Şara’nın, SDG’nin Suriye ordusuna entegre olması konusundaki kararlılığını göstermek adına “uyarı atışı niteliğinde” bazı talimatları olabileceği belirtiliyor.
Gelelim TSK hareketliliğine ilişkin videolara. Güvenlik kaynakları bu faaliyetlerin “rutin faaliyet” olduğunu belirtiyor. Orduların “her an hazırlılık” halinde bulunmaları vazgeçilmez kuraldır. TSK’nın Suriye’de harekât bölgelerindeki mevcudiyetinin, takviyeye gerek dahi duyulmayacak düzeyde ve hazır vaziyette olduğu teyit ediliyor. Başta DEAŞ olmak üzere teröre karşı ortak mücadele için oluşturulan merkez de faal halde. Suriye ve Türkiye’nin iç ve dış güvenlik ile istihbarattan sorumlu birimleri arasındaki ilişki “günlük-anlık” olarak ifade edilmektedir.
SDG’ye karşı askeri olarak harekete geçmek gerekirse, burada TSK’nın rolünün Suriye yönetimi tarafından talep edilen çerçevede olacağını daha önce de birkaç yazımda belirtmiştim. TBMM’nin geçtiğimiz haftalarda süresini üç yıl uzattığı tezkere, havadan ve karadan talep edilen her türlü desteğin verilmesine imkân sağlayan kapsamda. Esad dönemindeki “engellerin” birçoğu artık mevcut değil.
10 Mart’tan bu yana 8 maddelik mutabakat üzerinden yürüyen bir pazarlık söz konusu. Pazarlığın sonuna doğru kimse taviz verir görünmek istemez. Şu anda olan da bu. Büyük olasılıkla, “son anda kimseyi tam olarak tatmin etmeyen bir formül bulunacağı” yönünde bazı görüşler var. Kimsenin dediğinin tam olarak başlangıçta olmadığı ya da kastettiği şekilde olmadığı bir durum.
Entegrasyon meselesinde hâlâ belirsizlikler var ama önümüzdeki birkaç hafta boyunca bol bol Suriye konuşacağımız kesin.
4. MAHMUT ÖVÜR / İBB’DEKİ SİSTEMİN ŞİFRESİ: 2020 (SABAH)
CHP’de kurultay tartışmaları biter mi bilemem ama “İmamoğlu Suç Örgütü” ile ilgili tartışmalar daha yeni başlıyor. Öyle belge ve bilgiler var ki, okudukça şoke olmamak mümkün değil. Herhâlde bu da İstanbul’un talihsizliği olacak; 25 yıl sonra seçimi kazanan CHP ekibi yine şaşırtmadı. Ekrem İmamoğlu, Beylikdüzü ekibini İBB’ye taşıyarak yakın tarihin İSKİ Skandalı’nı bile geride bırakan bir rant “sistemi”ne imza attı.
İddianamede, etkin pişmanlıktan yararlananların verdiği ifadeler, MASAK ve BDDK raporları, banka kayıtları, hesap hareketleri, tapu kayıtları, HTS ve baz kayıtlarıyla teyit edilmiş onlarca iddia ileri sürülüyor. Rüşvet alıp vermeler, para transferleri tek tek anlatılıyor ama en önemlisi herkesin gözünün içine soka soka yaşanan zenginleşme fotoğrafı. Bunun en somut göstergesi de tapu kayıtları.
Örgüt lideri Ekrem İmamoğlu’ndan SGK’dan 4A emeklisi olan Turgut Tuncay Önbilgin’e kadar hepsinin 2019–2024 yılları arasındaki tapu kayıtlarında akıl almaz bir artış var. Bu artışın şifresi de 2020... Hangisinin mal varlığına bakarsanız bakın, 2020 öncesi ve sonrası arasındaki artış dudak uçuklatıyor.
İsterseniz önce çok bilinen ama tekrar etmekte yarar var: Örgüt lideri iddiasıyla yargılanacak olan Ekrem İmamoğlu’ndan başlayayım. 15 milyon TL’ye alınan Boğaz’daki 3 villa da içinde mi bilmiyorum ama 2021 sonrası düşülen not şöyle:
“Örgüt lideri Ekrem İmamoğlu isimli şahsın ortağı olduğu İmamoğlu İnşaat Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi üzerine kayıtlı toplamda 89 adet büro–dükkân–ofis–mesken–konut tapu kaydının olduğu ve 2019 yılından sonra kayıt altına alındığı...”
Örgüt yöneticisi Murat Gülibrahimoğlu’nun 3 aktif tapu kaydının 2021 ve sonrası olduğu, ortağı olduğu şirketler üzerine toplamda 52 adet tapu ve 66 adet araç kaydı bulunduğu; bu araç ve tapu kayıtlarının 2021 yılı ve sonrasında edinildiği görülmüş.
Örgüt yöneticisi Ertan Yıldız... 2014 yılına kadar 1 adet çatı piyesli daire niteliğinde tapu kaydının bulunduğu; 2014–2019 yılları arasında 2 adet mesken, 1 adet ofis, 6 adet rezidans, 1 adet apartman ünite tapu kaydının bulunduğu; 2019 yılından sonra ise 1 adet mesken, 3 adet rezidans, 1 adet süit villa, 3 adet arsa, 1 adet tarla tapu kaydının bulunduğu tespit edilmiş.
Örgüt üyesi Ali Nuhoğlu’yla ilgili sadece şu not bile çarpıcı: “Şirketinin konkordato ilan ettiği 2019 tarihinde konkordato tedbirlerinin kaldırıldığı; firmanın 2019 yılından itibaren 24 adet tapu kaydının olduğu, bu kayıtların 13 dükkân, 2 adet daire, 8 işyeri, 1 depolu dükkân şeklinde olduğu; ayrıca firma adına 8 adet araç kaydının bulunduğu...”
Örgüt üyesi Ali Rıza Akyüz... 2010 yılı itibarıyla 4B emeklilik kaydı olan Akyüz’ün 20 adet tapu kaydına rastlanmış; bunlardan 9 adedi 2003 yılı ve öncesini kapsarken, 11 adedi ise 2021, 2022 ve 2023 yıllarında tesis edilen asma katlı dükkân, büro, depolu dükkân ve arsa gibi taşınmazlar olmuş.
Örgüt üyesi Süleyman Atik’in 13 adet tapu kaydına rastlanmış; 10 kayıttan 1 tanesinin 2015 yılı tapu kaydı olduğu, 9 tanesinin ise 2021 yılı ve sonrasında kayıt altına alındığı görülmüş.
Firari örgüt üyesi İbrahim Bülbüllü’nün 26 adet tapu kaydının olduğu; 1 kaydın 2012 yılında dubleks mesken, 25 kaydın ise 2021–2022 yıllarında edinilen tapu kayıtları olduğu; Yimtaş Mühendislik İnşaat Taahhüt Turizm-Metal Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi'nin üzerine 15 adet tapu kaydı bulunduğu; 2010 yılında 2 adet, 2017 yılında 10 adet, 2020–2021 yıllarında 3 adet ofis–konut–tarla–arsa nitelikli kaydın olduğu; şirket üzerine toplam 117 adet aracın bulunduğu tespit edilmiş.
Son bir örnek: Tüpraş emeklisi Turgut Tuncay Önbilgin’in 14 adet tapu kaydının olduğu; bu kayıtlardan 3 adedinin 2016 ve öncesi mesken–tarla, 11 adedinin ise 2023 ve sonrası mesken–daire–tarla olduğu görülmüş...
Bu isimler örgüt kurucusu 102 kişiden sadece birkaçı… CHP Genel Başkanı Özgür Özel hâlâ “İddianame boş” diye feryat etse de fotoğraf çok şey anlatıyor.
5. BERCAN TUTAR / AVRUPA’DAN SONRA SIRA ARTIK İSRAİL’DE (SABAH)
ABD Başkanı Donald Trump'ın yayımladığı Ulusal Güvenlik Stratejisi'nde Avrupalı müttefiklerini en büyük tehdit unsuru olarak göstermesi, siyonist küresel lobinin skatolojik zihniyetine sahip yönetici elitlerinde de derin bir travmaya yol açtı. Siyonistlerin paçalarının tutuşması boşuna değil. Çünkü ABD'nin ideolojik müttefiki Avrupa'ya restini gören siyonistler, bir sonraki hedefin kendileri olacağını iliklerine kadar hissediyor.
Haksız da sayılmazlar. Zira Atlantik çağını tek kalemde kapatan ve yeni bir zamana yelken açan Amerika, benzer bir tavrı Ortadoğu'daki şımarık müttefiki İsrail için de sergilemekten çekinmeyecektir. Çünkü Trump yönetimindeki genel hâletiruhiye bu reel-politik determinizmi yansıtıyor.
O da şu... Demokratlara, küreselcilere, Evanjeliklere, siyonistlerin güdümündeki Kongre üyeleri ve liberal kartel medyadaki köşe yazarlarıyla yorumcuların hararetli tavsiyelerine rağmen Trump yönetimi, Ukrayna, Suriye veya Tayvan için tek bir Amerikan askeri ya da kadınının bırakın ölmesini, burnunun kanamasını bile istemiyor.
Hâliyle bu kararlı tavır İsrail için de devreye girecektir. Hatta girdi bile. Nitekim İsrail bütün çabalarına rağmen ABD'yi İran ile uzun süreli bir savaşa sokamadı. Öyle ki John Mearsheimer, Doug Bandow, Jonathan Haslam gibi akademisyenlerle birçok gazeteci ve siyasetçi açıkça İsrail'in ABD için artık taşınamayan bir stratejik yüke dönüştüğünü yazıyor ve söylüyor. Bu hissiyat Gazze soykırımından sonra daha da arttı.
5 Aralık'ta yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde Trump da açıkça "Amerika, küresel düzeni yeniden inşa etmeye çalışmayacak ve her bölgesel anlaşmazlığın da artık başaktörü olmayacaktır" diyor. “Yeni küresel düzene” vedada İsrail'in "Yeni Ortadoğu"su da var. Zira Ekim 2023'te "Gazze soykırımı" başlarken İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, "Yeni bir Ortadoğu kuracağız. Haritalar değişecek" diye naralar atıyordu.
Bu belgede her ne kadar "İsrail'in güvenliğini sağlayacağız" denilse de bu beyan artık pratikte genel geçerliliğini kaybetmiş bir terane niteliğinde. Çünkü belgede Ortadoğu'daki tek potansiyel sorun alanı olarak sadece Suriye'nin gösterilmesi boşuna değil.
“Suriye potansiyel bir sorun olmaya devam ediyor. Ancak Amerikan, Arap, İsrailli ve Türk desteğiyle istikrar kazanabilir ve bölgede bütünleyici bir aktör olarak hak ettiği yere dönebilir” cümlesiyle siyonistlere şu tarihi ihtar veriliyor aynı zamanda: “Suriye'nin ve dolayısıyla bölgenin geleceğinde tek aktör ABD ve İsrail değil. Kilit aktörlerden biri de Türkiye.”
Zaten belgede Trump açık bir şekilde, “Her kavgaya artık müdahil olmayacağız” diye kestirip atıyor. Hâliyle ABD'nin çekileceğini açıkladığı başta Ortadoğu, Kafkaslar, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Doğu Avrupa ve Orta Asya olmak üzere Kuzey Afrika'dan Güney Asya'ya ve Aden Körfezi'nden Hazar'a kadar uzanan geniş küresel alanlarda Türkiye'nin doğal, tarihsel, kültürel, ekonomik, coğrafi ve siyasi avantajları nedeniyle bölgesel hegemon olarak yükseleceği dinamikler kaçınılmaz olarak devreye girecektir.
Bu gerçek şimdiden Türkiye'ye Avrupa ile İsrail karşısında kritik manevra alanları kazandırmış durumda. ABD'nin bölgesel krizlere doğrudan müdahalesini sınırlayıp stratejik odağını Asya-Pasifik'e kaydıracağını açıkça ortaya koyduğu yeni süreç, kuşku yok ki sadece Avrupalıların değil, aynı zamanda İsrailli siyonistlerin de çöküşüne sahne olacaktır. Bu tabloya Türkiye'nin atacağı jeopolitik fırça darbelerini de eklediğimizde küresel ve bölgesel manzara-i umumiye, can düşmanlarımız için daha da çekilmez hâle gelecektir.
6. YUSUF DİNÇ / İKİ EKONOMİNİN HİSSETTİRDİKLERİ (YENİ ŞAFAK)
Ekim ayında Texas’ta idim malum. Katıldığım Kuzey Amerika İslami Finans Konferansı’ndan bahsetmiştim o zaman.
Yurtdışı tecrübelerimle birleşen bu seyahat, peşimi bırakmayan bir düşünce doğurdu zihnimde. Kurtulmak istediğimden yazmaya karar verdim. Sanki başkasına geçirirsem aklımdan çıkar da yeni düşüncelere biraz daha yer açabilirim gibi geliyor.
Mevzu ekonomik hissiyat. Tam ifadesiyle Amerika’nın verdiği ekonomik hissiyat ile Türkiye’nin verdiği ekonomik hissiyatın farkı…
Amerika şöyle hissettiriyor: Ya ben zengin olurum ya benim çocuğum olur; olamazsak onun çocuğu mutlaka olur.
Zengin olup olmamak ihtirası değil mesele. O yüzden bu yazdıklarım çiğ yorumlara kapalı, şimdiden söyleyeyim.
Bu hissiyatın esas gerekçeleri üzerinde durmak istiyorum. Ama önce Türk ekonomisinin verdiği his üzerine düşünmenizi istiyorum.
Türkiye’nin üzerinde sanki kara bir bulut gibi: Ya ben fakir düşerim, ya çocuğum; olmazsa onun çocuğu mutlaka düşer, hissi dolaşıyor.
Bu dezavantajlı görünen ikilik, meseleyi önemli kılıyor. Hem kendimizi onarmak hem de tanımak için bir zemin oluşturuyor.
KUŞAKLARARASI DUYGU HARİTASI
Amerika’nın verdiği hisse “kuşaklararası iyimserlik” (intergenerational optimism) deniyor. Z kuşağı tartışması neredeyse buradan doğuyor; iyimserlik zincirinin bu kuşak yüzünden kırılacağı düşüncesiyle…
Kuşaklararası iyimserliğin kaynağı literatürde; kuşakların şansa değil, sisteme emanet edilmesi; eğitim gibi yatırımların ve emeğin karşılığının alınması; sosyal güvenlik koruması; kolektif büyüme anlatısı ve çok boyutlu (soyut/somut) aile mirası olarak izah ediliyor.
Ben kimi literatürle çakışan kendi gerekçelerimi birazdan söyleyeceğim. Ama önce Türkiye’de literatürün henüz adını koyamadığı bir olguyla karşı karşıya olduğumuzu belirteyim: Kuşaklararası kötümserlik (intergenerational pessimism)… Ya da kuşaklararası umutsuzluk…
Gelelim kendi gerekçelerimin ilk maddesine: Oyunun kurallarının belirlenmesi.
Amerika’da oyunun kuralı belli. Oyuncuya tek bir iş kalıyor; o da çalışmak. Bihakkın çalışmak. Dünyada çalışmanın takdir edildiği tek yer şimdilik Amerika.
Türkiye’de oyuncu oyunun kurallarını bilmiyor. Bilmediği bu kurallar değişip duruyor. Bilme gayreti de gereksiz kalıyor. O yüzden oyuncu çalışarak değil, kendi kuralını icat ederek kazanıyor.
İkinci madde: Amerika’nın vatandaşının kazanmasından memnun olması…
Memnuniyetini, kazanan vatandaşın harcaması için de pazar oluşturarak gösteriyor. Ev alsın istiyor, arabası olsun istiyor. Bizde ise ihtiyaçları bastıran bir yaklaşım var.
Vatandaşının altını olsa mesela, Amerika övüne övüne bitiremez. Bizde altını olanlara parmak doğrultuluyor.
Ama vatandaş altın biriktirmiyor. Çünkü sahip olduklarını korumaya değil, doğru kullanmaya odaklanırlarsa karşılığını alabileceklerini biliyorlar. Vatandaşının Amerika’dan istediği de bu: Karşılığını almak.
Böylece son ve can alıcı maddeye geldik:
Amerikalıların ve Türklerin ülkelerinden talepleri farklı.
Biz istikrar istiyoruz, onlar zenginlik.
Aslında toplumların taleplerinin makro özünü biçimlendiren devletlerin ekopolitik kurgularıdır. Yani bu öz devleti değil, devlet bu özü belirler. Belki bu iki talep arasında bir hiyerarşi vardır. İstikrarı bir görsek, sosyal psikolojimizi onarıp biz de talebimizi bir üst kademeye taşırız, bakarsınız.
TÜRK EKONOMİK ZİHNİNİN KODLARI
Bizim talebimizin kökeni ve delili, ekonomik zihnimizin en derinine kazılı olan şu ifadede gizlidir: Sırtı yere gelmemek.
“Düşmez kalkmaz bir Allah” sözü de buna dair… Şöyle kendi üzerimden somutlaştırıp ifade edersem sanırım ne dediğim anlaşılır:
Ben bir Amerikan üniversitesi profesörü olsam; ulusal, uluslararası işleri/projeleri olan; medyada kendine yer bulan; hem de en önemli gazetede, en öndeki televizyonlarda… Sırtım yere gelemez.
7. YAHYA BOSTAN / BİRİNCİ AŞAMA: SDG’YE ASKERİ UYARI HAZIRLIĞI (YENİ ŞAFAK)
Son zamanlarda sık sık vurguluyorum: Şam’ın SDG ile yaptığı 10 Mart anlaşması yıl sonunda doluyor. Zaman ve zemin SDG aleyhine daralıyor. Bu kapsamda Şam, uluslararası, diplomatik, siyasi ve askeri konsolidasyonu sağladı. Türkiye, ABD, Suriye anlaştı. Çerçeve belli: Suriye’nin toprak bütünlüğü öncelikli kriter. Hedef, tüm kesimlerin kendini eşit hissettiği, kimsenin dışlanmadığı, hakların korunduğu, ülke kaynaklarının herkese eşit dağıtıldığı, komşularıyla barışık, istikrarlı ve müreffeh bir ülke. Şam bu taahhüdün altına imza attı. SDG ise bir istikrarsızlık unsuru olarak orada öylece duruyor.
ANKARA’NIN ÇERÇEVESİ VE İLK DEAŞ OPERASYONU
Kaynaklarım Ekim ayında bana şöyle bir çerçeve çizmişti: “Oval Ofis’te, Cumhurbaşkanı Erdoğan–Trump görüşmesinde Amerikalılar, ‘Suriye’de Türkiye’yi rahatsız edecek hiçbir gelişmeye izin vermeyeceğiz’ mesajının altını kalın bir şekilde çizdi. CENTCOM, SDG’yi ‘Sene sonuna kadar Şam’la anlaş; ilanihaye burada kalmayacağız’ diyerek uyardı. Kürtlerin haklarını almaları bizi de rahatlatır. Ancak federasyon olmaz.”
Şam–SDG görüşmeleri sürüyordu ama bir noktada tıkandı. SDG, Suriye’de açıkça ademi merkeziyetçilik istiyor, “Silah bırakmam” diyor. Tıkanma takriben Kasım ayı başında oldu. Şara’nın Beyaz Saray’da ABD Başkanı Trump’la görüşmesinden hemen sonra (Trump da muhtemelen 2026’da Şam’ı ziyaret edecek). Bu görüşmede Suriye, DEAŞ’a karşı uluslararası koalisyonun bir parçası oldu. Şam–CENTCOM ilk ortak DEAŞ operasyonunu geçtiğimiz hafta yaptı. (CENTCOM’un SDG’yi de operasyona dahil etmek istediğini, Şam’ın buna izin vermediğini duydum; ancak teyit edemedim.) SDG, şartlar aleyhine gelişirken sürece uyum sağlamaktan ziyade kendisine destek olabilecek –geride kalan– tek aktöre, İsrail’e yaklaşıyor.
NETANYAHU ZİYARETİ VE SDG’NİN KARARI
SDG’yi Şam’la bütünleşmekten alıkoyan birden çok aktör var. Bir: YPG’deki Baasçı Bahoz Erdal kliği. İki: İsrail içindeki radikal aktörler. Üç: Bazen İran bazen Fransa. Görüşmelerin tıkanmasıyla İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Suriye’nin güneyindeki işgal birliklerini ziyaret etmesi aynı zaman dilimine denk gelir. İsrail bu tarihten sonra Suriye’nin güneyine en kanlı saldırısını düzenledi. Eşzamanlı olarak SDG’den “ya ademi merkeziyetçilik ya bölünme” açıklamaları gelmeye başladı.
Mazlum Abdi, İsrail yayın organı Jerusalem Post’a konuştu. Mesajın özeti, “Trump SDG’yi gözetsin” şeklindeydi. Trump’ın Netanyahu’ya dönük “Şara büyük bir lider olacak ve ABD bunu destekleyecek” mesajından, SDG’nin de alması gereken bir pay olduğunu yazmıştım. (Tek sorun Barzani ziyaretinde ortaya çıkan o görüntüler mi? 5 Aralık.)
GENELKURMAY BAŞKANI ŞAM’A NEDEN GİTTİ?
Geçtiğimiz hafta, entegrasyon olmazsa hangi adımların gündeme gelebileceğine ilişkin bir senaryoyu burada aktarmıştım. Buna göre SDG içindeki Arap aşiretler Şam’a katılacaktı. Böylece SDG, Haseke–Kamışlı arasındaki 500 bin nüfuslu alana sıkışacaktı. (Bakınız: “SDG için sayılı günler başladı”, 28 Kasım.)
Son bir haftada yaşanan trafik başka senaryoları da gündeme getiriyor. Trump’ın Özel Temsilcisi Barrack, ABD’nin SDG’ye (ve Kuzey Irak’a) verdiği desteğin istikrar getirmediğini, Orta Doğu’yu Balkanlaştırdığını söyledi. SDG tarafından Barrack’a “Tartışmalar ne kadar uzarsa uzasın geçmişteki eski sisteme (merkeziyetçi yapıya) geri dönmeyeceğiz” yanıtı geldi. Dışişleri Bakanı Fidan, Doha’da örgütün anlaşmaya niyetinin olmadığını vurguladı.
Terör örgütü SDG, kontrol ettiği halkın coşkusunu gizlemek adına Suriye devriminin yıldönümü kutlamalarını yasakladı. Terör örgütüne yakın medya organları, Suriye ordusunun Rakka, Deyrizor, Tabka temas hatlarına ağır silah yığınağı yaptığını; bölgede İHA’ların uçmaya başladığını; benzer hareketliliğin Halep’in doğusunda, Tişrin Barajı çevresinde de gerçekleştiğini yazdı. En önemlisi ise Genelkurmay Başkanı Selçuk Bayraktaroğlu’nun Şam ziyaretidir.
SURİYE’DE İKİ AŞAMALI ASKERİ SEÇENEK ÖNE ÇIKIYOR
Genelkurmay Başkanı’nın Şam ziyareti sonrasında neler olup bittiğini anlamaya çalıştım. Edindiğim izlenim şudur:
SDG’nin yıl sonuna kadar Şam’a entegre olması, anlaşmanın koşullarını yerine getirmesi isteniyor. Amaç, çatışma olmadan, kan dökmeden bunu yapmak. SDG bunu kabul etmediği için, örgütü adım atmaya zorlayacak, uyarı niteliği taşıyacak ilk aşama askeri hamle gündeme gelebilir. Suriye devriminin yıldönümünde, 8 Aralık’ta kronometre işlemeye başlamıştır. Bu hamle muhtemelen topyekûn olmayacak; bazı hedeflere odaklanacak ve SDG’ye entegre olması için kapı yine de açık tutulacaktır. Bu aşamaya paralel bir şekilde, Türkiye–Suriye güvenlik anlaşmasının bir gereği olarak Türk Silahlı Kuvvetlerinin sahadaki görünürlüğü artabilir.
Birinci aşama gerçekleştikten sonra SDG yine adım atmazsa ikinci aşamada, yılbaşından itibaren, aşiretlerin (belki Barzani’ye yakın gruplarla birlikte) Şam’a entegrasyon sağladığı, topyekûn askeri müdahale perspektifi taşıyan son ve güçlü vuruş yapılabilir. Zaman ve zemin daralıyor. Yol yakınken SDG uyarılara kulak asmalı.
8. MUSTAFA KARTOĞLU / TÜRKİYE ÇOK KUTUPLU DÜNYAYI ŞEKİLLENDİRİYOR (AKŞAM)
Türkiye'nin bölgesel liderlik, küresel oyuncu ve stratejik ortaklık rolü uzun süre “salt talep” olarak görüldü ve kabul görmedi.
Oysa bu sadece bir talep değil, temel gerekleri karşılayan bir potansiyeldi. Kabul görseydi, yakın tarihteki birçok krizi, iç savaşı ve ülkeler arası savaşı önleyebilirdi. Bölgesel muhataplar, yani komşulardan Körfez’e, Mısır’a kadar birçok ülke Türkiye’nin bu rolünü “rekabet” açısından değerlendirdi.
Küresel muhataplar, yani kurumsal olarak AB ve kurucu ülkeleri Fransa ve Almanya ile İngiltere, Rusya ve ABD, Türkiye’yi “küresel oyuncu” konumunda görmek istemedi.
Aslında iki bakış açısı birbiriyle alakalı.
Türkiye’nin bölgesel rolü kabul edilirse, küresel rolü de kaçınılmaz olarak arkasından gelecekti.
Edilmedi de ne oldu?
Türkiye, var olan potansiyelini kendi başına “rol”e dönüştürdü.
Libya’da, Suriye’de iç savaşları bitiren; Kafkasya’da Karabağ’ın işgaline son veren; Rusya-Ukrayna savaşında gıda tedariğini sağlayan politikaları; Ukrayna’da hâlâ daha iyi bir adım atılmamış İstanbul ateşkes girişimi; “her şeye ve herkese rağmen” savunma ve havacılık teknolojilerindeki başarılı atılımları, Türkiye’yi bölgesel liderlik ve küresel oyunculuk seviyesine taşıdı.
Buna ikili ve çok taraflı etkin, güven veren ve sonuç alıcı diplomasi ile güçlü istihbaratı da eklemeliyiz.
Ve hepsini mümkün kılan, her bir konuyu ayrı ayrı takip eden ve yönlendiren, yöneten ve sık sık bizzat yürüten siyasi liderlik; Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliği oldu. 2023 ile başlayan dünyada Türkiye Yüzyılı hedefinin özü budur.
Bu hedefin hâlen yürüyen en önemli konusu, “toplumsal birliği güçlendirme” hedefli Terörsüz Türkiye / Terörsüz Bölge projesidir.
Bu proje de diğerleri gibi “herkese ve her şeye rağmen” sürdürülüyor.
Zira Türkiye’de sanayi ve teknoloji gibi kimi örgütlü yapıların ve toplumsal çevrelerin, hatta akademinin “dışa bağımlılığı” söz konusudur. Bu alanlarda da yerli ve millilik, bağımsızlık Türkiye’yi daha güçlü hale getirecektir.
Ve en zor alan, ekonomide de “refahı dışa aktaran” ekonomiden, refah üreten ekonomiye geçişin başarılması olacak.
Bütün bunlar birbirini etkileyen; biri eksik kalırsa diğerini zayıflatan ya da biri başarıldığında diğerinin başarısını sağlayacak faktörler. Türkiye buraya çok zor geldi. Ama geldi.
Yakın zamana kadar Türkiye’nin bölgesel liderlik ve küresel oyunculuk talebi “Yeni Osmanlıcılık hayali” olarak değerlendirildi. Batı bunu “tehdit, tehlike” olarak etiketledi.
Ama “Türkiye’nin Batı’ya tehdit, tehlike oluşturacak şekilde büyümesi”, Türkiye’de geniş kitleler tarafından olumlu algılanmasın diye, Türkiye’deki “dışa bağımlı” kitle tarafından itibarsızlaştırma amacıyla “gericilik” anlamında kullanıldı.
İran ve Rusya ile ilişkileri “eksen kayması” olarak itibarsızlaştırıldı. Katar, Suudi Arabistan, BAE ve Mısır ile ilişkileri “Arap karşıtı” ırkçı yaklaşımlarla hedef alındı.
Ege ve Akdeniz’deki çıkarlarını savunmak, Batı karşıtlığı, AB’den uzaklaşmak ve yayılmacılık olarak etiketlendi.
Bugün ise Türkiye, bölgesel liderlik ve küresel oyunculuk rolünü kabul ettirmiş görünüyor.
Avrupa ve ABD’de Türkiye için otoriterleşme, yayılmacılık, yeni Osmanlıcılık, boyundan büyük hayallere kapılmak, eksen değişikliği ifadeleri artık çok nadir duyuluyor.
Onun yerine stratejik güç, savunma sanayinde oyun değiştirici, çok kutuplu dünyada çok taraflı politika gibi kavramlarla anılıyor Türkiye.
Bunda bir rol sahibi daha var: ABD Başkanı Trump.
Nedeni şu: Trump Avrupa’yı da, ABD’yi de yeniden tanımladı. Bir anlamda kediye “kedi” dedi.
ABD’yi arkasına alıp kendini olduğundan büyük gören Avrupa, yalnız bırakıldığını hissedince gerçek boyutuyla Türkiye’yi kavramaya başladı.
(İç politika da farklı değil bu durum; hatırlayın, “Kendimizi yalnız bırakılmış hissediyoruz” diyen CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in İngiltere’ye yakarışını!)
Birkaç yıl önce “Erdoğan için yolun sonu” başlıklı analizler yazan düşünce kuruluşları, bugünlerde “Erdoğan’ın Türkiye’si, yükselen çok kutuplu dünyayı şekillendiriyor” başlıklı makaleler yayınlıyorlar.
Avrupa’da da benzer nitelikli analizler okuyorum.
Ama hâlâ “Türkiye’den yararlanalım ama siyasi bir çıkar sağlamayalım” düşüncesi hâkim.
Oysa Türkiye, rekabeti değil iş birliğini önererek buraya kadar geldi. Rekabette üstünlük sağladığında bile iş birliği ve karşılıklı kazanç politikasını bozmadı.
Avrupa’nın Türkiye’nin siyasi ortaklığını engelleme gücü hâlâ var.
Ama bu gücünü kaybettiğinde, iş birliği için kendilerine şart koşan bir Türkiye ile karşı karşıya gelirlerse şaşırmamalılar...
9. DR. NEVZET ÇELİK / MACRON'UN ÇİN ZİYARETİ: EKONOMİK VE JEOPOLİTİK ARAYIŞLAR (AA ANALİZ)
Rusya’nın Avrupa üzerindeki baskısının arttığı, ABD-Çin rekabetinin küresel dengeleri sarstığı bir dönemde Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Pekin’e kritik bir ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaret, hem Çin ile diplomatik ilişkilerin 60. yılına denk gelmesi hem de Macron’un iç politikada karşılaştığı zorluklar nedeniyle ayrı bir önem taşıyor.
MACRON'UN EKONOMİK SORUNLARDAN ÇIKIŞ ARAYIŞI
Bu atmosferde Macron’un Çin ziyareti, hem ekonomiye bir çıkış yolu arayışı hem de jeopolitik dengeleri yeniden şekillendirme çabası açısından kritik bir ziyaretti. Ziyaretin birinci ve en belirgin hedefi, Çin ile artan ticaret dengesizliğini Fransa ve Avrupa Birliği (AB) lehine düzeltmekti. Avrupa, uzun yıllar boyunca yüksek teknoloji üreterek Çin gibi gelişmekte olan ülkelere ihracat yapabileceğini, karşılığında da ucuz mal ve hizmet alarak ekonomik modelini sürdürebileceğini hesaplıyordu. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı ve Çin, beklenenden çok daha hızlı bir ekonomik ve teknolojik dönüşüm geçirdi.
Bugün komünist bir partinin yönetiminde devlet kapitalizmi modeli uygulayan Çin, elektrikli araçlardan güneş panellerine, telekomünikasyon ekipmanlarından endüstriyel üretime kadar pek çok alanda yalnızca rekabet eden değil, liderlik iddiası taşıyan bir güç haline geldi.
AB’nin Çin ile dış ticaret açığının 357 milyar dolara ulaşması, Fransa gibi ülkelerde siyasi ve ekonomik kaygıları derinleştiriyor. Fransa’nın ticaret açığının neredeyse yarısının Çin kaynaklı olması, Macron’u bu tabloyu değiştirmek amacıyla Çin’e gitmeye yöneltti. Fransa’nın da içinde yer aldığı Avrupa’daki büyük otomotiv şirketleri, yıllar boyunca düşük maliyet avantajı nedeniyle üretimlerini Çin’e taşımıştı. Ancak bugün Çin’in kendi markalarıyla pazarı hızla domine etmesi ve ABD’nin Çin’de üretilen araçlara yüksek gümrük vergileri uygulaması, Avrupa otomotiv devlerini hem ekonomik hem de stratejik açıdan köşeye sıkıştırıyor.
Avrupa’nın Çin’deki bu büyük yatırımları artık ters etki yaratıyor. Çinli üreticiler daha ucuz ve daha donanımlı araçlar sunarken, Avrupa firmaları yükselen maliyetler karşısında rekabet gücünü kaybediyor. Macron, Çin ziyaretinde yeni bir yaklaşım denemeye çalıştı. Avrupa’nın artık fiyat, üretim kapasitesi ve teknoloji açısından Çin’le rekabet edememesi ve ticaret açığının tarihi seviyelere çıkması; çözüm olarak Çinli şirketlerin Avrupa’da yatırım yapmasının teşvik edilmesi gerektiği düşüncesini öne çıkarıyor. Bu strateji, hem ekonomik dengeyi yeniden kurmayı hem de Avrupa sanayisini güçlendirmeyi hedefliyor.
Bu yüzden Macron, Pekin temaslarında bir yandan Çin’i ürkütmeden ticari ilişkilerde daha adil koşullar talep etti; diğer yandan Çin, ticaret fazlasını azaltmaya yönelik somut adımlar atmazsa Avrupa’nın Çin mallarına gümrük vergileri uygulayabileceği mesajını verdi. Macron’un amacı yalnızca Fransa’nın ihracatını artırmak değil, aynı zamanda Avrupa’nın sanayi modelinin çöküşünü durdurmak. Nitekim dönüş yolunda Les Echos’a verdiği röportajda “Çin, Avrupa’nın endüstriyel modelinin kalbine çarpıyor.” diyerek bu tehlikenin altını çizdi. [1]
ZİYARETİN JEOPOLİTİK BOYUTU
Macron’un ziyaretinin diğer kritik boyutu ise jeopolitik gündemlerdi. Rusya’nın ağır yaptırımlara rağmen direnmesi, AB içinde ciddi tedirginlik yaratıyor. Almanya ve Fransa’nın asker alımlarını hızlandırması ve AB’nin yeni savunma bütçesi hazırlıkları, kıtanın yeniden bir jeopolitik gerilim dönemine girdiğini gösteriyor. Bu nedenle Macron, Çin’in Moskova’ya verdiği desteği sınırlandırmasını ve daha yapıcı diplomatik rol üstlenmesini istedi. Temel beklentisi, Pekin’in Rusya üzerindeki nüfuzunu kullanarak ateşkes sürecine katkı sağlamasıydı. Ancak Çin ile Rusya arasındaki derin stratejik ortaklık düşünüldüğünde bunun gerçekleşmesi boş bir beklentiden öteye geçmeyecek.
Yine de Macron’un Çin’e mesajı açıktı: Avrupa ile ticaret yapmak istiyorsanız barış çabalarına da katkı vermelisiniz. Macron ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping, ziyaret sırasında nükleer enerji, eğitim ve sembolik öneme sahip panda koruma programı dahil 12 anlaşmaya imza attı. Ancak Çin açısından ziyaretin asıl kritik başlığı Tayvan meselesiydi.
Pekin yönetimi, Tayvan konusundaki hassasiyeti vurgulayarak Fransa’nın Çin’in tutumuna daha yakın çizgide durmasını talep etti. Bir dönem Çin’e kapsamlı yatırımlar yapan ve bu pazara yüksek teknoloji ihracatı gerçekleştiren Fransa ve genel olarak Avrupa, günümüzde artık bunu sürdüremiyor. Avrupa, Çin’den sermaye girişini talep eden, giderek dışa bağımlılığı artan ve yüksek teknoloji ihracatçısı kimliğinden uzaklaşmış durumda. Fransa ise Çin’e daha çok lüks tüketim, moda ve şarap gibi geleneksel ürünler ihraç ediyor.
Bu dönüşüm, Avrupa’nın küresel değer zincirlerindeki konumunun yapısal olarak zayıfladığını da göstermektedir. Söz konusu değişimin arka planında Avrupa’nın uzun yıllar boyunca üretim faaliyetlerini Çin ve benzeri düşük maliyetli ekonomilere kaydırarak rekabet gücünü maliyet avantajına dayandırması yer alıyor. Ucuz ithalat, Avrupa’da tüketici refahını artırmış olsa da bu artık sürdürülemiyor. Bu dönemde Avrupa, insan hakları söylemini ve çeşitli jeopolitik baskı araçlarını kullanarak söz konusu ülkelerin siyasal ve ekonomik yönelimleri üzerinde belirli bir etki kapasitesine de sahipti. Ancak günümüzde bu düzenin sürdürülebilirliği sorgulanmakta; Çin’in teknolojik kapasite ve üretim gücündeki hızlı artışı, Avrupa’nın geleneksel avantajlarını aşındırmakta ve güç dengelerini kalıcı biçimde yeniden tanımlamaktadır.
Günümüzde Çin ve diğer yükselen ekonomiler, ticaret ilişkilerinin artık eşitlik temelinde yürütülmesini, Batı’nın geleneksel üstünlük iddiasını terk etmesini ve küresel düzenin karşılıklı çıkarlara dayalı olarak yeniden tanımlanmasını açık biçimde talep ediyor. Çin, Türkiye, Brezilya ve Rusya gibi yeni güç merkezleri ise bu talebin ötesine geçerek küresel güç dengesinin çoktan değiştiğini ve bu yeni jeoekonomik gerçekliğin artık geri çevrilemez nitelik kazandığını gösteriyor.
Trump’ın Avrupa’yı sürece dahil etmeden Ukrayna üzerinde baskı kurarak kendi barış planını dayatmaya çalışması, Avrupa başkentlerinde derin ve giderek büyüyen endişe yaratıyor. Almanya ve Fransa’nın hızlandırılmış asker alımları ile AB’nin 1 trilyon dolarlık savunma bütçesi hazırlığı, kıtanın uzun süredir görülmemiş ölçüde güvenlik sıkışmasına girdiğini ortaya koyuyor.
Bu yüzden Macron’un Çin ziyareti, iddialı ekonomik ve jeopolitik hedefler taşısa da somut bir sonuç üretmeyecek; en fazla, kısa vadede Çin mallarına uygulanacak yeni gümrük vergileriyle sınırlı kalacaktır.


