ABDULKADİR SELVİ/Erdoğan’dan “Beni tehdit mi ediyorsunuz” çıkışı

G D G05 J X A A Axc U F

Ankara gazetecileri olarak her Yüksek Askerî Şûra toplantısı ve MGK toplantısı öncesinde kriz haberleri yapmaya alışık olduğumuz için bu kez rejim krizlerinin yaşanmadığı, restleşmelerin olmadığı YAŞ toplantısını karışık duygular içinde izledim. Genelkurmay’a her gittiğimde “Çakmak Salonu”nun önünden geçerken hâlâ tedirgin olurum. Çünkü orada YAŞ toplantıları yapılırdı. Orgeneraller sırayla dizilir, sivil olarak toplantıya sadece Başbakan ile Milli Savunma Bakanı katılırdı.

ERBAKAN’A OMUZ ATILDI

YAŞ toplantısı demek, MGK toplantısı demek; askerlerin, irtica tehdidi üzerinden sivil hükümete hesap sorduğu toplantılar demekti. Erbakan, Başbakan olduktan sonra Genelkurmay’ı ziyarete gitmişti. Orada Başbakan’a omuz atılmıştı.

MGK VE YAŞ DÜZENİ

Bu düzeni yıkan Erdoğan oldu. Şimdi hem YAŞ toplantılarında hem MGK’da sivillerin hâkimiyeti söz konusu. Çünkü millet ülkeyi idare etme görevini sivillere veriyor. NATO toplantılarına gidilirdi, her ülkenin savunma bakanı ön sırada, Genelkurmay başkanı onun arkasında otururdu. Sadece Türkiye’nin Genelkurmay başkanı ön sırada, milli savunma bakanı arka sırada otururdu. Bu da bizim yarı askeri Cumhuriyet olduğumuz gibi bir görüntüye neden olurdu

ASKERİ YAVERLER

Cumhurbaşkanının askeri yaverleri vardı. Resmi törenlerde ve yabancı devlet başkanlarını karşılamalarda cumhurbaşkanının hemen arkasında yer alırlardı. Erdoğan, Cumhurbaşkanı seçilince askeri yaverlik sisteminin kaldırılması gerektiğini savunan yazılar yazdım. Arkasındaki asker görüntüsünün demokratik bir ülkeye yakışmadığını savundum. Askeri yaverlerin bir görevinin de cumhurbaşkanını izlemek olduğunu belirttim. Darbe dönemlerinde yaverlerin ilk işinin cumhurbaşkanını teslim almak olduğunu hatırlattım. 27 Mayıs darbesinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ı teslim almaya gelen Başyaveri Celil Gürkan örneğini verdim. Bu yazılarıma en büyük tepki maalesef iktidardan gelmişti. Sonra ne oldu? 15 Temmuz’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın başyaveri Ali Yazıcı olmak üzere tamamı darbeci çıktı.

ERDOĞAN’IN ÇIKIŞI

Yüksek Askeri Şûra toplantısını karışık duygular içinde izlememin bir nedeni buydu. Erdoğan, YAŞ toplantısını demokratik sınırların içine çekti. Ama bu kolay olmadı. Erdoğan güçlü liderliği olmasa askeri vesayet tasfiye edilemezdi. Eski Genelkurmay İstihbarat Başkanı İsmail Hakkı Pekin’in 2007 yılındaki YAŞ toplantısına ilişkin aktardığı anekdot önemli. YAŞ toplantısında okullardaki dini faaliyetler ve başörtüsüyle ilgili bir rapor sunuluyor. Bildiğimiz irtica tehdidi. İsmail Hakkı Pekin, Erdoğan’ın, “Bunu bana niye anlatıyorsunuz? Beni mi tehdit ediyorsunuz? Burada yazılan şeylerin çoğunluğu benim evet dediğim şeyler” dedikten sonra salonu terk ettiğini anlatıyor. “KES ULAN” Başka bir olay da 2003 Ağustos ayı MGK toplantısında yaşanıyor. Hava Kuvvetleri Komutanı Cumhur Asparuk veda konuşmasında irtica gerekçesiyle iktidara ithamlarda bulunuyor. Başbakan Erdoğan önce Asparuk’un anlattığı olayların doğru olmadığını söylüyor. Ama Asparuk konuşmasını uzatıyor ve iddialarını sürdürüyor. Bunun üzerine Erdoğan, “Kes ulan” diye bağırıyor. Peki Asparuk ne yapıyor? Susuyor.

BÜYÜKANIT’A UYARISI

Bu ülkede muhtıralar verildi, darbeler yapıldı. Ama ilk kez bir lider şapkasını alıp gitmedi. 27 Nisan’da e-muhtırayı geri çevirip, 15 Temmuz’da darbeyi önledi. O liderin adı Recep Tayyip Erdoğan. 27 Nisan e-muhtırasından sonra Erdoğan, Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’a “Bu ülkeyi sen mi yöneteceksin, ben mi?” diye çıkışıyor. Tüm bunları neden aktardım? Bugün YAŞ toplantılarında, MGK’larda rejim krizi yaşanmıyor, Türkiye dünyada darbelerle, muhtıralarla anılmıyor. Savunma sanayisindeki başarılarıyla konuşuluyorsa; İHA’larımız, SİHA’larımız, KAAN savaş uçağımız, TCG Anadolu gemimiz, Siperimiz, Tayfun Füzemiz, Çelik Kubbe’mizle göz kamaştırıyorsak bu noktaya kolay gelinmedi.

SÜRECİN MİMARI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan dikkat çekici açıklamalar!
Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan dikkat çekici açıklamalar!
İçeriği Görüntüle

Bu yazıyı tarihe kayıt düşmek için yazdım. Askerlerin hesap sorduğu devirlerden askere hesap soran günlere ulaştıysak bu kolay olmadı. Bunun mimarı Cumhurbaşkanı Erdoğan’dır.

KOMİSYONA İMAMOĞLU GÖLGESİ

Meclis’te kurulan “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” umutları artırdı. Komisyonun basına açık bölümünde yapılan konuşmalar, partilerin sorumluluk bilinci ile hareket ettiğini gösterdi. Basına kapalı bölüme de benzer bir hava hâkim oluyor. Bu komisyonda kim su koyuverirse, kim bozgunculuk yaparsa o kaybeder. İlk günden moral bozucu bir şey yazmak istemem. Çünkü ben şehit ailelerinin acısını yürekten hisseden birisi olarak PKK’nın silah bırakması ve tasfiye edilmesi gerektiğine yürekten inanıyorum. O nedenle hep yapıcı olmaya çalıştım. Ama bu bazı handikapları görmeme engel değil. Hayal değil gerçekler dünyasında yaşıyorum.

İMAMOĞLU VESAYETİ

Size göre bu komisyonun en zayıf halkası hangi parti? Çoğunluğun DEM Parti diyeceğinden eminim. Ama komisyondaki hava öyle değil. Bu komisyonun en zayıf halkası CHP. Komisyonun kuruluşunda CHP’nin talepleri kabul edildi. Komisyonun ismine “demokrasi” ibaresi eklendi. Kanun teklifleriyle ilgili kararların nitelikli çoğunlukla alınması kararlaştırıldı. Oralarda sorun yok. Ama CHP’nin üzerinde bir “Ekrem İmamoğlu vesayeti” var. CHP, bu komisyonu bir noktada Ekrem İmamoğlu’nun tutuksuz yargılanması için bir mücadele zeminine çevirmek isteyebilir. Yapılacak düzenlemelerin içine Ekrem İmamoğlu’nun tutuksuz yargılanması için bir ibare eklenmesini isteyebilir. Bu da komisyonun çalışmalarını sekteye uğratabilir. Kimse CHP’deki Ekrem İmamoğlu vesayetini hafife almasın. Özgür Özel’e “Ekrem İmamoğlu cumhurbaşkanı adayı olmazsa adayınız kim olur?” diye soruldu. Özgür Özel, “Seçimi kim alıyorsa onu aday yaparız” karşılığını verdiği için Ekrem İmamoğlu rahatsız olmuş. Kendisi dışında bir ismin gündeme getirilmesine izin vermiyor. Özgür Özel o tarihten bu yana cumhurbaşkanı adaylığı konusuna girmiyor.

Gw3 Bhl0 Xo A A8 R Yw

AHMET HAKAN/ Sahte diploma olayının ortaya çıkardığı üç gerçek

SAHTEKÂRLIK belli olur olmaz... GERÇEK BİR DEVLET GÖREVİNİ YAPMIŞ Suç duyuruları yapılmış mı? YAPILMIŞ. Kolluk kuvvetleri olaya el atıp operasyonlara başlamış mı? BAŞLAMIŞ. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, kaya gibi sapasağlam iki ayrı iddianame hazırlamış mı? HAZIRLAMIŞ. Sahtekârlık şebekesi çökertilmiş mi? ÇÖKERTİLMİŞ. Çetenin elebaşları ve elebaşların yancıları tutuklanmış mı?

TUTUKLANMIŞ. O zaman eğri oturalım doğru konuşalım: Devlet, bu konuda üzerine düşen görevi yapmış kardeşim. GERÇEK İKİ SİYASAL SULANDIRICILAR SAHNEDE Su azıcık bulanınca... Bizdeki siyasal balıkçılar, hemen oltayı atmaya başlarlar. Sahte diploma olayında da bu gelenek değişmedi. Abartıyorlar da abartıyorlar, palavralara boğuyorlar, önlerine gelene iftiralar sallıyorlar, ya tutarsa diye kara çalıyorlar, “Her yerimiz çürümüş abi” tarzı dokunaklı tiratlar yükseltiyorlar, “Sahte diplomalıları açıklayın” tarzı FETÖ’cü psikolojik harp taktikleri uyguluyorlar. Ve bütün bunların ardından şöyle bir ortam doğuyor: Gerçekler ile yalanlar arasındaki çizginin bulanıklaştığı kaos ortamı. Siyasal ajandaları doğrultusunda sulandırma yapıyorlar. Çünkü bu tipler, “biraz daha sulandırırsak belki hükümet düşer” falan kafasındadır.

GERÇEK ÜÇ

HESABI SORULMALI BUNLARIN

Aşırı küstah ve sonsuz pervasız biçimde sahtekârlıklar yapılabilmesi... BÜYÜK sorundur. BTK Başkanı’nın bile e-imzasının kopya edilmesine cüret edilmesi.... MUAZZAM sorundur. Çapraz izlemelerin, biyometrik doğrulama sistemlerinin sahtekârlara set çekmemesi... DEVASA sorundur. Elektronik sertifika sağlayan iki şirketin, bu sahtekârlığın odağında yer alması... MÜTHİŞ orundur. Bu büyük, muazzam, devasa ve müthiş sorunlar nedeniyle… Şu iki sonucun doğması şarttır: BİR: Sahtekârların bu denli kolay at koşturmalarına neden olan, gerekli güvenlik önlemlerini titizlikle uygulamayan, sistemin açıklar barındırmasına göz yuman tüm devlet görevlileri... Hesap vermelidir. İKİ: Türkiye’nin dijital egemenliğine yönelik bu apaçık saldırıya karşı... Bundan sonra gereken her türlü önlemler eksiksiz alınmalı ve ülkenin dijital egemenliği tesis edilmelidir.

ESKİDEN OLSA

GENELKURMAY Başkanı’nın görev süresinin bitimine iki yıl kala emekliye sevk edilmesi... En az 878 köşe yazısına... En az 474 komplo teorisine... En az 372 siyasi polemiğe... Konu edilirdi. Şimdi ise... Tısss yok. Oh be!

GEÇTİ BUNLARIN DEVRİ

Jennifer Lopez’in dans eşliğinde şarkı söylemesi... Hadise’nin onu taklit etmek için çabalaması... 47 dansçıyla sahnede şov yapılması... Parayı bayılıp bu tür konserleri VIP’ten izlemeye çalışmak... “Jennifer gittiği mağazaya alınmadı” türü şişirmeler... Dünyada bunların devri geçti. Umarım 10 seneye kalmaz bizde de geçer.

HANGİ KELİME KİMDEN

KOMİSYONUN adı belli oldu: MİLLİ DAYANIŞMA, KARDEŞLİK VE DEMOKRASİ KOMİSYONU.

MİLLİ: AK Parti ve MHP’den. - DAYANIŞMA: Hepsinden. - KARDEŞLİK: AK Parti, MHP ve DEM’den. - DEMOKRASİ: CHP ve DEM’den. TAM NUMAN KURTULMUŞ’LUK BİR GÖREV NUMAN Kurtulmuş’un temel özellikleri: Uzlaşmaya açıktır. / Her zaman yapıcıdır. / Sert tutumlardan uzaktır. / Diyalogcu yönü gelişmiştir. / Konuşarak çözmeyi esas alır. / Kriz yönetiminde iyidir. / Farklılıkları zenginlik olarak görür. Geçen gün göreve başlayan komisyonun en büyük avantajı... Numan Kurtulmuş’un komisyonun başkanı olmasıdır.

İMAMOĞLU BU TOPA HİÇ GİRMEMELİ

SAHTECİLİK,çürüme, yozlaşma, diploma... Ben Ekrem İmamoğlu’nun yerinde olsam bu konulara hiç girmem. Çünkü diploma meselesi... Kendisinin Kıbrıs’ta yaptığı yatay ve dikey geçiş iddialarını akla getiriyor. Çünkü çürüme söylemi... Etkin pişmanlıktan faydalananların ortaya attıkları iddiaları akla getiriyor. Çünkü yozlaşma yakınması... İtirafçıların anlattıkları yolsuzluk düzenini akla getiriyor. Ben Ekrem İmamoğlu’nun danışmanı olsam... “Bu gündem değişinceye kadar kafanı toprağa göm” derdim.

DİDEM ÖZEL TÜMER/Trump’tan Rusya’ya Güney Kafkasya çalımı

ABD Başkanı Donald Trump’ın cuma günü Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ı bir araya getireceğine dair söylenti, hafta başında çıktı. Hatta ABD basınında yer alan iddiaya göre beklenen barış anlaşmasına imzalar da bu buluşmada atılacak. Taraflardan birinin buluşmayı teyit etmesi için iki gün geçmesi gerekti. Ermenistan Başbakanlık Sözcüsü Nazeli Bağdasaryan, çarşamba günü erken saatlerde Paşinyan’ın 7-8 Ağustos’ta ABD’yi ziyaret edeceğini duyurdu. 8 Ağustos tarihi önemli. Çünkü Trump’ın Rusya’ya Ukrayna ile bir barış anlaşması imzalaması için tanıdığı süre o gün doluyor. Trump’ın Orta Doğu Özel Temsilcisi Steve Witkoff, Putin ile görüştü ancak buradan bir şey çıkması beklenmiyor. Dolayısıyla, “sürenin dolduğu gün” Trump’ın, Putin’e bir de Güney Kafkasya’nın sakinlerinin onun yerine kendisini tercih ettiğini hatırlatmış olacak.

Öte yandan iddianın aksine, aslında bu buluşmadan kastedildiği gibi barış anlaşması çıkması pek beklenmiyor. İki taraf Mart 2025’te yazılı metin üzerinden anlaştıklarını ilan etti. Ancak Azerbaycan Uluslararası İlişkiler Analizler Merkezi (AIR) Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Cavid Veliyev, Bakü’nün barış anlaşması için halen atılmasını beklediği siyasi ve hukuki adımlar olduğunu hatırlatıyor. Konunun 10 Temmuz’da Abu Dabi’deki Aliyev-Paşinyan görüşmesinde de değerlendirildiğini belirten Veliyev, “taraflar barışa çok yakındır” mesajını içerecek bir iyi niyet bildirgesine şans tanıyanlardan Diplomaside bir ara formül olarak kullanılan ama bağlayıcılığı olmayan “uzlaşılan metni parafe etmek” formulü bile düşük bir ihtimal olarak görülüyor. Bu yüzden Washington zirvesinden çıkabilecek en iyi sonuç Veliyev’in söylediği gibi “iyi niyet bildirgesi” gibi görünüyor. Azerbaycan’ın iki temel beklentisi var. Artık işlevini yitirmiş Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) Minsk Grubu’nun feshedilmesi ile Azerbaycan’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik iddialar içeren bağımsızlık bildirgesinin Ermenistan Anayasası’ndan çıkarılması. Anayasa’nın değiştirilmesi için referandum yapılması gerektiğini, bunun da ancak 2026’da mümkün olabileceğini ifade eden Dr. Cavid Veliyev, bu nedenle anlaşma yerine, bildirge diyor.

TRUMP ETKİSİ

Önceki ABD Başkanı Joe Biden, Ermenistan yanlısı tutum izlemekle kalmamış, giderayak, Trump’ın yemin etmesine sadece beş gün kala, 15 Ocak 2025’te Ermenistan ile Stratejik Ortaklık Anlaşması imzalamıştı. Azerbaycan’nın tepkisini çeken bu gelişmenin aksine Trump’ın Güney Kafkasya’ya yaklaşımı Bakü yönetiminde memnuniyet yaratıyor. Aliyev, geçenlerde Şuşa’da düzenlenen 3. Global Medya Forumu’ndaki konuşmasında Trump’ı, “Kendisi savaşları sona erdirmeyi amaçlayan bir kişi. Küresel güvenlik meseleleriyle yoğun bir şekilde meşgul olmasına rağmen Ermenistan ile Azerbaycan’ın nihai bir anlaşmaya varmasına yardımcı olma yönündeki kişisel çabasından dolayı kendisine özellikle minnettarız” dedi. Trump da, Aliyev’in bu sözlerini sosyal medya hesabı Truth Social’dan paylaştı. Ancak Trump’ın tutumunu tercih eden sadece Azerbaycan değil. Ermenistan’ın da desteklediğini ifade eden Dr. Cavid Veliyev, iki ülkenin de Rusya’nın Güney Kafkaslarda dominant (baskın) tavrını istemediklerini söyledi. Bu noktada hem Güney Kafkasya, hem de Orta Asya ülkelerinde Rusya’nın Ukrayna’dan sonra “iştahla” gözünü kendilerine çevireceği beklentisi olduğunu belirtmekte fayda var. Çok kısaca, ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın, Abu Dabi görüşmesinden hemen sonra, Ermenistan’ın güneyinden geçmesi planlanan Azerbaycan ve Nahcivan arasında kara bağlantısı sağlayacak Zenzegur koridorunun 100 yıllığına bir Amerikan şirketine kiralanabileceğini söylemiş olduğunu da hatırlatalım. Peki Trump’ın çalımı Putin’i rahatsız etmeyecek ve bir şekilde bunun bedelini ödetmeye çalışmayacak mı? Veliyev’e göre; Rusya zaten bugüne kadar agresif bir tavır izlediği için özellikle Ermenistan’ı kendinden uzaklaştırdı. Halen Moskova’nın iç politikada Kilise üzerinden Paşinyan’ı sıkıştırmaya çalıştığını kaydeden Veliyev, “Rusya, Güney Kafkaslarda barışa karşı ne yapacak? Askeri darbe mi? Daha çok kaybeder. Ermenistan’da provokasyonlar yapılıyor zaten ama ben kişisel olarak Paşinyan’ın bunlara karşı istihbari olarak desteklendiğini düşünüyorum” dedi. Veliyev’in aksine Rusya’nın, ABD’nin yaklaşımını karşılıksız bırakmayan iki ülkeye bedel ödeteceğini düşünenler de var. Konuya yakın bir başka kaynağa göre Rusya bir şekilde bunun acısını çıkarmaya çalışacak. “Kediyi sıkıştırma duvara, döner sıçrar sıfatına denir” diyen kaynak, Rusya’nın bu hamlenin altında kalmayacağını ileri sürdü.

BERCAN TUTAR/Çözüm Filistin’i tanımakta değil İsrail’i tanımamakta

İsrail'in Gazze'ye yönelik soykırım saldırıları karşısında üç maymunu oynayan dünya daha yeni yeni hareketlenmeye başladı. Fakat çare diye sunulan "Filistin'i devlet olarak tanıma" hamlesi sorunu çözmek yerine ırkçı ve sömürgeci İsrail devletinin ekmeğine daha fazla yağ sürüyor. Çünkü siyonist İsrail'in 1948'den bu yana sürdürdüğü kitlesel katliam, sürgün, etnik temizlik ve soykırım stratejisi olduğu gibi devam ediyor. Filistin Devleti'ni tanıma gayretleri siyonist politikaların onaylanmasından başka bir sonuç doğurmuyor. Doğru olan tavır Filistinlilerin devlet olma hakkını tanımayan İsrail devletini tanımamaktır. Ancak bırakın sicili insanlık ve savaş suçlarıyla dolu İsrail devletini tanımamayı ona yönelik en ufak bir eleştiri dahi hemen anti-semitizm manipülasyonu ile cezalandırılıyor. Katliamcı İsrail'in devlet olma vasfının olmadığını ileri sürmek bir yana Filistinlilerin devlet hakkını savunmak ve Filistinlilerin maruz kaldığı mezalimi dile getirmek bile lince uğramanıza yol açıyor. Düşünebiliyor musunuz? Gazze kasabı Binyamin Netanyahu ve çetesi Filistin devletine şiddetle karşı olduklarını ve bunu savunanları terörist ilan ederken, kendisinin devlet olma hakkının sorgulanmasını hiçbir şekilde kabul etmiyor. Sorgulayanları Yahudi düşmanı ilan ediyor. Oysa olması gereken şudur... Madem soykırımcı Yahudiler Filistin halkının devlet olma hakkını inkâr ediyor, o zaman dünya da İsrail devletinin var

olma hakkını inkâr etmelidir. Ancak bunu kimse diyemiyor. Zira şu anki dünya zaten bu çarpık yapı üzerine bina edilmiş. Bu yapının temelleri de İngiltere'nin Filistin'i işgal etmesinden kısa bir süre sonra 1917 Balfaour Deklarasyonu ile atıldı. Ardından 1937 Peel Komisyonu raporu geldi. Lord Robert Peel raporu, Filistin'i Yahudi sömürgecilerle Ürdün arasında paylaşmayı önerdi. Yahudi devletinin sınırları içinde kalan 300 bin kadar Filistinlinin sınır dışı edilmesini, mallarına el konulmasını ve sürgünden sonra dönüş haklarının yok sayılmasını talep ediyordu. Peel raporu tepkiler nedeniyle uygulanmadı. Ancak bu rapordan daha beteri bu kez 1947'de BM tarafından devreye sokuldu. Kabul edilen 181 sayılı BM taksim kararına göre Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında bağımsız Filistin devletinin kurulması reddedildi. Filistin vatanı Yahudi işgalciler ve Filistin arasında bölünecekti. İki devlet dışında kalan Kudüs ise BM tarafından yönetilecekti. Taksim planından sonra 14 Mayıs 1948'de İsrail Devleti'nin kuruluşu ilan edildi. İsrail, 6 ay içinde sınırları içindeki 800 bin Filistinliyi sürdü. Daha bunun hesabı sorulmadan BM, İsrail'i bir yıl sonra 11 Mayıs 1949'da üye yaptı. BM üyesi olan İsrail, ilk iş olarak 5 Aralık 1949'da Batı Kudüs'ü ilhak etti. Başbakan Ben Gurion, sürülen Filistinlilerin dönüş hakkı olmadığını ilan ederek Filistin devletinin payına düşen toprakları da (Gazze, Batı Şeria ve Doğu Kudüs) ilhak sürecini başlattı. Gurion'un şakirti Netanyahu da aynı şeyleri tekrarlıyor. Gazze'yi fethetmekten ve ilhaktan bahsediyor. Bahseder. Çünkü dünya İsrail'den hesap soramıyor. Hatta soykırım ve sömürgeci politikaları ödüllendiriliyor. Hâsılı kelam bu saatten sonra asıl yapılması gereken Filistinlilerin devlet hakkını tanımayan İsrail devletini tanımama sürecini başlatmaktır. Bu yapılamıyorsa da askeri, siyasi ve ekonomik ambargoya başvurmaktır. Bunun dışında siyonistleri geriletecek başka bir çözüm yolu yok!

G Wuo L4 W E A Ao9Wo

SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Taktik kazanımlar ve stratejik kayıplar arasında (2)

Trump ve Cumhûriyetçi Parti, finansal oligarşinin bir mânâda yüzüne gözüne bulaştırdığı RusyaUkrayna savaşını telâfî etmek misyonu ile iktidâra geldi. Arkasında enerji ve bilişim teknolojisine dayalı sermâye vardı. Trump, ABD’nin Ukrayna’ya verdiği desteği hemen kesti ve Avrupa’yı büyük bir boşluğa düşürdü. Bunu Putin ve Rusya sempatisi veyâ onun sulhperverliği ile açıklamak çok sığ bir değerlendirme olur. Avrupa’nın telaşla ekonomisini askerîleştirme karârı vermesi bir çıkış yolu değil. Bunun karşısında çok ciddî yapısal engeller var. Trump,Avrupa’nın eninde sonunda ABD’ye muhtaç olduğunu gâyet iyi biliyor. Artık savaşı elini kirletmeden yürütecek ve lüzumsuz bulduğu masraflardan kurtulacak; hattâ ABD’yi kâra geçirecek. Trump, dış siyâsette bütün ağırlığını Ortadoğu ve Kafkasya’ya vermiş durumda. Çin’in Kuşak Yol teşebbüslerini bozmak ve bölgede ABD’nin ağırlığını arttırmak istiyor. Seçtiği pivot güç İsrâil’den başkası değil. 7 Ekim sonrasında yaşanan hâdiseler bunun zeminini meydana getiriyor. İsrâil’i tek başına düşünmemek gerekiyor. Mesele daha büyük bir ölçekte, Hindistan’dan başlayacak Yeni Baharat Yolu’nu Çin’in Kuşak Yol olarak güncellenmiş İpek Yolu’na alternatif yapmak. Bunun birkaç ön şartı var. Hindistan’ı BRICS’den ve Rusya’dan koparmak bunun ilk şartı. Son zamanlarda Hindistan’ın tâkip etmeye başladığı daha Batı yanlısı siyâsetlere dikkat etmek gerekiyor. Aradaki pürüz doğrudan Çin’in yakın müttefiki olan Pâkistan. Pâkistan Çin ile ittifâkında ısrar ederse hedefe girecek. Eğer o da Çin ile girdiği angajmanları aşıp Batı çizgisine gelirse mesele kapanmış olacak. Son Hindistan-Pâkistan savaşı, Pâkistan’ın son derecede dişli olduğunu gösterdi. ABD, Pâkistan üzerindeki yumuşak güce dayalı baskısını arttırıyor. Pâkistan Genel Kurmay Başkanı’nın ABD’de başka kimseye nasip olmayan bir devlet töreni ile kabûl edilmesini unutmamak gerekiyor. Hindistan’da ise İslâm düşmanı siyâset gaz kesmeden devâm ediyor. Keşmir ve Müslümanlara yapılan baskılar artıyor. Kardeş devlet ve millet olan Pâkistan’ı Türkiye hâriciyesinin de dikkatle tâkip ettiğini zannediyorum. İkinci ayakta Hindistan ile İsrâil arasında her dâim güçlenmekte olan bağlar son derecede belirleyici bir rol oynuyor. Trump, Abraham Anlaşmaları üzerinden bu iki devlet arasında kalan Körfez Araplarını sağlama almak için bir gayret ortaya koydu. Trump’ın son Körfez ziyâretinin gâyesi, son zamanlarda bu coğrafyada artan ve Suudî Arabistan ile İran arasındaki buzları eriten Çin nüfuzunu ve BRICS bağlantısını tasfiye etmek, zayıflayan ABD-Körfez ilişkisini yeniden tesis etmekti. Bunda da başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü ayakta, Irak, Sûriye ve Lübnan’ı tamâmen ABD menfaatlerine uygun bir şekilde yeniden düzenlemek ve İsrâil’e entegre etmek var. ABD, Ortadoğu’da yürütmekte olduğu plânın çok sıkıntılı olduğu coğrafyalar hiç şüphesiz Irak ve Lübnan. Irak’daki elyevm mevcût olan İran nüfûzu tasfiye edilebilecek mi? Irak Kürdistan’ı ile merkezî hükümet arasındaki petrol gelirlerinin nasıl işletileceği meselesi çözülecek midir? Lübnan’da Hizbullah silâhsızlandırılabilecek midir? Gelelim Sûriye’ye.. İşte Türkiye’nin kazandığı ehemmiyetin bir boyutu burada ortaya çıkıyor. Sûriye’de İran’ın tasfiye edilmesinin doğurduğu boşluğu Türkiye’den başkası doldurabilecek gözükmüyor. Buna ilâveten, Irak’dan başlayan Kalkınma Yolu olarak bilinen yeni ticâret Yolu için Türkiye tek bağlantı... Katar petrolünün İsrâil ve Sûriye üzerinden tevziaatı öngörülüyor. İşte kilitlenmeler de tam burada başlıyor. ABD, İsrâil ile Türkiye arasında biriken hâlli çok zor olan sorunları çözmek zorunda. Sûriye’nin düze çıkması için bu olmazsa olmaz bir şart. Gelin görün ki İsrâil Sûriye’de neredeyse sıfırlanmış bir Türkiye istiyor. Aşağıda Dürzî, yukarıda ise özerk bir PKK devletini destekliyor. Bu Sûriye’nin parçalanması olmasa bile Irak gibi istikrarsızlığa sürüklendiği federal bir yapılanma mânasına geliyor. İsrâil bu talebinde geri adım atmış değil. Atacağını da zannetmiyorum. Türkiye de Fırat’ın doğusundaki PKK oluşumunu şiddetle reddediyor ve üniter olmasını arzu ettiği bir Sûriye’deki nüfûsunu korumak ve geliştirmek istiyor. Dünyâ kamuoyuna, Demokrasi ve Kardeşlik açılımı üzerinden meseleye barışçı bir çizgide yaklaştığını anlatmak istiyor. Bu açılımın üniter bir Sûriye yapılanması ile bitişmezse çok büyük başka meselelere sebebiyet vereceği de hesâba katılmalıdır. Bu sıkışmışlık içinde eğer ABD iki tarafı tatmin edecek bir formül üretemezse en kötü senaryo devreye girebilir. En kötü senaryo iki devletin savaşmasıdır. Elbette ABD bunu prensip olarak istemeyecektir. Bu durumda her şey kontrolden çıkar. Elbette biz de zarar görürüz ama Türk ordusunun savaşma kapasitesindeki hatırı sayılır gelişmeler İsrâil’e bugüne kadar yaşamadığı ağır bedeller ödetir. Daha beteri, Hindistan-İsrâil hattının Kıbrıs ve Yunanistan’a uzadığını unutmamak gerekir. Bu çatışma eğer konrolden çıkarsa Yunanistan’ın dâhil olacağı çok âşikârdır. O zaman boyutlarını kestiremem ama Âzerbaycan ve bir ihtimâl Pâkistan ve Hindistan da devreye girecek ve ABD’nin tekmil plânı çökecektir. O hâlde ABD ne yapıp yapıp Türkiye ve İsrâil’i bir çizgide uzlaştırmak zorundadır. Bu da tüccâr zihniyetli bir diplomasinin hâricinde saf bir diplomasi ustalığı gerektiriyor. Hindistan-İsrâil-Yunanistan hattı ABD’nin Baharat Yolu projesinin ana gövdesini oluşturuyor. Ama Barrack işin bununla bitmediği, diğer bir kritik açılımın Kafkasya’da olduğunu ilân etti. Buradaki pivot devlet ise İsrâil ile yakın bağları bulunan Âzerbaycan’dan başkası değil. Âzerbaycan petrolü Sûriye’ye ulaştı. Buradan da kolaylıkla İsrâil’e bağlanacak. ABD diplomasisi ÂzerbaycanErmenistan barışını arzu ediyor. Zengezur Koridoru’nu açtırmak ve tam kontrol altına almak istiyor. Bu, İran ve Rusya’nın arasına ABD’nin bir kama gibi girmesi mânâsına gelir. Bu sûretle, bir zamanlar Rusya-Âzerbaycan-İran ve Hindistan arasında yapılması öngörülmüş olan hattı da çöp yapıyor. Türkiye bu projeyi destekliyor. Ama anlaşılıyor ki, Ukrayna’dan çekilen ABD yeni cepheyi Kafkasya’da açıyor. Ermenistan ve Gürcistan Rusya’dan hayli koptu. Şimdi de Âzerbaycan-Rusya ilişkileri kopma noktasına geldi. Kafkasya ısınıyor. Bundan sonra Türk-Rus ilişkilerinin akıbeti de hayli belirsiz seyredecek. Türkiye’nin siyâset belirlerken, burada özetlenmeye çalışılan çok katmanlı ve çok sorunlu stratejik çerçeveye çok dikkat etmesi, hatları dikkatle tâkip etmesi, onlara herhangi bir kısa devre yaptırmaması, taktik-güncel bâzı kazanımların ileride kendisine stratejik kayıplar doğuracağını bilmesi gerekiyor. Hikmetli ceddimiz ne demiş: Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olmamak lâzım.

SELÇUK TÜRKYILMAZ/İsrail’in yerleşimci şiddeti

Yerleşimci kavramına aşina olduğumuzu zannetmiyorum. Bu kavramın işaret ettiği olgu ve insanlar, en azından bizim medeniyetimize yabancıdır. Literatür taraması yapıldığında yerleşimcilerle ilgili yayınlar da yaklaşık olarak son yirmi yılda ortaya çıktı. Patrick Wolfe’un “Settler colonialism and the elimination of the native” başlıklı makalesi 2006’da yayımlanmış. Fayez Abdullah Sayegh’in “Zionist settler colonialism” başlıklı makalesi daha eskidir. Önce Sayegh’in 1965’te yayımlanan makalesini okumuştum. Daha sonra Wolfe’un meşhur makalesini okudum. Her iki makaleden ayrı ayrı bahsetmek isterdim fakat bir gazete yazısının sınırlarını aşmak istemedim. Nihayetinde okuyucularımız bilimsel bir makaleyi kaynağından okuyabilir. Fakat yine de güncel sorunların karanlıkta kalan yönlerini elimizden geldiğince açığa çıkarmamız gerekiyor. Bu sebeple ilgili kaynaklardan bazen uzun uzun bahsetmek kaçınılmaz bir hâl alıyor. Böylelikle Filistin meselesinin karanlıkta kalan yönlerini açığa çıkarmak da mümkün olacaktır. İngiltere ve ABD tarafından kurulduğu günden itibaren İsrail’in hayata geçirdiği yayılmacı siyaset, sistemli bir şekilde analiz edilmezse karanlıkta kalan yönler açığa çıkarılamayacak ve konu bir dönem sonra ister istemez geri plana itilecektir. Bu ihtimali ortadan kaldırmak için İsrail’in yayılmacı saldırganlığını belirli bir kavramsal çerçeve içinde tartışmak gerekir. Yerleşimciler İngiltere’nin Filistin manda yönetimi tesis edildiğinde devlet dışı aktörlerdi. Bilindiği gibi manda sistemi 19. yüzyıl Anglosakson kolonyalizminin 20. yüzyıla aktarılmış yeni bir biçimiydi. Bizde neokolonyalizm kavramı ideolojik bir çerçeve içinde tartışıldı. Eğer İngiliz manda yönetimi fiilî bir durum olarak incelenseydi emperyalizm tartışmaları çok daha kapsamlı bir şekil alabilirdi. Fakat yine de Filistin asıllı fikir insanları İngiltere ve ABD’nin İsrail üzerinden ne yapmak istediğini görmüştü. Onun için de sistemli çalışmalara ağırlık verdiler. Sayegh’in “Zionist settler colonialism” başlıklı makalesi oldukça erken bir dönemde yazılmıştır. Burada Edward Said’i de anmak zorundayız. Onun “Oryantalizm” adlı kitabını, “Filistin’in Sorunu” ve “Haberlerin Ağında İslam” ile birlikte mutlaka yerleşimci kolonyalizm bağlamında okumak gerekir. Zaten Said’in oryantalizm eleştirisi de bu bağlam içinde anlamlıdır. Son dönemde yayımlanan en önemli kitaplardan biri de Wail Hallaq imzasını taşır. Onun Ketebe’den çıkan “Şarkiyatçılığı Yeniden Düşünmek” adlı kitabı çok değerlidir. Fakat bu kitaplar doğrudan yerleşimcilik olgusuna yönelik değildir. Yerleşimcilik kavramına hasredilmiş kitapların önemli bir kısmı Türkçeye kazandırılmadı. Şimdiye kadar yayımlanan kitap ve makaleler son derece sınırlıdır. Örneğin Maxime Rodinson’un “Israel: A Colonial-Settler State?” adlı kitabının ilk baskı tarihi 1973’tür ama dilimize çevrilmemiştir. Bu kitap ve makalelerde İsrail’in yerleşimci bir devlet olma özelliği sistemli bir şekilde izah edilir. Aynı şekilde oryantalizm eleştirileri de sistemlidir. Eğer bu meseleleri ders konusu hâline getirme imkânı olsaydı sıraladığım kitap ve makalelerden hareketle bir program yapmaya çalışırdım. Böylelikle İsrail’in yayılmacı saldırganlığının bir bağlam içinde ortaya konulması mümkün olur, tesadüflere bağlı yaklaşımlar değerden düşerdi. En azından akademik bir çerçeve içinde bunu başarmak son derece önemlidir. Yerleşimcilikle ilgili kitap ve makalelerde yerleşimciler ve şiddet arasında doğrudan ilişki kuruluyor. İmparatorluk anavatanından kolonilere akın eden koloniciler toprağa sahip olmak için inanılmaz bir hırsla saldırganlaşıyorlar. Yerlilerin etnik temizliğe tabi tutulması kolonicilerin toprağa sahip olma hırsının sonucudur. Fakat bildiğimiz Batı tarihinde yerleşimcilerin yerlilere karşı gösterdiği şiddete yer verilmiyor. Çok daha çarpıcı olanı ise yerleşimci şiddetini yerinde görmüş Frantz Fanon gibi bir yazarın kitaplarına yönelik eleştirinin şiddet merkezli olarak şekillenmesidir. Fanon’un şiddeti övdüğüne dair makalelere göz atıldığında bu yöndeki eleştiriler hemen fark edilir. Aynı kitaplarda yerleşimci şiddeti üzerinde durulmaz. Yerlilerin terörize edilmesi gibi kavramlar ise tartışma konusu bile değildir. Yerleşimci kolonyalizm bağlamında ortaya çıkan yayınları takip etmek yeni bir kavramsal çerçeve açısından oldukça önemlidir. Bunlar Batı ve Avrupa kavramlarıyla ilgili algılarımızı derinden sarsacaktır. Çünkü İsrail’in Filistin topraklarındaki yerleşimci şiddetinin kökleri de İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya tarihindedir.

W Kc4 W Hf X 400X400

OĞUZHAN BİLGİN/ Türkiye için büyük final

Şahısların olduğu gibi milletlerin de kaderi vardır. Kader çizgisindeki istikametin ne olacağını da bazı kader ânlarındaki tavırlar, tercihler ve stratejiler belirlemektedir. Kader çizgisinde bazı atlanması gereken eşikler, engeller olduğu gibi bazı kader ânları da bulunur. O kader ânları bazen bir çöküşü bazen bir dirilişi yaratır. İçinden geçtiğimiz zamanlar da Türkiye'nin kaderinin nasıl yazılacağının belirleyecek. Benzeri kader anlarıyla son yıllarda birkaç defa karşı karşıya kalmıştık. Bunlardan en dikkat çekeni kuşkusuz 15 Temmuz 2016'ydı. O gece Türkiye'nin kaderinin yazıldığı bir kader ânıydı. O kader o gece yazıldı ve Türkiye'nin tam bağımsız bir bölgesel aktöre dönüşüm hikayesi ortaya çıktı. Yine benzeri bir kader ânı da 29 Ocak 2009'du. "One Minute" hadisesi bir polemikten ve tartışmadan ziyade büyük bir kırılmayı ve bağımsızlık yolundaki eksen değiştiren bir meydan okumayı ifade ediyordu.

İşte bugün içinden geçtiğimiz zamanlar da kader çizgisinin böyle belirginleşeceği zamanlar. Bir yandan Suriye Devrimi, diğer yandan Türkiye'nin Irak'taki etkisinin artışı, öbür taraftan İsrail'in bölgede neredeyse her ülkeye saldırarak İslam dünyasına ve bilhassa da Türkiye'ye karşı bir güç mücadelesine girmesi bizi büyük bir hesaplaşmaya götürüyor. Tam bu dönemde ABD'de Başkanlık koltuğuna Trump'ın oturması da Türkiye'nin önünde yıllardır engel oluşturan Türkiye karşıtı Amerikan politikasını da bazı bakımlardan yumuşatmışa benziyor. Daha da önemlisi tam da bu dönemde "hiçbir taviz verilmeden, pazarlık yapılmadan PKK'ya silah bıraktırma" sürecinin ortaya çıkması da tam da bu konjonktür okunarak inşa edilmiş bir strateji. Burada pek çok düğümün iç içe geçtiği bir büyük düğüm karşımıza çıkıyor. Özellikle İran'ı bile vurabildikten sonra İsrail'in cüreti ve tehditkarlığının sınırının ne olacağı tartışılırken; İsrail'in Suriye'yi parçalamaya dönük politikaları, istihbarat operasyonları ile neler yaptığını izliyoruz. Nusayriler ve Dürzileri ayaklandıran İsrail'in Suriye'nin egemen ve üniter bir devlet olmasına müsaade etmemek için elinden geleni yapmaya çalışacağı görülüyor. Bilhassa PKK'nın Suriye ve Irak'ta silah bırakmasını engellemek ve PKK'ya ikinci bir İsrail'i kurdurmak için güneydeki Dürzileri bile kullandığı görülüyor. Güneyde Dürzilerin fiilen kopacağı bir Suriye'de esas kopuşu PKKYPG'nin Fırat'ın doğusunda gerçekleştireceğini düşünüyor. Tam bu noktada hem Trump'ın hem temsilcisi Barrack'ın konumu önem kazanırken onların da ABD müesses nizamı tarafından İsrail yanlısı bir vesayet altına alınmaya çalışıldığı görülüyor. Önce İran'ın nükleer tesisleriyle ilgili sızdırılan raporlar sonrasında Epstein videoları üzerinden yapılan şantajlara bakıldığında Trump'ın İsrail politikalarına ne kadar teslim olacağı konusu önem kazanıyor. Bilhassa Suriye özelinde İsrail'e karşı pozisyon alabilen Trump'ın bunu devam ettirmekte zorlanacağı görülüyor. Sonuç olarak Türkiye için büyük düğümün çözüleceği esas yer Suriye haline gelecek. Suriye Devrimi'ni boğmak, kendi sınırlarına kadar uzanan Türkiye etkisini kırmak isteyen İsrail ile Türkiye'nin hesaplaşacağı ilk saha Suriye sahası olacak. İsrail sahaya deplasman takımı olarak çıkacak. Bu büyük güç mücadelesinin ikinci sahası ise Doğu Akdeniz ve bilhassa da Kıbrıs olacak. İsrail, Yunanistan ve Rumları da yanına alarak sahaya çıkacak. Türkiye'nin bu büyük finali bir savaştan veya sıcak çatışmadan ziyade daha çok vekiller üzerinden yürütülen bir güç mücadelesi şeklinde olacak. Bu noktada PKK silah bırakıp bırakmayacağı önemli bir faktörü teşkil ederken Türkiye'nin iç cephesinin de sapasağlam olması gerektiği zamanlar olacak.

PROF. DR. KEMAL İNAT /Macron'un Filistin'i tanıma kararının "ağırlığı" ve Avrupa'nın tutumu

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron'un Eylül ayında yapılacak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu toplantısında ülkesinin Filistin devletini resmen tanıyacağını açıklaması Avrupa’da önemli bir tartışmanın fitilini ateşledi. Zira bu kararın başta Almanya olmak üzere, Filistin devletini tanımayı reddeden Avrupa Birliği ülkelerini baskı altına alacağı açık. Şimdiye kadar Batı Avrupa ülkelerinin büyük bölümü Filistin devletini tanımaktan kaçınıyordu ve bazı istisnalar dışında bu konuda ABD ile ortak bir tavır içindeydiler. Aslında hepsi Filistin-İsrail sorunu konusunda "iki devletli çözümü" savunmalarına rağmen Filistin devletini tanımamaları büyük bir çelişki oluşturuyordu ama mesele İsrail olunca Batı'nın politikalarında esas olanın "tutarlılık" değil, "çelişki" olduğu uzun zamandır biliniyor. İsrail’in yanında bir Filistin devletinin kurulmasını savunduklarını söylüyorlar ama dünya ülkelerinin yüzde 80'inden fazlasının tanıdığı Filistin’i kendileri devlet olarak tanımıyorlar. Bir Filistin devleti kurulsun diyorlar, fakat İsrail’in bu devletin topraklarının ana parçasını oluşturacak olan Batı Şeria’ya her yıl binlerce yeni Yahudi yerleşimci/işgalci yerleştirerek, önceden işgal ettiği bu toprakları ilhaka hazır hale getirmesine göz yumuyorlar. İsrail’in bu yerleşim politikasını eleştiriyorlar ama onun bu politikayı sürdürmesi için şimdiye kadar her türlü ekonomik, diplomatik ve askeri desteği sağlamaktan da geri durmadılar. İsrail’in Gazze’de gerçekleştirdiği soykırımdan rahatsızlar ama onu bu soykırımdan vazgeçirecek yaptırımları uygulamaktan imtina ediyorlar.

BATI ÜLKELERİNİN İSRAİL ÇELİŞKİSİ

Avrupalıların İsrail konusunda, uzun zamandır savundukları değerlerle fiili uygulamaları arasındaki bu çelişkilerinin birçok nedeni var. Siyonist lobinin Avrupa siyasetindeki gücü ve etkinliği bu nedenlerin başında geliyor. Yine siyonistlerin çok güçlü olduğu ABD’den gelen baskı ve tehditler de bu nedenler arasında yer alıyor. Bunların yanında Batı’nın İslam dünyasına bakışındaki patolojik algılar da bazı Avrupalıların gözünde İsrail’i İslam ülkelerine karşı doğal müttefik haline getiriyor. Bu gerekçelerle İsrail’i destekleyen Avrupa ülkeleri 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısından sonra bu desteği açık bir şekilde gösterdiler. Avrupalı liderlerin neredeyse tamamı İsrail’i ziyaret ederek dayanışma mesajları verdiler ve İsrail’in kendisini savunma hakkından bahsettiler. Ancak Netanyahu, Katz, Smotrich ve Ben-Gvir gibi faşist isimlerden oluşan İsrail’deki fundamentalist hükümetin Hamas’ı hedef aldığı iddia edilen saldırılarının aslında bütün Gazze’yi Filistinlilerden arındırmayı amaçlayan bir soykırıma dönüşmesi Avrupalı siyasetçilerin İsrail’e yönelik desteği esas alan politikalarını zorlamaya başladı.

Kendi kamuoylarında Gazze soykırımına yönelik tepkilerin harekete geçirdiği protesto gösterileri giderek büyürken tarihe isimlerini "soykırım destekçisi" olarak yazdırma endişesi Avrupalı siyasetçileri sardı. Siyonist lobilerin ve ABD’nin baskılarıyla İsrail’in her geçen gün artan katliamlarının iç kamuoylarında neden olduğu öfke arasında sıkışan Avrupalı yöneticilerin bu sıkışmışlığa yönelik tepkilerini şekillendiren pek çok faktör söz konusu. İktidardaki siyasi partilerin ideolojik aidiyetleri kadar bu ülkelerin ABD ile ilişkileri, siyonist lobinin etkinliği, geleneksel dış politikaları ve tehdit algıları da bu tepkilerin şekillenmesinde rol oynadı. Ağırlıklı olarak sol iktidarlara sahip, siyonist lobinin etkinliğinin görece daha zayıf olduğu ve ABD karşısında daha bağımsız hareket edebilen ülkeler, zamanla soykırıma destek treninden inip İsrail’i eleştirmeye başladı. Almanya gibi ülkeler ise İsrail’e destek vermeye ve soykırıma ortak olma utancıyla yaşamaya devam ediyor.

İSPANYA, İRLANDA VE BELÇİKA’NIN İSRAİL ELEŞTİRİSİ

İspanya, İrlanda ve Belçika gibi az sayıda AB üyesi ülke İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırılarının meşru müdafaayı aşıp sivil katliama dönüştüğü konusunda eleştirilerini erken dönemde dile getirip İsrail’e karşı yaptırım talep ettiler. Çatışma uzadıkça ve İsrail saldırıları önce sivil katliamına, ardından soykırıma dönüştükçe İspanya’nın İsrail’e karşı eleştirileri sertleşti. İspanya Başbakanı Pedro Sanchez, İsrail’i soykırım yapmakla suçlarken İsrail’e silah taşıyan gemilerin İspanya limanlarına uğraması yasaklandı. İspanya, İsrail saldırganlığına karşı nasıl tedbirler alınacağının görüşüldüğü toplantılara ev sahipliği yaparken Başbakan Sanchez, Avrupa Birliği’nin İsrail ile ortaklık anlaşmasının derhal askıya alınması için çaba sarf eden liderler arasında yer aldı. Bunların yanında İspanyol hükümeti AB içinde İsrail’e silah ambargosu uygulanmasını savunan ülkelerin başında gelirken İspanya 28 Mayıs 2024’te İrlanda ve Norveç ile birlikte Filistin’i tanıma kararı alarak Filistin’i devlet olarak tanıyan az sayıdaki Batılı devlet arasına girdi. İspanya ayrıca 27 Ekim 2023’te BM Genel Kurulu’nda yapılan Gazze’de ateşkes oylamasında ateşkese evet diyen az sayıdaki Batılı ülke arasında yer alarak İsrail ve ABD’nin tepkisini göze almıştı. Söz konusu ateşkes oylamasında evet oyu kullanan AB ülkelerinden bir diğeri olan Belçika da İsrail katliamlarını ilk haftalardan itibaren eleştiren ve ateşkes talep eden bir politika izlemiştir. Bu tavırda Şubat 2025’e kadar başbakanlık görevini yürüten Alexander de Croo liderliğindeki ağırlıklı olarak sol ve liberal partilerden oluşan koalisyon hükümetinin Filistin meselesine bakışta uluslararası hukuku ve insan haklarını önde tutan yaklaşımının önemli payı vardır. Şubat 2025’ten sonra iktidara gelen Bart de Wever başkanlığındaki ağırlıklı olarak ayrılıkçı ve milliyetçi partilerden oluşan hükümetin İsrail saldırganlığına yönelik politikası daha az eleştirel olmuştur. De Croo hükümeti döneminde Belçika’nın Wallon bölgesi hükümeti İsrail’e silah satışını Mayıs 2024’te yasaklarken Flandern bölgesi hükümeti benzer bir yasak kararını ancak liman işçilerinin geniş protestolarının ardından Temmuz 2025’te almıştır. İsrail katliamlarının yoğunlaştığı Kasım 2023’te İspanya Başbakanı Sanchez ile birlikte Mısır’a bir ziyaret gerçekleştirip Gazze sınırına giden Belçika Başbakanı de Croo, burada yaptığı açıklamada, İsrail saldırılarını eleştirip ateşkes talebinde bulunmuştur. İsrail'in Gazze’ye yönelik saldırılarının katliama ve soykırıma dönüşmesini en başından beri eleştiren AB ülkelerinden biri de İrlanda olmuştur. 27 Ekim 2023’teki ateşkes oylamasında evet oyu kullanarak İsrail katliamlarının durmasından yana tavır alan İrlanda hükümeti, İsrail tarafından gerçekleştirilen soykırıma tepki olarak Filistin devletini tanıma kararı almıştır. İrlanda Başbakanı Micheál Martin açıklamalarında, İsrail’in savaş suçu işlediğini ifade ederken geleneksel olarak Filistin yanlısı bir pozisyona sahip olan ülkede yoğun şekilde İsrail karşıtı protesto gösterileri olmuştur. İrlanda'nın Gazze soykırımına karşı çıkan ve İsrail’i eleştiren tutumu nedeniyle Netanyahu yönetimi Dublin’deki büyükelçiliğini kapatma kararı almıştır. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı açtığı soykırım davasına Filistin lehine katılma kararı alan İrlanda, AB içerisinde de İsrail’e karşı yaptırımları savunan ülkelerin başında gelmiştir.

FRANSA’NIN GEÇ GELEN FİLİSTİN’İ TANIMA KARARININ

"AĞIRLIĞI YOK" MU? İspanya, İrlanda ve Belçika’ya göre Avrupa siyasetinde çok daha fazla ağırlığı olan ve hem BM Güvenlik Konseyi hem de G-7 üyesi olarak dünya siyasetinde önemli yere sahip Fransa’nın Eylül ayında yapılacak BM Genel Kurulunda Filistin’i tanıyacağını açıklaması şüphesiz İsrail ve ABD başta olmak üzere dünyadaki bütün siyonistleri rahatsız eden bir karardır. İsrail ve ABD’den gelen tepkiler bu rahatsızlığı gösteriyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından hakkında yakalama kararı olan Netanyahu, Macron’un bu kararının “terörü ödüllendiren” bir karar olduğunu ve “bir Filistin devletinin kurulmasının İsrail’in yok olması anlamına geldiğini” açıklarken onun suç ortağı ve savunma bakanı Israel Katz, Macron’un kararını “rezalet” olarak tanımlayıp İsrail’in Filistin devletinin kurulmasına müsaade etmeyeceğini söyledi. Amerikan Dışişleri Bakanı Marco Rubio da Macron'un "bu düşüncesiz kararının Hamas’ın propagandasına hizmet ettiğini ve barışı geciktirdiğini" ifade etti. ABD Başkanı Donald Trump da Macron’un kararını "onun sözünün bir ağırlığı yok" ifadesiyle küçümseyen bir açıklama yaptı. Bu açıklamalar siyonistlerin ve "değişik yöntemlerle kendilerine bağladıkları" siyasetçilerin Fransa’nın Filistin’i tanıma kararından rahatsızlıklarını açıkça gösteriyor. Asıl endişe duydukları konu, şimdiye kadar Filistin devletini tanımayı reddeden başka Batılı ülkelerin de Fransa’yı örnek alarak Filistin’i tanıma kararı almasıdır ki bu durumda siyonistlerin inşa ettiği önemli bir duvar çökmüş olacaktır. Bütün siyasetini Filistin devletinin kurulmaması ve Filistin topraklarının tamamının ilhak edilmesi üzerine kuran fundamentalist/faşist Netanyahu yönetimi şimdiye kadar önemli Batılı ülkelerin bu siyasete hizmet eden bir tutum içerisinde olmasını sağlamıştı. Ama şimdi Fransa gibi Batı dünyası içerisinde önemli yeri olan bir ülkenin Filistin’i tanıma kararı alması İsrail yayılmacılığı açısından ciddi bir risk oluşturuyor. Zira bu yayılmacı siyasetin Batılı ülkelerin desteğine ihtiyacı var ve bu destek duvarında oluşacak bir çatlak bütün duvarın çökmesine neden olabilir. Bu ihtimale rağmen, AB’ye üye ülkelerin çoğunluğunun halen Filistin’i tanımadığı ve bu ülkeler arasında Almanya ve İtalya gibi önemli ülkelerin olduğu düşünüldüğünde siyonistlerin yaptıkları soykırıma rağmen henüz Avrupa Birliği’ni büyük ölçüde yanlarında tuttuğu görülüyor. 27 AB ülkesinden Filistin’i devlet olarak tanıyan 11 tanesinden yalnızca 3 tanesi (İsveç, İspanya, İrlanda) Batı Avrupa ülkesi. Geriye kalanlar eski Doğu Bloku ülkeleri ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. Şimdi Fransa ve benzer şekilde Eylül’de Filistin devletini tanıyacağını açıklayan Malta ile birlikte Filistin’i tanıyan AB ülkelerinin sayısı 13’e yükselecek. Ancak aralarında Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Yunanistan’ın da bulunduğu 14 AB ülkesi, Filistin’de iki devletli çözümü kabul etmelerine rağmen Filistin devletini tanımayı reddeden çelişkili politikalarını sürdürmekte ısrar ediyorlar.

ALMANYA'NIN İKİLEMİ: SOYKIRIM DESTEĞİNE DEVAM MI, FRANSA İLE ÇÖZÜME DESTEK Mİ?

Avrupa’da siyonizmin en fazla etkisi altındaki ülkelerin başında gelen Almanya’nın bu konudaki politikasına yakından bakıldığında, Berlin’deki Hıristiyan Demokrat Başbakan Friedrich Merz ile aynı partiden Dışişleri Bakanı Johann Wadephul’un giderek daha fazla baskı altında kaldıkları görülüyor. Holokost geçmişi gerekçesiyle şimdiye kadar Almanya’nın İsrail’in güvenliğine yönelik özel sorumluluğu olduğunu savunanlar arasında bile artık Almanya’nın uluslararası hukuka ve insan haklarına karşı da sorumluluğu olduğunu, İsrail’deki faşist yönetimin soykırım politikasına ortak olunmaması gerektiğini söyleyenlerin sayısı artıyor. Alman polisinin İsrail’i eleştiren göstericilere karşı sert müdahaleleri artık daha fazla tepki çekiyor. Almanya’nın İsrail tarafından gerçekleştirilen soykırımda diplomatik, ekonomik ve silah desteği vererek suç ortağı olmasını örtmek için sembolik havadan yardım atma eyleminin bu suçlarını örtmeye yetmeyeceğini söyleyenlerin de sayısı artıyor. Temmuz ayında Fransa ve İngiltere’nin öncülük ettiği ve 25 Batılı ülkenin imzaladığı İsrail’i kınayan bildiriye Almanya’nın imza atmaması ülke içerisinde ciddi tepkilere yol açmışken şimdi Fransa’nın Filistin’i tanıyacağını açıklaması Berlin’i ciddi bir baskı altına almış görünüyor. Koalisyon hükümetinin küçük ortağı SPD içerisinde ve muhalefetin önemli kısmında Almanya’nın İsrail’e baskıyı artırması ve Fransa ile birlikte hareket etmesini isteyenler var. Bu kesimler aynı zamanda Almanya’nın İsrail’e silah satışını sonlandırmasını ve Berlin’in AB çerçevesinde İsrail ile yürürlükte olan ortaklık anlaşmasının askıya alınmasına yönelik girişimlere karşı çıkmamasını talep ediyorlar. Sonuç olarak, Macron’un Eylül’deki BM Genel Kurulunda Filistin’i tanıyacağını açıklaması Trump’ın küçümsediği gibi "ağırlığı olmayan bir söz" değil, aksine siyonist tahakküm altında ezilen Avrupalı vicdanları harekete geçirme potansiyeli taşıyor. Fransa ve birçok Avrupa ülkesi ilk zamanlarda diplomatik ve ekonomik destek vererek, sonrasında sessiz kalarak ortak oldukları Gazze soykırımına nihayet itiraz seslerini yükseltiyorlar. Ancak İsrail’i eleştirmenin ve Filistin’i tanıma kararı almanın güç zehirlenmesi ile hareket eden siyonistlerin yaptığı soykırımı durdurmaya yetmeyeceği de açıktır. 665 günü aşkın süredir Gazze’de soykırım yapan, başta çocuklar olmak üzere bütün Gazze halkını açlığa mahkum eden İsrail ve ona destek veren ABD’deki siyonistlerin durdurulması için etkili yaptırımlar uygulanması gerekiyor. Bu konuda Arap dünyası ve diğer İslam ülkelerinin sorumluluğu ve başarısızlığı ise başka bir yazının konusudur.

Kaynak: ODAK HABER MERKEZİ