1. ABDULKADİR SELVİ/Tarihi süreçte tarihi adım
PKK, Türkiye içindeki güçlerini çektiğini ve Türkiye’deki faaliyetlerini sona erdirdiğini açıkladı. Böylece Terörsüz Türkiye sürecinde önemli bir eşik aşılmış oldu. Terörsüz Türkiye hedefine bir adım daha yaklaşıldı. Tarihi bir aşama kaydedildi. 11 Temmuz’da PKK’nın silahları yaktığı açıklamayı Bese Hozat yapmıştı. Sembolik olarak silahlar yakılmıştı. Bu kez ise PKK’nın önemli isimlerinden Sabri Ok açıklama yaptı. Sabri Ok’un arkasında 23 kadın ve erkek vardı. Bunlar, Türkiye’den çekilen teröristlerdi. Bir kısmının da çekilmeye devam ettiği söylendi.
KONJONKTÜR FARKLI
Geçmişte de PKK iki kez Türkiye içindeki gruplarını geri çekti. Ama daha sonra çatışma süreci daha kanlı bir şekilde geri döndü. Dilerim bu kez geri dönüşü olmaz. Bu kez farklı bir süreç işliyor. Bu kez iç ve dış konjonktür farklı. Konjonktür lehimize işliyor. Sabri Ok, açıklamanın ardından davet edilen gazetecilerin sorularını yanıtladı. Sabri Ok, “Eğer Türkiye devleti yükümlülüklerini yerine getirmezse ne yapacaksınız?” şeklindeki kışkırtıcı bir soruya “Böyle bir şeyi tasavvur etmek istemiyoruz” diye yanıt verdi. Öcalan’ın iradesiyle geri çekildiklerini ve bunun önemli bir eşiğin aşılması olduğunu söyledi. Türkiye’den çekilen teröristler adına konuşan kişi ise “Biz savaş âşığı değiliz. Zaten savaşıyorduk. İkinci aşamaya geçilmesi için tarihi bir adım atıyoruz” dedi.
TÜRKİYE’DEN BAŞLAMASI ANLAMLI
Kimse PKK zaten bitmişti, bu yüzden Türkiye içindeki güçlerini çekmesi ve Türkiye’deki faaliyetlerini sona erdirdiğini açıklamasının bir anlamı yok diye düşünmesin. Kimse bu gelişmeyi küçük göstermeye çalışmasın. Bu tarihi bir eşiğin aşılması demektir. PKK’nın Irak ve Suriye’deki silahlı varlığını sona erdirmesi için atılmış önemli bir adım demektir. Çünkü bu örgüt, Türkiye’de kuruldu. Kökü burada. Silah bırakma sürecinin Türkiye’de başlaması o açıdan çok önemli. Ayrıca PKK’nın tasfiye süreci aşama aşama gerçekleşecek. Adım adım ilerlenecek. Türkiye’de faaliyetlerini sonlandırmada aşaması gerçekleştikten sonra, sırayla diğer adımlar gelecek. Eğer Kandil kapanacak, PKK tasfiye olacak, Suriye’deki varlığı sona erecekse önce Türkiye’deki faaliyetlerini sona erdirmesi ve çekilmesi gerekiyordu. Bu adım atıldı, bu aşama geçildi. Bu açıklama ile süreç yeni bir ivme kazandı. Artık dağlarında çiçekler açacak memleketimin.
TAKVİM İŞLİYOR
Süreci MİT yönetiyor. Bu konuda MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın başarısının altını çizmekte fayda var. Her şey adım adım planlandığı şekilde ilerliyor. Bu sürecin bir takvimi var. Bu sürecin temeli Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 26 Ağustos 2024 tarihinde Malazgirt’te yaptığı “İç cepheyi tahkim etme” çağrısı ile atıldı. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim’de yaptığı açıklama ile start aldı. 27 Şubat’ta Öcalan’ın yaptığı açıklama ile sürecin birinci aşaması başladı. PKK, 12-13 Mayıs’ta Öcalan’ın çağrısı doğrultusunda silah bırakma ve kendini feshetme kararı aldığını açıkladı. 11 Temmuz’da ise Bese Hozat öncülüğünde bir grup PKK’lı silah bıraktı, silahlar yakılarak geri dönüş yok mesajı verildi. Dün, 26 Ekim’di. Yeni tarihi bir adım atıldı. PKK, Türkiye’deki faaliyetlerini sona erdirdiğini ve güçlerini çektiğini açıkladı. 2 gün sonra, yani 29 Ekim’de Cumhuriyetimiz 104 yaşına girecek. Gururla kutlayacağız. Ama bu Cumhuriyet’in 50 yılı PKK terörü altında geçti. PKK’nın silah bırakması Cumhuriyet’e yapılmış en büyük hizmet olsa gerek. Buna liderlik eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı, süreci başlatan MHP Lideri Devlet Bahçeli’yi, süreci yöneten MİT Başkanı İbrahim Kalın’ı tebrik ediyorum. Öcalan’ın bu süreçte oynadığı rolün de altını çizmek istiyorum.
YENİ BİR DENKLEM KURULACAK
Şimdi sırada PKK’nın Irak ve Suriye’deki varlığını sona erdirmesine geldi. 1 yıl içerisinde çok önemli bir mesafe alındı. Kökü Türkiye’de ama kolları Irak’ta, İran’da, Suriye’de olan kanlı bir örgütü tasfiye ediyoruz. Bu kolay değil. Ayrıca bunu bir al-ver pazarlığı yapmadan ve aracı ülkeler olmadan başarıyoruz. PKK’nın tasfiye edilmesiyle birlikte Türkiye, ayağına vurulan 50 yıllık kanlı bir prangadan kurtulacak ve Ortadoğu’da yeni bir denklem ve yeni bir model ortaya çıkacak.
KÜRTLERİN HAMİSİ
PKK’nın silah bırakması ve tasfiyesi önemli bir aşama. Ama asıl bundan sonraki sürecin de iyi planlanması gerekiyor. Bu süreç şimdiye kadar bir yol kazasına uğramadı. Bundan sonra da uğramaması gerekiyor. Artık silah yok, siyaset var. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Türkiye, Türkiye içindeki Kürtlerin anavatanı olduğu kadar Türkiye sınırları dışındaki Kürtlerin de en büyük, en samimi, en güvenilir hamisi ve kardeşidir, zor günlerde kapısı çalınan ilk sığınağıdır” demişti. Tarihi Türk, Kürt, Arap ittifakının kurulduğunu ilan etmişti. Bunlar heyecan verici gelişmeler. İmparatorluk bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti’ne de bu misyon yakışır.
RAHATSIZ OLANLARA
Farkındayım. PKK’nın silah bırakma ve tasfiye süreci ilerledikçe birileri rahatsız oluyor. Bu rahatsızlıklarını da Türk milliyetçiliği maskesi altında yapıyorlar. Şehitlerin gelmeye devam etmesi mi Türk milliyetçiliği, yoksa akan kanın durması mı? Yabancı ülkelerin içimizdeki bir maşasının ellerinden alınması mı Türk milletçiliği, yoksa yabancıların elinde tuttukları maşa ile Türkiye’yi karıştırmaları mı? Şehit cenazelerinin kaldırılması mı, yoksa düğün alaylarının geçmesi mi iyi olur?
2. AHMET HAKAN/ Dört kritik görev değişimi
Çağımızın en önemli güvenlik alanı: Siber güvenlik.
1 / ÜMİT ÖNAL
Siber güvenlik ona emanet Çağımızın en önemli güvenlik alanı: Siber güvenlik. Bu alanın başına Ümit Önal gibi itimat telkin eden bir ismin getirilmesi önemli. Ümit Önal’ı yıllar öncesinden tanırım. Ciddiyetini, tartışmalara geçit vermeyen yönetim anlayışını, işini iyi yapmaya odaklandığını biliyorum. Bu özellikleri sayesinde Türk Telekom’a çağ atlattı. Ümit Önal’ın Siber Güvenlik Başkanlığı görevine getirilmesi... Kendisine duyulan büyük güvenin bir göstergesidir.
2 / EBUBEKİR ŞAHİN
En tartışmalı yerden en tartışmasız yere Medya alanı, tam ortadan ikiye bölünmüş durumda. Böyle bir ortamda RTÜK Başkanı olmak, doğal olarak tartışmaların odağında yer almayı gerektirir. Ebubekir Şahin, ne yaparsa yapsın tartışmalı olacaktı. Ama o, tavır almaktan asla kaçınmamasıyla, üzerine üzerine gitmekten çekinmeyen yapısıyla tartışmaların daha da odağında olmayı göze aldı. Neyse... Artık Türk Telekom’un başında yer alacak Ebubekir Şahin. Burası bir mücadele alanı değil, bir yönetim becerisi alanı. Ben Ebubekir Şahin’in dikkatiyle, gelişmiş sosyal zekasıyla, vizyonuyla bu alanda göz dolduracak işler yapacağından eminim.
3 / NUH YILMAZ
Kariyer diplomatı değil hizmet adamı Nuh Yılmaz’ı yakından tanımıyorum. Uzaktan, çok uzaktan tanıyorum. Dışişleri Bakan Yardımcılığı görevini yürütüyordu. Hakan Fidan’ın hemen yanındaydı. Şimdi de Şam Büyükelçisi oldu. Bir kariyer diplomatı değil Nuh Yılmaz. Bir hizmet adamı, bir görev adamı, bir sorun çözücü. Şam Büyükelçiliği gibi şu anda Türkiye’nin en çok önem verdiği bir makama gelmesi, Nuh Yılmaz’ın bu vasfının altını çiziyor. Suriye gibi en çetrefilli alanda Nuh Yılmaz gibi sorun çözücü bir ismin getirilmesi, üzerinde çok düşünülmüş bir görevlendirme gibi geliyor bana. Suriye alanından emin olabiliriz yani.
4 / MEHMET DANİŞ
RTÜK’e kendine özgü bir tarz getirecek Kurumların başındaki isimlerin kendilerine özgü tarzları olması normal. Çünkü biraz da kişilikler, mizaçlar belirliyor stilleri, tarzları. Mesela Ebubekir Şahin ataktı, tavır alıyordu, üzerine üzerine gidiyordu. Yeni RTÜK Başkanı Mehmet Daniş’ten aynı tarzı, aynı stili beklememeliyiz. Mehmet Daniş’i tanımıyorum. Ama insanı tanıyorum. O nedenle Mehmet Daniş’in yeni bir Ebubekir Şahin olmayacağını düşünüyorum. Daha atak mı olacak? Daha arka planda mı kalacak? Çok uzaktan edindiğim izlenime göre...Ben Mehmet Daniş’in biraz daha arka planda kalacağını tahmin ediyorum. Ama en doğrusu Mehmet Daniş’in tarzının, stilinin ortaya çıkmasını beklemek sanırım.
KARANLIK BİR FİGÜR: HÜSEYİN GÜN
Ekrem İmamoğlu’na yönelik casusluk suçlamasının odağında yer alan Hüseyin Gün isimli figüre bakalım:
- Çok tuhaf ilişkileri var.
- Süper tartışmalı biri.
- İngiliz Gizli Servisi’yle irtibatlı olduğu söyleniyor. - Üvey oğlu tarafından ihbar edilmiş.
- Dijital istihbarat peşinde.
- Mesajlaşmaları çok tuhaf, çok kuşku uyandırıcı.
- İtirafçı olması gayet enteresan.
Böyle bir adamın Ekrem İmamoğlu ve çevresiyle rahatlıkla irtibat kurabilmesi, onlarla çeşitli işbirliklerine girmesi... Neresinden bakarsanız bakın yadırgatıcı. Ortada gerçekten bir casusluk suçu var mı? Bilmiyorum. Buna mahkeme karar verecek. Ben sadece İmamoğlu ve yakın çevresinin... Böyle bir adamla neden ve hangi koşullarda iş tuttuğunu anlamaya çalışıyorum.
TUFAN ERHÜRMAN’I DİNLERKEN
- O kadar Türkiye yanlısı mesajlar veriyor ki... Ersin Tatar’ı hiç aratmıyor.
- O kadar Türkiye’nin garantörlüğüne vurgu yapıyor ki... Rumları çıldırtıyor.
- O kadar farklı tanıtılmış ki... “Allah Allah! Erdoğan’ın adamıymış” dedirtiyor.
- O kadar aynı kafadayız ki... “Yahu çok sempatik biriymiş” yorumu yaptırıyor.
PKK AÇIKLAMASINDAKİ BU CÜMLE NE ANLAMA GELİYOR
PKK’nın bugün yaptığı önemli açıklamada çok muğlak, kolay anlaşılmayan bir cümle yer alıyordu. Şu cümleden söz ediyorum: “Sınır alanlarında çatışma riski oluşturan olası provokasyonlara açık olan mevzilerde de benzer düzeltici tedbirler alınmaktadır.” Bu cümlenin anlamı şu: PKK, Türkiye’den çekildiği gibi... Türkiye sınırları ve sınırlara yakın noktaları da boşaltacak. Bölgedeki mağaralar terk edilecek. Terörsüz Türkiye’ye doğru gidişte... Bu önemli ayrıntı gözden kaçmamalı.
BAZILARININ GİDİŞATI
- TRUMP: Gitgide daha çok bir skeç kahramanına dönüşüyor.
- ÖZGÜR ÖZEL: Gitgide daha çok kendisini İmamoğlu’na bağlıyor.
- BABACAN: Gitgide daha çok muhalefetten uzaklaşıyor, iktidara yakınlaşıyor.
- NETANYAHU: Gitgide daha çok Trump’ın gıcık olduğu biri haline geliyor.
- PUTİN: Gitgide daha çok nükleer meydan okumalar içine giriyor.
- ÖMER ÇELİK: Gitgide daha iyi bir parti sözcüsü haline geliyor.
3. NEDİM ŞENER/‘İstanbul senin’ MI6 projesi çıktı
30 Haziran günü Ü. D. A.’nın 112 Acil’i arayarak üvey babası Hüseyin Gün’ün İsrail, Amerika ve İngiltere adına ajanlık yaptığını ihbar etmesiyle başlayan ve 4 Temmuz 2025 günü tutuklanmasıyla genişleyen casus operasyonu İBB eski Başkanı Ekrem İmamoğlu, kampanya yöneticisi Necati Özkan ve televizyoncu Merdan Yanardağ’ın gözaltına alınmasıyla ilginç bir boyut kazandı. Önceki gün ifadesi alınan Hüseyin Gün, İngiliz istihbaratı MI6 için çalıştığını, telefon rehberinde kayıtlı İngiliz, ABD’li CIA ve İsrail gizli servisi Mossad mensuplarıyla ilişkilerini itiraf etti. Etkin pişmanlıktan yararlanıp itirafçı olan Hüseyin Gün, hakkındaki iddiaları reddeden Necati Özkan ilişkisini ve yazışmalarını da anlatırken tüm süreçten Ekrem İmamoğlu’nun haberdar olduğunu da söyledi. Hüseyin Gün, emniyet ifadesinden sonra İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nda verdiği ifadede Necati Özkan’ın İBB’ye ait çok sayıda mail hesabı ve şifresini kendisine ilettiğini, bunun üzerine beraber çalıştığı istihbaratçılar ile hazırladıkları raporları Özkan üzerinden Ekrem İmamoğlu’na yolladıklarını anlattı.
“ŞİFRELERİ VEREN ÖZKAN RİSKLERİ BİLİYORDU”
Hüseyin Gün’ün şok edici itirafları şöyle: “30 Haziran 2019 tarihinde manevi annem Seher Alaçam yönlendirmesiyle Necati Özkan ile tanıştım. Sonrasında ilk seçim tarihi olan 31 Mart 2019 ile ikinci seçim tarihi olan 23 Haziran 2019 tarihleri arasında seçim süreciyle alakalı beraber çalıştık. Necati Özkan, Ekrem İmamoğlu’nun hem siyasi danışmanı hem de seçim kampanyasının menajeriydi. Benim Piiq isimli firmam vardı; Daren, Aaron isimli ortaklarım vardı. Aaron simli şahıs eski istihbarat servisi çalışanıdır, şirketteki tüm analiz işlemleri teknik ekip ile birlikte yapardı. Osint (Açık Kaynak) istihbaratı programı vardı. Bu program şemsiye programdır. Bu şemsiyenin altında dark web gibi internette hassas bilgiye ulaşabileceğiniz bilgiler vardır. Bu internetin yeraltıdır. Necati Özkan, bana, Osint’e bir bakmamı istedi. O sitede yaptığımız araştırmada İBB’’ye ait çok sayıda kurumsal mail ve şifreler vardı. Bu mail ve şifreler, belediyenin en derinliklerindeki bilgiye ulaşabilme kabiliyeti veriyordu. Burada belediye içi yazışmalar ve bilgi akışı görülebiliyordu. Ancak sadece bilgi temini vardı, herhangi bir müdahale yapılamıyordu. Necati Özkan, Osint alemine hâkimdi. Ben de zaten ofisteyken genel bir bilgilendirme yapmıştım. Dolayısıyla Necati Özkan da oradaki verilerin neyle neye malolabileceğini bilebilecek durumdaydı. Osint’te tekrar yaptığımız kontrollerde ilk gördüğümüz datadan daha fazlası olduğunu gördük. Beni o siteye yönlendiren Necati Özkan’dır. Zaten bir kez girdiğimiz zaman sonradan gelen bilgilere de sahip oluyorsunuz. Osint’teki veriler ya hackleme yoluyla ya da birinin oraya yüklemesiyle orada olur.
“İMAMOĞLU BİLİYORDU”
Bu sahip olduğumuz imkânın sadece yüzde 10’udur. Biz ayrıca elimizdeki yazılımla sosyal medya hesapları üzerinden iç yazışmaları görüp, buna göre algı oluşturmaya çalışıyorduk. Bu yaptığımız analizleri de ben Necati Özkan’la paylaşıyordum. Bizim şirket olarak sahip olduğumuz çok geniş yetkileri olan yazılımın mucidi Amerika istihbarat servisinde kapalı operasyon direktörüydü. Bu programın adı Pq’dur. Bu kişi benim ortağım olan Aaron’du. Aarron zaten istihbarattan emeklidir. Ben yaptığım analizleri Necati Özkan’a verirdim. Bunları Başkan’a iletmesini söylerdim. O da Başkan’a iletirdi. Başkan olarak kastedilen kişi Ekrem İmamoğlu’dur. Yazışmada ‘major’ olarak geçen kişi de Ekrem İmamoğlu’dur. Bunun anlamı Başkan demektir. Chris isimli şahsı 2016 yılından beri İngiltere’den tanırım. Chris, eski istihbaratçıdır.”
“İSTANBUL SENİN’ SUNUMU YAPTIK”
Hüseyin Gün’ün emniyet ve savcılık ifadeleri, İBB’ye yönelik casusluk soruşturmasının derinleşeceğini de gösteriyor. Özellikle İmamoğlu’nun başkan olmasından sonra uygulamaya geçen “İstanbul Senin” isimli mobil uygulama üzerinden 4.7 milyon kullanıcının kişisel verileri ve konum bilgilerinin iki farklı yabancı ülkeye sızdırıldığı, 3.7 milyon kullanıcının verilerinin “dark web”de satışa çıkarıldığı belirlenmişti. Hüseyin Gün savcılık ifadesinde, “‘İstanbul Senin’ projesinin kendilerine ait olduğunu ve bu konuda belediye yetkililerine sunum yaptıklarını da şöyle anlattı: “2019 seçiminden sonra Melih Geçek, Necati Özkan, Yavuz Saltık ve Şenay isimli şahıslar vardı. Diğer şahısları emniyetteki ifadelerde detaylı olarak söyledim. Şu an tarihleri hatırlamıyorum. Bu toplantıda ‘İstanbul Senin’ isimli bir projenin tanıtımını yaptık, fakat o dönem ‘İstanbul Senin’ isimli bir uygulama yoktu. Melih Geçek isimli şahıs bildiğim kadarıyla da konusunda en yetkili şahıslardan biriydi. Toplantıda Melih Geçek’i özel sektörde IT olarak tanıttılar. Yakın zamanda belediyede çalışacağını söylediler. Toplantıya katıldığında belediyede yetkili değildi.” Hüseyin Gün’ün telefonunun ‘notlar’ bölümüne İngilizce “19.08.2019 // 20.08.2019 tarihinde IBB digital meeting 20th Aug” başlığıyla kaydettiği “İBB dijital toplantısına” Şengül Altan Arsal, Melih Gecek, Yavuz Saltık, Ulaş Yılmaz, Mutlu Bey, Necati Özkan katıldı. Hatırlanacağı gibi Murat Ongun’un ilk etapta 4.7 milyon kullanıcı yanında 16 milyon İstanbullu’nun, ardından da tüm Türkiye’nin dijital verilerine İngiltere kaynaklı casus yazılımlarla ulaşabileceklerine dair ses kaydı savcılık dosyasına girmişti.
“YANARDAĞ’A ELDEN PARA VERDİM”
Hüseyin Gün, televizyoncu Merdan Yanardağ’a elden para verdiğini ve ilişkilerini şöyle anlattı: “Merdan Yanardağ isimli şahsı manevi annemin tanıştırdığı bir kişidir. Onun vasıtasıyla tanıştım. Dönem dönem elden cüzi miktarlarda para verirdim. Bu parayı kanalına destek maksadıyla verirdim. Merdan Yanardağ’ın Kemal Kılıçdaroğlu’yla yaptığı röportajda, yayında sorulmasını tarif ettiğim soruları ilettim ve aynı olmasa da benzer nitelikte sorular soruldu. Ama benimkisi tamamen tavsiye idi. Genel olarak 2019 seçimlerinde bahsettiğim gibi analiz ve raporlar yaparak. İmamoğlu’nun seçim kampanyasına destek oldum. İrtibatım Necati Özkan’laydı. Necati Özkan da İmamoğlu’nun bilgisi dahilinde bizimle çalıştı. Yönlendirmelerimiz büyük oranda buydu. Bazen uymadığı noktalarda serzenişlerimiz oldu. Seçim sonrasında manevi annem Seher’le birlikte çalışma ofisine, Saraçhane Belediye binasında tebrik ettik. O da bize yardımlarımız için teşekkür etti. Dolayısıyla teşekkür etmesinden de anlaşıldığı üzere tüm faaliyetlerimizden haberdardı.” Kazdıkça çok büyük bir veri sızdırma ve casusluk skandalı ortaya çıkıyor.
4. DİDEM ÖZEL TÜMER/Pedal çevirmeye devam
Prof. Dr. Ayşe Betül Çelik, çatışma çözümü uzmanı sıfatıyla Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’na davet edilen isimlerden biriydi. Sunumunda dünyadan benzer çatışma çözümlerine dair örnekler vermişti. Guatemala’da tarafların konuşmaya başlaması ve sonuç arasındaki sürenin 10 yıl, Sudan’da 11 yıl olduğunu belirtmiş ve eklemişti; “Her iki örnekte de tarafların ‘Dönülmeyecek noktadayız’ demesi bu sürecin sadece son birkaç yılı.” Filipinler’de süreç 17 yıl ve dört başkan, Kolombiya’da başarısız girişimlerle birlikte toplam 32 yıl ve yedi başkan görmüş. Prof. Çelik, “Bu işin doğası böyle ve siyasi iradeyi sağlam tutmak gerekiyor” demişti. Kuzey İrlanda’daki sürecin müzakerecisi Jonathan Powell’a referans vererek de sözlerini şöyle sürdürmüştü: Kendisi barış süreçlerini bisiklette pedal çevirmeye benzetiyor yani bisikletin üstünde olduğumuz sürece pedal çevirmeye devam etmemiz gerekiyor. Pedal metaforunu, TBMM’nin ve Komisyon’un da başkanı Numan Kurtulmuş’tan da duyduk. Sürecin önemli bir parçası yasal düzenlemeleri tamamlamanın sadece birkaç gün alabileceğini söylemiş ama devamına şunu eklemişti; “Ama sonuçta pedalın diğer ayağının da çalışması lazım. Dolayısıyla o ayağın da başta ilan edilenlerin yerine getirildiğinin ortaya konulması lâzım. Böylece iki ayak beraber yürürse bu pedal çevrilebilir yoksa sadece Meclis’e birtakım görevler verip, o görevlerin üzerinden bu süreci konuşmak doğru olmaz” dedi.
İRADE TEYİDİ
26 Ekim 2025 Pazar günü PKK’nın askeri kanadı HPG’den 17 erkek ve YJA-Star’dan sekiz kadın örgüt üyesi Türkiye’den çekildiklerine dair açıklama yaptı. Bu, PKK’nın 15 kadın ve 15 erkek örgüt üyesinin 11 Temmuz 2025’de sembolik silah yakma töreni ile başlattığı silahsızlanma sürecinin ikinci sembolik adımı. Örgütün pedalı çevirmeye niyetli olduğuna dair kamuoyuna sunduğu bir başka gösterge. Çünkü açıkça söylenmiyor ama süreçte tıkanma hissediliyordu. Suriye’de PYDYPG’nin durumuna ilişkin belirsizlik, silah bırakma sürecinin ne aşamada olduğunun bilinmemesi, içeride ise komisyonun İmralı’da Öcalan’ı ziyaret edip etmeyeceği ve çıkarılacak “entegrasyon” düzenlemelerin içeriğinin henüz netleşmemesi de tıkanıklığın göstergeleri. Dolayısıyla örgüt şimdi attığı adımla bir kez daha “devam etme iradesindeyim” demiş oldu. Bu, “sıra sizde” demenin de bir başka yolu. Nitekim yapılan açıklamadaki “PKK’ye özgü Geçiş Hukuku esas alınmalı, demokratik siyasete katılabilmek için gerekli özgürlük ve demokratik entegrasyon yasaları gecikmeden çıkarılmalıdır” ifadesi buna işaret ediyor.
11 TEMMUZ İLE BENZERLİKLER
Tıpkı silah yakmada olduğu gibi, burada da kameraların önüne çıkanlar sadece mevcudun bir kısmı. Türkiye’den çekilenlerin toplam sayısı 25 değil. 2025’in başlarında yetkililer Türkiye’deki örgüt üyesi sayısının 50 ila 100 arasında olduğunu belirtmişti. KCK’nın sözde Yürütme Konseyi Üyesi Sabri Ok’un başında bulunduğu grup, açıklamanın yapılacağı Kandil Dağı eteklerindeki alana onları basın mensuplarından ayıran kırmızı şeritleri takip ederek geldi. Tıpkı 11 Temmuz’da olduğu gibi, Abdullah Öcalan’ın İmralı’dan yansıyan son fotoğraflarından birinin
-nedense aynı fotoğrafın iki aynı kopyanın önünde hem Türkçe hem de Kürtçe olarak yazılı bir metni okuyarak açıklamayı yaptı. Öncekinden farklı olarak açıklamayı IKBY Bölgesi’nde faaliyet gösteren ve çoğu örgüte yakın medya kuruluşları takip etti. Yine diğerinden farklı olarak grubun dışındaki PKK’lıların yüzlerinde siyah maskeler vardı. 11 Temmuz’da da silahlarını yakanlar arasında maske takan yoktu ya da onlara eşlik edenler varsa da böyle bir görüntü yansımamıştı. Bugüne kadar sürece dair genellikle şöyle bir tanımlama vardı; temkinli ya da ihtiyatlı iyimserlik. Bu maskeler yaklaşımın korunması gereğinin kanıtı olabilir mi? Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cumartesi günü yaptığı konuşmada, “... Süreci rayından çıkarmaya dönük operasyonlarını artıracağının elbette farkındayız” sözüyle, PKK’nın açıklamasında iki kez tekrarlanan “olası provokasyonlara açık olan” ifadesi de çakışıyor. O yüzden ihtiyatlı iyimserlikle, ta ki geri dönülemez noktaya erişilene kadar, pedal çevirmeye devam edilmeye çalışılacağı anlaşılıyor.
5. MELİH ALTINOK/ Trump’tan sonra sırada Vance var
Trump'ın kazandığı son seçimlerde, refakat ettiği Biden'ın koltuğuna geçip yarışa giren Kamala Haris 2028 için adaylık sinyali veriyor. BBC'deki röportajında, bir gün "muhtemelen" başkan olacağını belirterek gelecekte Beyaz Saray'da bir kadının olacağına inandığını ifade etti. Obama bu işe ne der bilinmez ama aday olmayı başarsa bile Trump karşısında hiç şansı yok. Zira henüz görevdeki birinci yılını bile doldurmayan Trump tüm dünyada ise fırtına gibi esiyor. Evet, çoğunlukla da yağmıyor ama gürlüyor. Fakat her gün tüm dünya televizyonlarında saatlerce canlı yayına çıkmayı başarıyor. Şu an dünyanın en popüler figürü. ABD'deki 2028 senaryoları da zaten Trump'ın yeniden başkan seçilmesi üzerine yoğunlaşmış durumda. Yerine bir demokrat başkanın gelmesi ihtimalini demokrat medya bile satın almıyor. Trump'ın tek rakibi kendisi. Ve zayıf karnı da Netenyahu ile ilişkisi. Kendisini iktidara taşıyan MAGA tabanına-elitlerine karşı vaatlerini yerine getirir ve devleti ABD'nin FETÖ'sü olan İsrail'den kurtarabilirse muktedir olabilir. Aksi halde değişim diyerek kendisini Başkan yapan seçmenin gözünde "idare eden" demokratlardan farkı kalmaz. Ama Trump'ın sıradanlaştığı bir tablo da bile yükselen Cumhuriyetçi eğilim alternatifsiz kalıp demokratlara yönelmez. Hayır, Trump yönetimindeki "ılımlı cumhuriyetçilerin" gözdesi Dış İşleri Bakanı Mark Rubio'dan falan bahsetmiyorum. Mossad'ın öldürdüğünü düşündükleri Charlie Kirk'ü "şehit" ilan eden Cumhuriyetçilerin, İsrail'e biat ettiğini gizlemeyen Rubio gibi figürleri benimsemeleri imkansız. Ne var ki Başkan Yardımcısı James David Vance bu görev için biçilmiş kaftan. Hem Trump'ın kararlığına sahip, ABD esir alan yapının uzlaşmaz bir karşıtı hem de onun aşırılıkların panzehirini bünyesinde barındırıyor. Vance, Gazze'de konuşlandırılması planlan güvenlik gücünde Türk personelinin yer almasına yönelik müzakarelerde Rubio'nun aksine Türkiye'yi denkleme dahil etme çabalarıyla da Trump'ı cesurca destekliyor. Rubio Kudüs'te duvar öperken, Vance, Batı Şeria'yı ilhak etmeye ilişkin yasa tasarısının, kendisi de İsrail'deyken mecliste ön oylamadan geçmesinin hakaret niteliği taşıdığını, aptallık olduğunu ve karşı çıkacaklarını söyleyebiliyor. Soğukkanlılığını yitirmez, duruşunu bozmazsa yolu açık.
6. NEBİ MİŞ/ Başlangıç iklimi, sorumluluklar ve toplumsal hassasiyet
Terörsüz Türkiye süreci bir yılını tamamladı. Süreç, MHP lideri Devlet Bahçeli'nin geçtiğimiz Ekim ayında TBMM'de DEM vekilleri ile tokalaşması ve ardından PKK elebaşına yaptığı çağrı üzerinden yeniden konuşulmaya başlandı. Aralık ayında örgüt elebaşı, çağrı yapmaya hazır olduğunu duyurdu. Mayıs ayında ise PKK'ya "fesih ve silah bırakma toplantısı" çağrısını yaptı. Bu döneme kadar açıklamalar bir anlamda sürecin yeniden başlatılma hazırlığı olarak okunabilir. PKK elebaşı Öcalan'ın çağrısı ve ardından PKK'nın "fesih" açıklamasını yapacağını duyurması ilk kritik eşikti. Temmuz ayında PKK'nın bir seremoni ile silahları yakmaya başlaması ve silah bırakmanın devam edeceğini belirtmesi ikinci eşikti. PKK'nın silah bırakmaya başlamasının ardından TBMM'de süreç komisyonu kuruldu. Komisyon; devlet yetkilileri, siyasi parti temsilcileri ve toplumun tüm kesimlerini dinlemeye başladı. Komisyon'un çalışmaya başlamasıyla sürecin gündemi, iki ana eksen üzerinden şekillenmeye başladı. İlki, komisyonda yapılan konuşmaların içeriğinin farklı bağlamlarda kamuoyunda tartışılmasıydı. Özellikle, PKK ve DEM Parti'nin bazı aktörleri, neredeyse sürecin ilerlemesini komisyonun çıktılarına bağladı. Bu doğru bir yaklaşım değildi. İkinci eksen, Terörsüz Türkiye sürecinin YPG sorununa endekslenmesiydi. PKK ve DEM çevreleri Türkiye'nin, YPG-PYD/ SDG'nin Suriye yeni yönetimi ile ilgili yaptığı anlaşmaya uyması yönündeki baskılarını sorun olarak gördü. Türkiye'nin, eşitlik ve kapsayıcılık temelinde SDG'nin yeni yönetime katılması ve Suriye'nin birlik ve bütünlüğünün sağlanması konusundaki çabalarını eleştirmeye başladı. Bu iki gündeme ek olarak, sürecin başındaki "kullanılacak dile dikkat edilmesi" hassasiyeti bazı DEM Partililer tarafından göz ardı edildi. Doğrudan terörü sonlandırmaya dönük olmayan talepler ve toplumu rahatsız edecek açıklamalar giderek sıklaştı. Aynı zamanda Meclis'te ve Diyarbakır'da yine toplumun sinir uçlarını harekete geçirici provakatif söylem ve eylemler art arda geldi. Böyle bir atmosferde, sürecin mahiyeti ve geleceği ile ilgili toplumda endişeler arttı. Destek konusunda ilk baştaki olumlu ivme durdu. En nihayetinde, hem sahada terör örgütünün silah bırakma sürecinin devam etmesi hem de sürece yönelik bazı DEM Partililerin duruşlarını yeniden gözden geçirmesi gerekiyordu.
TERÖR SORUNU İLE KÜRT MESELESİ AYRIŞTIRILMALI
Terör örgütü PKK, Öcalan'ın çağrısı üzerine yeni bir adım attı ve Türkiye'den tamamen çekildiklerini açıkladı. Yine bu hafta içinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, DEM Parti İmralı heyeti ile görüşecek. Bu iki gelişme önemli. Süreç ile ilgili bisikletin tekerinin döndüğüne işaret. Geleceğe yönelik temkinli iyimserlik bu anlamda devam ediyor. Sürecin manipülasyona ve sabotaja uğramaması için başlangıç iklimini ve geçmiş tecrübeleri unutmamak gerekiyor. Süreç yeniden başladığında, tüm kesimlerin kullanılacak dil konusundaki hassasiyeti devam etmeli. Bunun yanında, sürecin başarıya ulaşması için terör sorunu ile Kürt meselesinin birbirinin içine geçecek şekilde değil, ayrıştırılarak konuşulması lazım. Terörü sonlandırmak için atılacak adımlar ve yasal düzenlemelerin ne olması gerektiği ele alınırken, Kürt meselesi ile ilgili tartışmalı konuların bunun içine dahil edilmemesi zorunlu şart. Tabi ki, terör sonlandırıldıktan sonra demokratik adımlarla ilgili hususlar yine demokratik siyasetin içinde tartışılacaktır. Ama terörün sonlandırılmasını bu konularda atılacak adımlara bir ön şart olarak sunmak sürecin mahiyeti açısından büyük bir yanlıştır. Yine DEM Parti'nin tüm süreci Öcalan'la ilgili düzenleme talebine rehin etmesi bir sorumsuzluktur. DEM çözümü zorlaştıran değil, sorumlulukla süreci kolaylaştıran siyaseti öncelemelidir. Bunun yanında, silah bırakma süreci, çalışmalarına devam eden komisyondan çıkacak önerilere endekslenmemelidir. Komisyonun yapacağı öneriler önemlidir. Ancak yasal düzenlemeler, TBMM tarafından yapılacaktır. Süreç, konusunda toplumsal destek önemlidir. Sahada silah bırakmanın devam ettiğini kamuoyunun bilmesi gerekir. Başlangıç iklimindeki "al-ver müzakereleri olmayacak" sözü ve toplumsal hassasiyetle ilgili tavırlar hala geçerlidir. En nihayetinde, aceleci olmakla, zamana yaymak arasındaki denge iyi kurulmalıdır.
7. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN/ Rusya için bir kırılma mı?
Rusya-Ukrayna savaşının çıkış sebepleri üzerine birbiriyle çelişen iki değerlendirme var. Bunlardan ilki, savaşı Rusya’nın çıkardığını iddia ediyor. Savaşın, kökleri Çarlık devrine giden, Sovyetler’in devraldığı ve şimdi de Putin’in yürüttüğü bir emperyal yayılmacılığın eseri olduğunu düşünüyorlar. İşi daha da büyütüp, Rusların esas hedefinin, yayılmacılığını Avrupa içlerine kadar taşımak istediğini ifâde ediyorlar. Buna göre tekmil Baltık havzası tehlike altındadır. Hatta, tıpkı II. Umûmî Harp’te olduğu üzere Rus ordularının Berlin’e bile gireceğinden endişe ediyorlar. Diğer bakış ise, Sovyetler Birliği’nin çöküşü sonrasında çekildiği Doğu Avrupa’da artan NATO yayılmacılığının doğrudan Rusya’yı tehdit eder hâle geldiğini veri alıyor. Yeltsin ve Garbaçov’a zamânında verilen, Doğu Avrupa’nın tarafsız kalacağı yolundaki sözü Batı’nın tutmadığını dile 15 getiriyorlar. Nihâyet Ukrayna’nın bu dâireye dâhil edilmek istenmesinin Rusya’nın tahammül eşiğini aştığını buna ilâve ediyorlar. Hâsılı, savaşı çıkaran esas unsurun NATO ve Batı kışkırtması olduğu iddiası bu değerlendirmenin özetini veriyor. Meseleyi moralpolitik açısından değerlendirmek başka bir iştir. Ama reelpolitik açıdan bakıldığında doğrusu bu iki bakış arasından beni iknâ eden ikincisidir. Zamanlama açısından söylenebilecek olan, bu savaşın dünyâ kapitalizminin derin sistemik/yapısal krizleriyle örtüşmesidir. Bu safhada düz ekonomik düşünmek son derecede yetersiz kalacaktır. Derin krizlerin yaşandığı evrelerde devletlerin aldığı kararlar askerî temelde somutlaştığını görmek lâzım gelir. Bu kararlar ekonominin askerîleştirilmesinde ortaya çıkar. Bunu hemen somutlaştıralım. Brandt Doktrini, Avrupa ile Sovyetler Birliği arasında yumuşamayı ve Rus tabiî kaynaklarının Avrupa sanâyisine aktarılmasını öngörüyordu. Aynı devirlerde meselâ Finlandiya ile Rusya arasındaki münâsebetler de son derecede sıcak seyrediyordu. Kekkonen bunun mimârıydı. Bu yakınlaşmalarda başat rolü karşılıklı ekonomik menfaatler oynuyordu. Elbette bunların siyâsî karşılıkları da vardı. Lâkin baskın olan akıl ekonomikti. Rusya-Ukrayna savaşı başladıktan kısa bir zamân sonra başta Almanya olmak üzere Avrupa arasındaki enerji akışını durdurmak için büyük bir kampanya başlatıldı. En mühimi, Rusya ile Almanya arasındaki enerji alışverişini sağlayan Kuzey Akımı hattı bir sabotajla tahrip edildi. Bunun ekonomik akıl ve menfaatler açısından izah edilebilir bir tarafı yoktur. Rusya’dan ucuz enerji kaynakları elde eden Avrupa, âdeta bindiği dalı kesercesine bundan vazgeçiyordu. Bu, tamâmen siyâsî bir karardı. Ekonomik olanı önceliyordu. Bunun yerine çok daha mâliyetli olan ABD’den gelen kaya gazına müşteri oldular. Tekrar soralım: Bunun ekonomik akılda bir izahı olabilir mi? Beni yukarıda izah edilen ikinci tezi kabûl etmeye götüren, niyeti esas bozanın kim olduğu sorusunu o yolda cevaplamaya sevk eden en mühim gelişmelerden birisi de bu oldu. Rusya’nın enerji ihrâcâtından gelen gelirler olmadan bu savaşı finanse etmesi mümkün değildi. Lâkin beklentiler boşa çıktı. Rusya, Hindistan ve Çin’i kullanarak gelirlerini sağlama aldı. Çin ithâlâtını arttırdı. Hindistan ise uyanıklık yaparak Rusya için büyük bir enerji cebi oldu. Rusya’dan aldığı petrol ve doğal gazı, çok daha yüksek fiyatlarla dünyâya, bu arada da Avrupa’ya sattı. Oyun bozulmuştu. Bu arada, Avrupa’da Macaristan ve Slovakya gibi devletler ambargoya dâhil olmadı. Türkiye’den geçen Türk Akımı hattı çalışmaya devâm etti. Bize ise bir muafiyet uygulandı ve Rusya ile olan enerji alışverişlerimizi devâm ettirdik. Trump ile Putin arasında öngörülen yakınlık her ikisinin de enerji merkezli yapılara oturan siyâsîler olmalarıydı. Trump’ı iktidâra taşıyan en büyük güç merkezi ABD’li enerji şirketleriydi. Trump elbette onların çıkarlarını önceleyecekti. Ekonomisinin ağırlığını enerji üretimi ve ihrâcâtı meydan getiren Rusya’nın lideri olan Putin ile bir akort tutturması beklenen bir hâdiseydi. Alaska bu iki “madenciyi” bir araya getirdi. Lâkin buradan istenen netice çıkmadı. Bunun sebepleri müstakil bir yazıyı hak ediyor. Burada tespitle kifâyet edelim. Trump, Alaska müzâkerelerinin sıcaklığı geçmeden Çin ve Hindistan’ı ambargoya uymadığı için cezâlandırmaya yeltendi. Bu iki devlete ağır, hatta akıl almaz oranlarda gümrük târifeleri yükledi. Türkiye, artık kendisine bir muafiyet uygulanmayacağı yolunda tatlı tatlı uyarıldı. Son ŞİO Toplantısı’nın bu kadar mutantan geçmesinin sebebi de bu baskılardı. Çin, Hindistan, Rusya ve Kuzey Kore aralarındaki dayanışmayı vurgulayan büyük bir gövde gösterisi yaptı. Ama Trump’ın bu hâdiseyi alaycı bir tonda karşıladığını unutmayalım. Pek çok çevre Trump’ın bu baskılarının geri tepeceğini ve neticede ABD’ye kaybettireceğini düşündü. İtiraf etmeliyim ki ben de bunlardan birisiydim. Lâkin gelişmeler gâliba bizleri yanıltıyor. Eğer doğruysa, sızan haberlere göre hem Çin hem Hindistan Rusya ile olan angajmanlarının bir kısmını donduruyor ve bâzılarını da gözden geçiriyormuş. Türkiye ise kendisine yeni kaynak arayışına başladı. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Körfez gezisi ağırlıklı olarak bununla alâkalı görünüyor. (Yeri gelmişken işâret edelim, aman her nevi sabotaja açık olan Türk Akımı Hattı’na dikkat)… Hindistan-Pâkistan
-Afganistan arasındaki hâdiseler boşuna yaşanmıyor. Şu aralar taşların yerinden oynadığını düşünüyorum. Hâsılı, bu gelişmeler düşünüldüğünde Rusya-Ukrayna savaşının çok başka bir veçhe kazanabileceği ihtimâli kuvvetleniyor. Eğer süreç derinleşirse bunun Rusya için hiç de hayırlı olamayacağını rahatlıkla söyleyebiliriz…
8. AYDIN ÜNAL/Bir nesil “yaratmak”
1923 yılının Ekim ayında “Cumhuriyet fikri” artık bir sürpriz değildi; 1876 sonrası alevlenen “hürriyet” aşkı ve mücadelesinin bir “saltanat-ı milliye”ye dönüşeceği belliydi. Cumhuriyet, beklendiği ve arzulandığı gibi “hürriyet” değil istibdat getirdi. Çokça nedeni var ancak ikisi önemli: Cumhuriyeti kuran kadro, ellerine geçirdikleri yetki ve imtiyazları kaybetmekten korkuyor, ürettikleri “irtica” yani eski rejime dönüş tehdidiyle İstiklal Mahkemeleri eliyle ya da “İzmir Suikastı”, “Menemen Olayı” gibi bahanelerle yoğun bir baskı, takip ve infaz sürecini işletiyorlardı. İkincisi, gücü elinde bulunduranlar, bir “devrim” yaptıklarını düşünüyor, bu devrimi yerleştirmek için demir yumruktan başka bir çare olmadığına inanıyorlardı. Cumhuriyet, tamamen yeni bir nesil oluşturmak arzusundaydı. Bu nesli “yoktan var edeceklerdi”, yani yaratacaklardı. Bu nesil, modern, çağdaş, laik, aydınlanmış, yani tamamen Batılı bir nesil olacaktı. İngiltere, Fransa, Almanya ne ise, Türkiye de o olacak, toplum tamamen onlara benzeyecekti. Bir taraftan tepeden inmeci ceberut kararlarla toplumu değiştirmek, bir yandan da alttan saf, orijinal, katıksız bir nesli yaratmak istiyorlardı. Bir yandan Çankaya Sofrası’nda sabaha karşı dumanlı kafalarla sert kararlar alınıyor, topluma yeni yaşam tarzları dayatılıyor, bir gün kılıkkıyafet değiştiriliyor, bir gün alfabe sil baştan yapılıyor, bir gün türkü-şarkı dinlemek kısıtlanıyor, bir gün ezan, cami, Kur’an’a müdahale ediliyordu. Bu keskin kararlar tartışılmıyor, istişare edilmiyor, toplum üzerinde nasıl bir etki oluşturacağı hesaplanmıyor, itirazı olanlar ise seslerini çıkaramıyordu. Diğer yandan, düşünülmeden, müzakere dahi edilmeden yeni bir eğitim sistemi, yeni bir müfredat ile saf zihinler formatlanıyordu. Toplum, geniş bir hürriyet ortamı beklerken, yaşadığı ağır yoksulluğun üzerine bir de değerlerine yönelik ağır saldırının yönelmesine tepki verdi. 1930 yılında, bizzat Mustafa Kemal tarafından kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası bir kurtuluş vasıtası olarak değerlendirilmiş, toplumdan büyük teveccüh görmüş, evet, tam olarak bir “karşı devrim” hareketine dönüşmüş, 3 ay içinde kapatılmıştı. Toplum, kendisine zorla giydirilen bu yabancı elbiseye hiç ümidini yitirmeden, hiç yılgınlığa kapılmadan, mücadeleyi terk etmeden cevap vermiş, sabırla beklemiş, nihayet 1950 ve sonrasında üzerindeki baskıyı adım adım kırmaya başlamıştı. Asıl sorun, sıfırdan yetiştirilen, yani “yaratılan” nesiller olacaktı. Cumhuriyet’in kuruluşunun 10. yıl kutlamaları için yapılan o meşhur marşta da söylendiği gibi “10 yılda 15 milyon genç yaratılmıştı”. Adeta bir laboratuvarda denemeler yapılmış, ne Doğulu ne tam Batılı olan, arada, çerçevesi, sınırları, tasavvuru, tefekkürü belirsiz, aklı karışık, istikameti flu bir nesil yetiştirilmişti. Devletin eğitim ve istihdam başta olmak üzere tüm imkanlarının önlerine cömertçe serildiği, onun için de statükoya borçlu ve ayakta kalabilmek için statükoya sırtını dayamak zorunda olan bu nesil ne ülkenin modernleştirici gücü olabilmiş ne de toplumla uyum içinde kalabilmişti. Her toplumda aileden başlayarak ülke geneline yayılan bir “sınırsız değişim” taraftarı ile “muhafazakarlık” taraftarı ayrımı vardır. Bizde Cumhuriyet bu ayrıma müdahale etmiş, “yarattığı” yapay modernlerle hem değişimin tabiatını bozmuş hem de 103 yıldır süren bir keskin kutuplaşmaya yol açmıştır. Bugün kendisini herkesten daha çok “Cumhuriyetçi” sayan, kendisini devletin ve ülkenin yegâne sahibi gören, kendi yaşam tarzı dışındaki her şeye husumetle bakan, “devrimin” tehdit ve tehlike 18 altında olduğu vehmiyle yaşayan, kendisini okumuş, aydınlanmış, doğru istikamette görüp diğer herkesi cahillikle, gericilikle itham eden, her türlü yetki, imkan ve imtiyazı kendisine hak görüp diğerlerine köle muamelesi yapan, eline fırsat geçse yeniden istibdada yönelecek, değişime, bilime, hoşgörüye mesafeli, kapalı, işte o formatlanmış, fanus içinde yaşayan laboratuvar nesilleri ile ülkenin geri kalanı arasında bir çekişme var. İşin kötüsü, eğitim sistemimiz, müfredatımız halen böyle nesiller “yaratmaya” devam ediyor. 102 yıl oldu: Cumhuriyet’le kimsenin meselesi yok ama Cumhuriyet’in yanlış uygulama ve istikametleri arkada sorunlu, kutuplaşmış bir toplum bıraktı. 102 yıl sonra bile hâlâ bu sorunu konuşamıyor, tartışamıyoruz. Teşhisi koymakta bile zorlanıyoruz, tedavi epey uzakta.
9. SELÇUK TÜRKYILMAZ/Gazze Mahkemesi: Meşruiyet savaşını kazanan taraf Filistinlilerdir
Gazze Mahkemesinin nihai oturumunun İstanbul’da yapılmasına birkaç gün kala Richard Falk’ın mahkemeyle ilgili Middle East Eye’da yayımlanan bir makalesini okudum. Richard Falk mahkemenin “son oturumunun 23-26 Ekim 2025 tarihlerinde İstanbul Üniversitesi’nde yapılacağı”nı söylüyordu. Makalede mahkemenin ilham kaynağı, görevi, dayanakları ve önemi hakkında oldukça önemli cümleler kurulmuştu. Anadolu Ajansının verdiği bilgilere göre ise halk vicdanına dayanan mahkemenin kuruluşu ve hazırlık toplantısı Kasım 2024’te Londra’da, ikinci toplantı ise Mayıs 2025’te Saraybosna’da yapılmıştı. Richard Falk, Gazze mahkemesinin “Vietnam Savaşı sırasında önde gelen kamu entelektüelleri Bertrand Russell ve Jean-Paul Sartre’ın 1966 ve 1967’de düzenledikleri duruşmalarla tanınan Russell Mahkemesinden aldıkları ilhamla” kurulduğunu söylüyor. Mahkemenin amacı da çok net bir şekilde ifade edilmiş: “Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası suçlarını raporlamak ve Batı’da artan savaş karşıtı duyguları meşrulaştırmak.” Richard Falk sözü edilen makalesinde mahkemenin dayandığı düşünceyi de şu şekilde açıklamış: “Devlet sistemi uluslararası hukuku uygulamadığında veya küresel barış ve güvenliği etkileyen ağır suçlardan hesap sormayı başaramadığında, insanlar harekete geçme konusunda kalıcı bir yetki ve sorumluluğa sahiptir.” Richard Falk, eski BM Filistin özel raportörüydü. Gazze Mahkemesi projesi onun liderliğinde yürütüldü. Falk’ın işaret ettiği gibi uluslararası sistemin temelinde yer alan devletler Gazze’de İsrail’in soykırım suçları karşısında hukuku uygulamıyor veya küresel barış ve güvenliği etkileyen ağır suçlardan hesap sormayı başaramıyor. “Bu tür gelişmeler mahkemeyi her zamankinden daha önemli hâle getiriyor. Hükûmetler ve uluslararası kurumlar adaleti terk ettiğinde, onu korumak sıradan insanlara düşüyor.” Bu da Gazze Mahkemesinin önemini ortaya koymaktadır. Duyurulduğu gibi Gazze Mahkemesinin Nihai Oturumu 23-26 Ekim 2025 tarihlerinde İstanbul Üniversitesinde yapıldı. Anadolu Ajansının oturumlarla ilgili geçtiği haberler oldukça değerliydi. Bu haberlere göre İsrail’in Gazze soykırımı ve Filistin halkına yönelik işlediği hak ihlallerini çok boyutlu olarak inceleme, gündeme taşıma ve uluslararası toplumun dikkatini çekme amacına uygun toplantılar düzenlendiği anlaşılıyor. Bu çerçevede Gazze’den canlı olarak bağlananların mahkeme üyeleri karşısında konuşması son derece önemliydi. İsrail’in bütün savaş suçlarını işlemiş olmasının yanında Filistinlileri muhatap almamak gibi bir stratejisi vardı. Bu, aslında kolonyal karşılaşmanın en önemli unsurlarından biridir. Kolonyalist devletler kolonize ettikleri toprakların yerlilerini konuşturmak istememişlerdir. Onun adına başkalarının konuşması tercih edilmiştir. Gazze mahkemesinde ise Filistinlilerin kendi adına konuşmalarına büyük değer verildiği anlaşılıyor. Zaten konuşmacı listesine bakıldığında bu durum açıkça görülüyor. Peki, bu mahkemede asıl yargılanan nedir? Filistinli aktivist Hala Shoman, mahkeme üyeleri karşısında yaptığı konuşmada asıl yargılananın yerleşimci kolonyalizm ideolojisi olduğunu söyledi. Anadolu Ajansına göre Shoman, İsrail’in Gazze’de işlediği savaş suçlarını sıraladıktan sonra şunları söylüyor: “Tüm bunlar yerleşimci kolonyalizm ideolojisinin bir parçası, çünkü o topraklara yerleşmek ve oradaki insanları yerinden etmek istiyorlar, dolayısıyla onları öldürüyor, yerlerini değiştiriyor ve dışarıdan yerleşimcileri getiriyorlar.” Bu yazıda mahkeme tutanaklarında kayıt altına alınan ve belgelenen savaş suçlarını tek tek sıralamak istemiyorum. Bunlarla ilgili olarak Anadolu Ajansının geçtiği haberlere ve medya kuruluşlarının ilgili haberlerine bakılabilir. Fakat burada ısrarla Filistinlilerin anti kolonyal mücadelesinin altını çizmemiz gerektiği çok açıktır. Bu mücadelenin neticesinde “İsrail’in bir devlet olarak meşruiyeti aşınmış ve yaygın olarak dışlanmaya” başlanmıştır. Falk’ın ifadesiyle söylersek “askerî açıdan zayıf olmasına rağmen meşruiyet savaşını kazanan taraf” Filistinlilerdir. Meşruiyet savaşını kazanmak İkinci Dünya Savaşından sonraki anti kolonyal mücadelelerin ortak özelliğidir. İsrail ABD ve İngiltere’nin fiilî katılımı ile kolonyal bir devlettir. Dolayısıyla Gazze mahkemesinde yargılananlar, aynı zamanda, İngiltere ve ABD’dir. İngiltere ve ABD’nin kolonyal suçlarının İsrail üzerinden yargılanmasının önemi hakkında ne kadar konuşsak azdır. Türkiye’de özellikle İngiltere’nin Gazze soykırımına katılımıyla ilgili tartışmaların oldukça sınırlı olduğunu söyleyebilirim. Bu açıdan Gazze mahkemesinde kolonyalizm ideolojisinin yargılanması çok önemlidir.
10. OĞUZHAN BİLGİN/ Kıbrıs'ta kültür ve eğitimde Türklüğün yeniden inşası
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde geçtiğimiz hafta yapılan seçimlerin sonuçlarına dair tartışmalar uzun süredir devam ediyor. Bu seçimlere dair siyasi analizimi son yazımda bu köşede yapmıştım. Lâkin Kıbrıs üzerine konuşup düşünürken de konunun esas önemli boyutunu toplumsal ve kültürel boyutların teşkil ettiğini belirtmek gerekiyor. Hem Kıbrıs'ta, hem de İngiltere'de çokça denk geldiğim üzere özellikle bazı Kıbrıslı gençlerde Türklük şuuru ve Türkiye'ye olan ahde vefa duygusu konusunda bazı sorunlar görülebiliyor. Kökenleri yaklaşık beş asır önceki fetihten sonra Anadolu'dan alıp yerleştirdiğimiz Türkmenlere dayanan Kıbrıs Türklerinin azınlıkta da olsa bazı kesimlerinin Türklük şuurundan biraz olsun uzaklaşmış olmasının arkasında analiz edilmesi gereken tarihsel, toplumsal ve kültürel dinamikler bulunuyor. Burada üzerinde durulması gereken birkaç nokta bulunuyor. Bunlardan birincisi maalesef Kıbrıs'ı yaklaşık seksen sene himayesi altında tutan İngiliz sömürgeciliği dönemi. Himayeleri altında tuttukları her yerde yaptıkları gibi sömürgeciler kendi sömürge düzenlerini meşrulaştırmak ve yeniden üretmek üzere bir kültür ve eğitim politikası inşa etmişlerdir. Bu politikanın esasını da Batı'nın kültürel, epistemik, ideolojik, söylemsel, politik ve kurumsal üstünlüğünü inşa edecek bir Batı kültürel hegemonyası teşkil eder. Kendi kimliğinden, inancından, kültüründen, değerlerinden yoksunlaştırmaya çalıştıkları halkları hafızasızlaştırmaya gayret ederek kendi üstünlüklerine rıza gösterecek hale getirmeye çalışırlar. İngilizler bunu Kıbrıs'ta da uygulamış, dahası buna bir göç politikası da ekleyerek Kıbrıslı Türklerin İngiltere'ye işgücü olarak gitmelerini teşvik ederek Kıbrıs'taki Türk nüfusunu azaltmaya çalışmıştır. Hem kültür hem de göç politikası bakımından da özellikle elitler düzeyinde bazı neticeler de almıştır. Bunlardan ikincisi ise, 1974 öncesi Rumların soykırım girişimine maruz kalan Kıbrıslı Türklere Türkiye'den gönderilen öğretmenlerin, yönlendirilen eğitim ve kültür politikasının önemli oranda Batıcı-solcu bir çizgide olması ve yersiz, lüzumsuz bir "barış" söylemi adı altında Türklük şuurunu yeterince verecek güçlü bir içerikte olmamasıydı. Üçüncüsü ise Mehmet Ali Talat döneminde bir marifetmiş gibi, zaten hali hazırda sorunlu olan tarih kitaplarından 1974 öncesine ve Rumların katliamlarına değinen ifadelerin çıkarılmasıydı. Arada yıllar geçtikten sonra (herhalde sonuçlarını görünce) Talat bunun yanlış olduğunu itiraf etmişti. 21 Dördüncüsü ise Avrupa Birliği, Yunanistan ve İsrail fonlarıyla Kıbrıs'taki bazı medya kuruluşları ve sendikaların eliyle KKTC'de gündemi belirleyip, Rumlar lehine kamuoyu oluşturabilmeleridir. İşte hâl böyleyken hem KKTC'nin kurumlarının hem de Türkiye'de Kıbrıs ile ilgili çalışan kurum, STK ve düşünce kuruluşlarının kültür ve eğitim meselesine ağırlık vermesi gerekiyor. Kıbrıs Türkleri arasında Türklük şuurunu canlı tutacak bir kültür ve eğitim politikası üzerine odaklanmak; bunun için de sosyolojik araştırmalar ve tahliller yapmak gerekiyor. Kısa vadeli siyasal değişimlerin veya gündem maddelerinin yanında esas olarak uzun vadeli olarak Kıbrıs Türklerinin Türk Mukavemet Teşkilatı ruhunu yükselterek kendi tarihlerine ve kimliklerine yönelik dış merkezli dizayn girişimlerine karşı daha dirençli bir şekilde duracakları bir toplum ve kültür politikası üzerine düşünmek ve politikalar üretmek gerekiyor.
11. PROF. DR. CEMİL AYDIN/Gazze İnsanlık Mahkemesi'nin, soykırımın fikri temelleri hakkında bize öğrettikleri
Gazze Mahkemesi'nin İstanbul Üniversitesi kampüsünde gerçekleşen final oturumu, İsrail ve destekçilerinin soykırım suçunu uzmanlar, şahitler ve Vicdan Jürisi’nin delilleri ve beyanları ile gösterirken, Filistin halkının korunması ve onlara destek çağrısı yapan bir küresel sonuç bildirgesi ile sonuçlandı. İsrail’e yöneltilen soykırım suçlaması çerçevesinde, ABD ve Almanya gibi destekçilerine ilişkin sunulan uluslararası hukuki deliller incelenirken, İsrail’in gerçekleştirdiği soykırımın Avrupa ve ABD'li müttefikleri tarafından hangi ideolojik temellere dayandırılarak meşrulaştırıldığı da ele alındı. Gazze Mahkemesi: İsrail, Gazze'deki halka soykırım uyguluyor Gazze Mahkemesi: Nihai Oturum Gazze Mahkemesi, İsrail'in Filistin halkına yönelik gerçekleştirdiği ve tüm dünyanın canlı yayınlarda tanık olduğu soykırımı meşrulaştırmak için tarihsel mitleri, yalanları ve çarpıtılmış ahlaki ve felsefi kavramları nasıl birer silaha dönüştürdüğüne dair önemli dersler sunuyor.
GAZZE MAHKEMESİ'NİN BİZE ÖĞRETTİĞİ DERSLER
Gazze Mahkemesi’nin vurguladığı ilk husus, Gazze'deki soykırımın 7 Ekim’de başlayan bir olay değil, Filistinlileri insan olarak görmeyerek başlayan ve nihai olarak yok etmeye kadar varan, yüzyıllık bir süreç olduğudur. Bu yüzyıllık süreç içerisinde değişik şiddet, saldırı, toplumu ayrıştırma ve tecrit etme ile hedef alınan halkı sistemli biçimde güçsüzleştirme, kitlesel imha, inkar ve toplumsal hafızadan silme çabaları bu aşamalara örnektir. Bu nedenle soykırım, yalnızca 22 uluslararası hukuk açısından değil, devletin kendi amaçları uğruna işlediği insan hakları ihlallerini merkeze alan bir "devlet suçu" bakış açısıyla ele alındığında çok daha net anlaşılabilir. İkinci önemli nokta, İsrail devletinin, Osmanlı İmparatorluğu'nun sahip olduğu Arap vilayetlerine yönelik Avrupa emperyalist yayılmacılığı sonucunda kurulmuş bir yerleşimci-sömürgeci proje olduğu. Bu durum, özellikle 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu'nun Britanya tarafından ilan edilmesi ve hayata geçirilmesiyle somutlaştırıldı. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Müslümanlar, Hristiyanlar ve Yahudi Araplardan oluşan kozmopolit Filistin toplumu, Osmanlı İmparatorluğu’nun eşit haklara sahip denk vatandaşlarıydı. Filistin'de farklı dini topluluklar arasında bir çatışma yoktu ve Siyonizm, yerli Filistinli Yahudiler tarafından benimsenen bir ideoloji değildi. Gazze Mahkemesi'nin uzmanları, İsrail'in yerleşimci-sömürgeci anlayışının işgal altındaki topraklarda yaşayan yerli halklara yönelik içsel bir soykırım mantığına dayandığını vurguluyor. Bu mantık, Siyonist propagandanın yıllardır tekrarladığı en büyük yalanla beraber ortaya konuyor: "Filistin, toprağı olmayan bir halka vaat edilmiş, halkı olmayan bir topraktır." Herkesin bildiği gibi bu hiçbir zaman doğru olmadı. Bu düşünceye göre, Siyonistlerin kurmayı hedeflediği devlette çoğunluğu sağlamak için yerli Filistinlilerin sürülmesi ve ortadan kaldırılması gerekli görülüyor. Bu soykırım mantığı, yaklaşık bir asırdır, Britanya’nın Filistin üzerindeki sömürge yönetiminin başlangıcından bu yana devam etmiş ve zamanla "normalleştirilmiştir." Mahkemenin bize öğrettiği üçüncü önemli nokta, İsrail ve ortaklarının soykırımın nedenini ve suçunu Filistinli mağdurların üzerine yıkma girişimidir. Bu yaklaşımda Filistinliler, Britanya İmparatorluğu ve ardından İsrail yönetimleri tarafından kendilerine dayatılan yerleşimci-sömürgeci düzene karşı meşru savunma ve direnme hakkı olmayan yerli bir halk olarak gösteriliyorlar. İsrail rejimi, gerçekleştirdiği soykırım eylemlerini devletin geleceğini "mutlak güvenlik" altına alma zorunluluğu olarak sunarak, Gazze'deki soykırımı ve büyük ölçekli yıkımı mecburi "zayiat" şeklinde meşrulaştırıyor. Bu nedenle "İsrail devletinin meşru müdafaa hakkı" ifadesi, soykırımı haklı çıkarmak için en çok tekrarlanan söylem haline gelmiştir. Soykırım uzmanlarının çoğunluğu da, soykırımlarının sebebinin bir ırkçı cehaletten çok böyle bir güvenlik saplantısına dayandığını belirtmektedir. Mahkeme üyeleri, evlerin, okulların, üniversitelerin, hastanelerin, altyapının ve kültürel mirasın tamamen yok edilmesinin, Filistin kimliğini ortadan kaldırmaya yönelik soykırım sürecinin merkezinde yer aldığını ortaya koydu. İsrail’in sömürü politikasının yıkıcı boyutuna ek olarak, Gazze Mahkemesi üyeleri İsrail'in Filistin'i Yahudileştirme stratejisine de dikkat çekti. Bu strateji, binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan yerli Arap halkının tarihini silmek amacıyla arkeolojinin araçsallaştırılmasını içeriyor.
"KURAL TEMELLİ ULUSLARARASI DÜZEN"İN İHANETİ
23 Gazze Mahkemesi’nin dördüncü fikri tespiti, İsrail'in ahlaki ikiyüzlülüğüne işaret ediyor. İsrail, Avrupa ve Amerika’dan gelen Siyonist yerleşimciler için Filistin'de bir yurt inşa etmeyi savunurken, bunu yerli Filistinlilerin evlerini sistemli biçimde yok ederek, yani evsizleştirme (domicide) yoluyla yürütmektedir. Mahkeme üyeleri, Siyonist yerleşimciler için yeni yaşam alanları kurma mantığı ile Filistinlilerin evlerini yıkma politikası arasındaki bağlantıyı ortaya koyuyorlar. Bunun yanı sıra Filistin üniversitelerinin, eğitim kurumlarının, kütüphanelerinin, arşivlerinin, aydınlarının ve gazetecilerinin hedef alınması da sistemli bir eğitimsel tasfiye olarak nitelendi. Buna rağmen İsrail, kendi üniversiteleri için Batı'dan destek almaya devam ediyor. Gazze Mahkemesi, Gazze’deki toplu katliamların, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan "kural temelli uluslararası düzen"in ihanetiyle olduğunu ortaya koydu. Ayrıca Mahkeme, Filistinlilerin "silinmeyi hak eden" bir halk olarak sunulmasının ve buna verilen uluslararası desteğin süreci beslediğini vurguladı. Gazze Mahkemesi’nin beşinci önemli dersi, İsrail’in işgal altındaki Filistin’deki soykırımı inkar stratejisinin nasıl işlediğinini ifşa etmesidir. Bu strateji, Filistinlilerin hayatlarını ve tarihini yok etme deneyiminin yarattığı olumsuz tabloyu; değişim, kalkınma ve yeniden canlandırma gibi sahte anlatılarla yan yana getirerek etkisizleştirmeyi amaçlıyor. Bunun en bilinen örneği, İsrail’in "çöle çiçek açtırdık" şeklindeki söylemi. Bu söylem, Filistin topraklarının sömürgeci işgalden önce var olan zengin tarım ve toplumsal hayatı tamamen görmezden geliyor ve inkar ediyor. Bu yaklaşımın en çarpıcı örneklerinden biri, İsrail'in 1948'deki Nakba sırasında etnik olarak temizlenen Filistin köylerinin üzerine ağaç dikerek orman oluşturmaya çalışmasıdır. Filistinlilerin hafızasını silme amacına ek olarak, bu bölgenin yakınına, soykırım mağduru olan Avrupa Yahudileri için bir müze inşa ederek tarihsel anlatıyı kendi lehine şekillendirmeyi de hedefliyor. Gazze Mahkemesi’nin altını çizdiği altıncı husus, İsrail ve onu destekleyen ülkelerin, Filistinlilere yönelik soykırımı savunmak için Holokost’un "eşsiz ve biricik" olduğu iddiasını siyasi bir silaha dönüştürmesidir. İsrail yönetimi ve Almanya gibi destekçileri, Nazi Almanyası’nın Avrupa Yahudilerine uyguladığı soykırımın tarihte tek ve benzeri olmayan bir kötülük olduğunu ileri sürerek, İsrail’in benzer suçları işleyemeyeceğini iddia ediyorlar. Oysa soykırım alanında çalışan araştırmacıların büyük bölümü bu görüşe karşı çıkıyor. Bu uzmanlara göre Holokost ile 1948'de Filistinlilerin yaşadığı Nakba arasında ve Avrupa imparatorluklarının Afrika, Asya ve Amerika’daki sömürgelerinde uyguladığı ırka dayalı kitlesel şiddet biçimleri arasında dikkat çekici benzerlikler bulunuyor. Avrupa Yahudilerinin mağduriyetini modern dünya tarihinin tek ve benzersiz örneği gibi sunan İsrail rejimi ve onu destekleyen çevreler, Filistinli yerli Arapların hayatlarını ve topraklarını, Siyonist yerleşimcilere Avrupalıların günahının bir tür kefareti ve telafi olarak bırakmalarını talep ediyorlar. Üstelik Filistinlilerin Avrupa’daki antisemitizmle ya da II. Dünya Savaşı sırasında Alman devletinin işlediği suçlarla hiçbir bağlantısı yokken, onlardan Avrupalıların suçlarının tazminatını 24 kendi hayatlarını ve topraklarını fedakarlık ederek ödemeleri beklentisi Holokost’un eşsizliği iddiasını kötüye kullanmaya dayanıyor. Yahudi inancını İsrail devleti ve Siyonizm ideolojisiyle özdeşleştiren bu söylem, İsrail’in işlediği soykırıma yönelik her türlü eleştiriyi antisemit nefret olarak damgalayarak susturmayı amaçlıyor. Gazze Mahkemesi'nin yedinci fikri tespiti, Gazze’deki soykırımı "medeniyet ile barbarlık arasındaki bir savaş" gibi gösterme çabasının taşıdığı kasıtlı kötülüğe dikkat çekiyor. Bu, tarih boyunca Amerikalı yerlilere ve Afrikalılara karşı yürütülen sömürgeci soykırımlarda sıkça kullanılan bir söylemin devamı gibidir. Mahkeme, Gazze’deki güncel soykırımın İslam ve Yahudilik arasında bin yıllardır süren bir çatışmanın devamıymış gibi sunulmasını ya da iki uygarlığın çarpışması olarak kurgulanmasını da reddediyor. Aslında "medeniyetler çatışması" söyleminin kendisi, Bernard Lewis tarafından formüle edildiği şekliyle, Filistinlilerin adalet ve insan hakları taleplerini geçersiz kılmak amacıyla üretilmişti. Mahkeme, "medeniyet" ile "barbarlık" karşıtlığının, eski sömürgeci ırka dayalı ideolojilerin yerine geçen bir söylem olduğunu, Filistinli kurbanları insan olarak görmeyerek onların acılarını ve ölümlerini önemsizleştirdiğini vurguluyor. Gazze Mahkemesi, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde uluslararası toplumun bir soykırımı ahlaken mahkum etme, yargılama ve durdurma konusundaki başarısızlığının entelektüel boyutlarını incelemek açısından son derece önemli bir platform haline geldi. Öyle ki, bu soykırım, Aralık 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler Soykırımın Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nden bu yana dile getirilen "soykırımı durdurma" kararlılığına rağmen yaşanıyor. Mahkeme bize, soykırıma dair insanlığın temel ahlaki ilkesi olan "bir daha asla" sözünün, kurbanların kim olduğu ve faillerin kim tarafından temsil edildiği fark etmeksizin, hiçbir soykırıma izin vermemek anlamına geldiğini hatırlatıyor.




