1.ABDULKADİR SELVİ / BİRİNCİ PARTİ KİM, MHP NE DURUMDA, EKONOMİDE GÖSTERGELER (HÜRRİYET)

Birkaç kamuoyu araştırma şirketini düzenli olarak izliyorum. Bugün İhsan Aktaş’ın başkanı olduğu GENAR’ın kasım ayı araştırmasını paylaşacağım.

Bu kez iki nokta üzerine odaklandım.

1- CHP, birinci partiyiz diyor.

2- Terörsüz Türkiye sürecine verdiği güçlü destek nedeniyle MHP’nin oy oranı önem kazandı.

MHP, kimi anket firmalarına göre düşüş yaşıyor ama benim takip ettiğim araştırmalar aynı şeyi söylemiyor. Önce siyasi partilerin oy oranlarını aktaracağım.

BİRİNCİ PARTİ

AK Parti yüzde 34, CHP yüzde 32.1, DEM Parti yüzde 10.7, MHP yüzde 8.1, İYİ Parti yüzde 4.3, Zafer Partisi yüzde 3.6, Anahtar Parti yüzde 2.5 çıkıyor.

CHP, Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı 19 Mart’tan sonra yükselen dalga olarak nisan, mayıs ve haziran aylarında birinci parti konumuna yükselmişti. Betimar’ın nisan ayı araştırmasına göre “CHP, yüzde 32.5’le birinci parti” diye yazmıştım. Ancak CHP bunu koruyamadı. Toplumun önüne Ekrem İmamoğlu dışında bir proje koyamadı. Ama ağustos ayında yüzde 30.3’e gerileyen CHP, kasım ayında yüzde 32.1’e tırmanmayı başardı. AK Parti birkaç aylık aradan sonra tekrar birinci parti konumuna yükseldi. Ancak CHP ile arasındaki makası açamadı. Dış politikada sağladığı büyük başarılara rağmen ekonomik sıkıntılar AK Parti’nin tırmanışa geçmesini engelliyor.

MHP’NİN OY ORANI

Terörsüz Türkiye sürecine verdiği güçlü destek nedeniyle MHP’ye özel bir parantez açma ihtiyacı hissettim. Haziran ayında yüzde 8.9 olan MHP oyları temmuz ayında yüzde 9.0, ağustos ayında ise yüzde 8.1 çıkıyor. Eylül ayında yüzde 8.4, ekim ayında yüzde 8.4, kasım ayında ise yüzde 8.1 çıkıyor. MHP yüzde 8’le yüzde 10 arasındaki bir yere oturmuş durumda. MHP, Terörsüz Türkiye sürecine karşı çıksaydı oy oranı daha yüksek çıkardı ama bu akan kanın durmasına hizmet etmezdi.

DEM PARTİ

Bu süreçte mercek altına alınması gereken partilerden birini de DEM Parti oluşturuyor. DEM Parti, Terörsüz Türkiye sürecini desteklediğini açıkladıktan sonra üçüncü parti konumuna yükseldi. Haziran ayında yüzde 10.1 olan parti, temmuz ve ağustos aylarında ise yüzde 9.8 oy oranındaydı. Temmuz ayında yüzde 9.9, ekim ayında yüzde 9.4 olan DEM Parti kasım ayında yüzde 10.7’ye yükseldi.

İYİ PARTİ VE ZAFER PARTİSİ

Terörsüz Türkiye sürecine karşı sert bir muhalefet yürütülen İYİ Parti ve Zafer Partisi iddia edildiği gibi büyük bir patlama yapamadılar. İYİ Parti yüzde 4, Zafer Partisi ise yüzde 3 trendine oturmuş durumda.

EKONOMİNİN NABZI

Asgari ücretin belirleneceği, emekli ve memur maaşlarının tespit edileceği bir dönemde ekonomiye ayna tutmak istedim. Ekonomi, AK Parti’nin oy oranını belirleyici faktör olma özelliğini koruyor.

EKONOMİ YÖNETİMİNE GÜVEN

GENAR, her ay olduğu gibi ekonomi yönetimine duyulan güveni sormuş. “Hiç güvenmiyorum” diyenlerin oranı yüzde 31.5 çıkarken, “güvenmiyorum” diyenlerin oranı yüzde 34’le en yüksek seviyede. “Güveniyorum” diyenlerin oranı yüzde 15.3 çıkarken, “çok güveniyorum” diyenlerin oranı yüzde 1.8 çıkıyor.

KARAMSARLIK

Ekonomide güven birinci faktörse, karamsarlık da ikinci büyük handikap olarak öne çıkıyor. 2026 yılında ekonominin iyi olacağını düşünenlerin oranı yüzde 23.2 iken, daha kötü olacak diyenlerin oranı ise yüzde 64 çıkıyor. Ekonomi yönetiminin topluma güven verme ve karamsarlık bulutlarını dağıtmayı gündemine almasında yarar var.

TARIM BAKANI YUMAKLI’DAN ÇARPICI AÇIKLAMALAR

Bir grup gazeteci, Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı ile bir araya gelip aklınıza gelen her soruyu sorduk. Yerim dar olduğu için çok kısa soru-cevap şeklinde gideceğim.

Et ve Süt Kurumu Genel Müdürü Mücahit Taylan’ın kendisine bağlı olan kuruma et sattığı yönündeki iddiaları hatırlatınca Tarım ve Orman Bakanı İbrahim Yumaklı önce “2024 başından itibaren artık yurtdışından tedarik işini sadece ESK yapıyor. Bu durum bazı çevreleri rahatsız etti. Eskiden bu iş sadece belirli bir kesimin tekelindeydi” dedi. Et ithalatçılarını işaret etti. Birilerinin tekerine çomak soktuk anlamında konuştu. Bürokratını korudu. “‘Genel müdür oldu, şirket kurdu, Türkiye’ye et satıyor’ diye bir iddia ortaya attılar. Bu yalan tutmayınca bu kez ‘Şirket genel müdür olmadan kurulmuş ama et satışı genel müdür olunca devam etmiş’ dediler. Biz bu iddiaların belgesini isteyince 2017 tarihli bir evrak gösterdiler. Oysa o tarihte genel müdürün ne ESK’da ne Bakanlığımızda ne de kamuda herhangi bir görevi vardı” diye konuştu.

ET SPEKÜLATÖRLERİ

Ama bu arada birileri karkas et üzerinden spekülasyon yapmış. Bakan Yumaklı onu da anlattı: “Bu iftiraların ardından burada oluşan spekülasyondan birileri faydalanmak istedi ve herhangi bir maliyet artışı olmamasına rağmen karkas et fiyatında artış oldu. Nedenini sorgulamaları gereken asıl konu bu” dedi. Et işi sadece et işi değil.

İKİ BÜYÜK TEHLİKE

Tarım Bakanı Yumaklı, “İki büyük tehlike bizi bekliyor” deyince bir an kendimi Milli Güvenlik Kurulu toplantısında gibi hissettim. İbrahim Yumaklı bu iki tehlikeyi su kıtlığı ile tarımda kuraklık ve gıda olarak açıkladı. “Akdeniz kuşağındaki ülkelerde ciddi bir su sıkıntısı var” dedi.

Bakan Yumaklı daha önceki bir görüşmemizde de artık sadece ülkelerin değil, şehirlerin arasında da su konusunda sorunların yaşanacağını söylemişti. Yüreğimize su serpen sözleri ise “Suyun verimli kullanımı için yoğun çalışma yürütüyoruz” oldu. Gıda konusunu ise sadece fiyat artışları açısından değerlendiriyoruz ama Tarım Bakanı zirai don, kuraklık ve hayvan hastalıklarının etkilerine karşı büyük bir çaba içinde çalışmalarını sürdürüyor.

2. NEDİM ŞENER / ‘AKLIEVVEL’ İMAMOĞLU’NUN DİPLOMA YALANI (HÜRRİYET)

Yolsuzluk ve rüşvetten tutuklu Ekrem İmamoğlu’nun, usulsüz yatay geçişle sahip olduğu diplomayla ilgili “evrakta sahtecilikten” yargılandığı davanın son duruşması, her zaman olduğu gibi yalanlarla bezenmiş şova dönüştü. Şov yanını bir tarafa bırakıp size ne kadar ucuz yalanlara başvurduğunu göstereyim...

İmamoğlu, 2 Ocak 2022 günü şair ve yazar Sunay Akın’ın YouTube kanalında “Sunay Akın ile İşte O Çocuk” programına konuk olmuş; çocukluğundan başlayarak hayatını anlatmıştı. Bir saat 8 dakika süren yayının 42’nci dakikasında söz İmamoğlu’nun üniversite yaşamına geliyor.

İmamoğlu, “abi” dediği Sunay Akın’ın gözünün içine baka baka önceki gün mahkemede reddettiği, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde ön sınavla İnşaat Bölümü’nü kazandığı yalanını şöyle anlatıyordu:

“...‘Babam bir gün geldi, Kıbrıs’a gidiyorsun sınava girmeye. Sınava gireceksin’ dedi, öyle Kıbrıs’a bizi postaladı. Amcam rahmetli ile gittik. Bir ön sınav yapıyor Doğu Akdeniz o zaman. İnşaat, orası okey. Kafada ekonomi var ya, ben Girne’deki üniversiteye ikna ediyorum ve Girne’de işletme okumaya başlıyorum.”

Hakkında yazdırdığı kitaplarda, şahsi internet sitesinde hatta İBB’nin kurumsal sitesinde hep aynı yalan ifade yer alıyor:

“...Trabzon Lisesi’nden mezun olduktan sonra KKTC’de Doğu Akdeniz Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nü kazandı. Bir süre sonra kaydını Girne Amerikan Üniversitesi İletişim Fakültesi İşletme Bölümü’ne aldırdı.”

UCUZ YALAN

Yıllardır kullandığı, Doğu Akdeniz Üniversitesi’ni kazandığı ve kaydını Girne Amerikan Üniversitesi’ne (GAÜ) aldırdığı son derece ucuz bir yalandı. İmamoğlu bu ucuz yalanla önemli bir gerçeği gizlemeyi amaçlıyordu. Çünkü Doğu Akdeniz Üniversitesi o dönem Türkiye’de YÖK tarafından yatay geçiş kabul edilen tek üniversiteydi.

İmamoğlu bu nedenle, 1990 yılında İstanbul Üniversitesi’ne yatay geçiş yaparken GAÜ’den usulsüz yatay geçiş yapan diğer öğrenciler gibi Öğrenci Kütük Defteri’ne “geldiği yer” olarak Doğu Akdeniz Üniversitesi yazdırmıştı. Oysa geldiği Girne Amerikan Üniversitesi, lise diploması ve baba parası ile girilen, sadece tabelasında üniversite yazan, yatay geçiş için “tanınma” şartını yerine getirmeyen, dershaneden farksız bir şirket konumundaydı. Buradan Türkiye’de herhangi bir üniversiteye geçiş yapmak mümkün değildi. Girne Amerikan Üniversitesi’nin ortaklarından ve İmamoğlu’nun referans gösterdiği Özalp Tozan, bu durumu tüm öğrencilerin de bildiğini savcılık ifadesinde anlatmıştı.

DAÜ: HİÇ KAYDOLMADI

Nitekim Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde Öğrenci İşleri Müdürü Yağmur Ergüneş Tümer de, İmamoğlu’nun yargılandığı dava kapsamında verdiği ifadede, 1986’dan bu yana yasa gereği sınavsız öğrenci alınamadığını, Ekrem İmamoğlu adına okulda herhangi bir kayıt bulunmadığını, dolayısıyla bu kişinin bu okula giriş yapmadığını söyledi. Yani İmamoğlu, kendi partisine verdiği özgeçmişinde yalana başvuruyordu.

İ.Ü. İşletme Fakültesi’ne yatay geçiş için gerekli “YÖK tarafından tanınma şartı” yanında diğer kriterleri de karşılamayan nakil işlemlerinin tamamına yakını üniversite yönetiminden öğrencilere kadar tam bir sahtecilik organizasyonu. Üçü yurtdışı olmak üzere 10 kişilik yatay geçiş kontenjanı 53 kişiye kadar çıkartılırken, sadece İmamoğlu değil, kendisiyle birlikte Girne Amerikan Üniversitesi’nden usulsüz geçiş yapan 9 öğrencinin İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi Öğrenci Kütük Defteri’ne Doğu Akdeniz Üniversitesi’nden yatay geçişle gelmiş gibi kaydının yapılması, okul yönetiminden öğrencilere kadar sahteciliği ortaya koyuyor.

İMAMOĞLU YALANI YALANLA ÖRTÜYOR

Neyse, gerçek er ya da geç ortaya çıkıyor. Fakat İmamoğlu’nun yıllardır kullandığı bu yalanı, yargılandığı mahkemede yine şu yalanlarla örtmeye çalışmış:

“...Neymiş efendim? ‘Kütük defterine Doğu Akdeniz yazılmış!’ Bankonun öteki tarafına sanki geçtim de ben, Doğu Akdeniz yazdım 50 tane öğrenciye. Benim işim mi? Bana soruyor bunu. Yani o aklıevvel savcı bana soruyor bunu.

...Ben nereden bileyim kütüğü? Hani o kütüğe takmış ya kafayı! Bir yerden yakalayacak aklıevvel savcılık!

...Neymiş efendim? ‘Ekrem İmamoğlu’yla ilgili kitapta Doğu Akdeniz yazmış!’ Ne yazıyor burada? ‘Kıbrıs’ta Doğu Akdeniz Üniversitesi’nin sınavlarına girdi ve inşaat mühendisliğini kazandı. Ancak Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde geçirdiği birkaç yıl fikrini değiştirdi, amcasını ikna ederek Girne Amerikan Üniversitesi İşletme Bölümü’ne yazıldı.’ Kitapta yazan bu. Yani kitapta şunu yazdı! Yazdıysa yazdı kitapta, bana ne?’

...Bir başka aldatma girişimi de İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ne kütükte ‘Doğu Akdeniz Üniversitesi’ yazılması. İşte az önce gösterdim; 30 yıl sonra benimle ilgili yazılmış kitapta böyle ifadede bulundu diye bir şey yapıyor. Az önce kitapta geçen bölümü size okudum. Yani gerçekten anılan kitapta böyle bir bahis söz konusu olmadığını ilk duruşmada da göstermiştim. Bu çarpıtma ve aldatma girişimi çok vahimdir. Kütükte ne yazılmış? Bu benim işim değildir. Gitsin onu oradaki memura sorsun. Benle alakası yoktur.”

İmamoğlu’na göre Öğrenci Kütük Defteri’ne geldiği yer olarak “Doğu Akdeniz Üniversitesi” yazan memur suçlu; kendi hakkında kitap yazdırdığı ve sonra İBB’ye aldığı gazeteci suçlu; şahsi internet sitesinde bunu yazanlar suçlu ama kendisi masum!

Duruşma hâkimi o kritik soruyu soruyor:

“İddianamede delillerden biri de İBB, bu internet sitesinde sizin Doğu Akdeniz Üniversitesi’ne yatay geçiş yaptığınızı yazmış...”

İmamoğlu pişkin pişkin şu cevabı veriyor:

“Yazmış bir aklıevvel. Savcı sorgusunda öğrendim. Savcı da yazmış. Ama bu 19 yaşındaki bir işin sahteciliği olmaz yani hâkim bey. Sizce olur mu? Çok net soruyorum. 25 sene sonra birisi yanlışlıkla internette bir şey yazmış...”

İyi de Sunay Akın’ın programında aynı yalanı söyleyen aklıevvel kendisi değil mi?

3. MELİH ALTINOK / ORTADOĞU BİTTİ YENİ BİR COĞRAFYA DOĞUYOR (SABAH)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye'de 60 yıllık diktatörlük rejiminin yalnızca 7-8 gün içinde çöktüğünü, Suriye halkının son bir yılda tüm zorluklara rağmen hayata yeniden sarıldığını ve en sıkıntılı dönemin artık geride kaldığını söyledi. Şu önemli uyarıyı da ekledi:

"10 Mart Mutabakatı'nın hayata geçirilmesi düğümü çözecektir. Yeni dönemde de Suriye'yi yalnız bırakmayacağız. Mutabakata imza atanlar bunu uygulamalı. Suriye'de toprak bütünlüğü korunmalıdır. 10 Mart Mutabakatı'nın uygulanması, pek çok hesabı bozacaktır."

SURİYE'NİN ŞANSI: ERDOĞAN

Suriye'nin bugünkü noktaya gelmesinde birden fazla faktör aynı anda etkili oldu. Bunların başında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından Ahmet Davutoğlu dönemindeki Pentagon'a endeksli Suriye politikasını terk etmesi geliyor.

Ardından Türkiye'nin, başta ABD olmak üzere sahadaki tüm aktörlerin itirazlarına rağmen gerçekleştirdiği askeri harekâtlar, muhaliflere yeniden nefes aldırdı. Son aşamada Ankara'nın, uluslararası arenada Ahmed Şara liderliğindeki "Yeni Suriye" yönetimine neredeyse hamilik yapması da Şam açısından belirleyici bir avantaj yarattı.

Bugün, Türkiye'de Suriyeli mültecileri geri gönderme vaadiyle siyaset yapan, Esad rejimine sempati duyan bir muhalefet iktidarda olsaydı, Suriye'de ortaya çıkan bu tablo mümkün olur muydu?

TRUMP ETKİSİ

Kuşkusuz Suriye'deki hızlı dönüşümde, ABD'de Trump'ın işbaşına gelmesi de önemli bir rol oynadı. Trump yıllardır, Washington'un 1990'ların bölgesel dengelerine göre kurguladığı stratejiyi eski ve maliyetli bulduğunu söylüyordu. Bu nedenle Obama ve Biden döneminde PKK-YPG eksenli yürütülen yaklaşım terk edildi; Ankara ile daha senkronize bir çizgiye yönelindi.

ABD'deki iktidar değişiminin yarattığı boşluğu iyi değerlendiren Şara'nın, Demokratlar görevde olsaydı bu kadar hızlı sonuç alması mümkün değildi.

RUSYA, İRAN VE İSRAİL

Suriye'de uzun süredir sahada bulunan Rusya'nın Ukrayna cephesiyle meşgul olması, Avrupa'yı oyalaması, İran'ın ise İsrail'le yaşadığı gerilim nedeniyle içe kapanması, ülkenin asli unsurlarının başlattığı devrimin önünü açtı.

Mevcut tabloya bakıldığında bölgedeki tek tehdit İsrail görünüyor. Ne var ki ABD'nin ulusal güvenlik perspektifinin artık Ortadoğu merkezli olmaktan çıkması, bölgedeki Müslüman devletleri bağımsızlaştırıyor ve güçlendiriyor.

FİLİSTİN DE KURTULACAK

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın konuşmasını bitirirken söylediği şu sözler, sadece bir temenninin değil, değişen jeopolitiğin işareti niteliğinde:

"Filistin'de mazlumların sabrı zaferle taçlanacak. Özgürlük ve barış gelecek. Başkenti Doğu Kudüs olan egemen bir Filistin Devleti mutlaka kurulacak."

Evet, Ortadoğu'nun yüz yıldır içine sıkıştırıldığı siyasal kalıp kırılıyor. Artık dışarıdan dayatılan bir düzen değil; bölgenin kendi iradesi, dengesi ve ortak aklı belirleyici olmaya başlıyor. Okyanus ötesinin coğrafyamıza kendi jeopolitiğine göre biçtiği "Ortadoğu" tanımı da işlevini yitiriyor.

4. NEBİ MİŞ / BİR YILIN ARDINDAN SURİYE VE BÖLGENİN GELECEĞİ (SABAH)

Osmanlı sonrası Ortadoğu’da istikrarsızlık döngüsü yüzyıldan fazladır devam ediyor. Bölge dışı güçler, hâkimiyet mücadelesinde bu döngüden yararlandı. Her dönemde istikrarsızlığı üreten dinamiklere yenileri eklendi.

Kabaca son yirmi yıllık dönemde Ortadoğu; devlet çöküşleri, devlet dışı aktörlerle sürdürülen vekalet savaşları, kitlesel göçler, İsrail’in kesintisiz katliamları ve mezhep ile etnik temelli güvenlik iklimleri ile aynı anda yüzleşti. Bütün bu gelişmeler Ortadoğu’da güvenlik boşluğunu derinleştirdi.

Bölge üzerinde devam eden büyük güç rekabeti, devletleri kırılganlaştırdı. Bölge içi güvensizlik sarmalını büyüttü. Yöneticiler, güvensizlik ikilemini azaltacak kolektif bir güvenlik arayışı yerine, rakibinin zayıflaması üzerinden güvenlik sağlama hesabıyla hareket etti. Bölge için bu bakış açısı bir anlamda öğrenilmiş çaresizliğe dönüştü.

ABD’nin İsrail’in güvenliğini sağlama politikasında bölge devletleri arasındaki güvenlik ikilemi etkin bir şekilde kullanıldı. İslam ülkeleri arasında, Şii-Sünni ayrımı üzerinden rekabetler İran tehdidi algısı ile büyütüldü. İran bu durumu bir nüfuz mücadelesine dönüştürdü.

Bölge ülkelerinin büyük güçlerle geliştirdiği ilişkinin mahiyeti, dış politika önceliklerini farklılaştırdı. Ülkelerin karar alma mekanizmaları, bölge dışı güçlerin etkisine göre şekillendi. Bölgesel ittifaklarda ortak karar alma süreçleri işletilemedi.

Kısaca tasvir edilen bu döngüyü son yıllarda kırabilecek bakış açıları yerleşmeye, normalleşme çabaları hızlanmaya ve ortak güvenlik kaygıları ile kolektif güvenlik arayışları oluşmaya başladı.

İsrail’in Filistinlilere yönelik uyguladığı soykırımın sonuçları, bölgenin güvenliği konusunda ülkeleri yeni düzen arayışlarına itiyor. ABD, yakın döneme kadar İsrail’in güvenliği bahanesi ile Ortadoğu’yu şekillendirirken, şimdi de özellikle Körfez ülkelerini İsrail’den koruma karşılığında yeni bir düzeni dayatıyor. Güvenlik garantisi karşılığında ücretini istiyor. Körfez sermayesi ABD’ye aktarılıyor.

Ortadoğu bir geçiş sürecinde. Devletler ve toplumlar istikrarlı bir yapıyı devam ettirmenin ve devlet kapasitesini geliştirmenin öneminin farkında. Kontrollü de olsa reform çabaları var. Toplumlar çatışmalardan yoruldu, güvenlik istiyorlar. Devlet dışı silahlı yapılar Ortadoğu’da konum kaybetti. DEAŞ, PKK ve türevleri tasfiye sürecinde. İran’ın vekalet güçleri geriledi.

İsrail saldırganlığı hariç, sıcak çatışma dönemi geriliyor.

BAŞARMIŞ BİR SURİYE’NİN BÖLGESEL ETKİSİ

Bu geçiş sürecinde başarmış bir Suriye’nin önemi büyük. Esad’ın devrilmesinin üzerinden bir yıl geçti. Yeni yönetim, uluslararası alanda önemli bir meşruiyet kazandı. ABD yaptırımlarının bazıları kaldırıldı, bir kısmı ertelendi. Devlet bütünlüğünü sağlamak için büyük bir çaba var. Şara, ülkesini yeniden istikrarsızlığa düşmeden yönetmeye çalışıyor.

Ülkeye geri dönüşler hızlandı. Esad’ın devrilmesinden bu yana yaklaşık 1,2 milyon mültecinin yanı sıra 1,9 milyon ülke içinde yerinden edilmiş kişinin de evlerine döndüğü BM tarafından rapor edildi. Bu durum, geleceğe güven açısından kayda değer bir unsur.

Bu yıl içinde görünen tablo; Suriye henüz istikrara kavuşmadı. Ancak yeniden kaosa da savrulmadı. Şu an arada bir yerde. Kırılganlık devam ediyor. Siyasal mimari hâlâ kurulmadı. Devlet inşasında, toplumsal beklentileri karşılamada, güvenlik mimarisinin oluşturulmasında ve bölgesel rekabette denge siyaseti gibi konularda meydan okumalarla karşı karşıya.

Eğer Suriye’de kapsayıcı bir siyasal düzen kurulabilirse, bu sadece ülke içi istikrarı değil, tüm bölgenin güvenlik mimarisini güçlendirecek. İstikrarlı bir Suriye’nin bölgesel etkisi beklenenden büyük olur.

Esad sonrası Suriye’nin geleceğinde Türkiye, öncelikle Suriye’nin yeniden kaosa sürüklenmesini önleyecek bir politika izledi. Yeni yönetimin uluslararası alanda meşruiyet kazanmasına katkı sağladı. Suriye’de PKK/YPG/PYD’nin tasfiyesi ya da dönüşümü meselesinde kendi güvenlik merkezli bakış açısından taviz vermedi. Suriye’ye geri dönüşlerde ve devletin yeniden inşası başta olmak üzere her alanda diplomatik, ekonomik ve lojistik anlamda geniş bir destek verdi.

Genelde Ortadoğu’nun, özelde Suriye’nin istikrarının önündeki en büyük engel İsrail saldırganlığının devam etmesi. İsrail sorunu bölgesel kırılganlığı tetikliyor, Suriye içindeki bütünleşme çabalarını zayıflatıyor. Büyük güç rekabetinde ABD’nin kademeli geri çekilmesi, Rusya’nın yeniden bölgeye dönmesi ve Çin’in ekonomik nüfuz stratejisinin sonuçları da bölgedeki var olan her sorunu az ya da çok yeniden etkileyecek. Geçiş sürecinde genel manzara bu.

5. NEDRET ERSANEL / HAREKET VAR, HAREKÂT VAR MI? (YENİ ŞAFAK)

“Terörsüz Türkiye” süreci bile esasında, ABD’nin en son “Ulusal Güvenlik Stratejisi – Kasım 2025” belgesinde görüldüğü üzere, Trump yönetiminin nasıl bir dünya istediği kadar, nasıl bir Ortadoğul tahayyül ettiği bilgisine de dayanarak kuruldu. Ankara’nın hep aklındaydı, konjonktür Trump’la gelince adım atıldı…

Trump’lı Beyaz Saray’ın Türkiye’ye, Türk ordusuna, Suriye gerçekliğinde Ankara’nın yerine, nihayet tüm bölgede tahayyül ettiği “Pax Trumpa” düzeni, Irak ve Suriye’de, hele Türkiye’de “istikrar bozucu” hareketler istemiyordu…

Bugün itibarıyla mesela Suriye’de işlerin beklenen minvalde gitmediği; hatta İsrail-Gazze’de soykırım “yavaşlamış” olsa da “sarı çizgide” takıldığı, ikinci faza da belki gecikerek gireceği gözlemleniyor. Nitekim Netanyahu, sadece Filistin’de değil, Suriye’de de çizgi bozmayacağını, işgal ettiği bölgelerden çekilmeyeceğini açıklamış bulunuyor…

SDG’nin Şam yönetimine entegre olmasında ilerleme yok. Bu da herkesin bildiği üzere yılbaşına takvimlenen zamanın bir askerî harekâtı gündeme getirip getirmeyeceği tartışmalarını beslemiş bulunuyor…

NE LAZIMSA TÜRKİYE’DEN, HAREKÂT SURİYE’DEN…

Şunları zaten görüyoruz, önümüzde oluyor: Türk Silahlı Kuvvetleri konvoylarının Münbiç vektöründe ilerlediğini gösteren videolar, Genelkurmay Başkanı ve kurmay heyetinin Şam ziyareti, kimi okumalara göre Şara’nın askerî üniformayla namaz kılmasındaki sembolizm, SDG elebaşı Mazlum Abdi’nin İsrail gazetesine açıklamalarda bulunması, inada devam etmesi, TBMM’nin Suriye’de (ve Irak’ta) askerî varlığımızı görevlendiren tezkereyi 3 yıl daha uzatması, nihayet yılbaşı geri sayımı… Hepsini cem ettiğinizde Türkiye’nin büyük bir askerî operasyona/harekâta girişmek üzere olduğuna ilişkin kanaat oluşuyor…

Ama anladığımız kadarıyla öyle olmayacak…

Bunu yapacak olan Türkiye değil, Suriye. Bir eksiği, ihtiyacı olduğunda da bu askerî destek ve bağlı tüm lojistik, istihbarî, belki kritik noktaları ele geçiren/vuran bazı çıkmalar da olabilir vs. ama ana tema, Şam ordusu ve harekete geçireceği diğer Suriye unsurları (ülkenin güneyindeki olaylar sırasında yapıldığı üzere) olacaktır…

SDG bu hâliyle Suriye’de yaşamını sürdüremez. Öyle veya böyle bitirilmesi gerekiyor. Bunda şüphe yok. Şam yönetimine “uyumlu” hâle gelmezse, sahadaki gerçeklik böyle işleyecek…

BARZANİLER’İN YEDİĞİ CİĞER NEREDEN GELİYOR?

Ayrıca izlememiz gereken, ana sorunun yanında tali gibi görünse de özel olarak takip etmemiz gereken, merak ve şüphe kaşıyan olaylar var…

Mesela IKYB Başkanı Neçirvan Barzani’nin, “YPG-SDG’nin dağıtılması için yapılan çağrılar gerçekçi değil. 2023’te biz de Amerikalılarla benzer bir sorun yaşamıştık. Bize de herkes ‘yeni orduya katılmalısınız’ dedi ama biz bunun pratik ve gerçekçi olmadığını söyledik. SDG için de aynı durum geçerli. Suriye ordusuna katılmalarını düşünmek yanlış bir yaklaşım” demesi ne anlama geliyor?

Barzanilerin son dönem çıkıntılıkları ve buna Türkiye’den gelen yanıtların yüksekliği, Barzanilerin “silah bırakmayın” aklının ardındaki dinamiklerle mi ilgilidir? Neden Irak’ın kuzeyindeki yönetim, SDG’nin Suriye’deki pozisyon kaybından rahatsız olmaya başladı? İsrail’in her iki ülkedeki girişimleri mi? Suriye’de SDG’nin eritilmesi vakasının Irak’ta kendi başına gelebileceği korkusu mu? Bilmiyoruz ama fazla kıpırdanmaya başladıklarını görüyoruz. Gerçek şu: Neçirvan Barzani, Ankara’nın karşısında pozisyon aldı…

ABD, İSRAİL YÜZÜNDEN Mİ YALPALIYOR?

İkincisi, ABD’nin tutumu…

Amerikan genel politikasının, YPG/SDG’nin Şam yönetimine entegre edilmesi düşüncesini koruduğunu düşünüyorum…

Ancak kılçıklar var; bunlardan biri ABD’nin uzun yıllar ve yüklü maddî ve siyasî yatırımlar yaptığı SDG’yi terk etmekte zorlanması. Bu zorlanma hâli de daha çok CENTCOM üzerinden okuduğumuz bir yapının örgütle vedalaşmakta zorlanması, sürekli Beyaz Saray’a vahlanması… Bölgede ve dünyada bu terk edişin kötü örnek oluşturacağı, bir daha kimseyi ikna edemeyeceklerinden hareket ediyorlar. CIA de aynı konuda mızmızlanıyor. Fakat anlamadıkları, daha doğrusu anlamak istemedikleri, Trump politikalarının zaten bu tür operasyonları, örneğin Afganistan benzeri felaketleri görmek istemediği. Bu yüzden itirazlarının etkisi sınırlı kalıyor. Şimdiye kadar da “işine bak sen” cevabını aldılar.

Malum, bir de İsrail sorunu var. Tel Aviv’in ABD üzerindeki etkisinin şu sıralar bütün tuşlara basmak kadar ağırlıklı olduğunu izleyebiliyoruz. ABD’nin Suriye yönetiminin arkasında durduğuna hiç şüphe yok. Gelgelelim, bilhassa Büyükelçi Barrack’ın konuşmalarındaki gelgitlere baktığımızda açık savrulmalar görülüyor. Süreci ağırlaştırır mı bakacağız…

SDG BİTMEDEN “TÜM BÖLGEYE” HUZUR GELMEYECEK…

ABD’nin SDG ile ilişkilerinde de “oraları geçtik” denilen noktalarda beliren haberler var:

“Bölgede ABD-SDG iş birliğini yansıtan gelişmeler de yaşanıyor; 2 Aralık’ta ABD tarafından Fırat’ın doğusuna zırhlı araçlar ve konteynerlerden oluşan lojistik destek sağlandı. Geçen hafta ABD devriyesi, Fırat’ın batısına geçerek Deyz Er Zor’a girerek kısa bir tur attı. 5 Aralık’ta ise Haseke’de SDG’li teröristler Amerikalı askerlerle ortak tatbikat düzenledi. ABD askerleri tarafından eğitilen 250 kadar YPJ’li terörist için resmî tören düzenlendi. Yine ABD’liler tarafından eğitilen 30 rütbeli SDG militanı yeni görev yerlerine geçti. Militanlara liderlik, askerî taktik, cephe idaresi eğitimleri verildi.” (Milliyet, 09/12.)

Bu türden akıl karıştıran yalpalamalar şimdilik Washington–Ankara arasında lisan-ı münasiple yönetiliyor. Ancak YPG/SDG son bulmadan sadece Suriye’nin değil, İsrail dahil bölgenin huzur bulması zor. Yani o “Ulusal Güvenlik Stratejisi” yalan olur.

6. TAHA KILINÇ / ÇOK YAKIŞTI (YENİ ŞAFAK)

Meşhur kıssayı bilirsiniz: Hz. Ömer, geceleri Medine-i Münevvere sokaklarında sürdürdüğü rutin teftişlerden birindeyken, sütçülükle iştigal eden bir anneyle kızının konuşmalarına kulak misafiri olur. Kadın süte su katılmasını istemekte, kızı ise ısrarla reddetmektedir. Kızcağız nihayet “Halife bunu yasakladı” diyerek annesine engel olmaya çalışır. Annesi, “Halife şu gece vakti ne yaptığımızı nereden görecek?” deyince kız ona, Halife kendilerini görmese bile her an ilahî murakabe altında olduklarını hatırlatır. Kadının hile girişimi başarısız olmuş, kızın takvası galip gelmiştir. Hz. Ömer bu manzara karşısında çok duygulanır. Sabah olduğunda hemen aileyi araştırır, haber yollar ve bu müttakî kızı oğlu Âsım’a istetir. Hz. Ömer’in bu evlilikten doğan torunu Leylâ, Emevîler döneminin Mısır valilerinden Abdülaziz bin Mervân’la hayatını birleştirecek; bu evlilikten de 680 yılında Ömer bin Abdülaziz dünyaya gelecektir.

İslâm tarihinin en büyük isimlerinden biri olan Ömer bin Abdülaziz, çocukluk yıllarını geçirdiği Medine-i Münevvere’de çok iyi bir eğitim almış, sahabe ve tâbiînin önemli isimlerine yetişmiş, ardından 705’te amcası Abdülmelik bin Mervân’ın kızı Fâtıma ile evlendirilmişti. Ertesi yıl tayin edildiği Hicaz valiliği vazifesini yedi sene sürdüren Ömer, Mekke ve Medine’de önemli restorasyon çalışmalarına öncülük etti. 711’de meşhur Irak valisi Haccâc’ın ceberut uygulamalarını eleştirdiği için azledilen Ömer bin Abdülaziz, 717’de hilafet makamına getirilinceye kadar Şam’da yaşadı.

Ömer bin Abdülaziz’in sadece üç yıl süren hilafeti, kendisine “Beşinci Râşid Halife” unvanının verilmesine neden olacak incelikleri ihtiva eder: Vergilerin dengelenmesinden şahsî hayatındaki sadeliğe, Ehl-i Beyt mensuplarına reva görülen kötü muamelenin sona erdirilmesinden çok uzak coğrafyalara kadar iç barışın sağlanmasına… Onun dönemi, Müslümanların bugün bile çok özlediği icraatlarla dopdoludur.

Beşinci Râşid Halife Ömer bin Abdülaziz, 720 yılının bir Şubat günü –muhtemelen– zehirlenme neticesinde son nefesini verdiği İdlib yakınlarındaki Marratu’n-Nu‘mân’ın Deyr Sem‘ân köyünde medfundur. Kabri, Ehl-i Beyt’e olan saygısından ötürü, Emevîlerin yıkıldığı tufan sırasında saldırıya uğramamıştı. Ancak maalesef Suriye’de yaşanan son savaş sırasında Şiî milisler kabri ve türbeyi iki kez kundakladı. Bunlardan birinde, türbe az daha tamamen yanıyordu.

Suriye’ye ne zaman yolum düşse, programlarımı aksatma ve zorlama pahasına da olsa, Ömer bin Abdülaziz’in kabrine mutlaka uğramaya gayret ederim. Ekim ayındaki son ziyaretimizde yine uğradığımızda, türbenin hemen yanı başında bir cami inşaatı görmüştük. Kenardaki tabeladan, inşaatın Suriye Evkâf Bakanlığı ile imzalanan mutabakat çerçevesinde Ankara merkezli Kalem Vakfı tarafından sürdürüldüğü anlaşılıyordu. Resmî olarak 13 Nisan 2025 günü başlanan çalışmaların 13 Şubat 2026’da tamamlanması öngörülüyordu. Ziyaretimiz sırasında hummalı bir faaliyet gözümüze çarpmıştı. Hem cami-külliye inşaatı hem de türbenin restorasyonu eş zamanlı ilerliyordu.

Geçtiğimiz pazar (7 Aralık), külliye ve türbenin resmî açılış merasimi vardı. Bağışçıların da himmetiyle çalışmalar hızlandırılmış, böylece açılış iki ay erkene çekilerek Suriye’nin özgürleşmesinin birinci yıldönümüne yetiştirilmişti. Merasime Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, Abdullah Sert Hocaefendi, Kalem Vakfı Başkanı Musa Şahin Bey ve Halep Müftüsü İbrahim Şâşû ile birlikte kalabalık bir cemaat iştirak etti. Aynı anda Almanya’nın iki farklı şehrinde programlarım olduğundan törene katılamadım, ama kalbim ve aklım oradaydı.

Ömer bin Abdülaziz’in kabri, kendisinin mütevazı hayatıyla uyumlu biçimde son derece sadedir: Başında ve ayakucunda küçük birer işaret taşı, etrafı bir buçuk karış yüksekliğinde mermerle çevrili, üzeri toprak bir açık mezar… Ekim ayındaki ziyaretimiz sırasında restorasyon çalışmalarını izlerken “İnşallah bu sadelik bozulmaz. Keşke kabir ayniyle muhafaza edilse ve şu hâliyle ziyaretçilere Ömer bin Abdülaziz’in tevazuunu anlatsa” demiştim. Hamdolsun, çalışmalar tamamlandığında kabrin olduğu şekilde korunduğunu gördüm. Bu hassasiyetleri sebebiyle Kalem Vakfı’na da hassaten teşekkürlerimi sunuyorum.

Ömer bin Abdülaziz Külliyesi, devrimin yıldönümünde Suriye’ye çok yakıştı. Emek verenlerin elleri dert görmesin.

7. ATİLLA YAYLA / Nüfus Artışında Düşüş Problemi (TÜRKİYE)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, son yaptığı açıklamalardan birinde TÜİK’in tespitlerine göre Türkiye’de doğum oranının 2024’te 1,48’e düştüğünü dile getirdi. Bunun tam bir felaket olduğunu söyledi. Maalesef Türkiye, dünyanın diğer bazı ülkeleri gibi doğum oranlarında çok vahim ve zamanla ülkede birçok şeyin sürdürülebilirliği açısından ciddi problemlere sebep olabilecek bir gerileme yaşamakta.

Bu ağır problemin kaynakları nelerdir? Gidişat geri çevrilebilir mi? Türkiye doğurganlık azalmasını önleyemezse, yavaş yavaş ilerleyecek ve toplumsal hayatı her yönüyle derinden etkileyecek bu problemin çözümü yolunda neler yapabilir?

Kategorik muhalif kafaya bakılırsa bu düşüşün tek veya ana sebebi hükümet ve onun kötüleştirdiği ekonomik durumdur. Hayat şartları zorlaşmakta ve çocukların bakım ve yetiştirme masrafları artmaktadır. Bunu karşılama gücü ve cesareti olmayan aileler çocuk yapmaktan uzak kalmaktadır. Bu bakış kısmen ve bazı aileler için doğru olsa bile hiçbir şekilde bütün meseleyi izah etmemektedir.

Gerek Türkiye’ye gerek dünyaya ait bilgiler, sanılanın aksine, fakirlerin daha çok çocuk yaptığını göstermekte. Bana kalırsa çocuk sayısındaki azalma birçok faktörün ortak sonucu. Bunların bazılarına kısaca işaret edelim.

Erkeklerin ve kadınların eskisine nispetle daha geç evlenmesi önemli bir faktör. Bunun böyle olmasında eğitim seviyesinin yükselmesi ve bilhassa kadınların kariyer arayışı da çok etkili. Eskiden 20’lerin hemen öncesi veya başlarında olan kadınlarda evlilik yaşı ortalaması 30’a doğru yaklaşmış vaziyette. Bu durumda kaçınılmaz olarak bir kadının doğurabileceği çocuk sayısı en azından yarı yarıya azalmakta. Nitekim tek çocuklu ailelerin sayısında çok büyük bir artış var.

Bir diğer sebep, artan boşanmaların evliliği riskli ve korkulması gereken bir şey hâline getirmesi. Yüzde elliye ulaşan boşanmalar bekârları neden evleneceklerini sorgulamaya itmekte. Bu da çocukla sonuçlanacak evliliklerin azalması anlamına gelmekte. Aşırı bireyselleşen insanların hayatlarını hiç kimseyle paylaşmadan kendi başlarına yaşama ve başkalarına ait sorumlulukları hiçbir şekilde üstlenmeme arzusundaki belirgin artış da sebepler arasına eklenebilir.

Önemli bir sebep LGBT faaliyetleri. Çarpıtılmış bir özgürlük ve eşitlik kavramı etrafında hareket eden ve kendi isteklerinin hayat bulması için devleti kültürel hayata ve sosyal ilişkilere derinlemesine müdahil olmaya davet eden — hatta kışkırtan — LGBT de çocukla sonuçlanabilecek cinsel beraberlikleri azaltmakta. Bunun vahim etkileri mesela Hollanda gibi nüfusun yaklaşık yüzde 20’sinin bu çizgide faaliyetlere katıldığı söylenen yerlerde net biçimde gözlemlenebilir.

Hükümet, doğum oranlarının artması için aşağı yukarı bütün dünyada alınan tedbirleri hayata aktarmaya çalışıyor. Çalışan annelere ve kocalarına doğum ve emzirme izin sürelerinin artırılması, doğum başına annelere ve ailelere yapılan ve miktarı çocuk sayısına bağlı olarak yükselen mali ödeme, evlenmek isteyen gençlere elverişli şartlarda kredi açılması gibi uygulamalar yürürlükte. Ancak bu adımların ne kadar etkili olacağı tartışmalı.

Bir diğer çözüm yolu, nüfus açığını göçlerle kapatmaya çalışmak. Suriye’den gelen göçmenler bu bakımdan ülkeye ciddi katkı potansiyeli taşıyor. Ancak burada ciddi bir tehdit var. Dünyanın en ırkçı toplumlarından olan Almanlar bile göçe razı olur ve ekonomilerini ancak göçmen nüfusunun toplumsal hayata aktif katılımıyla çekip çevirebilirken, ülkemizdeki hemen hemen her partide var olan göçmen karşıtı hatta ırkçı-faşist çevrelerin göç ve göçmen aleyhtarı tavırları bu yolu büyük ölçüde tıkıyor.

Bana öyle geliyor ki Türkiye’nin doğum oranlarında düşmeyi önlemesi çok zor. Önüne geçilemez bir şekilde, daha az ve daha yaşlı bir nüfusa sahip olacağımız günlere doğru ilerliyoruz.

8. YUSUF ALABARDA / UTANMANIZ DA YOK (AKŞAM)

Son yazımızda Suriye'de devrimin birinci yıldönümü dolayısıyla edindiğim izlenimlerimi sizler için kaleme almış ve buradan görüşlerimi belirtmiştim. Yazımın sonunu “devam edeceğiz” diyerek tamamlamıştım. O halde devam edelim.

RIZAYA DAYALI DEVLET BİR NİMET

Halkını varil bombaları ile katleden bir devlet anlayışının, normal bir savaşı mumla aratacak bir ortam oluşturabildiğini Suriye'de bir kez daha görebildim. Benzer görüntüleri Bosna'daki iç savaş sonrasında da görmüştüm; lakin Suriye'dekine benzer bir tablo tam anlamıyla ibretlik.

Normal bir savaşta devletin ile bütünleşiyorsun. Savaşamayacak durumda olan yaşlı ve çocuklar, yaşadıkları muhitleri güvenlik gerekçesiyle terk etseler dahi devletin sana cephede düşmana karşı koyman için silah ve lojistik destek sunabiliyor.

Ukrayna'da savaştan kaçan önemli bir nüfus olsa da Rus işgaline karşı direnen bir Ukrayna halkının varlığını kimse görmezden gelemez. İşgalci güçlere karşı topyekûn mücadele eden tarihten çok fazla misal sunmak mümkündür. Lakin bir rejim, her ne pahasına olursa olsun gücü devretmek istemiyor ve kendi halkına da namlusunu döndürebiliyorsa işte o zaman durum çok vahim hâle gelir.

İşte Suriye'de yaşanan da tam olarak budur. Mezhebi taassubu gözlerini kör etmiş bir rejim, yaklaşık yarım asır boyunca Suriye'yi kan ve gözyaşı ile yönetti. Kendi halkından bir milyon insanı canice varil bombalarıyla katletmekten geri durmadı. Elbette bunu tek başına yapmadı; yapamazdı da zaten. İran ve Rusya gibi bu coğrafyada katliam yapmaktan imtina etmeyecek iki devlete sırtını dayayarak milyonlarca insanı başka ülkelere sürdü, çıkardı; bir milyondan fazla vatandaşını da varil bombalarıyla katletti.

Şimdilerde ortaya çıkan bir video görüntüsünde araç kullanan Esed isimli bu korkak, yaptığı katliamlardan zerre kadar pişman olmadığını ortaya koyan açıklamalar yapıyor.

KASABALARI, ŞEHİRLERİ HARİTADAN SİLDİ

Şimdi yapacağım benzetme, İran muhabbeti gözünü kör etmiş bazı yazar-çizer tayfasını rahatsız etse de bir kez daha yazıyorum: Esed'in yaptığı katliamlar, Netanyahu isimli soykırımcının katliamlarından daha az değildir. Netanyahu ve işlediği soykırıma dair haklı olarak sesimizi yükselteceğiz de Esed denilen eli kanlı korkak söz konusu olduğunda susacak mıyız?

İdlib ve Halep hattından başlayarak ta Şam'a kadar koca bir ülke, mezhepçi bir şebekenin iktidarını koruyabilmesi ve İran ile Rusya gibi iki devletin o coğrafyada güç tahkim edebilmesi için perişan edilmiştir.

Şartlar bu haldeyken, katliamdan kaçan bu insanlara dönüp dönüp “Savaştan kaçacağınıza neden ülkeniz için savaşmıyorsunuz?” diyen alçakça açıklamaları da yıllarca dinledik. Hangi orduyla, hangi devletle, hangi işgalci güce karşı kim nasıl savaşacak?

NASIL HESAP VERECEKSİNİZ?

Bir baştan öbür başa yıkılmış, yok olmuş şehirleri, katledilmiş insanları ve geride kalanların yürek burkan hikâyelerini dinledikçe, Türkiye'de hâlâ Esed’e destek vermekten haya etmeyen, hâlâ Esed’e ve katliamlarına tek kelam edemeyenlerin zerre vicdanlarının olmadığına inanıyorum.

Elbette konu sadece vicdan meselesi değildir; çoğunun kendi ajandası olduğunu da unutmamak lazım. Allah bizi muhafaza etsin, yarın bu ülke bir türbülansa girse, bu ülkenin masum vatandaşlarına neler edebileceklerinin hududu bile yok. Suriye'de yaşananlardan çıkarılacak çok ders, alınacak çok hisse bulunmaktadır.

9. DOÇ. DR. MURAT ASLAN / YUNANİSTAN'IN EGE ADALARI PROVOKASYONU: ERİS VE DOLOS'TAN BİR SOTER ÇIKAR MI? (AA ANALİZ)

2026 Resmi Tatiller Takvimi: 2026'da Özel Ve Dini Kaç Resmi Tatil Var? Toplam Resmi Tatil Kaç Gün?
2026 Resmi Tatiller Takvimi: 2026'da Özel Ve Dini Kaç Resmi Tatil Var? Toplam Resmi Tatil Kaç Gün?
İçeriği Görüntüle

Her ülkenin mistik geçmişi ruh hâlini ele verir. Yunan mitolojisindeki tanrı(ça)lar da hayata dair her duyguyu bir şekilde yansıtır. Mitolojide zıtlıklar da görülebilir. Eris ve Dolos’un aldatma ve kavga çıkartma becerisi bir yana, Soter’in koruma ve güven veren ruh hâli bu zıtlığa emsal teşkil eder.

GARİP BİR RUH HÂLİ

Yunan siyasetinin çağdaş hâli, bahse konu zıtları uç noktaya taşıdığı anlaşılıyor. Yunanistan’ın eski Dışişleri ve mevcut Savunma Bakanı Dendias’ın Türkiye karşıtlığı üzerine kurguladığı siyaset de “Yunan” tanrılarının bu karmaşık durumunu hatırlatıyor.

Bu argümanın nedenlerini listelemek zor değil. Kısaca sayalım: ekonomik krizlere rağmen artan silahlanma harcamaları, diğer ülkelerle Türkiye’ye karşı “savunma” anlaşmaları imzalanması, diğer ülkelerin enstrümanı olmak, adaların silahlandırılması gibi uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerin göz ardı edilmesi, Gürcistan’da düşen Türk C-130’u ve verilen 20 şehide karşılık Yunan Hava Kuvvetlerinin etik olmayan mesaj ve resimler yayınlaması… Bu listeyi uzatmak mümkün.

PROBLEM NE?

O hâlde lafı dolandırmadan asıl meseleyi tartışmakta fayda var. Yunanistan, “müttefiki” Türkiye söz konusu olduğunda neden kavgacı ve tahrik eden taraf oluyor? Yanı başında bir dost görmek yerine neden Türkiye’yi karşıtlaştırıyor?

Yunanistan’ı kronik hâle gelmiş Eris ve Dolos psikolojisinden kurtarmak adına, “dost tavsiyesi” şeklinde bir analiz yapmakta fayda var. Yunanistan’ın “Tehdit Doğu’dan gelir” ana söylemiyle kendini tahrik etmesi yeni bir olay değil. Ancak Türkiye’yi işaret eden bu iddia temelsiz.

Yunanistan’ın 5 Ekim 1821’de Tripoliçe katliamı, Türk Kurtuluş Savaşı’nda Küçük Asya’yı işgal, Kıbrıs meselesinde Türklere yönelik tedhiş girişimleri ve Doğu Akdeniz’de maksimalist talepleri başka bir gerçeği hatırlatıyor. Türkiye tarihinin hiçbir anında Yunanistan’a yönelik saldırı savaşı başlatmadı. Dolayısıyla tehdit Doğu’dan değil, Yunan siyasi zihniyetinden geliyor.

Koşullanmış bu ruh hâli ve eylem zinciri doğal olarak Yunan kamuoyuna asırlardan bu yana siyasilerin söylemleriyle dayatılıyor. Yani öğrenilmiş çaresizliği yaşayan Yunan siyaseti, kendi halkını tahrik edip gerçek âlemden uzaklaştırıyor. Böylece kamuoyu Yunanistan’ın gerçek sorunlarından ziyade, yapay Türkiye tehdidine yönlendiriliyor.

YUNAN EKONOMİK KRİZLERİ

Önce Yunan ekonomisine eğilmekte fayda var. Yunanistan 1990’lar sonundan itibaren avroya geçişle birlikte yüksek büyüme ve düşük faiz ortamından yararlandı; kamu harcamaları hızla arttı ve bütçe açıkları kronik hâle geldi. Şeffaf olmayan bütçe ve borç rakamları sonrasında balon patladı ve 2009 kriziyle yüzleşildi. Bu dönemde Yunanistan’ın borç/GSYH oranının yüzde 180 civarında olduğu ortaya çıktı.

Üç ayrı kurtarma paketi sonrasında toplam borç stoku yaklaşık 290 milyar avro düzeyine çıktı. Bu nedenle ağır önlemlerle maaş kesintileri, emekli maaşı reformları, vergi artışları ve özelleştirmeler uygulandı; GSYH yaklaşık yüzde 25 küçüldü, işsizlik yüzde 27’lere kadar çıktı. Avrupa Birliğinin karşılıksız yardımlarıyla Yunanistan 2020 yılı sonrasında toparlandı. Ancak yapısal sorunlar hâlen devam ediyor.

YUNAN SİLAHLANMA PROGRAMI VE EKONOMİK KRİZ

Yunanistan’ın askerî harcamaları şüphesiz tek başına bir ekonomik kriz nedeni değil. Ancak Yunan akademisyenler Christos Kollias, Suzanna-Maria Paleologou ve Michel Zouboulakis’in 2 Kasım 2021 tarihli makaleleri, askerî harcamaların diğer yapısal sorunlarla birlikte krizi derinleştirdiği sonucuna varıyor. Nitekim Yunanistan, ekonomik krize ve borç stokuna rağmen GSYH’ye oranla en yüksek savunma harcaması yapan ülkelerden biri olmaya devam etti.

SIPRI ve Dünya Bankası verilerine göre, 2009 sonrası borç krizinde askerî harcama kısmen düşse de bu oran yüzde 2’nin altına inmedi. Öte yandan Yunanistan’ın 2024 yılı itibarıyla savunma harcaması GSMH’sinin yaklaşık yüzde 3,1’i seviyesinde ve NATO ortalamasının oldukça üzerinde. Diğer bir ifadeyle ağır ekonomik reçetelerle emekli ve memur maaşları azaltılırken silahlanma devam ediyor.

Bu dönemde Yunanistan’ın AB’den aldığı borçların faizlerinin silindiği görülüyor. Bu uygulama Almanya’nın büyük bir lütfu. Ancak Yunanistan, Almanya’nın iyi niyetine rağmen:

Leopard 2 ana muharebe tankları, MEKO sınıfı fırkateynler ve Type-214 denizaltıların modernizasyonlarına devam etti.

2018 yılında 85 adet F-16 savaş uçağını “Viper” konfigürasyonuna yükseltmek için yaklaşık 1,3 milyar dolarlık bir anlaşma imzaladı. Toplam 121 adet F-16’nın “Viper” seviyesine yükseltileceği açıklandı.

2020’lerin başından itibaren Fransa’dan Rafale savaş uçakları ve FDI/Belharra sınıfı fırkateynlerin tedariki başladı; 2025’te dördüncü FDI fırkateyni için de sipariş verildi.

2036 yılına kadar 25–28 milyar avroluk savunma tedarik programı yürütüleceği açıklandı. Bu kapsamda yeni denizaltılar, F-35 savaş uçakları, insansız hava-deniz-altı araçları, komuta-kontrol ve uydu projeleri hayata geçirilecek.

İSRAİL AYRINTISI

Bu noktada İsrail ile savunma alanındaki ilişkileri özellikle ele almakta fayda var. İsrail ile 2021’de imzalanan anlaşma kapsamında İsrail firması Elbit Systems ile Yunanistan arasında pilot eğitimi ve uçuş okulu kurulmasına karar verildi. Yunan Kara Kuvvetlerinin Çok Namlulu Roketatar kabiliyetini artırmak için PULS sistemleri ve hava savunma/füze savunma sistemleri için müzakereler yürütülüyor. Bu çerçevede “Aşil Kalkanı” adı altında kapsamlı bir hava ve İHA savunma mimarisi planlanıyor. Aynı zamanda Barak MX, SPYDER, Davud’un Sapanı gibi sistemlerin alımı gündemde.

RUSYA-UKRAYNA SAVAŞI

Yunanistan, Rusya-Ukrayna Savaşı’nı fırsata çevirmeyi başaran tek ülke. Gölge filo aracılığıyla Rus petrolünü küresel piyasaya taşırken, aynı zamanda eski nesil silah envanterini Ukrayna’ya veren ülke, bu sayede ABD, Almanya ve AB fonlarından en fazla yararlanan konuma geldi.

Örneğin Yunanistan, eski nesil 40 BMP-1 zırhlı muharebe aracını Ukrayna’ya devretmiş, karşılığında Almanya’dan 40 Marder temin etmiştir. AB’nin Avrupa Barış Fonu çerçevesinde Ukrayna’ya sağladığı 28 milyar avroluk askerî destek kapsamında Yunanistan’a da bütçe telafisi yapılmıştır.

ABD’nin EDA ve diğer programları kapsamında Yunanistan’a stok fazlası helikopterler ve zırhlılar verilmiş, bunlar doğrudan “Ukrayna’ya yardım karşılığı” değil, NATO doğu kanadı güçlendirme gerekçesiyle yapılmıştır.

TÜRKİYE KARŞITI SAVUNMA ANTLAŞMALARI

Eski ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ve dönemin Atina Büyükelçisi Geoffrey R. Pyatt’ın çabalarıyla Karşılıklı Savunma İşbirliği Anlaşması 2019 ve 2021 yıllarında güncellendi. Yunanistan ile Fransa ise 28 Eylül 2021’de “Savunma ve Güvenlik Alanında Stratejik Ortaklık” anlaşmasını imzaladı. Bu kapsamda FDI fırkateynleri, Rafale uçakları, Exocet füzeleri ve NH-90 helikopterleri satılıyor.

Ayrıca GKRY-Yunanistan-İsrail üçlü mekanizması da Türkiye’yi hedef alan bir denge oluşturma çabasının parçası. Aynı Yunanistan, Türkiye’nin F-16 ve F-35 tedarik süreçlerinde ABD Senatosu’ndaki Yunan ve Yahudi lobilerini harekete geçirerek süreci baltalamaya çalışıyor.

Dendias’ın Ege Adaları’na füze yerleştirme açıklamaları da bu politikanın son örneklerinden biri.

TÜRKİYE'NİN GÜNDEMİ

Türkiye’nin gündeminde o kadar çok güvenlik durumu mevcut ki Yunanistan bu gündemler arasında dikkate bile alınmıyor. Diplomasi ön plana çıkarılıyor; çözülebilecek konular üzerinden güven artırıcı adımlar hedefleniyor. Ancak Dendias’ın son açıklamaları komşunun yine ayarlarının bozulduğuna işaret ediyor.

Bu esnada Türkiye, arabuluculuk ve kolaylaştırıcılık rolüyle krizleri yatıştırmaya çalışıyor. Gerektiğinde NATO savunması için kapasitesini artırıyor. Muhtemelen Yunanistan’a gerçek bir tehdit vukuunda ilk yardıma koşacak olan da Türkiye olacak.

Sonuç açık: Yunanistan, hayali “Türkiye tehdidi” iddiasıyla ABD ve AB kapılarında zaman kaybederken kendi halkının refahını kısıyor; ekonomik krizlere rağmen silahlanmadan vazgeçmiyor; gerginliği adeta bir “geçim kaynağı” hâline getiriyor. İsrail ile savunma ilişkileri ise doğrudan Türkiye’yi hedef alıyor.

Yunanistan’ın anlaması gereken husus şudur: İsrail veya başka bir devlet “Yunanistan için” değil, Yunanistan’ı araçsallaştırıp istismar etmek için bu antlaşmaları yapıyor. Miçotakis/Dendias ikilisi siyasi ikballeri uğruna Yunanistan’ı tepsi içinde başkalarına servis ediyor.

Sonuç net: Yunanistan, Eris ve Dolos’un ruh hâlini terk etmeli ve Türkiye ile sorunlarını “iyi niyetle” yönetmeyi öğrenmeli.

Kaynak: GAMZE KARABULUT