1. ABDULKADİR SELVİ / BAKIN SAHTE ‘YEŞİL’ KİM ÇIKTI... (HÜRRİYET)
Gazeteci Saygı Öztürk, 9 Aralık 2025 tarihinde kendisini arayan bir kişinin “Ben Yeşil” dediğini yazdı. Böylece 90’lı yılların faili meçhul cinayetlerine damga vuran Yeşil’in yaşayıp yaşamadığı yeniden gündeme geldi. “Terörsüz Türkiye” sürecinin kritik aşamaya geldiği bir dönemde ‘Yeşil’ isminin gündeme getirilmesi ilginçti.
PKK’YA YARADI
Milli Dayanışma Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nda şehit ailelerinin dinleneceği gün, Meclis’in önünde ‘Beyaz Toros’ yakılması da zaman ayarlı bir mesajdı. O gün ‘Beyaz Toros’ yakıldı, bugün ‘Beyaz Toros’un simgesi olan ‘Yeşil’ gündeme taşındı. Bunlar normal faaliyetler değildir. Geçmişte ‘Yeşil’i kullananlar bugün onun ismi üzerinden mesaj veriyorlar. Ama bilmiyorlar ki o gün ‘Yeşil’ ve onun gibilerin arkasında derin devletin bazı unsurları vardı. Ama bugün iktidarda ‘Yeşil’ zihniyetiyle mücadele eden siyasi irade hâkim. 90’lı yıllarda PKK ile mücadele adı altında köyler boşaltıldı, köyler yakıldı, faili meçhul cinayetler işlendi, ‘Beyaz Toros’lara bindirilenlerden bir daha haber alınamadı. Sonuç ne oldu? Öcalan’ın deyişiyle “90’lı yıllarda kitleler oluk oluk PKK’ya akıyordu”. PKK en büyük sıçramasını 90’lı yıllarda yaptı. PKK ile mücadele adı altında yapılanlar PKK’ya yaradı.
SEKTÖR OLMUŞTU
‘Yeşil’in İranlı iş adamlarına çöküp paralarını gasp ettiği ortaya çıktı. “Adın PKK’ya yardım edenler listesinde” diyerek bazı iş adamlarını haraca bağladığı tespit edildi. Sahte Yeşiller türedi. Kamer Genç, Kadir Çelik’in programına ‘Yeşil’ adıyla bağlanan kişiyi “Sen sahte Yeşil’sin” diye deşifre etmişti. Çünkü o devirde ‘Yeşil’ adıyla korku salıp milleti haraca bağlamak bir sektör olmuştu. ‘Yeşil’ yaşarken ve Yeşil’in öldüğü söylendikten sonra da bu bir süre devam etti.
ZAMAN AYARLI
Peki şimdi neden? Terörsüz Türkiye sürecinde kritik bir aşamaya geldik. PKK silah bıraktığını açıkladı. Türkiye’den çekildi. Zap Kampı’nı boşalttı. Meclis Komisyonu raporunu sunacak. Ardından ceza infaz yasasında değişiklikler yapılacak. Eve Dönüş Yasası tarzında bir yasal düzenleme gelecek. Tam bu noktada ‘Yeşil’ yeniden diriltilip piyasaya sürülmek isteniyor. Bunlar sürece zaman ayarlı müdahaleler demektir.
SAHTE YEŞİL
Ancak güvenlik birimlerimiz ciddi bir çalışma yaptı. Saygı Öztürk’ü arayan kişinin “Yeşil” olmadığını tespit etti. Şahıs Suriye’de değil, Türkiye’deymiş. Türkiye’den aramış. Hem de yarı açık cezaevinden. Yaşlı bir adam. İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasında, “Aramanın bir açık cezaevinden yapıldığı; aramayı yapanın ise C.A. adlı hükümlü olduğu tespit edilmiştir. Şahsın, ‘adam öldürme, kasten yaralama ve mala zarar vermek’ten suç kaydı bulunmaktadır” deniliyor.
YEŞİL ÖLÜ
Bunlar hâlâ derin bir yerlerde kalan kalıntıların uzantıları. Peki Yeşilleriniz vardı da ne oldu? PKK ile mücadele adı altında bölge halkına zulmettiniz, PKK’ya hizmet ettiniz. Ama şunu bilmiyorlar: O günler geride kaldı. Artık Yeşillerle iş tutan bir yapı değil, Yeşilleri kulağından tuttuğu gibi adalete teslim eden bir irade söz konusu. Ayrıca ‘Yeşil’, devletin kayıtlarında “öldü” diye yer alan birisi. Bunu ileride yeniden diriltmek isteyenler olabilir diye yazıyorum.
YALAN, ÇARPITMA VE SAPTIRMA
Türkiye, akan kanı durdurmak, ayağına vurulan 50 yıllık kanlı prangadan kurtulmak için tarihi bir mücadele veriyor. Önemli bir mesafe alındı. PKK silah bırakma kararını aldı, Türkiye’deki unsurlarını çekti. Irak ve Suriye’deki yapılandırmalarını tasfiye etmeleri yönünde ciddi bir çalışma yürütülüyor. Ama kolay değil. Arkasında ABD’nin, İsrail’in, Rusya’nın, İran’ın, bazı Avrupa ülkelerinin bulunduğu bir terör örgütünü tasfiye etmeye çalışıyoruz. Önemli bir aşamaya gelindi. Ama birileri bundan rahatsız. Birileri PKK terörü bitmesin, kanlı örgüt tasfiye olmasın diye çırpınıyor.
YÜKSEL ARSLAN’IN PROVOKASYONU
Meclis’te Terörsüz Türkiye Komisyonu kurulduğunda, İYİ Parti Ankara Milletvekili Yüksel Arslan, DEM Parti’nin talepleri diye bir liste yayımlamıştı. “Kürt ordusu kurulsun, Kürtlere özerlik verilsin, Kürtçe resmî dil olsun” diye sıralamıştı. DEM Parti bunu yalanladı. Komisyon çalışmalarını tamamlıyor, böyle bir talep gündeme gelmedi. Yüksel Arslan’ın paylaşımının provokasyon amaçlı olduğu ortaya çıktı.
ÖCALAN NE İSTİYOR
Bu kez Öcalan’ın petrol ve elektrik gelirlerinden pay istediği iddiası ortaya atıldı. Ne İmralı görüşmelerinde böyle bir şey var, ne Öcalan bu yönde bir açıklama yaptı. Tam aksine Öcalan, PKK’ya silah bırakma ve tasfiye çağrısı yaptığı 27 Şubat tarihli açıklamasında, “Ayrı ulus devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler tarihsel toplum sosyolojisine cevap olmamaktadır” dedi. “Tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir” diye çağrı yaptı.
Peki bu tür haberler nereden çıkıyor? Burada amaç belli. Türk milliyetçiliğini tahrik etmek, Türk toplumunu kışkırtmak ve böylece Terörsüz Türkiye sürecine çomak sokmak.
2.AHMET HAKAN / SAYGI ÖZTÜRK’Ü KİM İŞLETTİ ACABA (HÜRRİYET)
SAYGI Öztürk, geçen gün bir yazı yazdı. “Apo neler istemiş neler” diye bir yazı. Saygı Öztürk’e göre Öcalan…
Petrol gelirlerinden bölgesel pay istemiş.
Barajlarda üretilen elektriğin gelirini istemiş.
Kürtçe eğitim istemiş.
Anayasa 66’nın değişmesini istemiş.
SDG’nin silah bırakmamasını istemiş.
PKK’lıların affını istemiş.
İstemiş de istemiş yani.
Peki, nerede ve ne zaman istemiş bunları Öcalan? Meclis Komisyonu’nun üç üyesiyle İmralı’da görüşmüştü ya. Hah! İşte orada istemiş.
Komisyonun üç üyesi kim? AK Partili Hüseyin Yayman, bir. MHP’li Feti Yıldız, iki. DEM’li Gülistan Kılıç Koçyiğit, üç.
Hiçbirinin böyle bir açıklaması yok. Ne Yayman’dan, ne Yıldız’dan, ne de Koçyiğit’ten böyle bir bilgi geldi. Tek kaynak var, o da Saygı Öztürk.
İşte tam burada devreye girmesi gereken soru şudur: Acaba birileri Saygı Öztürk’ü işletmiş olabilir mi? Çünkü artık ortaya çıktı ki Saygı Öztürk, acayip kolay işletilen biridir.
Saygı Öztürk’ün acayip kolay işletildiği nasıl mı ortaya çıktı?
Şöyle: Geçen gün dokuz sütuna manşet bir yazı yazdı kendisi. “Flaş! Flaş! Telefonum çaldı, arayan Yeşil’di” diye bir yazı.
İçişleri Bakanlığı dün bir açıklama yaptı. Meğer “Alo ben Yeşil” diyerek Saygı Öztürk’ü arayan kişinin, Yeşil’le uzaktan yakından bir ilgisi yokmuş. Bildiğin fake Yeşil’miş yani.
Bakanlık, Saygı Öztürk’e gelen telefonun izini sürmüş ve şu sonuçlara varmış:
Arama bir açık cezaevinden yapılmış.
Aramayı yapan kişi, C.A. adlı bir hükümlüymüş.
Adam öldürme, mala zarar verme, kasten yaralama gibi suçlardan suç kaydı varmış adamın.
Yine bakanlık açıklamasından anlıyoruz ki… Fake Yeşil, Saygı Öztürk’ü üç kez aramış. Üç aramada toplam 35 dakika konuşmuşlar. Şu işe bakın hele:
Yılların gazetecisi, adamla 35 dakika konuşuyor ve fake olduğunu hiç çakmıyor, çakamıyor. Sıradan bir hükümlünün, Türkiye’nin en karanlık tarihinin en karanlık figürü olduğuna kolayca ikna olabiliyor.
Sadece şu kadarını söylemekle yetineceğim: Bu şekilde işletilen birinin… “İşte Apo’nun talepleri bunlardır Saygı Bey. Lütfen bunları haber yapın” falan diye işletilmesi çocuk oyuncağıdır.
TUĞYAN’IN OYUNCULUĞU
GÜLLÜ’nün cenazesinde “katil evlat” Tuğyan’ın “Annem, annem, annem” diyerek kendini kaybediş anlarının görüntülerini izlediniz mi?
Bazıları bu görüntülere bakıp şöyle şeyler söylüyorlar:
Amma müthiş rol yapmış yahu.
Tam Oscar’lık bir performans.
Bu kabiliyetle oyuncu olmalıymış.
Hiç katılmıyorum bu yorumlara. Tuğyan, cenazede…
Büyük, çok büyük oynamış.
“Ne kadar titreyerek ağlarsam o kadar ikna edici olurum” diye düşünmüş.
“Annesini kaybettiği için aklı şaşan evlat” rolünün bir kararının olabileceğini hesaba hiç katmamış.
Henüz Tuba Büyüküstün bile olamadan Meryl Streep olmaya heves etmiş.
Bu konuda yalnız da değilim. Tuğyan’ın Güllü’yü öldürdüğüne tanıklık yapan Sultan, bakın ne demiş:
“Cenazede o kadar abartılı rol yapıyordu ki durup onu izledim ve çok şaşırdım.”
BAZEN BİR PURO SADECE BİR PURODUR
MEHMET Akif Ersoy olayı yaşanınca… “Bu basit bir olay olamaz” önyargısıyla hareket eden tipler, her gün yeni bir hikâye anlatıyorlar.
İktidar içi kavga analizleri yapıyorlar.
Dayanaksız iddialarla Mehmet Akif’i bazı isimlere yamıyorlar.
Olayın savcılığın yaklaşımındaki gibi olabileceğine sıfır ihtimal veriyorlar.
Oysa “Bazen puro içen biri, sadece puro içen biridir” deseler… Bütün mesele yerli yerine oturacak.
3. NEDİM ŞENER / ABD’YE KARŞI İSRAİL-PKK/SDG-DEAŞ PROVOKASYONU (HÜRRİYET)
İki ABD’li askerin, bir sivil tercümanın öldürüldüğü Suriye’nin Palmira kentindeki saldırı, soykırımcı İsrail’in maşa olarak kullandığı PKK/SDG’nin elini güçlendirmek için girişilen dört dörtlük bir DEAŞ provokasyonudur. Provokasyonu anlamak için kurulduğu günden bu yana İsrail’e karşı tek bir saldırısı olmayan ve İsrail tarafından kullanılan bir aparat olan DEAŞ’ın bu kanlı saldırısından kimin yararlanmaya çalıştığına bakmak yeterli. Provokasyon, soykırımcı İsrail’in bir kısım Dürzi, Alevi ve PKK/SDG’li teröristleri kullanarak Suriye’yi karadan askerlerle, havadan uçaklarla bombalayarak bölmeye çalışmasına rağmen Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın “Ant içtik. Suriye topraklarından bir toz zerresi bile vermeyeceğiz” diyerek ülkesinin üniter yapısını koruma kararlılığını ilan ettiği bir dönemde gerçekleşmiştir.
ABD’NİN SURİYE’DEKİ KAYBI 12 OLDU
Provokasyon tam da Suriye’de 8 Aralık devriminin üzerinden bir yıl geçmeden Şara yönetiminin tüm dünya tarafından tanındığı, Birleşmiş Milletler’de dünyaya seslendiği, ABD Başkanı Trump ile Beyaz Saray’da buluştuğu, DEAŞ ile mücadele koalisyonuna katıldığı, ABD’nin Suriye’ye yönelik tüm yaptırımları kaldırdığı bir dönemde gerçekleşti. Zamanlaması ve yöntemiyle tam bir provokasyon kokan saldırı, 2019’da Membiç’te 4 ABD askerinin ölümüyle sonuçlanan bombalı saldırıdan sonra ilk kez yaşandı ve yaşamını yitiren iki asker ile ABD’nin Suriye’de toplam kaybı 12’ye çıktı. Ve bu kanlı provokasyon, ABD Başkanı Trump’ın Şara yönetimine tam destek verdiği, İsrail’in Suriye’yi bölme planlarını örtülü biçimde engellemeye çalıştığı, Siyonist İsrail’in maşası SDG terör örgütünü Suriye yönetimi ile entegrasyona zorladığı bir zamanda yaşandı.
CENTCOM, ŞARA’NIN DEAŞ İLE MÜCADELESİNİ ÖVMÜŞTÜ
Hatta tam da ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM) Komutanı Orgeneral Brad Cooper’ın Şara yönetimini DEAŞ ile mücadelede yere göğe koyamadığı bir zamanda gerçekleşti. Suriye’de Esad iktidarının devrilmesinin yıldönümü nedeniyle 10 Aralık 2025 günü Ortadoğu Enstitüsü’nde (MEI) internet üzerinden katıldığı konferansta, Şara yönetimi ile DEAŞ terör örgütüne karşı işbirliğini şöyle övmüştü:
“Suriyeli ortaklarımızla işbirliği, ortak başarımız için temel bir gerekliliktir. Geçen ay, çoğunuzun bildiği gibi Suriye hükümeti, IŞİD’e karşı Uluslararası Koalisyon’un 90. üyesi olarak katıldı. Uluslararası Koalisyon, daha önce IŞİD kontrolünde olan bölgelerin istikrara kavuşturulmasına ve yeniden inşasına önem veriyor. Onların 2019’daki toprak kaybından bu yana, sadece geçen hafta Suriye İçişleri Bakanlığı ile birlikte çalışarak Suriye’nin güneyindeki 15 IŞİD silah deposunu tespit edip imha ettik. Suriyeli ortaklarımızla IŞİD’i takip etme, DSG entegrasyonunu destekleme ve işbirliğini geliştirme çalışmalarımızı sürdüreceğiz. IŞİD’in vahşi hilafetini yenilgiye uğratmada gördüğümüz büyük başarılara rağmen uyanık kalacağız. Ve selefim General Eric Kurilla liderliğinde elde edilen kazanımların devam etmesini sağlayacağız; önümüzde yapacak çok iş var. Kendisiyle ve komşularıyla barış içinde bir Suriye’nin daha istikrarlı ve parlak bir Ortadoğu’ya yol açabileceği tarihi fırsat hakkında iyimserlik ve umut için büyük bir neden olduğuna inanıyorum.”
PKK/SDG’Lİ ABDİ İSRAİL MEDYASINDAN TEHDİT ETMİŞTİ
ABD’li askerlerin ve bir sivilin öldürüldüğü DEAŞ saldırısının, ABD’nin Şara yönetimine verdiği desteği keserek PKK/SDG terör örgütüne vermesini isteyen her kimse, bu provokasyonun arkasında da o vardır. Elbette herkesin aklına Siyonist İsrail ile maşası PKK/SDG terör örgütü geliyor...
Nitekim terör örgütü PKK/SDG ile onu maşa olarak kullanan Siyonist İsrail kaynakları hemen devreye girdi ve saldırıyı “HTŞ” diyerek Şara yönetiminin tezgâhladığı gibi saçma sapan algı operasyonlarına başladı; ardından da ABD’ye DEAŞ ile mücadele için yanınızdayız mesajları atmaya başladılar.
Provokasyon mesajı, soykırımcı Siyonist İsrail’in maşa olarak kullandığı PKK/SDG terörü yöneticisi “Mazlum Abdi” kod adlı Ferhat Abdi Şahin isimli teröristin 9 Aralık günü İsrail’in Jerusalem Post gazetesine verdiği röportajdaki sözlerinde gizliydi. DEAŞ tehdidine vurgu yapan PKK/SDG’li Abdi, doğrudan ABD Başkanı Trump’a seslenerek, “Başkan Trump, Suriye’yi yeniden büyük yapmak istiyor. Bunu yaparken SDG’yi desteklemeli. SDG, IŞİD’e karşı küresel koalisyona dâhil edilmeli ve SDG, Suriye’nin yeni hükümetine dâhil edilmelidir” dedi.
Palmira saldırısı ardından yaptığı açıklamada da kendilerini öne çıkartarak, “Bu saldırılardaki artış, terörizm ve terör örgütleriyle mücadelede ulusal düzeyde daha büyük bir irade ve koordineli çabalar gerektirmektedir” dedi.
TRUMP PROVOKASYONU GÖRDÜ
Tüm bunlar, DEAŞ ile mücadelede Şara yönetiminin rolünün öne çıkartıldığı ve CENTCOM dâhil ABD yönetimi tarafından Suriye yönetimine 10 Mart mutabakatı çerçevesinde entegrasyona zorlanan PKK/SDG’nin yıllardır kullandığı “DEAŞ ile mücadele” istismarının elinden alınmaya başlandığı sırada yaşandı.
Öyle ki PKK/SDG ile medya ayağında tüm açıklamalarında Şara yönetimini DEAŞ ile eş tutan, hatta saldırıda sorumluluğu olduğu algısı yaratmaya kadar vardırdılar. Ancak provokasyon herkes tarafından, herkesin görebileceği kadar açık. Nitekim ABD Başkanı Trump, saldırı üzerine yaptığı paylaşımda, “Bu, ABD’ye ve Suriye’ye, Suriye’nin çok tehlikeli bir bölgesinde, onlar tarafından tamamen kontrol edilmeyen bir IŞİD saldırısıydı. Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara bu saldırıdan son derece öfkeli ve rahatsız. Çok ciddi bir misilleme olacak” diyerek bunu gösterdi. Artık herkes şunu biliyor: PKK/SDG gibi kurulduğu günden bu yana İsrail’e yönelik tek bir saldırısı olmayan DEAŞ, Siyonist İsrail’in kullandığı aparattan başka bir şey değildir.
4. MELİH ALTINOK / BU DA AVUSTRALYA’NIN 11 EYLÜL’Ü MÜ? (SABAH)
Avustralya’da Yahudilerin Hanuka Bayramı kutlamalarına yönelik terör saldırısının görüntülerini izlerken, aklıma ister istemez ABD’deki 11 Eylül saldırıları geldi.
Zira 11 Eylül 2001, içinde yaşadığımız milenyum çağının gerçek miladıydı. O olayın arkasındaki sır perdesi bugün bile tam anlamıyla aralanabilmiş değil. Hatta Donald Trump, seçim kampanyası sırasında bu karanlık noktaları aydınlatacağını vaat etmiş; uğradığı suikast girişiminin ardından ise meselenin kendisini aştığını ima etmişti.
Ne var ki İkiz Kuleler’e yapılan saldırının ardından dünyanın sürüklendiği kaos, savaşlar, darbeler ve bunun üzerine inşa edilen yeni güvenlik mimarisi tüm çıplaklığıyla ortada.
Irak, Afganistan, Libya derken son 24 yılda İslam coğrafyası adım adım ateşe atıldı. Müslümanlara yönelik faşizan politikalar küresel ölçekte meşrulaştırıldı.
Kazanan ise sadece ABD’deki devlet aygıtını adeta oyuncağı hâline getiren küresel sermaye oldu. Bedelini Müslümanlarla birlikte, kaynakları binlerce kilometre ötedeki savaşları finanse etmek için harcanan, evlatlarını yitiren Amerikalılar da ödedi. Ve hep birlikte hâlâ ödemeye devam ediyoruz.
Gazze’deki soykırımın fitilini ateşleyen 7 Ekim saldırılarının hemen ertesi günü kaleme aldığım yazıda da benzer bir başlık kullanmıştım: “İsrail’in 11 Eylül’ü.”
Zira kimi çevreler “kavgada yumruk sayılmaz” diyerek meseleyi meşrulaştırmaya çalışsa da o günden bu yana karaciğerimize yediğimiz kroşelerin haddi hesabı yok.
İsrail’in foyası ortaya çıkmış, meşruiyeti ciddi biçimde aşınmış olabilir; ancak bilanço ortada. Avustralya’daki saldırının hemen ardından İsrail’in, Gazze soykırımına destek konusunda ürkek davrandığını ima ettiği Sidney’i yeniden cepheye çağırması, 7 Ekim’in nasıl bir “işlev” gördüğünün açık kanıtıdır.
Plajda kanla verilen mesaj doğrudan, kâğıt üzerinde Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını kazanmış Avustralya’ya mıdır, bilemiyorum. Ancak pandemi döneminde kıtada denenmiş olan faşizm denemesinin, İngiltere’yi bile geride bıraktığı dün gibi hafızamda.
Adres neresi olursa olsun, haklı olarak diken üstünde olan Avustralyalıların bu tuzağa düşmemesi gerekir. Hesaplanmış bir tepki üretmek için tetiği çekenlerin, failleri Müslüman kılığına sokması tesadüf değil. Ancak saldırganları çıplak elleriyle durdurmaya çalışan kişinin, Sutherland Shire bölgesinde bir meyve dükkânı işleten Ahmed el Ahmed olduğunu da unutmamalılar.
Dinimiz, dilimiz, rengimiz umurlarında değil. Hepimiz hedefiz.
5. NEBİ MİŞ / BARIŞ MÜZAKERELERİNDE KRİTİK EŞİK (SABAH)
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Türkmenistan’da Rusya Devlet Başkanı Putin ile uzun bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşme ile ilgili gazetecilerin sorduğu bir soruya “barış uzakta değil, onu görüyoruz” cevabını verdi. Erdoğan’ın bu açıklamasını, temenninin ötesinde, müzakere zeminlerinin artık olgunlaşmaya başladığına ve sona yaklaşıldığına dair bir tespit olarak okumak mümkün. Çünkü görüşmeye ilişkin İletişim Başkanlığı’nın, “Ukrayna-Rusya Savaşı’nda kapsamlı barış çabaları değerlendirildi” açıklamasından da iki liderin bu konuyu derinlemesine ele aldığı anlaşılıyor.
Yine bu okumayı güçlendiren bir husus, Putin ile görüşmesinin ardından konu ile ilgili Trump ile de bir telefon görüşmesi yapacağını belirtmesidir. Bilindiği gibi, müzakereler çok aktörlü, çok taraflı bir şekilde devam ediyor. Müzakereler, tarafların kırmızı çizgilerinde ne kadar esneyeceğinin test edildiği kritik bir diplomatik aşamaya geldi.
ABD’nin öncülük ettiği barış çerçevesi, savaşı hızla durdurmayı hedeflerken Ukrayna’dan ciddi toprak ve egemenlik tavizleri beklenmektedir. Avrupa ve Ukrayna tarafının, Trump planı ile ilgili Washington’a sunduğu revizyonların, Putin tarafından ne düzeyde kabul edileceği belirsizliğini korumaktadır.
Erdoğan ile görüşmesinde Putin, plan üzerinde teklif edilen revizyonlarla ilgili Moskova’nın masaya getireceği son çerçeveyi, esneme aralığını ve kırmızı çizgilerini aktarmış olabilir. Bu bağlamda, Rusya’nın yeni pozisyonunun Türkiye üzerinden de iletilmesi ihtimal dâhilinde.
Zelenski dün Berlin’e gitti. Bugün, ABD özel temsilcileri (Steve Witkoff, Jared Kushner) ve Avrupalı liderlerle ülkesinin pozisyonunu bir kez daha müzakere edecek. Zelenski, görüşme öncesinde “Batı’dan güvenlik garantileri karşılığında NATO askerî ittifakına katılma hedefinden vazgeçtiğini” söyledi.
Atılan bu adım, Rusya’nın savaşı başlatma gerekçelerinden birinin kabul edildiği anlamına geliyor. Bu, Ukrayna için de zor bir dönüm noktası. Çünkü NATO’ya katılma, Ukrayna Anayasası’nda yer alan bir hedefti. Müzakerelerde ABD ve Avrupa’nın bazı ülkeleri, NATO üyelik hedefinden Kiev’in vazgeçmesini açıkça belirtmişlerdi.
Ukrayna, bu yeni pozisyonunda “güvenlik garantilerinin yasal olarak bağlayıcı olmasını ve ABD Kongresi tarafından desteklenmesini” istiyor. Almanya, Fransa, İngiltere ve Doğu Avrupa’nın bazı ülkeleri bu güvenlik garantileri konusunda istekli olacaktır. Avrupa çabalarına öncülük eden Alman Şansölyesi Merz, Ukrayna’nın düşmesi durumunda Putin’in durmayacağına inanıyor.
Güvenlik garantilerinin neler olacağı ve finansmanın nasıl sağlanabileceği gibi konularda Avrupa’nın kendi içinde ortaklaşması kolay değil. Ortak savunma ve güvenlik politikasında yıllardır bir sonuca ulaşamaması yeterince ipucu barındırıyor. Trump döneminde ABD ile Avrupa arasında görüş ayrılığı giderek derinleşti. Ukrayna-Rusya savaşında Batı’nın ortak hareket etme kabiliyetinin zayıfladığı somut olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla, güvenlik garantilerinin ABD Kongresi tarafından desteklenmesi talebi kolay olmayacaktır. Ama en nihayetinde, barış müzakerelerinin bir an önce sonuçlanması için güvenlik garantileri genel bir çerçevede kararlaştırılıp ileriye yönelik taahhütlerle muğlak bırakılacaktır.
Berlin’de bugün yapılan görüşmelerde savaşı durdurmak için kritik eşik aşılabilir. Trump, uzayan ve tekrarlanan toplantılardan rahatsızlığını söyledi. Rusya, sahadaki askerî baskıyı artırarak masada avantajlı konumunu devam ettiriyor. Ukrayna’nın askerî ve mali kapasitesinin Batı desteğine bağımlılığı sürüyor. Enerji altyapısı tahrip edildiği için Ukrayna’da halk kışı geçirirken zorlanıyor. Zelenski yönetimi, anlaşmayı kabul etse bile ilgili kararın Ukrayna halkı tarafından verilmesini isteyip referanduma gidecektir. Hatta Trump ve Putin’in isteği, Ukrayna’da seçimlerin yapılmasıdır. Bundan dolayı da referandum ve seçimler aynı anda yapılabilir. Seçimlerin sonucunda yeni bir yönetimin göreve gelmesi, yeni gerçeklikleri ortaya çıkaracaktır. Savaşla zayıflamış ülkede seçimlerden kaos ve parçalanma bile çıkabilir.
6. MAHMUT ÖVÜR / YOLSUZLUK SUÇLAMASI SİLİVRİ’DE KAVGAYA DÖNÜŞTÜ: ‘BEN HIRSIZLARIN ELİNİ SIKMAM’ (SABAH)
Silivri Cezaevi’nde gazeteci Enver Aysever ile Ekrem İmamoğlu arasında yolsuzluk kavgası.
Aysever, İmamoğlu’nun uzattığı eli “Çek kirli elini, ben hırsızların elini sıkmam” diyerek havada bıraktı.
Sadece sokakta ya da CHP içinde değil, Silivri Cezaevi’nde bile “İmamoğlu suç örgütü”ne karşı ciddi bir tepki giderek büyüyor. Bir anlamda öncülüğünü Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı “arınma” çağrısı katlanarak büyüyor ve CHP’nin bir önceki siyasi kadrolarına, tabanına, oradan da toplumsal geniş kesimlere yayılıyor. Anlaşılan CHP yönetiminin ihraç tehdidi işe yaramamış. Tabandan gelen tepki büyüdükçe CHP Genel Başkanı Özgür Özel de ne yapacağını şaşırıyor. Çaresizce, 3 bin 900 sayfalık iddianamede somut belge ve bilgiler dururken, insanı dehşete düşüren, akıl almaz rüşvet itirafları ortadayken, sayısı birkaçı geçmeyen gizli tanıklardan birinin geri adım atmasına dört elle sarılıyor. Sanki devasa iddianame 4-5 gizli tanığın söyleminden ibaret. Oysa iddianamenin ortaya koyduğu tablo çok sarsıcı ve bundan kaçış da mümkün değil. Bu gerçeği CHP yönetimi bugün görmek istemese de iddianamede “suç örgütü lideri” olarak yargılanacağı günü bekleyen Ekrem İmamoğlu, o cezaevi koridorlarında her gün acı biçimde görüyor, yaşıyor. Bazen yüzüne tokat gibi çarptığı da oluyor.
AYSEVER’DEN İMAMOĞLU’NA TOKAT GİBİ SÖZLER
En son cumartesi günü Silivri Cezaevi’nde izleyenleri şoke eden böyle bir sahne yaşandı. Yargı kulislerine hızla yayılan iddiaya göre, eski CHP Milletvekili Aykut Erdoğdu ve Beyoğlu Belediye Başkanı İnan Güney, cezaevine yeni gelen gazeteci Enver Aysever’e geçmiş olsun dileklerini iletip sohbet ederlerken, araya sürpriz bir isim girer ve elini Aysever’e uzatır:
“Hoş geldin Enver, geçmiş olsun...”
Sesin sahibi, CHP’nin “yolsuzluk” iddiasıyla tutuklu cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu’dur. Ancak İmamoğlu’nun eli havada kalır ve Aysever’in tokat gibi cevabı cezaevi görevlileri dâhil herkesi şoke eder:
“Çek kirli elini, hırsızların elini sıkmam...”
İmamoğlu: “Ne biçim konuşuyorsun lan?”
Aysever: “O biçim konuşuyorum lan...”
Gazeteci Aysever’in ölçüyü kaçıran sözleri nedeniyle cezaevine girişi şaşırtsa da “para gücüyle” siyaseti, medyayı dizayn eden İmamoğlu’nun yüzüne yüzüne “hırsız” demesi hiç şaşırtmadı.
7. SÜLEYMAN SEYFİ ÖĞÜN / DERE TEPE DÜZ GİDERKEN… (YENİ ŞAFAK)
Merhûm Teoman Duralı, sık sık Türkçenin bir soykırıma uğradığını yazar, söylerdi. Bu nitelendirme belki bazıları açısından ağır kaçmış olabilir. Lâkin dil hususunda içine düştüğümüz hâl-i perişânı çarpıcı bir şekilde hissettirdiğini unutmamak gerekir.
Bir dilin zenginliğini tartmak için çeşitli kıstaslar mevcuttur. Bunlardan birisi, daha çok eş anlamlı görünmekle beraber aralarında hassas farklılıkların olduğu kelimelerin sayılarının o dilde ne kadar yekûn tuttuğudur. Lâtince köklü bir kelime olan sinonim tam da bunu anlatır. Bir dilde derinleşmek isteyen herkes bir safhada o dilin sinonim lügatını elde etmek ister.
Kelimelerin, bilhassa sinonimlerin sayısı azaldıkça beşerî ilişkilerde pek çok tıkanıklığın ortaya çıkması mukadder olur. Yani dilde fakirleşme ilişkileri bozar. Hislerimizi, fikirlerimizi anlatmakta zorlanırız. İfade imkânları daraldıkça meselelerin hâlledilmesi biraz daha müşkil bir hâle gelir. Buna ilaveten yeni meseleler de hâsıl olur. Pek araştırıldığına şahit olmadım ama günlük hayatta dil fakirleşmesiyle şiddetin tırmanması arasında bir yakınlık olduğunu zannediyorum. Fakir bir dil üzerinden meseleleri medenî yollardan hâlletmenin yerini, karşısındakini ezerek hatta yok ederek neticeye varma kolaycılığı alır. Evet, dil kaybının mukadder kıldığı diğer ve daha mühim bir kayıp, medenî kayıplar olsa gerekir.
Elyevm hâkim olan küresel kültür durumu belki de içinden çıkılmaz seviyelere taşıyıp ağırlaştırıyor. Narsisist bireylerden meydana gelen toplumlar, pek çoğu hastalıklı olan alevli hissiyatlarını en kısa yollardan en keskin eylemlere döküyor. Sistemler, rekabetçiliğe dayalı başarı güzellemeleri üzerinden bireyleri mütemadiyen günlük hayat mücadelelerine sürüyor. Esasen bu, sosyal Darvinciliğin en ileri safhası. Her yarışma rakipleri ezmeye, eksiltmeye dayanır. Bu gayriinsanî hâl ilerleme için tabii, kaçınılmaz görülür ve güzellenerek yüceltilir. Kutsanmış rekabet ve bunun neticesinde elde edilmiş başarıların kaybedenleri nasıl bir yıkıma sürüklediği, arkasında nasıl bir enkaz bıraktığına ise hiç bakılmaz. Başarı ister tekil ister takım seviyesinde olsun, her zaman için tekil bir durumdur. Başarının tekilliği, çokluğun kaybını anlatır.
1960’larda Anglosakson dünyada başlayan ve daha sonra, bilhassa Sovyetlerin çöküşünden sonra iyice şımararak azgınlaşan rekabetçi kültür ideoloji ve pratikleri tekmil dünyaya yayılarak hegemonik bir nitelik kazandı. Bu, vahşi rekabetçiliğin doğurduğu veya doğuracağı muhtemel dengesizlikler önünde şöyle böyle de olsa tarihî bir direnç vazifesi gören mevcut kamusal blokları dağıttı. O günlerde çok az sayıda insan bu gidişatın çok kötü neticeler doğuracağını söylüyor, köhnemiş kamusalcı modellerin yerine yeni modeller üretilmesi gerektiğini yazıp çiziyordu. Ama bunlara reva görülen muamele alaycı bir küçümseme ve dinazorluk suçlamasıydı.
Kritik olan hususlardan birisi de başarının kıstaslarının yozlaşmasıydı. Aydınlanma’dan başlayan ve asırların kraliçesi olan 19. asırda burjuva değerleriyle sulanan, zihnî ve ruhî zenginleşme kıstaslarına yerleştirilen başarı modelleri hızla gözden düşüyor; başarının kıstasları en kaba manada ekonomikleşiyor ve materyalistleşiyordu. Bunun yegâne karşılığı tüketimde olabilirdi. Tüketim kapitalizmi tam da bunu karşılar. Artık modası geçmiş olan başarı kıstasının toplumsallığa tahvili, kendisini başarmak temelinde tamamlamış olan bireysel başarı birikimlerinin orkestrasyonundan ibaretti. Hâlbuki yeni başarı modelindeki kıstas doğrudan ve daha bidâyette rekabete açılıyor ve pozitif manasından arındırılarak negatifleşiyor; doğrudan başkalarını eksiltmek istikametinde taşınıyordu. Tam tüketici–eksik tüketici arasındaki fark, başarının yegâne göstergesiydi.
Kendisine hiçbir zihnî ve ruhî yatırım yapmamış bireylerin vahşi bir rekabet neticesinde varlık kazandırmasının tüketimdeki karşılığı ne olabilirdi ki? Bunun da en az hazırlık ve birikim safhalarının nitelikleriyle uyumlu olması şaşırtıcı olmayacaktır. Vahşi yollardan elde edilen servetlerin tüketimi de en az o kadar vahşi olacaktır. Her vahşi tüketim kendisinden sonra gelecek olan tüketim evresini en az bir kat daha vahşileştirmesi mukadderdir. Tüketim bir tarz-ı hayat hâline geldiğinde bunun bir doyum noktası yakalaması da mümkün olmaktan çıkar. Her bir tüketim safhası bizi doyurmak için değil, açlığımızı daha derinden hissettirmek için hasredilmiştir. Her bir tüketim safhası kendi marjinalitesini doğurmak için yaşanır.
Vahşi bir arena olan tüketim kamusallıkları (!) dili ve onun inceliklerini fazlalık olarak görür. Burada dillerin inceliklerine olan ihtiyaç hızla erir. Sahicilik saplantısı ve onun erdemlerine katıksız sadakat mutlaktır. Sahicilik ve doğrudanlığın erdemi dili devre dışı bırakır. Çığlık atmak, bağırmak, çağırmak, tehdit etmek, hakaret etmek, katıla katıla gülmek ve hıçkıra hıçkıra ağlamak gibi doğrudan boşalım yolları varken dile fazlaca ihtiyaç duymazsınız. (Siz, o tekmil dünyada seyredilen Türk TV dizilerinde tek bir sahnenin, oyuncuların birbirine tuhaf tuhaf bakmadığı, bağırıp çağırmadan ve kavga etmeden sona erdiğini gördünüz mü?)
Bunun bir noktadan sonra taşınabilir olmaktan çıkıp bir insanlık cinnetine yol açmasının mukadder olduğunu düşünmek için çok sebep var. Küresel ekonomik sistemin (!) ve onun hâkim kültürünün insan fıtratına mugayir bir tarihî pratik olduğunu artık yavaş yavaş idrak ediyoruz. Küresel rakamlar tarihin en aşırı eşitsizlik ve fakirleşme evresini idrak etmekte olduğumuzu gösteriyor. Akılcılık, işbilirlik, fırsatçılık gibi kavramlarla güzellenen çarpık ekonomizmin bize hediyesi bu oldu.
Ne tuhaf; artık kazanmaya alışmış olanlar da kaybetmeye başladı. Kendi kurdukları ve oradan beslendikleri “sistemin” dişlilerine onlar da birçok şeylerini kaptırmaya başladıklarını görüyorlar. Ama hâlâ akıllandıkları söylenemez. Tam aksine, ekonomizmin dilini daha da aşırılaştırıyor ve en çıplak hâle büründürüyorlar. 90’ların dünyası ile 2000’lerin ilk çeyreğini idrak ettiğimiz bugün arasındaki fark, aynı akımın ilkinde kablolu, diğerinde ise çıplak tellerle verilmesidir. Trump sürecin aykırı figürü değil, bizzat neticesidir. Çok dramatik bir gelişme olarak diplomasi dilinin tasfiyesi ve meselâ ABD’de iş adamlarının diplomatlığa soyunması durumu kavratıcı olsa gerekir.
Hâsılı, dilsiz, vahşi bir tarihin içinden geçiyoruz. Masallar haklı mıymış acaba? Hani, dere tepe düz giderken aslında bir arpa boyu bile gidemedik mi yoksa? Kanibalist genlerimiz hâlâ diri mi kaldı?
8. AYDIN ÜNAL / SAĞCILAR MI AHLÂKSIZ YOKSA SOLCULAR MI? (YENİ ŞAFAK)
Ekrem İmamoğlu’nun babası Hasan İmamoğlu, Sözcü Gazetesi’nden Saygı Öztürk’e konuşmuş ve şu ifadeleri kullanmış:
“Ülkemize komünizm gelmesin diye mücadele de ettim. Komünizm gelmesin diye mücadele ettiğim için çok pişmanım. Çünkü komünizme gerek yok. İstedikleri zaman komünizm ilan ediliyor. Malınıza mülkünüze el konuluyor.”
Gazeteci Enver Aysever, Hasan İmamoğlu’nun bu ifadelerinden dolayı küplere binmiş, öfke nöbetine tutulmuş ve zehir zemberek sözler sarf etmiş:
“Sağcı olduğunuz zaman ahlâksız olursunuz ya da ahlâkınız ahlâksızlık olur. Cumhuriyet’in ahlâkını bozan, Menderes’ten bu tarafa gelen bütün sağcılardır. Sağcılık suçtur… Sağcılığın herhangi bir kriteri yoktur, vicdanı yoktur, din tacirliği yapar, milliyetçilik tacirliği yapar… Solcu olmak insan olmanın birinci koşuludur… Solcu olduğunuz zaman ancak paraya, pula itimat etmezsiniz.”
Yenilir yutulur cinsten sözler değil. Ayık kafayla söylenebilecek sözler de değil. Hakaret, kışkırtma, kutuplaştırma, ayrıştırma, kin ve nefrete teşvik; ne ararsanız var.
Enver Aysever geçen hafta tutuklandı. Bu ifadelerinden dolayı mı tutuklandı yoksa başka gerekçeler de mi var bilmiyorum ama açıkçası, sadece bu ifadelerden dolayı ise tutuklanmasını doğru bulmadım; kendi hâline bırakılması, kendi karanlığına, kendi bataklığına mahkûm edilmesi sanki daha doğru olurdu.
Türkiye’de “modern-muhafazakâr” gibi, “Türk-Kürt”, “Alevi-Sünni” gibi keskin fay hatları var; ancak keskin bir “sağ-sol” ayrımına gitmek mümkün değil. Vatandaş seviyesinden örgüt, siyasi parti seviyesine kadar her yerde ve her tutumda bu belirsizlik görülebilir. AK Parti, örneğin, kendisini “sağcı” olarak tanımlamaz; CHP ise konjonktüre göre faşist de olmuştur, ırkçı da olmuştur, milliyetçi de olmuştur, kapitalist de olmuştur, kendisini “solcu” olarak da tanımlamıştır.
Mesela AK Parti’nin emek, emekçi, emek hareketi, emek örgütlenmesi için yaptıklarını hiçbir solcu parti yapamamıştır. Asgari ücretten sendikal örgütlenmeye, 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesinden iş güvenliğine kadar yaptıklarına bakıldığında, AK Parti’nin eline hiçbir solcu su dökemez. Öbür taraftan, 2023 seçimlerinin ikinci turu öncesinde “solcu” CHP’nin ve Kılıçdaroğlu’nun “Göndereceğiz” pankartları altında sergilediği ultra ırkçı tutuma da hiçbir faşist parti yaklaşamaz.
Mesela Türkiye’de solun belki de en belirgin özelliği din ve dindarlık karşıtı olmasıdır. Ama öte taraftan Türkiye’nin dindarlık, daha doğrusu mezhepçilik bakımından en yobaz, en tutucu, en hoşgörüsüz kesimi de kendisini “solcu” olarak tanımlar. Türkiye’de solun dini yoktur ama mezhebi vardır. Hatta o kadar ki, Türkiye’de “solculuk” çok büyük oranda mezhepçiliğin maskesi olmuştur.
Kapitalizme, emperyalizme, ABD yayılmacılığına, sömürüye karşı tavırlarında da solculuk sürekli yalpalarken; örneğin İngiltere’den, Almanya’dan, ABD’den, NATO’dan destek isterken, sokaklara çıkıp eylemleriyle ülkeyi istikrarsızlaştırıp ABD-İsrail lehine darbelere zemin hazırlarken, Gezi’de olduğu gibi Fetullahçıların kullanışlı aparatı olurken, PKK/YPG örneğinde olduğu gibi “sol” maskeyle siyonizmin, kapitalizmin lejyonerliğini yaparken; sağ olarak tanımlayıp bir çuvala doldurdukları karşı cenah Türkiye ekonomisini büyütmüş, refahı artırmış, ayrımcılığı bitirmiş, özgürlükleri genişletmiş, millî sanayisiyle emperyalizmin oyunlarını bozacak, oyun kuracak seviyeye ulaşmıştır.
Örnekleri çoğaltmak mümkün ama şu “ahlâk” ve “dürüstlük” bahsinin üzerinde özellikle duralım. Gerçi, dediğimiz gibi, sağ ile solu hiçbir konuda birbirinden ayırmak, ayrıştırmak mümkün değil ama sağı ahlâksızlık ve dürüst olmamakla suçlayıp kendi cenahındaki her türlü yolsuzluğu, hırsızlığı, ahlâksızlığı görmezden gelmek asıl ahlâksızlık olsa gerek.
Enver Aysever örneğin… 2021 yılında CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden “yazar okulu” adı altında 238 bin liralık ihaleyi sessizce kapmıştı (2021 yılında asgari ücret 2.826 TL). Normal şartlarda bir daha insan içine çıkmaması, hele hele “dürüstlükten” bahsetmemesi gerekiyordu ama…
Gazze’deki soykırıma sırf Gazzeliler dindar olduğu için sessiz kalmak, hatta içten içe İsrail barbarlığını desteklemek ya da mezhepdaşlık üzerinden Esed vahşetine on yıllarca göz yumup Suriye’de bir halk devrimi yapılınca burun kıvırmak ve hatta Esed’e methiyeler, ağıtlar düzmek de bir “sol” karakter olmakla beraber “ahlâklı” bir tavır olmasa gerek.
Milletimiz sağı da, solu da, sağcılık çuvalına girmeyecek düşünce ve hareketleri de çok iyi biliyor, tanıyor ve gereken tavrı da zaten ortaya koyuyor. Onun için Enver Aysever eğer sırf bu sözlerinden tutuklandıysa iyi olmamış; bırakın konuşsun ki komedi izler gibi kahkahayla izleyelim.
9. SELÇUK TÜRKYILMAZ / İNGİLTERE’NİN ZİHİNLERİMİZDEKİ YERİ VE BUGÜNKÜ İNGİLTERE
İngiltere’nin İsrail’le ilgili politikasında 7 Ekim 2023’ten sonra herhangi bir değişim olmuş mudur sorusunun cevabını bazı gelişmeler ışığında ele almak gerekiyor. Keir Starmer hükûmetinin aldığı kararları ve bu kararların devamı olarak fiilî tutumu ortaya çıkarmak, en azından Doğu Akdeniz eksenli gelişmeleri daha iyi yorumlamaya imkân sağlayacaktır. Aslında iki yılı aşan sürede İngiltere Kraliyet ailesi ile İşçi Partisi arasında da İsrail konusunda herhangi bir farklılaşma olmadı. İngiltere devlet aklı, Almanya örneğinde olduğu gibi İsrail kolonisi için neredeyse bütün dünyadan ayrışmayı göze aldı. Kraliyet ailesiyle İngiltere hükûmeti arasında herhangi bir ayrışma ya da zıtlaşma yaşanmadığı gibi İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti de uyum içinde hareket etti. Bu uyumu göstermesi açısından iki ayrı siyasî figürün adı öne çıktı. Bunlar İşçi Partisi eski başbakanı Tony Blair ve Muhafazakâr Parti eski başbakanı David Cameron’dur. İkisi de 7 Ekim sonrasında İngiltere’nin İsrail kolonisi adına öne atılmaktan çekinmedi. Daha önceki bir yazıda bu iki siyasetçinin Keir Starmer’ın İşçi Partisi hükûmetinde görev üstlenmemelerine rağmen militanca bir tutum takınmaktan geri durmamasının İngiltere’nin yüz yıllık politikalarında bir devamlılık anlamına geldiğini ifade etmiştik. Arthur Balfour kuşkusuz yeni bir dönemin ilk önemli siyasî figürü idi.
İsrail kolonisi ile ilişkilerin geliştirilmesi bağlamında İngiltere siyasîlerini yeni bir gözle değerlendirmek artık kaçınılmaz bir görevdir. Örneğin Arthur Balfour, antisemitik bir şahsiyetti. Buna rağmen kolonyal bir yapı olarak İsrail’in ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli siyasî kişiliklerdendi. Bu önemli ayrıntıyı Yahudilerin Avrupa’dan uzaklaştırılması düşüncesine bağlamak herhâlde kolay bir çıkarım olurdu. Aynı şekilde İngiltere’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudi sermayesi ile ilişkisine de aşırı anlamlar yüklemek muhakkak yanıltıcıdır. Aradan yüz yıl gibi uzun bir zaman geçtikten sonra Tony Blair ve David Cameron vs. temsil kabiliyeti yüksek şahısların İsrail kolonisi için öne atılması, antisemitizm ve Yahudi sermayesi faktörlerinin tek belirleyici olarak düşünülemeyeceğini kanıtlayacaktır. Yüz yıllık devamlılık farklı bir yaklaşımı zorunlu kılıyor. İngiltere devlet aklının İsrail’in suçlarıyla geçmişte olduğu gibi bugün de ilgilenmediği çok açıktır. Bu suçların, daha çok, Türkiye’de geleneksel Batıcı elitleri ve milliyetçi muhafazakâr self oryantalistleri ilgilendirdiğini düşünebiliriz.
Tony Blair, 7 Ekim’den sonra bir koloni valisi olarak kendini öne attı. Blair’in, eski Hindistan ya da Mısır koloni valileri gibi görülmekten çekinmediği, tam aksine epeyce istekli olduğu anlaşıldı. Şu son günlerde üstünün çizildiğine dair haberlerin bu isteklilik hâlinden kaynaklandığını düşünmemizde de bir sakınca yok. Donald Trump tarafından atanması da İngiltere etkisine gölge düşürmez. Blair’in ilişki ağlarındaki kirliliğe odaklanmamız bazı gelişmeleri anlamlandırmak için elbette önemlidir fakat koloni valiliği gibi mühim bir pozisyon kişisel geçmişin karanlıkta kalan yönleriyle izah edilemez. İngiltere devlet aklını, Keir Starmer hükûmetini, ABD başkanlığını, İsrail’i ve Siyonist lobileri bir araya getiren faktörlere odaklanmak gerekir. İdeolojik ortaklığı göz önünde bulundurmadan bu kadar mühim hadiseleri yorumlamak kolay olmayacaktır. Elbette asıl bağlam kolonyal yayılmacılıktır.
David Cameron da Tony Blair gibi aşırı derecede öne çıkan siyasetçilerden biridir. Middle East Eye gazetesi, Cameron’ın İsrail kolonisini koruma heyecanı ile Uluslararası Ceza Mahkemesi savcısı Kerim Han’ı tehdit ettiğini ortaya çıkarmıştı. Cameron bir İngiliz lordudur. İngiltere devlet aklını temsil etmek bakımından herhangi bir kimse değildir. Savcı Kerim Han konuştu ve The Guardian da haber yapmak zorunda kaldı. Cameron’un Kerim Han’ı tehdit etmesi de kişisel bir mesele değildir. Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi kurumların İngiltere tarafından işlevsizleştirilmek istenmesi üzerinde çokça durulmalıdır. Zira Türkiye’de yıllarca Batı sistemine övgüler yağdırılırken kurumlar dayanak olarak gösterilirdi. Daron Acemoğlu gibi Anglosakson kurumlarının kapsayıcılığı üzerine kitaplar yazanlar da vardı. Dolayısıyla bugün Cameron gibi adamların bütün bir hikâyeyi berbat etmesiyle ortaya çıkan durumun ne olduğuna dair sorular sorulmalıdır. Birileri Batı sistemi adına yalan mı söyledi, yoksa bugün arızî bir durum mu yaşanıyor? Ya da bizim gördüklerimiz doğru değil mi?
İngiltere’nin zihin dünyamızdaki yeri ile bugünün İngilteresi arasındaki uçurumu tartışmak kaçınılmaz bir sorumluluktur.
10. OĞUZHAN BİLGİN / YUNANİSTAN'IN AŞAĞILIK KOMPLEKSİ VE İSRAİL (AKŞAM)
Yunan İsyanı'ndan ve Mora'da on binlerce Türk'ün katledildiği Tripoliçe Katliamı'ndan itibaren Yunan kimliği Türk düşmanlığı üzerine inşa edilmiştir. Tıpkı Sırp, Ermeni, Bulgar, Romen vb. eski tebaamız olan halklar gibi Yunanlar da kendi kimliklerini “kurucu öteki” olarak gördükleri, etnik ve ırk tonu olan bir nefret üzerinden kurmuşlardır. Zaten imparatorluk kurmuş milletlerle imparatorluktan koparak bağımsız olmuş uluslar arasındaki fark budur. İmparatorluk kurmuş olanlarda etnik nefret veya öteki bulunmazken imparatorluktan kopmuş olanların kimliğinde bu merkezi bir konumdadır.
İşte bu nedenle Türklerin ötekisi yokken, Yunanlar bir gündem maddesi bile yapmazken Yunanlar sabah akşam Türkiye ile yatıp kalkar; Türkiye'de Yunanlar ciddiye bile alınmazken Yunanistan'da politikacılar Türk düşmanlığı yaparak oy kazanmaya çalışır. Aynı nedenle tüm ekonomik krizlerine rağmen dünyada bütçesine oranla açık ara en çok savunma harcaması yapan ülke konumundadır.
Üstelik tarih boyu Türklerin Yunanlara veya Rumlara yönelik tek bir katliamı, kötü muamelesi yokken işte bu nedenle Yunanlar Mora'da, Girit'te, Selanik'te, Batı Trakya'da, Batı Anadolu'da ve Kıbrıs'ta yüz binlerce Türk'ü katletmiştir. Ve yine bu nedenle Türkleri nasıl katlettiklerini böbürlenerek anlatan bir paçavra şiiri hâlâ 200 yıldır millî marş olarak çocuklara okutmaktadır.
Yunanların Türklere yönelik bu aşağılık kompleksinin bir neticesi olarak Yunanistan her daim Türkiye karşıtı projeleri olan, kolaylıkla Türkiye'ye karşı ileri sürüldükleri bir piyona, vekil güce dönüşebilmektedir.
Geçtiğimiz günlerde Yunanistan'ın Türk karşıtı Savunma Bakanı Dendias'ın Ege Adaları'na hava savunma sistemleri ve füze bataryaları yerleştireceklerine dair sözleri dikkat çekiciydi. Dahası Dendias, “Ege'yi Türklere kapatacağız” gibi sözleri sarf etmeye cüret ediyordu. Peki, Dendias bu cüreti nereden alıyor?
ABD'de Rum-Yunan lobilerinin “adamı” olarak bilinen Biden'ın başkanlığı döneminde Yunanistan ABD'nin desteğini arkasına tam olarak almış, ABD üslerinin açılması, askerî anlaşmalar ve savunma sanayi ürünlerinin alınmasına kadar giden bir süreç yaşamıştı. O kadar ki Biden giderayak Rum Kesimi liderini ağırlamış ve savunma iş birliği anlaşması imzalamıştı.
Kendisine “Bidenepoulos” diyen Biden sonrası Trump'ın gelişiyle Yunanistan aynı desteği bulamamaya başlarken bu boşluğu Türkiye karşıtı cephenin öncüsü konumundaki İsrail doldurmaya başladı.
İsrail bir yandan PKK gibi terör örgütlerini, diğer yandan kendi yanlısı Dürzi ve Nusayri grupları kullanarak Suriye'yi parçalayıp Türkiye'nin Suriye üzerindeki etkisini kırıp Türkiye karşıtı bir projenin parçası olarak Suriye'yi parçalamaya çalışırken diğer yandan da Türkiye'yi Yunanistan ve Rum Kesimi'nden başlayan bir hatla Batı'dan ve Güney'den de kuşatmaya ve meşgul etmeye çalışıyor. Rum Kesimi'ne yapılan İsrail yanlısı yığınak da bunun bir parçası. Son dönemde İsrail'in Kuzey Irak'ı daha da çok yanına çekmeye çalışması da bunun bir parçası.
Elbette Türk Devleti büyük bir devlet, Türk milleti de bölgenin doğal lideri olan bir millet. İsrail'in de Yunanistan gibi vekil devletlerinin de PKK gibi vekil terör örgütlerinin de Türkiye karşısında işleri çok zor. Lâkin bizim de bu tehditleri ciddiye almamız icap ediyor.
Mesela Yunanistan'ın Adalara hava savunma sistemleri koyması durumunda Lozan'ın ve Paris Antlaşması'nın çiğnenmesi anlamına geleceğinden TBMM'nin toplanarak tıpkı 1990'larda Yunanistan'ın karasularını 12 mile çıkarması durumunda bunu savaş sebebi sayacağına dair aldığı “casus belli” kararına benzer bir kararı alması gerekiyor.
Günümüz dünyasında barışı bozmak isteyenlere karşı en büyük silahın caydırıcılık olduğunu unutmamak, Türkiye'nin büyüklüğünü hatırlatmak gerekiyor.
11. MEHMET UÇUM / TERÖRSÜZ TÜRKİYE'YE GEÇİŞ SÜRECİNDE “SOL” TARTIŞMASI (AA ANALİZ)
Son zamanlarda münfesih terör örgütünün kurucusu Öcalan’ın ve bazı mensuplarının da içinde olduğu bir sosyalizm ve sol tartışması ortaya çıktı. Bu tartışma için aslında genel sorulara ihtiyaç var. Bunun yerine ileri sürülen bazı jenerik tezler gerçek kabul ediliyor ve onlar üzerinden tartışılıyor. Bu da asıl sorunun dogmatik bir sol bakış açısı olduğunu gösteriyor.
Konuya girmeden bir parantez açmak gerekirse öteden beri var olan sol ve sağ kavramlarının Türkiye’ye yabancı olduğu tartışması önemlidir. Hatta günümüzde dünyada da sol ve sağ şeklinde siyasi konumlanmanın miadını doldurduğu iddiaları da dikkate değer yaklaşımlardır. Ancak bu tartışmalar olmakla birlikte, en azından siyasetin ana aksları sağ ve sol olarak nitelendiği sürece ya da bu kavramlara ihtiyaç devam ettikçe sol siyaset de varlığını sürdürecektir.
Anlamlı bir tartışma için her dönem konuşulan ama bugün için daha da önemli olan şu soruyu sormak gerekir: Politik açıdan solun günümüzdeki karşılığı nedir?
Elbette devamında da Türkiye’de “Genel politik tanıma uygun bir sol var mıdır?” sorusu gündeme gelebilir.
POLİTİK AÇIDAN SOL
21.yüzyılda sınıf esaslı solculuğun ortadan kalktığı veya gücünü yitirdiği tezi çok güçlü olgularla ileri sürülüyor.
Hakikaten kapitalizmin son elli yıllık dönüşümü toplumsal yapıları kökten değiştirdi. Bu değişimde teknoloji, iletişim ve ulaşımdaki gelişmeler dünyayı küresel sermayenin nesnesi hâline getirdi. Emek-sermaye temel çelişkisinin yerini, insanın özgürleşmesiyle baskıcı otoriteler arasındaki çelişki aldı.
Klasik işçi sınıfının yerini emeğe dayalı farklı sınıfsal katmanlardan oluşan toplum, iç sermayenin yerini ise küresel egemenlikten pay alan, kendi içinde de çatışan ve ulusal sermayeleri de kontrol altına almaya çalışan küresel sermaye güçleri aldı.
Belirteyim ki burada söylenen, sınıfların bittiği değildir. Solun işçi sınıfına dayalı siyaset döneminin kapandığı veya marjinalleştiğidir. Diğer bir deyişle, klasik işçi sınıfı esaslı sol tezinin aslında başarısız olduğu, hiçbir zaman realize olamadığı, hep öncü/kadrocu bir hareketin söyleminde kaldığı ifade ediliyor.
Batı’da işçi sınıfları, öncü grupların kitlesi olmaktan ve nihayetinde seçmeni olmaktan öteye gidemedi, iktidar öznesi olamadı. Sonrasında da sınıfların karakteri çok değişti, temel çelişkinin ve çelişkilerin bağlamı kökten yenilendi. Yoksa kapitalizmin ekonomik yapısı elbette nesnel dinamikleri gereği sınıf ilişkileri üretir. Bu durum adeta bir zorunluluktur.
Fark, artık ütopik kabul edilen sınıf esaslı solculuğun yerini daha gerçekçi olan toplumsal sol siyasetin almasıdır. Yani sınıf esaslı solun bittiği tespiti ya da iddiası, sol siyasete olan ihtiyacın bittiği anlamına gelmez.
Bu noktada, sınıf esaslı solculuktan toplum esaslı solculuğa geçildiği söylenebilir. Sol siyasetin sosyolojik kapsamının genişlediği tespiti tam da buna yöneliktir.
Bu bağlamda günümüzde sol siyaseti belirleyen üç ana mecra ve temel bir kimlik olduğu söylenebilir:
Birincisi, devlet ve halk/vatandaş ilişkileri mecrası.
İkincisi, devletle sermayenin ilişkisinde devletin rolü mecrası.
Üçüncüsü ise sosyal politikalar mecrası.
Temel kimlik açısından ise enternasyonel değil, yurtsever sol.
HALK/VATANDAŞ–DEVLET İLİŞKİSİ
Günümüzün sol siyaseti, devletin siyasal sistem olarak işleyişinde halkın iradesini merkeze alan yaklaşımlara sahip olmak anlamına gelir. Halkın iradesini siyasal sistemin merkezine almak demek, güçlü ve derin bir demokrasi anlayışıyla hareket etmeyi gerektirir. Günümüzde vatandaş inisiyatifine dayanan gelişmiş bir demokrasi ana perspektiftir. Bunun asli savunuculuk görevi sol siyasete ait olmalıdır.
Yalınkat ve halka mesafeli demokrasi anlayışlarına karşı çok katmanlı ve her katmanda halkın iradesine göre işleyen, vatandaşı sadece seçmen olarak değil iki seçim arası dönemde aktif siyasi özne hâline getiren bir demokrasi anlayışı sol siyaset tarafından geliştirilip hayata geçirilebilir.
Hak ve özgürlük alanı da bu mecrada yer alır. Halkın iradesine ve vatandaş inisiyatifine dayalı demokrasiyi geliştirmek, aynı zamanda hem yeni hak ve özgürlükler alanlarının açılmasını hem de mevcut hak ve özgürlüklerin gelişmesini sağlar. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de 16 Nisan 2017’de referandumla kabul edilen anayasa değişikliği, toplum esaslı sol bir değişimdir.
DEVLET–SERMAYE İLİŞKİSİ
Kapitalizm koşullarında işleyen bir devletin egemen ekonomik güç olan sermaye ile ilişkisi, sol siyaset açısından temel ayırt edici alanlardan bir diğeridir. Ekonomik egemenliğin her hâlükârda siyasi egemenliği belirlediği şeklindeki vülger determinizmden bakılmadığı sürece, kapitalizm koşullarında ekonomi ve siyaset alanlarının özerklik imkânına sahip olabileceği kabul edilir.
Elbette küresel yeni sömürgeciliğin siyasi aktörleri olan ve ekonomik egemenlik savaşında taşıyıcılık yapan bazı ulusal devletlerin sermayenin kontrolünde olduğu gerçektir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Almanya ve Fransa sermaye kontrolündeki güçlü devletlere örnektir. Bu ülkeler açısından sol siyaset ancak sermaye kontrolündeki devletleri sermayeden özerkleştirme çabası üzerine şekillenebilir.
Çin ve Rusya, sermaye kontrolünde olmayan, sermayeyle ilişkiyi işbirliği şeklinde yürüten ama siyasal sistemlerinin işleyişi açısından demokrasiye mesafeli devletlerdir. Bu ülkelerde sol siyasetin etkili olacağı mecra, devletin siyasal sisteminin işleyişinde halkın iradesini güçlendirme mecrasıdır.
Özetle, günümüzde sol siyasetin sermayeye bakışı düşmanlık ve husumet olmak zorunda değildir. Bununla birlikte sol siyaset, sermaye kontrolündeki devlet olmaya da karşı durmalıdır. Bu nedenle devletin sermayeyle ilişkisini kontrol değil işbirliği ilişkisi olarak düzenlemesi ve özerk alanını koruması sol siyasetin temel yaklaşımlarından biri olarak kabul edilebilir. Nihayetinde devlet, gerek duyması hâlinde regülasyonlarla sermayenin hareket alanını ülkesel açıdan zarar verici sonuçlar doğurmayacak şekilde ama toplum lehine düzenleme yetkisine de sahip olmalıdır. Kapitalizmin toplum açısından zarar verici sonuçlarına karşı tedbir alabilmelidir.
Bu yönüyle Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sermaye devleti değil, sermayeyle işbirliği yapan, demokraside karar kılmış bir devlettir. Bu özellikleri sebebiyle sermaye kontrolündeki Batı devletlerinin karşısında tüm toplumlara alternatif sunabilir. Özellikle 21. yüzyıldaki pratikleriyle toplumsal karaktere sahip demokratik bir devlet örneği ortaya koyma imkânları çok fazladır. Bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin antiemperyalist niteliğini, demokratik özelliklerini, toplumsal karakterini ve kamucu yönünü güçlendirmek tam da sol siyasetin yapabileceği bir şeydir.
SOSYAL POLİTİKA YAKLAŞIMLARI
Herkesin gelir güvencesine sahip olması, genel olarak fırsat eşitliği, çalışanlar bakımından adil bir asgari ücret, ücretsiz sağlık hakkı, ücretsiz eğitim hakkı, eksiksiz sosyal güvenlik hakkı, dezavantajlı kesimlere ve özel sosyal gruplara ilave destekler, farklı sosyal yardım imkânlarının geliştirilmesi, çalışma hakkının eksiksiz gerçekleştirilmesi, toplumda gelir grupları arasındaki farkları yukarıya doğru azaltacak adil bir gelir dağılımı sistemine geçiş gibi birçok sosyal adalet yaklaşımı bu mecrada sol siyasetin yüklenmesi gereken görevlerdir.
Bu noktada, özellikle 21. yüzyılda Batı’nın refah toplumları çöküşe geçip sosyal devletleri hızla aşınırken, Türkiye’nin sosyal devlet niteliğini güçlendiren kapsamlı sosyal politikaları hayata geçirmesi dikkate değer bir durumdur.
YURTSEVER SOL
Sınıf esaslı solculuğun tarihte önemsizleşmesiyle birlikte enternasyonel solculuk da etkisizleşmiştir. Elbette sol siyaset uluslararası ilişkiler içinde olabilir; ancak artık bu, kimliksiz, anonim bir ilişki biçimi değil, kendi yurdunun ihtiyaçları üzerinden, eşit haklı kurulan işbirliği ilişkileridir. Bu nedenle günümüzde yurtsever olmak, solun uluslararası toplum bağlamında belirleyici kimliğidir.
Yurtseverlik, yerliliği ve milliliği kapsar; ancak yurtsever sol politikalar, evrensel değer sistematiğinde yer alan geliştirici normları da içerecek şekilde kurulur. Bununla birlikte yurtseverliğe karşı ideolojik saldırı aracına dönüştürülen göstermelik insan hakları retoriğine karşı açık ve net tutum almak, yurtsever solun görevleri arasındadır. Antiemperyalizm ise yurtsever solun temel karakteridir.
Türkiye açısından yurtsever solun ayırt edici niteliklerinin başında, Türkiye’nin coğrafi bütünlüğüne ve siyasi birliğine sahip çıkmak, Türkiye’ye yönelik yürütülen küresel emperyalizmin projelerine karşı antiemperyalist çizgiyi tavizsiz savunmak ve terörü ilelebet sona erdirmek gelir.
TÜRKİYE’DE SOL VAR MI?
Türkiye’nin son 150 yıllık tarihinde sınıf esaslı solculuk yapan akımlar, tabansız bir kadro hareketinden başka bir noktaya gelememişlerdir. 1980 öncesi kısmen gelişen (merkezinde eski TKP’nin olduğu ve DİSK’e dayanan) sınıf esaslı solculuk dahi, niceliği bir miktar geniş kadro hareketi olmanın ötesine geçememiştir. Dolayısıyla Türkiye’de hiçbir zaman işçi sınıfına dayanan sosyolojik bir güçle sınıf esaslı sol siyaset olmamıştır, olamamıştır.
Kadrocu siyasetlerin bir kısmı hayali devrim peşinde koşarak, sosyolojik ve siyasal gerçekliğin uzağında kalarak önemsizleşip gitmişlerdir. 1985’ten itibaren kendini yenilemeye çalışan barışçı sol akımlar ise yenilenme süreçlerini sönümlenmeyle tamamlamışlardır.
Cumhuriyetle birlikte devletin kuruluşu, sınıf temelli olmadığı, zaten sermaye birikimi olmadığından böyle bir sınıf temeli de bulunmadığı için bürokrasiye dayanmıştır.
Bürokratik devlet, uzun süre halkı Batıcı ideolojiye göre şekillendirme görevi üstlendiği için halk karşıtı uygulamaların merkezi olmuş ve bir tür bürokratik oligarşi doğmuştur. Bu da halka mesafeli bir devlet işleyişi üretmiştir.
Cumhuriyetin kuruluşunda antiemperyalizm ve tam bağımsızlık perspektifi olarak ortaya çıkan siyasal yönelim dışında ne sınıf ne de toplum esaslı solculuğa yaklaşan hiçbir politik yaklaşım yoktur.
CHP, hiçbir zaman sınıf esaslı solculukla ilgili olmadığı gibi toplum esaslı solculuğa da yakınlık göstermemiştir. Devlet ve halkın ilişkisinde hep halk karşıtı pozisyonda yer almıştır. Sermaye-devlet ilişkisi konusunda ise özellikle devlet, zenginlerine ne zaman ihtiyaç varsa iradesini teslim etmiştir. 21. yüzyıldaki CHP ise temsil alanları itibarıyla yurtsever kimliğe dahi karşıt pozisyona gelmiştir.
Kadro hareketleri şeklinde gelişen ve darbeci gelenek içerisinde yer alan, kendine sol diyen akımlar ise her seferinde halk karşıtı pozisyona düşmüşlerdir.
Kimlik meseleleri üzerinde sol retoriği kullananların, hiçbir zaman ne sınıf ne toplum esaslı sol pratikler içerisinde olmadıkları da bilinen bir gerçektir.
Daha da önemli olan husus, bugün Türkiye’de kendine sol diyen, büyüğünden küçüğüne birçok siyasal akımın adeta emperyalizmin aparatları hâline gelmesi ve açıkça antiemperyalist çizgiden vazgeçmiş olmalarıdır. Antiemperyalist olmayan bir siyasal akımın sol olmayacağı bellidir. Bu nedenle neoliberal ve/veya Batıcı çizgide olup kendilerini sol diye niteleyen kişilerin ve akımların gerçekte sol siyasete sahip olmadıkları da bariz bir gerçektir. Diğer bir deyişle, liberal sol veya Batıcı sol olarak nitelenen yaklaşımlar, mandacı zihniyetin siyasi görünümünden başka bir şey değildir.
Görüldüğü üzere Türkiye’de gerçek anlamda kendini yurtsever sol demokrat olarak kimliklendiren veya buna layık olan güçlü bir sol siyasal akım yoktur.
Ancak günümüzde solun ayırt edici karakterlerine bakıldığında; antiemperyalizm, yurtseverlik, darbe karşıtlığı, mültecilerin korunması, kadın hakları savunuculuğu, gençliğe sahip çıkılması, güçlü sosyal politikalar gibi temel sol yaklaşımlar üzerinden değerlendirildiğinde, siyasi niteleme açısından olmasa dahi siyasi pratik bakımından sol ilkelere daha uygun hareket eden liderin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, sol politikalara yakın olan partinin ise AK Parti olduğu pozitif bir tespit olarak söylenebilir.
YURTSEVER SOL VE TERÖRSÜZ TÜRKİYE
Konuyu Terörsüz Türkiye hedefi ve sol yaklaşım ne olmalı üzerinden ele alınca, öncelikle Türkiye’de kendine “solcu” diyen çevrelerin durumuna bir göz atmak gerekir. Gerçek ve sahte sol akımlara ilişkin bir tespit yapılmadan, Türkiye’de olması gereken gerçek solun Terörsüz Türkiye hedefi ve demokrasiyi ilerletme perspektifi açısından durumu tam ifade edilemez.
SOL ADININ İSTİSMARI
Solculuk nitelemesi öyle bir hâle geldi ki solun varoluş esaslarına kökten aykırı birçok fikri sapma ve karşıt akım, solculuk olarak pazarlanır oldu. Bunlardan öne çıkanlara bakarsak solculuğu istismar eden akımların isimlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
Sermaye solculuğu,
Liberal solculuk,
Neoliberal solculuk,
Batıcı solculuk,
Foncu solculuk,
Küreselci solculuk,
Gayrimilli solculuk,
Irkçı solculuk,
Devlet düşmanı solculuk,
İnsan karşıtı solculuk,
Cinsiyetsizcilik solculuğu,
Arkaik dogmatik solculuk.
Duruma ve bağlama göre bu liste uzayıp gider. Bu sapma akımların bazıları iç içe, bazıları tek başına ortaya çıktı. Hepsinin marjinal de olsa az çok bir karşılığının bulunduğu ve gerçek sol gibi savunulduğu görülüyor. Oysa bunların tamamı sahte soldur. Sol adını istismar eden sapma akımlardır.
İşin aslına bakarsak bir yandan içinde yaşanılan ülkenin ve toplumun tarihinin, değerlerinin, inançlarının karşısında yer alıp öte yandan sol olunamaz.
Toplumsal adalet savunulmadan solculuk yapılamaz.
Seçkinler yönetimiyle sol yan yana gelemez.
İnsana düşman olarak veya insanın korunmasını göz ardı ederek sol adına hayvan hakları ya da insan doğasını reddederek başka bir hak (!) savunulamaz.
Sermaye sözcülüğüne soyunarak solculuk ve özgürlükçülük taslanamaz.
Ayrıca millî devleti sahiplenmek ve sol fikirlerle etki etmek için çaba göstermek yerine devlet karşıtlığını yüceltmek, solculuk değil ancak ülke düşmanlığı olur.
YURTSEVER SOL VE DEMOKRAT OLMAK
Ülkeye bağlılık (yurtseverlik), sosyal adalet (sol sosyal politikalar) ve halkın iradesi (demokrasi) üzerinden bakıldığında, günümüzdeki solculuk açısından öne çıkan temel ihtiyacın yurtsever sol demokrasiyi savunmak olduğu anlaşılıyor.
Yapıcı geleneğe, inanç değerlerine, ülke tarihine, ülkenin siyasi, sosyal, kültürel ve hukuksal birikimine sahip çıkmak gibi yerli sol yaklaşımlar, bugünün sol dünya görüşünün en çok işleyen unsurlarına dönüştü.
Kamuculuğu, kamu malının amaca uygun kullanılmasını ve sosyal politikaları desteklemek, tam bağımsızlıktan yana ve antiemperyalist olmak ise her zaman solun en önemli ayırt edici özellikleri arasındadır.
Kapitalizmin uluslar ve insanlık için ortaya çıkardığı her türlü zarar verici sonuca karşı mücadele etmek, her dönem olduğu gibi bu dönem de solun en önemli görevidir.
Tüm bunlar dikkate alındığında bugün ana akım solculuk, yurtsever sol demokrat olmak şeklinde tanımlanabilir.
TERÖRSÜZ TÜRKİYE VE DEMOKRASİ REFORMU
Şiddetin gerek terör olarak gerekse sosyal ve bireysel şiddet şeklindeki varlığını ülkelerin hayatından, toplumun ve bireyin yaşamından tasfiye etmek, günümüzde önemli bir sol perspektiftir.
Bunun için Türkiye’nin yaşadığı tarihsel dönem bakımından yurtsever solculuk, kayıtsız şartsız Terörsüz Türkiye hedefine destek vermeyi gerektirir. Bu konuda en ufak bir şüphe duymak, yurtsever sol perspektifle çelişir.
Halkın iradesini güçlendirecek, ulusal birliği tam güvenceye kavuşturacak demokrasi ve hukuk reformlarını talep etmek ve reform süreçlerine katılmak, bugün yurtsever sol demokrat olmanın temel ölçütlerinden biridir.
Bu nedenle Terörsüz Türkiye hedefine ulaştıktan sonra, en geniş sosyal ve siyasi uzlaşmayla hazırlanması istenen ve beklenen yeni anayasa sürecinde yer almak ve katkı sunmak, Türkiye’nin tüm yurtsever sol demokrat çevrelerinin tarihsel görevidir.



