“Okuyucularımızın dikkatine sunmak istediğim bu yazı, hem bireysel hem toplumsal açıdan önemli gördüğüm bir konunun değerlendirmesini içermektedir.”
Hayatın Yükü, Annenin Sınavı, Evladın Kalbi
Hayat… Dışarıdan bakınca iki kapı arası kısa bir yol gibi görünür. Oysa içine girdiğinde anlarsın; Her adımda bir imtihan, her nefeste bir sınav gizlidir. Kimi zaman insanı bir söz yaralar, kimi zaman bir sessizlik büyütür. Hayatın Kendine Ait Bir Öğretme Tarzı Vardır
Hayat önce düşürür, sonra kalkmayı öğretir. Önce yalnız bırakır, sonra kimin yanında durduğunu gösterir. Dünden bugüne aynı kalan tek gerçek vardır:
İnsan kolay büyümez. Dizlerin yara bere içinde kalır, kalbin tartıya çıktıkça ağırlaşır ve bir gün aniden fark edersin: Hiç kimse, hayatı sana senin kadar öğretmez.
Anne Olmak…
En Sessiz ve En Ağır Yük. Anne olmak dışarıdan kolay görünür; sanki şefkat dolu bir sardunya kokusu…Oysa anne kalbi, insanın bildiği en ağır yüklerden biridir. Bir anne her gün kendi kendine sorar: “Bıraksam düşer mi? Tutsam kırılır mı?” Bazen sarar, bazen iter. Bazen kapıyı açar, bazen kapatarak yol gösterir. Çünkü bilir ki; evlada verilen her sıcaklık büyütmez, ama her soğukluk terbiye eder. Bir anne hem yuvadır hem rüzgâr; yuvayı kurar, rüzgârla uçurur.
Evlat Olmak da Kolay Değil…
Kimse evlat olmayı hafife almasın. Evlat, büyümek ister ama annesinin gölgesini kaybetmekten de korkar. Bir yanıyla özgürlüğü ister, bir yanıyla anne elinin sıcaklığını arar. Bazen “Beni anla anne.” der, bazen anlamadığı halde susar. Çünkü evlat olmanın da kendine göre bir gururu, kendine göre bir sabrı vardır.
Evlatlık dediğin şey, gitmekle kalmak arasında ince bir çizgide yürümek gibidir. Ne tamamen çocuk kalabilirsin, ne de tamamen yetişkin olduğuna inanırsın. Anne Kalbinin Kırılgan Gücü
Anne kalbi…dışarıdan sert görünür; ama içine düştüğünde anlarsın:
Orası dünyanın en yumuşak yeridir. Ağladığını gizler, yorgunluğunu saklar, kırgınlığını gülüşünün altına gömer. Evladının yükünü omuzunda taşır, kendi yükünü kimseye söylemez. Bir anne, evladının derdini kendi içine çeker, mutluluğunu kendi kalbinde büyütür. Ve bu dünyada hiçbir sevgi, anne sevgisi kadar sessiz çalışmaz.
Hayat zor. Anne olmak daha zor. Ama evlat olmak…
İşte o, her yaşta devam eden bir sınavdır. Bir evlat, annesinin yanında büyür; ama hayatın ortasında olgunlaşır. Anne ise evladını hem korur hem hayata bırakır. Kapıyı kapatırsa öğretmek içindir, kapıyı açarsa beklemek içindir. Ve ikisinin arasındaki bağ, kanla değil.kalbin en derin sessizliğiyle yazılır.
İşte bu yüzden, hayatın bütün zorluğuna rağmen insanın içi bir gerçeği hiç unutmaz: Anne, evladın alın yazısına yazılan ilk duadır.
Şimdi sizlerle bir alıntıyı, bir hikâyeyi aslında bir gerçeğin yansımasını paylaşmak istiyorum.
Bir gece… koca bir şehrin içinde, annemin kapısının önünde kaldım. Ben bu hikâyeyi Sivas’ta yazıyorum. Telefonu açtıktan sonra titrek bir sesle, “Anne… param bitti. Biraz borç verir misin?” dedim. Cevap gelmedi. O an Sivas Esentepe'nin bütün soğuğu kalbimin içine çöktü. Biraz daha cesaret topladım:
“Anne… eve geleyim mi? Kapında uyuyayım… ”
Bu defa da sessizlik… Bizde Sivas’ta, Erzurum’da, Konya’da, Kayseri’de
Anne evladı kapıda bırakmaz. Ayıp derler, günah derler. Ama o gece annem beni değil… Kaderimi içeri aldı. Beni dışarı bıraktı. O an ilk kez kendi kendime fısıldadım:
“Anneme bile dönemiyorsam… kimim ben?”
Arkadaşların evinde çekyatlarda yattım. Arkadaşların sıcaklığı sandığım şey, meğerse sadece “misafirlikmiş. Bir evde soba sönük, bir evde çay soğuk, bir evde yüzler asık…
O zaman dank etti: Dışarıdan gülen, samimi sandığım insanlar evlerinde misafir değil, yük olduğumu hissettirdiler. Hiçbir yer “evim” gibi değildi. Sabah namazı okunurken annemin kapısını çaldım. Bizde kapı çalınca açılmasa bile eşik öpülür. Ben eğildim, kapıya dokundum:
“Anne… Eşiğinde yatayım gerekirse, ama sesini esirgeme.”
Kapı açılmadı. Ama altından bir kâğıt kaydı önüme. Kâğıtta şöyle yazıyordu:
“Oğlum… Sivas’ın kışı ayazdır. Bazen insanı dondurur, bazen adam eder. Ben seni atmadım. Seni hayata bıraktım. Dizimde büyüttüm, dizime bağladım… o bağ senin yürümene engel oldu oğlum. Şimdi kendi dizin olsun. Ben sustum ki senin sesini duyayım.” O kâğıdı okurken ağlamadım. Ama Sivas’ın toprağı yutkundu sanki. O an bir çocuk gibi çöktüm dizlerimin üzerine. 25 yaşındaydım,ama sanki 15'ime dönmüştüm. Annesinin kapısında kalan her erkek, çocuk olur, o gece küçülen yaşım değil, içimdi.”
Aylar geçti…
Yalnız yemek yaptım. Yalnız hasta oldum. Geçici işlerde çalıştım. Sivas’ın soğuğunda yalnız yürüdüm. Bayram sabahı annesiz uyanmak… evlat yüreğine atılan bıçak gibidir. Bizim evlerde bayram kahvaltısı demek anne eli demektir. Ben tostla ağladım o sabah. Ama o gözyaşının sesiyle büyüdüm. Bir gün maaş yattı. Para değil… onur düştü hesabıma.
Mesaj attım: “Anne… Oldum. Sana değil, kendime güveniyorum.” Cevap gelmedi. Akşam eve gelince gördüm: Kapı aralıktı. Bizde kapı aralıksa, evlat bekleniyor demektir. Mutfakta bir tabak sıcak çorba…
Üstünde bir not:
“Hoş geldin oğlum. Bugün kapımdan değil, alnının teriyle girdin eve. O an dizlerimin bağı çözüldü. Sivas’ın taşları bile ağladı gibi hissettim. Aradan yıllar geçti…
Kendi evimi aldım. Arabama bindim. Kendi yuvamın anahtarını elime aldım. Bir gün annemi ziyaret ettim. Küçük kardeşime bakınca içim burkuldu.
Benim yaşadığım o sertliği…
O kapı kapanışını…
O “kendi kanatlarını bul” sessizliğini…
Ona göstermiyordu.
Ona hep yumuşaktı. Ona kapı hep açıktı.
Sordum:
“Anne… Neden ona böyle değilsin? Evlat ayrımı yapıyorsun?
Annem gözlerini yere indirdi. Bir anne gözünü yere indirirse, dünyanın en ağır cümlesi gelir. Ve dedi ki: “Oğlum…
Senin devrinde umut vardı. Sivas’ın sokaklarında komşu vardı, güven vardı. Sen düşersen tutacak çok el vardı. Şimdi dünya değişti. Zaman değişti oğlum…
Hayat artık daha hızlı, yük daha ağır. Gençlerin omzu dolu, kalbi yorgun. Ben seni ittim, yürüdün. O ise fırtınada duruyor. Bir kuşu uçurmak kolay… Ama fırtınada bırakılmaz. ”O zaman zaten haftada üç gün eve gelmez, ‘karışma anne der kapıyı sert çekerdin. Ben o günlerde kardeşinle evde yapayalnızdım. İki kişi değil… bir kişi kalıyorduk. O yüzden sana serttim; evde bir yetişkin yoktu!
“Ama o… evden dışarı zor çıkar. Ürkek, içine kapanık, senden farklı. Sen rüzgâr gibiydin oğlum…
O ise rüzgârdan bile ürküyor. İkinize aynı davranılır mı?” Sonra elimi tuttu:
“Evlat…
Her çağın imtihanı başka.
Ben sizi aynı seviyorum.
Ama zaman size aynı davranmıyor.”
“Anadolu’da annelik tek değildir; kimisi sararak büyütür, kimisi iterek büyütür. İkisi de sevgidendir ama izi farklıdır.
İşte annelik budur. Kimi sararak büyütür, kimi iterek… Kimi kapıyı açarak sever, kimi kapıyı kapatarak. Ama her yöntemin içinde aynı söz gizlidir:
“Ayakta dur oğlum.”
Bugünün gençleri annelerinin kapısında değil, hayatın fırtınasında büyüyor artık. Yük ağır, omuz yorgun, dünya sert… O yüzden bazen anneler daha yumuşak, bazen daha sert. Ama hiçbiri sevgisiz değil. Bu hikâye sadece bir gencin değil… Bir kapının önünde büyümek zorunda kalan herkesin hikâyesidir.
Bazen bir kapı kapanır ve insan kırılır. Sonra bir kapı aralanır ve insan tamamlanır. Ama en çok da insan kendi kapısının eşiğinde büyür. Çünkü her evladın hikâyesi aynı cümlede biter:
“BEN ARTIK HAZIRIM ANNE.”