Yeni bir gün ve yeni yazı ile yine birlikteyiz. Bu günkü konumuz Gazetecilik…
Gazetecilik, bir zamanlar hakikatin kalesi, toplumun aynası, dördüncü kuvvet olarak anılırdı.
Kalem, kılıçtan keskin; mürekkep, vicdanın sesiydi. Peki, ya şimdi? Gazetecilik, istenen haberi vitrine koyup, istenmeyeni süpürgenin altına itmek mi oldu? Yoksa hâlâ bir yerlerde, tozlu idealler arasında, gerçeği arayanlar var mı?
Bir köşe yazısı düşünün. Editör masasında, patronun gölgesi uzanıyor. “Bu haberi gir, şunu çık, buna dokunma, şunu parlat.” Gazetecilik mi bu? Yoksa bir çeşit “ filtreleme” mi?
Hani şu sosyal medyada “beğendim, paylaştım” oyunu gibi. İstenen haber manşete, istenmeyen arşive. Gerçek, birilerinin keyfine göre kesilip biçilen bir kumaş parçası gibi. “Bu renk bu sezon moda, öbürü demode” dercesine.
Mesela, diyelim ki bir skandal patladı. Önemli biri, önemli bir hata yaptı. Ama o biri, birilerinin “dokunulmazı”. Haber hazır, belgeler sağlam, kamuoyu bunu bilmeli. Ama hop! Bir telefon, bir mesaj, bir kaş-göz işareti: “Bunu girmeyelim, şimdi sırası değil.” Sırası değil mi, yoksa sırası hiç gelmeyecek mi?
Gazetecilik, bu “sıra”yı beklerken tozlanıp giden bir ideal mi artık?
Tabii, her şey bu kadar karanlık değil. Bir yerlerde, inatçı kalemler hâlâ yazıyor. Bedelini ödeyerek, koltuğunu riske atarak, belki de “naber” diye dalga geçen bir tweet’le linç yiyerek. Ama çoğunluk? Çoğunluk, “aman patron kızmasın, aman reklam veren kaçmasın” telaşında. Haber odaları, PR ajanslarına dönüştü; manşetler, sponsorlu içerik kokuyor. Gazetecilik mi dediniz? O, artık birilerinin “gündem yönetimi” oyununun figüranı.
Peki, suç kimde? Sadece patronlarda mı? Yoksa okur da bu oyunun bir parçası mı? Tık avcılığı çağında, “şok şok şok” başlıklarına tıklayan, üç cümlelik asparagasla yetinen bizler, bu çarkı döndürmüyor muyuz? Gerçek haberi arayan kaç kişi var? Kaçımız bir skandalın peşine düşen muhabiri alkışlıyor, kaçımız “ay, bu haber de sıkıcı, nerede magazin?” diyor?
Bir de sosyal medya var tabii. Herkes gazeteci, herkes köşe yazarı. Ama çoğu, kendi “doğru”sunu parlatma peşinde.
Gazetecilik, tarafsızlığın değil, taraf tutmanın mesleği oldu sanki. İstenen haber, istenen çerçevede, istenen renkte. Gerisi? Girmesin, görmesin, bilmesin.
Peki, ne yapmalı? Belki de önce aynaya bakmalı. Gazeteci, kalemini kimin için tutuyor? Okur, neyi okumayı seçiyor? Ve hepimiz, gerçeğin peşinde miyiz, yoksa sadece hoşumuza giden hikayelerin mi? Gazetecilik, isteneni yazıp istenmeyeni gömmekse, o zaman bu mesleğin adı başka bir şey olmalı. Mesela, “gündem terziliği”.
Ama gerçek gazetecilik? O, hâlâ bir yerlerde, inatla, cesaretle, tozlu bir ideal olarak yaşamaya çalışıyor. Soru şu: Onu yaşatacak mıyız, yoksa süpürgenin altına mı iteceğiz?
Köşe yazısının ruhuna uygun, gazeteciliğin “isteneni yaz, istenmeyeni göm” halini anlatan bir hikâye ile bu güne noktayı koyalım.
Küçük bir sahil kasabasında, “Deniz Fısıltıları” adında mütevazı bir gazete vardı. Gazetenin tek yazarı, editörü ve dağıtıcısı, Meryem’di. Meryem, yıllarca kasabanın hikâyelerini yazmış, balıkçıların maceralarını, fırtınaları, düğünleri ve hatta kasabanın kedilerinin yaramazlıklarını bile anlatmıştı. Onun kalemi, kasabanın nabzını tutardı. Ama Meryem’in bir ilkesi vardı: “Gazetecilik, kalbinle gerçeği aramaktır, başkalarının sana sipariş ettiği hikâyeleri yazmak değil.”
Bir gün kasabaya, büyük bir şehirden iş insanı Ferit Bey geldi. Ferit Bey, sahile lüks bir otel inşa etmek istiyordu. Kasaba halkını topladı ve projesini parlak sözlerle tanıttı: “Bu otel kasabaya zenginlik getirecek! Turistler akın edecek, iş imkânları artacak!”
Sonra Meryem’e döndü ve dedi ki: “Gazetende otelimin güzelliklerini yaz. Deniz manzaralı odalar, yüzme havuzları, şık restoranlar…
Ama sakın balıkçıların teknelerine el konulacağından ya da sahilin betonlaşacağından bahsetme. Bunlar kimseyi ilgilendirmez.”
Meryem, elindeki kalemi masaya bıraktı ve gülümsedi. “Gazetecilik, sadece isteneni yazmak olsaydı, kalemim susardı,” dedi. O gece, gazetesinde bir hikâye yayımlamaya karar verdi.
Hikâye, bir martı hakkında idi. Bu martı, adı Rüzgâr olan özgür bir kuştu. Her sabah denizin üstünde süzülür, balıkçılara yol gösterir, çocuklara neşe saçardı.
Bir gün, sahile parlak bir kafes getiren bir yabancı geldi. Kafes altından yapılmıştı, içinde lezzetli yiyecekler ve renkli süsler vardı. Yabancı, martılara seslendi: “Bu kafese girin, burada her şey var! Güven, konfor, bolluk!” Çoğu martı, parlak kafese koştu.
Ama Rüzgâr durdu. Kafesin güzelliklerini görüyordu, ama denizin özgürlüğünü, rüzgârın şarkısını bırakamazdı.
Diğer martılar ona güldü: “Neden özgürlüğü seçiyorsun? Bak, burada her şey hazır!” Rüzgâr cevap verdi: “Parlak bir kafes, denizin yerini tutmaz. Gerçek, özgürlükte saklıdır.” Ve kanatlarını açıp uçtu.
Meryem, hikâyenin yanına otel projesiyle ilgili bir haber yazdı. Otelin getireceği turizmi, iş imkânlarını anlattı, ama aynı zamanda balıkçıların teknelerinin taşınacağını, sahilin doğal güzelliğinin zarar görebileceğini de açıkça belirtti.
Ferit Bey öfkeden köpürdü: “Neden sadece iyi şeyleri yazmadın?” Meryem sakince yanıtladı: “Çünkü gazetecilik, gerçeği saklamak değil, onu gün ışığına çıkarmaktır. İnsanlar, hem parlak kafesi hem de özgürlüğün bedelini bilmeli.”
Hikâye kasabada dalga dalga yayıldı. Balıkçılar, otel projesine karşı seslerini yükseltti. Kasaba halkı, sahillerini korumak için bir araya geldi.
Ferit Bey’in projesi, halkın baskısıyla yeniden gözden geçirildi ve doğaya zarar vermeyecek şekilde düzenlendi. Meryem’in gazetesi, kasabanın vicdanı oldu.
Gazetecilik, isteneni yazmak değil, gerçeği cesaretle fısıldamaktır. Meryem’in kalemi, tıpkı Rüzgar’ın kanatları gibi, özgürlüğün ve doğrunun peşindeydi.